24 Kasım 2008

Ingeborg Bachmann



(d. Klagenfurt, 25 Haziran 1926 - ö. Roma, 17 Ekim 1973)

Ingeborg Bachmann 20. yüzyılın en önemli Avusturya'lı kadın yazarlarındandır. Avusturya’nın Klagenfurt kentinde doğdu.1945-1950 yılları arasında Innsbruck, Graz ve Viyana Üniversitelerinde felsefe, psikoloji ve Alman filolojisi okudu.

Çalışmalarında özellikle Heidegger ve Wittgenstein üzerinde yoğunlaştı. Heidegger’in varoluşçuluk felsefesi üzerine yazdığı tezle doktorasını verdi. İlk şiirleri 1948/49 yıllarında yayımlandı. 1959/60 yıllarında doçent unvanıyla Frankfurt Üniversitesi’nde şiir konulu dersler verdi.

1964’te Georg Büchner Ödülü’nü aldı.Aralarında Fransa, İngiltere, İtalya ve A.B.D.’nin de bulunduğu pek çok ülkeye yolculuk etti. 1965’ten itibaren Roma’da yaşamaya başladı. 1973’te çıktığı Polonya yolculuğunda Auschwitz ve Birkenau toplama kamplarını gördü. Aynı yıl Roma’daki evinde çıkan yangında ağır yaralanarak hayatını kaybetti.

Şiir 

-Ertelenmiş Zaman, Toplu Şiirler, YKY, 2004
-Büyük Ayı’ya Çağrı, Toplu Şiirler, YKY, 2004

Deneme 

-Frankfurt Dersleri, Bağlam Yay.1989

Öykü 

-Otuzuncu Yaş, YKY, 2004

Roman

-Malina, YKY, 2004

Oyun

-Radyo Oyunları, YKY, 2005.


Ingeborg Bachmann-Ağustosböcekleri 'den :

"Oyun, aslında şöyle: Yaşayacak seksen yılım var, ondan sonra ne olacağını bilmiyorum, Bildiğim tek şey,bu oyunun akışı boyunca bana karşı bir düzen hazırlanmış olduğu. Sonu beklemeye kim zorluyor beni? Bunca kurbanın arasında çözümler aramak içimden gelmiyor, kalan son gücümle ışıkları zamanından önce söndürmek ve perdeyi indirmek istiyorum, kalan son gücümle kendimi görünmez kılacağım. 

İnsanlar bir süre şöyle soracaklar: ne oldu? artık kendini göstermiyor mu? oysa her cuma size balık yemeğe gelirdi. Anna ondan bir mektup almış, bir adadaymış, yalnız yaşayabileceğini hiç ummamıştım, Onun kadar kendini beğenmiş,yükselme hırsıyla yanıp tutuşan, çok konuşan aslında hiçbir şey bilmeyen, savurgan bir insan.. 

Evet evet,biri çuval dolusu nitelik sayılıp dökülecek sizin için! çuvalın ağzı açılacak ve birkaç kez oraya buraya dökülecek sizin için! sonra bir köşeye atılacak. Bazen anılar karıştırıldığında, bu çuvala ayağı takılanlar olacak, 

Evet, aslında tuhaf bir insan, anlaşılır gibi değil. Kumda sonradan dalgaların silip süpüreceği bir iz bırakarak yürüyüp gitmiş biri, hakkında uzun süredir hiçbir şey duymadım, ya Anna' ya, gitti demek, öyle mi? Demek kendini beğenmekten başka bir işe yaramayan, hiçbir özelliği olmayan o inatçı, geveze insanla birlikte...

Kararlar aslında hiç belli edilmeksizin alınıyor..."

05 Ekim 2008

Feyyaz Kayacan


1919 İstanbul'da doğdu. 1993 Londra'da öldü.

Istanbul Saint Joseph Lisesi'ni bitirip, Paris'te ve İngiltere'de iktisat öğrenimi gören Feyyaz Kayacan, çok uzun yıllar Londra'da BBC'nin Türkçe yayın servisinde görev aldı.. Fransızca, İngilizce ve Türkçe öykü ve şiirler yazdı. 1992'de Modern Turkish Poetry antolojisini de İngilizce olarak yayımladı. İlk iki şiir kitabı Fransızca, üçüncüsü Kaşık Havası (Yeditepe Yayınları, İstanbul 1976) ve dördüncüsü Benim Örümceğim Başka (Tomruk Matbaası, İstanbul 1982) Türkçe ve beşinci şiir kitabı da İngilizce olarak çıktı. Daha çok öykü yazarı olarak bilinen Feyyaz Kayacan'ın bütün öyküleri Yapı Kredi Bankası Yayınlarında toplandı ve 1993 de ölümünden bir ay sonra yayımlandı

Feyyaz Kayacan (Fergar) Türkiye dışında "Fergar" soyadıyla tanındı ve Türkiye'ye hep turist olarak gidebildi.

Sait Faik sonrası öykücülüğümüzün en güçlü isimlerinden Feyyaz Kayacan, 1950’li yıllardan başlayarak ince zekâsı, dengeli ironisi, ifade özgünlüğü ile edebiyatımızda kendi özel yerini açmayı başarmıştı. Şiirde Can Yücel’in temsil ettiği cüretin öyküdeki karşılığı Feyyaz Kayacan’dı. 1993’te yitirdiğimiz bu usta, yapıtlarının kendisini gereğince tanıma olanağı bulamamış en genç kuşaklara ulaştığını ne yazık ki göremedi.

Feyyaz Kayacan, Türk edebiyatının şen kirpisi.


Kayacan'ın öyküleri için Selim İleri şunları söylemişti: "İroninin yanı sıra şiir, şiirin yanı sıra handiyse tozlanmış bir maziperestlik ve o maziperestlikle için için fokurdayarak alay eden bir yenilikçilik: Feyyaz Kayacan'ın öykülerini ille özetlemek gerekirse, akla ilk gelen bunlar..."

Ya da Feyyaz Kayacan'ın kendi sözleriyle: "Çocuktaki Bahçe iki yanlı bir roman. Bir yanı meddah, bir yanı Kafka. Bu iki öğe, durmadan yer değiştirmekte, birbirini etkilemekte."

Koca bir kuşağın es geçtiği, hakkı verilmemiş, kıymeti yeterince bilinmemiş yazardır. Türk Öykücülüğünün zirve noktalarından biridir. Nasıl olur da bu kadar görmezden gelinmiştir, üzerine bu kadar az yazılıp çizilmiştir, bu kadar kuytuda kalmıştır bunca zaman benim aklım ermez. Etrafta bir sürü zırva yazar birbirine tur üstüne tur bindirmeye çalışırken, o hepsinden önce finiş çizgisine kadar gelmiş, çizgiyi geçmeden yere çömelmiş, birkaç tek atmaktadır sanki etrafını güleryüzle selamlarken. Şişedeki Adam, Sığınak Hikayeleri, Cehennemde Bir Yusuf, Gibiciler, Hiçoğlu'nun Serüvenleri, Bir Deli Değilin Defterleri... hepsi de Türk öykücülüğünün ve Türkçenin damarlarını açan kitaplardır. Pek öyle herkese göre değildir Feyyaz Kayacan, özel bir okurdur onun istediği, upuzun çıkardığı diline sırtını dönüp gitmeyen okurdur.
....

Feyyaz Kayacan, yazı yazmaya şiirle başladı. İlk yapıtını İngiltere’de Fransızca yayımladı. İlginç bir serüven. “News Road 1943” adlı seçkide Fransızca ve İngilizce şiirleri yayımlandığı sırada bizim “ikinci yeniler” henüz ilkokul öğrencisi idiler. O ise, Paris’te “Les Quates Vents”, Londra’da “Poetry Folios”, “Free Unions”, “Poetry Quarterly”, “News from Nowhere” dergilerinde yapıtlarını yayımladı; gerçeküstü yazarların arasında bulunuyordu.

Feyyaz Kayacan’ın Türkiye’de ilk öykü betiği Yenilik Yayınları arasında çıktı. “Şişedeki Adam” (1958) ... İkinci yapıtı olan “Sığınak Hikayeleri” (1968) ini Yeditepe yayımladı. Her iki yapıtın öyküleri çok daha önce, Yenilik dergisinde yayımlanmış bulunuyordu.

Bedri Rahmi Eyüboğlu 1955’te Cumhuriyet Gazetesi’nde yazdığı bir yazıda şöyle belirtmişti görüşlerini:
"Bir sığınakta ölüm korkusu karşısında yeşeren yaaşama sevincine, yaşama gücünün süt yeşili filizine ellerinizle dokunarak ... bu yazıyı okuyunuz. Bu yazıyı okurken yer yer ünlü lngiliz heykeltraşı Henry Moore’un, Londra sığınaklannda çizdiği desenleri hatırladım. Yazıyı ölçtüm, yazı bal gibi ağır basıyordu."

Vedat Günyol’da Yeni Ufuklar’da şöyle yazmıştı: Feyyaz Kayacan ölüm gerçeğinin derinliklerine inerken, insanların damdan düşercesine ölümlere götürülmediği, yaşamının bir suç, olmadığı günlere olan özlemini eşsiz bir ustalıkla veriyor."

01-Çocuktaki Bahce / Feyyaz Kayacan

-Eğ boynunu mağdur adam ;
yaktığına tap, taptığını yak..(Remy---Klovis'e)

-Birini bağrıma basarsam ; boğmak içindir... ( Racine )

-Adressizliktir ölüm...

-Sana gösterilen yolun en geçerli yol olduğu nerden biliniyor ? birisinin yolu , bir başkasının çıkmazıdır...

-Ey benim bilincimin pınarı, gök kokulu usum, gel birlikte düşleyelim, yarın denize indireceğimiz amaçları...

-Ağaca söyle gölgesini getirsin bana yolluk... (Oktay Rıfat)

-Tenimin içinde bir uzaklığım ben...

-Yok bir tek çocuk çiçekte gülen...

-Sen bana tanrıdan söz et dedim badem ağacına,
Tuttu badem çiçek verdi karşımda...

-Damakta serçe gibi seken bir şarap şimdi,
Ustamın üzüme attığı enfes düğüm... ( Cemal Süreya )

02-Bir Deli Değilin Defterleri / Feyyaz Kayacan

-İbrişim örülü bencilliğimi
büküp eğiren hep sözcüklermiş... ( Hilmi Yavuz )

-Dünyaya gündelik ödülüydü , pencereye sabah çıkması...

-Her gün yeni bir açlığı deneyen bir karnı...

-Vicdanazabı renginde ağır bir hava
başınızın üstünde zonklayıp durur...

-Uyanıyorum, bir düş daha eksilmiş kafamda...

-" Fransız ihtilalinde zulum altında inleyen halk eski rejim denilen krallık idaresini devirdiği zaman hınç duyguları dizginlenemez bir hal almış ve gelişigüzel bir idamcılık siyaseti uygulanmıştı, giyotinle kafaları kesilenler hakkında halk; şu adam şu aristokrat kısaltıldı ' diyormuş ... "

-arkadaşlıklar, yakınlıklar sıcağı sıcağına kurulur, en ufak bir gecikme yakınlığın bozulması, bir uçurumla yer değiştirmesiyle sonuçlanabilir, iletişimler, yakınlıklar,duygu köprüleri her zaman azınlıkta kalmışlardır, en geçerli meslek uçurum mimarlığıdır...

-delilik giderir deliliği, en sağlıklı yol akıl denilen bataklığı ufak tefek kaçıklıklarla kurutmaktır, delilik benim elimde kimi zaman mikroskop kimi zaman dürbün oluyor, deliyim; demekki görüyorum...

-ama boşluk bir yerde temizliktir,şu gördüğüm boş çerçeveler kadar özgürüm ben, iyi ki kağıt olarak gelmemeişim dünyaya, beni de sümüklü, yolculuğu olmayan, çoşkuların arsızlaştığı, haydutlaştığı bir şiire kapatırlardı, kağıdın suçu ne ki,alevin serinlikle eşanlam olduğu noktada başlar şiir, ben artık hiçbir şey okumuyorum,kitaplarımın hepsini dağıttım, savdım başımdan,kitap yerine kalem girmemiş defterler alıyorum, deste deste apak ve açık vermemiş kağıtlar alıyorum ve yalnızca bakıyorum onlara, kapalı gözlerimle , kendi bakışımdan bile koruyarak ve konuşmuyorum önlerinde susuyorum, konuşmak yazmak kadar işlek bir nankörlük oluyor bir yerde, susmak diye de bir uygarlık var, susmak bir başlangıç, bir doğurganlığın ilk yaratıcı sancısıdır..

-herkes, değişik kişileri kapsayan bir sözdür, ben artık kendi içimin, kendi uyanıklığımın yerlisi oldum, benim de bir egemenliğim var şimdi, ama bunu bir bayrak gibi budalaca başkaldırmaların direğine çekmiyorum..

-benim gerçekte tek pencerem yalnızlık...

-karımın gözleri , bana hergün kü bağlılığının yüzükleriyle doluydu, ben karıma giderken çiçek açmalı adımlarım, ve eksilsin istiyorum odamdan, doktorun getirdiği karımsız sabahlar..

03-Şişedeki Adam- Feyyaz Kayacan

-yalnızlığın en erkeksiz dönemeçleri..

-kışın siyahlarından artırdığı yeşili daha yeni yeni aralamaya başlayan bir ağacın gölgesinde dinleniyordu..

-herşeye yakındı ama hiçbir şeyle bir ilintisi yoktu, yeryüzüylebir türlü düğümlenemiyordu...

-memelerini erkeğin avuçlarına boşalttı..


04-Sığınak Hikayeleri -Feyyaz Kayacan

-toprak nedir diye sordu tohumlardan biri;

-toprak, içimizden gelen bir yerdi eskiden, güneşe başladığımız bir yerdi her sabah, geceler ağaçları, yamurlar çiçekleri ağırladıktan sonra..
ama harbe gitti toprak artık, ölüleri ağırlamaya..

-çocuk havadaki balonlardan birini istedi, annesi elini uzattı yetişemedi, avucu boş döndü,
"acelesi yok" dedi çocuk, "büyüyünce yetişirim ben ona "

-Mrs Valley tanrı çapında bir kadındı, dağdan taştan ve insanlardan yapılmıştı, güneşi ve yıldızları onun büyüttüğüne ilişkin söyleşiler dolaşıyordu masalların ve kuşların dilinde, kimce bina edildiği bilinmiyordu, çocuklara bakılırsa gökgürültüsünden doğmuşmuşda Mrs. Valley doğruluvermiş dosdoğru kendi elinden gelene kadar, en beklenmedik, en akla sığmadık, en tartılmadık ölçülerin gözbebeğinden...

-Vera düşünde eski zarı yeni baştan atıyor, evlenme dairesinde attığı zarı, zar gene dört ayak üstüne düşer gibi oldu, ama zar hileli idi, güdümlü idi, ne bilsin Vera, keramette payı yoktu ki, bilseydi sanki atmayacak mıydı zarı, düşünmek neye yarardı kaderin teferruatını, evrenine bir erkek dadanmıştı, erkek göklerden izinli inmişti, erkek bulut kokuyordu, yıldızlamasına geliyordu, gözleri mavi bakıyordu, erkeğin elleri sonsuzdu ürpertileri kışkırtınca, Vera'nın soluğunun can noktasında bir erkek vardı, kader diye onu benimsemişti, öte yanı teferruattı, alın yazısını yorgan gibi çekmemişlerdi üzerlerine, son dakkaya kadar duman attırmışlardı kaderlerin kalem efendisine, hallaç örneği, öte yanı teferruattı, toprak bir tene borçlanmıştı , o kadar...

-"günlerin uzayıp kısalması, denizin kıyıyı ezberlemesi, ölümün kanda kıvaa gelmesi, ömrün adaleye sinmesi, çiçeklerde renklenmesi,yemişlerde tatlanması gibi,

"kadın erkeği tamamlasın, erkeğin alnında dalgalansın, kadın erkeğin denizine dökülen ırmak olsun,denizin etinde filizlenen güneş olsun, balık olsun, gemi olsun,

"erkek karanlığı aralasın, kadını görmekiçin çırçıplak sağnağında, ve kıyıda dile gelsin şahmerdanları denizin, kadın erkeğin aklından geçtikçe kanından da geçsin, kulaklarında da çınlasın, kadın aklına gelince erkeğin, erkeğin sesinde uyansın kadın, erkekten kadına, kadından erkeğe helal olsun yıldızlar, kadın erkeğince aşırı, kalçalarında güneşin tadı,kalçalarına üşüşen esintilerin yuvarlak serinliği ve ağırlığı.."
ve bu türkü ile Freddie'de kaldı son sözü artırmanın...

-hiçbir erkek eskitemez beni ,ve salt onlar için eskitmeyeceğim, aşındırmayacağım kendimi, her günün dönemecinde beni bulsunlar,yoksun olmasınlar benden diye ,hibirine bağlanmadan, tümüne birden sedef sedef dağılarak sonra bellek gibi açılarak, kamaşarak sonra...

05-Cehennemde Bir Yusuf - Feyyaz Kayacan

-size geliyorum, sizde saat güneşin körüne bilmem kaç çıkmaz kala...

-burası Terzela, burada basamaklar bile çıkmazlardan oyulma..

-kaç yuvarlak, kaç sessizliktim ben orada..

-bütün kuyular sizin, elimizde olduktan sonra bu falın ipi..

-erkekler kadınlara sevilerini saplıyorlar...

- gölgenizin dolabını açsam şöyle bir

uzmanlıkarı dökülecek hep karanlıkların...

-son olarak bütün seslileri kovdunuz hecenizden, neydi sanki o sesliler asalakleyin dudaklarda, sesizlerin sırtında bir yükten başka neydi ki? şimdi ama şimdi bir tanrıyla bir solungaç yanyana gelmiyordu bir türlü bir bilmecenin tezgahında. şaşırmalara tutuldum ilkleri, bir adam gördüm, ağzı ardına dek açık, çığlıklar çıkarıyor sandım ne bileyim, söylediler sonradan, esniyormuş, ufak tefek yanılgılara uğradım böyle, doğaldı o da, en çok istediğim halk türküsüne dönen yalnızlığımı söylemek şimdi,
en çok istediğim şimdi
sığ geçinen suçlanırızda
körük gözüyle girmek çekingen cehenneme
ve en çok bu yüzden aramaya çıkıyorum seslileri...

06-Gibiciler - Feyyaz Kayacan

birinci iyilik uzmanı
-ne oldu, ne yaptık neydi gördüklerimiz

büyük yapraklı bir kekeme ağaç diktik bahçemize, doğa biziz dedik, gözümüze karışık elinizle bir pencerenin altını çizdik, bu çizgi çok uzun sürdü,

karşı evde bir kadın bir çocuğa yürümesini öğretiyordu, sonuç olarak, bir kuru gürültünün ustalığında...

-şöyle bir baksam kadınlara,geleceğin en büyük yalvaçları dolar kalçalarına, öyle bir katlara yükselmiştim işte, sonra işte sevgimi daha yaygın kılmalara dadandım, günleri öldürenlerle günlerin öldürdüğü kişileri düşündüm, işsizlere cennetin kıvaramadığı işler buldum, sözlüklerin burnundan, en güzel, insanı en omuzda taşır yasalar getirttim, insan haklarından bir çelengi elime geçirdiğim gibi çıkmazların taşını kırmaya gittim, aşırı gördüğüm vergileri en okkalı eşek arılarına ödettim, sonraları pırıl pırıl bir salgın haline sokacağım iyiliğimi..

ikinci iyilik uzmanı

-ardı arkası kesilmiyordu çocuklara hazırlanan kadınların, sevmem oysa kadınları, hepside anamın gömütlükte yatan kemiklerinin iliğinden çıkmışa benzemekte, beni amacımdan ayırmaya gelmişler galiba, oysa ben kendimi başkaları adına yakasında çiçek gibi taşıyanın biriyim, ben birazdan resmini çizerek aradığım odaya çekileceğim, arınacağım, yüce bir nedensizliğe bürüneceğim, öylece her davranışımla daha bir paklayacağım çevremi, ben şimdi bir büyük sabahın başaklarına hazırlanıyorum.

üçüncü iyilik uzmanı
-neydi demin yanımdan geçen, bir tören miydi, kim miydi yoksa, ben daha yeni dönmüştüm ölümüne çok gittiğim birisinin yanından, hava çok güzeldi, o da ölmesini bilen bir adamdı, onu bunca sevmemin nedenlerinden biri de bu değil mi, elimden gelse ölümünü alıp çerçeveleteceğim, oturma odamızın en ileri duvarına asacağım, önümde sürekli sağlam bir örnek olsun diye...

-bir din adamıyla birlikte çıktık son basamakları, kulağıma durmadan öteki dünyaları akıtıyordu, Tanrı seni bekliyor, kucağını senin için büyüttü buncadır, diyordu, bir tanıtma bir gezdirme uzmanının diliydi bu "solda gördüğünüz bilmem ne anıtı,birazdan sağa sapınca Birleşmiş Mutluluklar Sarayı çıkcak karşımıza, yarın sabahta Melekler Okuluna gideriz.." ben adamı dinlemiyordum, sehpaya götüren basamaklardan taze bir tahta kokusu yükseliyordu ben ona bakıyordum,birazdan bir çingenenin eliyle o bütün tekerlemeleri sileceğiz, birazdan ölümün dürüstlüğü başlayacak...

-"öyle bir şey olmaz, benim ki gizli bir dergi, ben onu kafamda yayınlıyorum.." aşk mektupları yazmaktan geri durmamak, en azından bunu yapıyorum, ve her mektubun sonuna şuna benzer eklentiler koyacağım:
"SESOĞLU bu mektubu içinden geldiği için yazdı,"
"SESOĞLU bu mektubu kendi sesinden başlayarak yazdı."
"SESOĞLU bu mektubu aktarma bir sesin pupasını yalayarak yazmadı."
"SESOĞLU bu mektubu yazarken sahibinin sesini dinleyen bir köpek değildi."
ve bunu yapamazsam HEYKEL desinler bana...

07-Hiçoğlunun Serüvenleri -Feyyaz Kayacan

-ölümde acemilik yok, daha ilk adımıyla kişi uzmanı oluyor soluksuzluğun...

-dilencinin sesinde sabah oldu, kalktım ekmeğin buyrultusuna, kaldırım sofrayı ağırladı, bir elinde mum yanıyordu, kızın ellerinden çeşmeyi içtim, çeşmenin elinden testiyi alıp suyun yolunu aradım, yolun elini öpüp alnımdaki ekmeğe götürdüm, sonra yerli yerine bıraktım sofrayı,ekmeği,çeşmeyi, testide çağlayan kızı...


08-Benim Örümceğim Başka - Feyyaz Kayacan

İSTEK
Sokağa çıkabilseydik
Ne güzel olurdu
Gözlerle başlatırcasına
Bir yere varmanın bütünlüğünü
Akşamı toplasaydık
Ne güzel olurdu
Bir sonuç olarak
Alın teri sağlamlığında
Mesele çıkartmadan
Şu kavunu kesebilseydik
Ne güzel olurdu
Yaşamaya elvermek
Ne güzel olurdu
Vaktimiz olsaydı
Bir çocuğun yeni doğan
Ekmek kokusuna


DÜŞ KALINTISI
Bir sabah uyanınca
Yarıda kalmış
bir at buldum başucumda
Belli ki yolum kesilmiş bir yerde
Dört nala bir çıkmazın
Kişnemeleri mi uğuldayacak
Dilimin dibinde hep?

OYUN
Kim hortlatmış sevgiliyi
Gül damağı rengine ?

Pıhtı mı ürperti mi
Seslenen ?

Baka baka
Bir çapaklanma göverecek
Dudak dediğimiz yerlerde.

KARŞI KARŞIYA
Sorularım var
Beni iyi bilen
Benim iyi bildiğim.
Geçinip gidiyoruz birlikte
Kitap okurken
Başımı ara sıra kaldırıp
Onlara bakıyorum.
Ben içimi dişlerken
Onlar da bana bakıyorlar
Başlarını ara sıra kaldırıp.

ALDANMA
Kalksana dedi rüzgâr
Ben güneşim

İyi tuttum kendimi
Az kalsın bir şiir yazacaktım
Oturup.


GÜLLÜ ATASÖZÜ DENEMESİ
Gül aksırır
Divan nezle olur.


SOYA ÇEKİM
İlkin
Önlerini iliklediler
Sonra
Parmakla gösterilen
Bir karanlığa katıldılar.


UYANIK
Bülbülzede koşuklarla
Siz
O gülü bana yutturmazsınız.

OKUMA DERSİ
Çok imparator bir sineğin
Saltanatıdır
Duvardaki o gezingen yazı.


09-Kaşık Havası / Feyyaz Kayacan

KAŞIK HAVASI
Şakaklarımızda şimdi
Kabak çekirdeği yemektedir
Damızlık sofralar.

Biz de gümüş kaşıklarla
Katran çorbasına gideceğiz birazdan.


SAPTAMALAR
1.
Hep bu çölü gütmekten
Beynimizin sulanmışlığı.
2.
Karanlığa asıyordu
Durmadan kulağını.
3.
Bir falın boncuklarında
Boğazını tıkayan bir geleceğe doğru
Ağlıyordu bir çocuk.
4.
Gelmedi daha
Yolculuklara üye olmak saati.


ESKİ MISIRLILARDAN
Parmaklarından başka
Ekmeği yoktur insanın.


AMAÇ
Gözümüzü elimizi takarak dişimize
Bir yola çıkmak istedikti
Önümüze ön
Pencerelere uğurlamalar kataraktan

Bir tutam otun gölgesi
Uzayacaktı omuzlarımızda
Bir damla kürekten söz edecektik
Yelkenlerin posası çıkmadan

Bahçeler ekmekti amacımız
En kapısız en elmasız
Duvarların köküne

Pencere taşımaktı amacımız ekmeklere
Mutlu kılmaktı
Bir iki masalı

Oldu mu bunlar oysa
Görkemden pireye dek
Girdi araya herşey
Kuleler barajlar teype alınmış kuklalar
Nuhun gemisine geç kalmış bir yalvaç
Bayrak fabrikaları damlalık bakışlar
Ülküleşmiş nasırlar borsa zürafaları
İzinli sokaklar alkış vergileri
Çok ciltli gömüt taşları ve ... kolaylıklar

Bakın hepsi yürürlükte bunların
İşlek çarşılarda naylon çıkmaz

Ve devrildi otun hecesi...

Güven Turan'ın 9 ekim 2006 tarihli yazısı

1950’li yılların başlarında, özellikle, Yeditepe, Yenilik, Ufuklar, Yeni Ufuklar, Seçilmiş Hikâyeler Dergisi gibi dergilerde yeni bir isim dikkat çeker. Bir yandan, gününün önde gelen İngiliz şairlerinin çok başarılı çevirilerinin altındadır bu imza, bir yandan da çok farklı bir yapısı, anlatımı ve dili olan “öykü”lerin: Feyyaz Kayacan. Feyyaz Kayacan’ın İngiltere’de yaşadığı ve çok uzun bir süredir de Türkiye’ye gelemediği bilinmektedir. 1957 yılında, Feyyaz Kayacan’ın Şişedeki Adam adlı “anlatı” kitabı yayımlanır... Yazarın ilk kitabı olarak ele alınır. Oysa, Şişedeki Adam’ın yazarı olan kişinin bu ne ilk kitabıdır, ne de Türkiye’de basılmış ilk kitabı. Taa 1935 yılında bir kitabı basılmıştır. O yıl hâlâ Saint Joseph Lisesi öğrencisi olan yazarın bu ilk kitabı, bir şiir kitabıdır. Tarihsiz olan, kapağında sadece “Basımevi ‘Foks’ Galata” yazan bu kitabın tam başlığı ise şudur: Les Gammes Insolites/ Poemes suivis de Destructions. Ve bir de ad vardır; şairin adı: Feyyaz Fergar. Kitabın basım tarihini Tanzimat’tan Bugüne Edebiyatçılar Ansiklopedisi (YKY, 2001, İstanbul) “1938” olarak veriyor. Oysa, Feyyaz Kayacan’ın sağlında basılan A Talent for Shrouds (1991) başlıklı kitabının sonunda yayıncısıyla yaptığı konuşmada, ilk kitabının on altı yaşında basılmış olduğu belirtilir bu da, Feyyaz Kayacan 19 Aralık 1919 doğumlu olduğu için 1935’e denk gelir. Elbette bir Rimbaud ile karşı karşıya değiliz bu kitapta ama gene de yer yer şaşırtıcı canlılıkta imgelerle, özgün metaforlarla karşılaşırız. Sıradan bir on altı yaş kitabı değildir. Hatta, şiirlerin adları bile yaşına göre aşkın bir şiir zevki ve kültürü olduğunu belli ediyor. O tarihte, hadi diyelim Baudelaire bilinen bir addı ve pek çok Türk şairini de etkilemişti ama “Hymne à Kleist”, “Mallarmé”, “Rimbaud”, “Variations sur deux vers de Paul Valery”, “Faust” gibi şiirleri okuma düzeyinin sıradan bir okurun çok üstünde olduğunu göstermektedir. Başlıktaki “Destructions” bölümüyse tümüyle düzyazı şiirlerden oluşur. Bunlar Servet-i Fünun “mensur şiir”inin ötesinde, Baudelaire’den çok Rimbaud’ya yaklaşan düzyazı şiirlerdir.

Fayyaz Kayacan’ın ikinci kitabı da bir şiir kitabıdır: Gèstes à la Mer. Bu kitabı da 1943 yılında, Londra’da The Grey Wall Press tarafından yayımlanmıştır. (Yukarıda sözünü ettiğim ansiklopedide bu kitabın yayım tarihi 1939 olarak verilir ama benim elimdeki kitapta tarih açık açık belli: 1943.) İkinci Dünya Savaşı’nın en kanlı döneminde, İngiltere’de, hem de bir Türk’ün yazdığı Fransızca bir şiir kitabı! Bu, bugün için bile inanılmazdır! Kitabın bir de İngilizce önsözü vardır. Bu önsözde James Kirkup (uzun yıllar Japonya’da, Kyoto Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı hocalığı yapmış ve 1970’lerden başlayarak İngiliz şiirine Hayku’yu sokmuştur) şöyle der Feyyaz (Kayacan) Fergar için: “Fergar’ın Fransız dilini muhteşem ve son derece kişisel bir şekilde kullanması bize bugün acı bir erişilmezlık içinde olan sevgili bir ülkenin seslerini, yaşamını ve devinimini getirmektedir. Aragon kısa bir süre önce günümüz Fransızlarının ve Fransa’nın çağdaş görünümünü yoğun ve yalın bir şekilde sunmuştu; ne var ki onun yaygın politik göndermeleri ve zorlayıcı retoriği bu şiirlerde bulunmuyor. Fergar Fransız şiirinin özünü veriyor bize, şimdiye ve bütün zamanlara ait olan özelliğini, tartışmadan ve yorumlamadan.”

İlk kitaba göre bu kitaptaki şiirler bizim alışık olduğumuz, ironi ile humorun sarmalında gerçeküstücü bir imge dünyasını veren Feyyaz Kayacan diline çok daha yakındır. Fransızca da olsa, “Hiçoğlu” dilini bulmuş görünüyor. Kitabın yayımlanışında, hakkında çıkan olumsuz bir yazıya, İngiltere’deki Gerçeküstücüler karşı çıkıp Feyyaz Kayacan’a destek verip kitabı da övünce, “gerçeküstücü” diye anılır bir süre.

Başta da belirttiğim gibi, 1950’li yılların başlarında Yeditepe dergisine “Londra Mektubu” yazmaya başlar. Kendi deyimiyle elini alıştırınca da “Sığınak Hikâyeleri”ni yazmaya ve yayımlamaya başlar. Ve artık Feyyaz Fergar değil, Feyyaz Kayacan’dır. Üstelik İngiliz vatandaşlığına geçmiştir. Yukarıda sözünü ettiğim konuşmada, Türkçe yazmaya başlamasını bu uyruk değiştirmenin verdiği sarsıntıya bağlar Feyyaz Kayacan... İkinci kitabı, Sığınak Hikâyeleri (ki Şişedeki Adam’dan önce yazılmıştır) 1963 Türk Dil Kurumu Öykü Ödülü’nü alır ve öykücü kimliği artık baskındır Türkiye’de.

1970’lerde Türkçe şiirler çıkmaya başlayınca, bir okur tepkisi yarattığını anımsıyorum. Önceki şiir serüveni bilinmediği için, bir öykücünün benzerlerine arada bir rastlanılan şiir yazma hevesi gibi görüldüğünü anımsıyorum... 1976’de basılan Kaşık Havası bile onun şiirdeki özgünlüğünün fark edilebilmesine olanak tanımamıştır. Oysa bu şiirlerde Feyyaz Kayacan öykülerdeki imge zenginliğini, özgün metafor kullanımını, ironi ve humorla harmanlanmış bakış açısını yoğunlaştırmaktadır. Gerçekten özgün ve sağlam şiirlerdir bunlar. Benim Örümceğim Başka (1982) bir önceki kitabındaki çizgiyi daha da olgunlaştırarak sürdürür.

Feyyaz Kayacan 1939’da İngiltere’ye gitmiş ve taa 1950’ler sonuna kadar da (hatta 1960’lara kadar belki) Türkiye’ye gelmemiştir. BBC Türkçe Yayın Servisi’nde çalışıyor oluşu nedeniyle Türkçeyle ilişkisini sürdürse de yaşam dili İngilizce olmuştur. İki kez evlenmiş, bir çok (!) çocuğu olmuştur ve ne karıları ne çocukları Türkçe konuşmuştur. (Sadece son çocuğu Miriam/Meryem’e tam Feyyaz Kayacan’a uyar bir davranışla Türkçe küfür etmeyi öğrettiğini eklemeliyim). Diyeceğim o ki, Feyyaz Kayacan, onca yıl İngilizce ile yaşamasına karşın, İngilizce yazmamıştır, taa 1980’lerin sonuna kadar. A Telent for Shrouds’daki, yayıncısıyla yaptığı söyleşide, İngilizce şiir yazmaya nasıl ve neden başladığını şöyle anlatıyor: “Birkaç yıl önce Daniella Hope beni Nottingham’da çıkan Zenos adlı dergi için küçük bir çağdaş Türk şiiri antolojisi yapmaya çağırdı. Birbirini izleyen iki sayıda yayımlanan kırk şiir çevirisi verdim. Bu arada da birkaç tane de İngilizce yazdığım kendi şiirlerimden verdim. Bana yazdığı mektupta ‘Senin zımbırtıları sevdim,’ diyordu. Şiir demiyordu, ‘senin zımbırtılar’ diyordu. Bu beni çok rahatlattı. Onunla buluştuğum zamanlar cebimde birkaç şiir bulundurur oldum, onu selamlamak için. İşte böyle başladı.” Bu sözlerde kesinlikle doğruluk payı olmakla birlikte Feyyaz Kayacan’ın o tanıyanların çok iyi bildiği hayata ironik bakışı da bulunuyor. Abartıyı severdi Feyyaz Kayacan. Kitabın önsözünü yazan William Oxley onu René Char’ı da iyi bilen, Robert Graves, Roy Campbell çizgisinde ama kendisine has bir dili olan çağdaş bir romantik olarak adlandırıyordu.

The Bright is Dark Enough, öldüğü sene, yani 1993’te basıldı. Bu kitabındaki şiirlerden büyükçe bir parçası, ölümünden hemen önce yazdığı şiirlerden oluşuyordu. Her zaman, en alaycı anında bile, en eleştirel olduğunda bile şen şatır bir yazar olan Feyyaz Kayacan bu şiirlerinde bir hayli karanlık bir ruh durumu sergilemektedir. Bu şiirler tam anlamıyla Feyyaz Kayacan’ın ya da Feyyaz Fergar’ın son verimidir.

Özetleyecek olursam: Fransızcası üzerine kesin bir şey söylemeye yetkin görmüyorum kendimi, Fransızcamın düzeyi nedeniyle ama Türkçe ve İngilizce şiirlerinde bu dillere kendi haklarını sonuna kadar verdiğini, dilleri zenginleştirdiğini, hatta bu dilleri ateşlediğini rahat rahat söyleyebilirim.

26 Eylül 2008

Ay ve Takvim

Musteriyan'lara göre 51.000 yılının içindeyiz
Tevrat'a göre 7536 yılındayız
Euseblos'a göre 7229 yılındayız
Afrikanus'a göre 7529 yılındayız
Suryani'lere göre 6153 yılındayız
Isa'ya göre 2002 yılındayız
Muhammed'e göre 1423 yılındayız...

image001 image003 image004

image005 image002

image007 image009 image010

Gregorian: Monday, 12 April 2004
Mayan: Long count = 12.19.11.3.5; tzolkin = 1 Chicchan; haab = 8 Pop
French: 24 Germinal an 212 de la Révolution
Islamic: 21 Safar 1425
Hebrew: 21 Nisan 5764
Julian: 30 March 2004
ISO: Day 1 of week 16 of 2004
Persian: 24 Farvardin 1383
Ethiopic: 4 Miyazya 1996
Coptic: 4 Barmundah 1720
Chinese: Cycle 78, year 21, 2.month 2. day 23 (Xin-You)
Julian day: 2453108
Day of year: Day 103 of 2004; 263 days remaining Discordian: Boomtime, Year of Our Lady of Discord 3170

image008 image012

image011 image014 image015

image013 image017

image016 image018

24 Eylül 2008

Necmi Rıza Ayça


Necmi Rıza Ayça

1914'de Yugoslavya'nın Priştine şehrinde doğdu. Öğrenimini İstanbul'da tanmamladı. İstanbul Erkek Lisesi'nden sonra DGS'ne (Hikmet Onat atölyesine) girdi. 1945'de mezun oldu. 1927'de amatör olarak ilk karikatürü Cumhuriyet Gazetesi'nde yayınlandı. 1936'da Babıali'ye girdi.

Akbaba, Karikatür, Şaka, Papağan, Pardon, Amcabey dergilerinde uzun yıllar çalıştı.21 kadar kişisel, karikatür ve resim sergisi açtı.Bu sergilerden birisi, İngiliz Kralı'nın taç giyme töreni nedeniyle gerçekleşti. (1937) Ödüller kazandı.

1952'den beri 11 karikatür yıllığı yayınlandı.Ayça, halen "Bana Göre Ünlüler" adlı bir sergi hazırlıyor. Almanya'da çıkan "Mal" Kurzsgelacht, Pefefer, Paprika adlı dergilerde 13 yıldan beri kadın karikatürleri yayınlanmaktadır. Bir kız babasıdır.

2001 yılı nisan ayında aramızdan ayrıldı.

Yavaş Şehir

Yavaş Şehir Chiavenna

Yavaş Şehir Chiavenna

İtalya’nın “Yavaş Şehir (Slow City)” hareketini destekleyenler, şehir merkezlerinde araba kullanımını yasaklayarak ve McDonald’s şubeleriyle süpermarketleri kapatarak yaşanır kentler oluşturmaya çalışıyorlar. Asya’ya da sıçrayan bu akım, tüm Avrupa’da hızla yayılıyor.

Toskana’nın minik Chianti şehri, 1999 yılında ilk “Cittá Slow” [İtalyanca yavaş şehir] kenti oldu, ardından Bra, Positano ve Orvieto geldi. Zamanla, yavaşlık dalgası diğer şehirler arasında yayıldı. Artık İtalya’daki 42 Yavaş Şehir’le birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, Avusturya, Polonya ve Norveç’te de birçok Yavaş Şehir var. Almanya’dan, aralarında Hersbruck, Lüdinghausen, Schwarzenbruck, Waldkirch ve Überlingen’in de bulunduğu bazı şehirler, sadece 50.000’den az nüfusu olan kentlerin kabul edildiği harekete seçilebilmek için başvurdu.

Yavaş Şehir’in İtalya’da ortaya çıkmasına şaşırmamak gerek. “La dolce vita”nın [tatlı hayat] ülkesi İtalya, özelikle yemekle ilgili geleneklerine çok bağlı. İtalyanlar’ın dilleri bile yavaşlığa çok daha yatkın.

1991 – 2004 yılları arasında Orvieto’nun Belediye Başkanı olan Stefano Cimicchi, bu görevinden sonraki birkaç yıl “Slow Food (Yavaş Yemek)”un başarılı konseptinden yola çıkılarak hazırlanan Yavaş Şehir hareketinin başkanlığını yürüttü. Yavaş Şehir hareketi, küçük kentlerin geleneksel yapılarını, sıkı kuralları dikkatle uygulayarak korumaları gerektiğini savunuyor: Arabalar şehir merkezlerinden çıkarılmalı, insanlar sadece yerel ürünleri tüketmeli ve sürdürülebilir enerji kullanmalı. Bu küçük şehirlerde, süpermarket ya da McDonald’s aramanın bir anlamı yok.

Cimicchi, “Amacımız yaşanır şehirler yaratmak,” diyor, “Tıpkı yazar Italo Calvino ve mimar Renzo Piano gibi, bir ütopya şehri konsepti üzerinde çalışıyoruz”.

Yavaş Şehirler, ekoloji ve sürdürülebilirlik alanında bilimin son buluşlarından da faydalanarak, Ortaçağ’dan ya da Rönesans Dönemi’nden kalma kentsel öğeleri korumaya çalışıyorlar. Eğer kentin bu amacına yardımcı olacaksa, modern teknolojiye bile izin veriliyor. Mesela Cimicchi, Orvieto’da sadece yayaların geçişine izin veren elektronik kapılar kullanmak istiyor. Pisa’da da benzer bir sistem var: Eğer kameralar parkmetrenin süresinin dolduğunu tespit ederse, bir dakika ya da tüm gün de olsa, park cezası kesiliyor.

cittaslow

Yavaş Şehirler’in Katı Kuralları
Yavaş Şehir bildirisi, gürültü kirliliğini ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve lokantaları desteklemek ve yerel estetik öğeleri korumak gibi, 50’den fazla taahhüt içeriyor. Yavaş Şehir olarak adlandırılmak ve salyangoz logosunu kullanabilmek için de, şehrin önce kontrol edilmesi, daha sonra da dedektifler tarafından düzenli olarak denetlenmesi gerekiyor.

Bu bildiriye göre bir kentin Yavaş Şehir olup olmadığını belirleyen hareket, “Cittá Slow”un, genel kuralların belirtildiği bir manifestosu, bu vasfı almak isteyen kentlerin imzaladığı kurum sözleşmesi, üye şehirler listesi ve bir yıllık toplantı programı bulunuyor.

Bu hareketin en önemli etkenlerinden biri de, kentsel yaşamdaki yoğun tempoyla mücadeleye hız kazandırıyor olması. İtalya’nın Yavaş Şehir yöneticileri yılda bir kez buluşarak, notlarını karşılaştırıyorlar ve yeni inisiyatifler getiriyorlar. Urbino Üniversitesi de, geçenlerde bir anlaşma imzalayarak hareketin resmi danışmanı oldu.

Kasım 1999’da Orvieto’da hazırlanan sözleşmeye göre Yavaş Şehirler’in şu şartları sağlaması gerekiyor:

1 - Etrafını çevreleyen bölgenin ve kentsel düzenin niteliklerini korumak ve geliştirmek için, yeniden kullanma tekniklerini araştırarak, çevresel politikalar uygulaması,

2 - Toprağın işgali için değil, kullanımının geliştirilmesi için, işlevsel bir altyapı politikası yürütmesi,

3 - Çevrenin ve kent düzeninin kalitesini geliştirmek için teknoloji kullanımını teşvik etmesi,

4 - Doğal, çevreyle uyumlu tekniklerin kullanımıyla üretilen yiyecek maddelerinin tüketimini desteklemesi, genetik yapısıyla oynanmış ürünleri hariç tutarak, Slow Food Ark ve Presidia projeleriyle işbirliği içerisinde, zor durumlar için gereken tipik ürünlerin üretilmesi,

5 - Bir bölgenin kültür ve geleneklerinin korunarak, simgeselleşmesine katkıda bulunup, yerli üretimi teşvik etmesi ve tüketicilerle, kaliteli üreticiler ve satıcılar arasında doğrudan temas kurulabilmesi için tercih edilebilir ortamlar ve mekanlar yaratmayı desteklemesi,

6 - Konukseverlik kalitesini ve yerel toplum ile onun belirli özellikleri arasında gerçek bir bağ kurmayı desteklemesi, bir şehrin kaynaklarının eksiksiz ve yaygın olarak kullanımını önleyen fiziksel ve kültürel engelleri kaldırması,

7 - Gençlerin ve okulların sistematik bir biçimde lezzet eğitimiyle tanışmasına özel bir dikkat göstererek, yalnızca iç işletmecilerinin değil, bütün vatandaşlarının Yavaş Kent’te yaşadıklarına dair farkındalıklarını sağlaması.

cittaslow2

Bra'da Yeni Bir Yaşam Tarzı
Yavaş Şehirler’den biri olan Bra’nın Belediye Başkan Vekili Bruna Sibille, küreselleşmeye karşı hareket etmenin kolay olmadığı günümüzde, bir kenti yönetmenin en iyi yolunun yavaşlık felsefesi olduğunu söylüyor: “Yavaşlık hareketi, önceleri iyi yemekler yiyip içmek isteyen birkaç kişinin fikri olarak ortaya çıktı. Fakat, her şeyi daha az telaşla ve daha az homojenize bir tutumla yapmanın faydaları hakkındaki tartışmalar giderek daha geniş bir alana yayıldı.”

Bra’da da diğer Yavaş Şehirler’de olduğu gibi, tarihi kent merkezinde araba kullanımı, süpermarketler ve parlak reklam ışıkları yasaklandı. Elişleri ya da özel yetiştirilmiş yiyecekler satan küçük aile işletmeleri, en iyi ticaret birimleri haline geldi. Belediye binası, Piedmont bölgesinin tipik bal rengi sıvası kullanılarak onarılıyor. Okullarda çocuklara yerel üreticiler tarafından yetiştirilen organik meyve ve sebzeler servis ediliyor.

Fazla çalışmanın zararlarından korunmak amacıyla, Bra’daki bütün küçük marketler Perşembe ve Pazar günleri kapatılıyor. İnsanlar bürokratik işlerini, Cumartesi sabahı açılan Belediye’de acele etmeden halledebiliyorlar. Sibille, “Böylece yavaş yavaş yeni bir ortam, yeni bir hayat anlayışı oluşturuyoruz,” diyor.

“Bir şeyi netleştirelim: Yavaş Şehir olmak, her şeyi durdurup zamanı geri almak anlamına gelmiyor,” diye vurguluyor Bruna Sibille, “Müzelerin içerisinde yaşamak istemiyoruz, tek istediğimiz modern ile geleneksel arasında, kaliteli yaşamı destekleyen bir denge oluşturabilmek”.

===================================

Kaynak: Spiegel, Strans.org, Slowmovement.com, Matogmer.no, Treehugger Çeviren: Gizem Kahraman Derleyen: Zeynep Güney-Arkitera.com

===================================

18 Eylül 2008

Şişkolarla Sıskalar

Şişkolarla Sıskalar-01-Önkapak

Şişkolarla Sıskalar-Andre Maourois
Türkçeleştiren: Ülkü Tamer
Resimleyen: Fritz Wegner
De Yayınevi
75 sayfa

Şişkolarla Sıskalar-02Şişkolarla Sıskalar-39-Arkakapak


çocukluğumda okuduğum bu kitabın beni bu kadar etkilemesine hala şaşırıyorum-nedenini sorguladığımda verdiğim cevaplar güdük kalıyor nedense;

Şişkolarla Sıskalar-03 Şişkolarla Sıskalar-11

sanırım ilk nedenlerden biri o ana kadar insanların birbirinden farklı olabileceği gerçeğini sezdirmesiydi -yani çocuk gözünden yetişken gözüne geçiş o kadar ağır olur ki bunu sezemezsiniz bile-ilk defa yetişkinlerin dünyasındaki farklılıklardan birini bana sezdirmesi önemli olabilir etkilenmemde..kitabı okuduktan sonra çevremdeki insanları bende guruplara ayırmaya başladım-ilkin şişman-zayıf diye daha sonra farklı nitelendirmelerle..

Şişkolarla Sıskalar-07a Şişkolarla Sıskalar-07b

okulumuzun bahçesinde oynarken ağaçlıkların arasında kazılmış ama ağzı kapatılmayarak taş ve yapraklarla örtülmüş bir oyuk vardı-ve bize yasaklamışlardı oraya gitmeyi-içine düşersiniz vb. gibi gerekçelerle-hepimiz merak ederdik içinde ne olduğunu ama hiçbirimiz denemedik tabi-kitapta da buna benzer bir yarıktan çocukların içeri dalması ve ayrı bir dünyaya geçişin olması belkide benim/bizim yapamadığımız bir hareketin orada vücut bulmasıydı..

Şişkolarla Sıskalar-09 Şişkolarla Sıskalar-22

ilk olarak "zaman" kavramının farkına varmamı sağlamıştı-daha içinde yaşadığımız zamanı özümsememişken farklı "zaman" boyutları olabileceğini düşündürmesi etkileyiciliğiydi..

Şişkolarla Sıskalar-16 Şişkolarla Sıskalar-17

paylaşımın bütün dünyanın sorunu olduğunu öğrenmiştim-oysa biz ne güzel her şeyi paylaşabiliyorduk o sıralar-uyduruk kaydırık bir ada yüzünden koca koca insanların savaş kararları alması çok saçma gelmişti-yıllar sonra "Kardak" olayında bu kitabı hatırlamıştım-koca koca insanlar kıytırık bir olay yüzünden hemen savaş naraları atmaya başlamışlardı..

Şişkolarla Sıskalar-38a Şişkolarla Sıskalar-38b

illüstrasyon resimleri çok güzeldi-hala da bakınca hoşuma gidiyor-belkide resimler olmasa bu kadar detaylı bir şekilde aklıma kazınmazdı..kitabı okurken bir bakardım bende zayıfların olduğu trendeyim-ya da vapurda..onlarla birlikte yemek yerken bulurdum kendimi...sonradan nette çok aramıştım Fritz Wegner'in çizgilerini.. 

(artık olacak:)


Kitap ve İllüstre Resimleri bilgisayarınıza indirmek için tıklayın.

14 Ağustos 2008

Fidelin Yüzünden




La Faute A Fidel

Yönetmen : Julie Gavras
Senaryo : Arnaud Cathrine , Julie Gavras , Domitilla Calamai
Görüntü Yönetmeni : Nathalie Durand
Müzik : Armand Amar
Yapım : 2006, İtalya / Fransa , 99 dk.
Tür : Dram / Politik / Tarihi

Oyuncular: Nina Kervel-Bey (Anna de la Mesa) , Julie Depardieu (Marie de la Mesa) , Stefano Accorsi (Fernando de la Mesa) , Benjamin Feuillet (François de la Mesa) , Martine Chevallier (Bonne Maman) , Olivier Perrier (Bon Papa) , Marie Kremer (Isabelle)

Usta yönetmen Costa-Gavras'ın kızı olan Julie Gavras, babasının pek çok filminde yardımcı yönetmenlik yaparak kendisini geliştirdi ve ikinci yönetmenlik deneyimi olan Fidel'in Yüzünden ile 2007 Sundance Film Festivali'nde hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden büyük beğeni topladı. Aynı zamanda senaryosunun da kendisine ait olduğu film, güçlü oyunculukları ile de takdir topluyor.

Beyazperdenin efsane yönetmeni Costa Gavras'ın kızı Julie Gavras da baba mesleğini sürdürüyor. Gavras, ilk uzun metrajlı filminde 1970 ve 71 yıllarında yaşanan değişimleri 9 yaşındaki küçük bir kızın gözünden anlatıyor.

1970 sonbaharında dokuz yaşında olan Anna, gazeteci annesi Marie, zengin bir İspanyol aileden gelen avukat babası Fernando, kardeşi François ve her şeyini kaybetmesinden Castro’yu sorumlu tutan Kübalı dadısı ile Paris’te yaşamaktadır. Ailenin rahat ve huzurlu yaşamına düşen tek gölge, İspanya’da faşist Franco yönetimine karşı mücadele veren eniştedir. Komünist olduğu için evde adı dahi anılmamaktadır.

Ailenin burjuva yaşamı, eniştenin öldürülüp, eşi ve çocuğunun kaçarak yanlarına sığınmasıyla altüst olur. O güne dek İspanya’daki duruma tepkisiz kalan Anna’nın babası, derin bir suçluluk duygusuna kapılır. Eşiyle birlikte Şili’ye ideolojik bir yolculuk yapar.

Dönüşte bahçeli, geniş evlerini bırakıp küçük bir apartman dairesine taşınırlar. Ateşli siyasi aktivistlere dönüşen anne-babasının yeni dünyası, Anna için farklı anlamlar taşımaktadır: Ev değiştirmek, düzensizlik, dadısını kaybetmek ve yeni yüzler...

Evleri günün her saati sakallı adamlarla dolarken; annesi kadın haklarını savunan bir kitap yazmaya girişir; babası ise “faşist” bulduğu Mickey Mouse’u okumasını yasaklar...

İdealleri uğruna evlerinden ve tüm burjuva zevklerinden vazgeçmeye kadar vardırdıkları eylemcilikleri, yedi yaşındaki bir çocuğun hayat algılamalarının fazlaca üzerindedir. Kendi varlığını görmezden gelen anne ve babasına karşı Anna'nın yapabileceği tek bir şey kalmıştır: O da onlara karşı isyan edecektir!


07 Ağustos 2008

Max Ernst



Önce Dadaist ve sonra Surrealist ressam.

Surrealizmin, Magritte ve Dali ile birlikte unutulmayacak üçüncü ismi..Kafayı kuşlarla bozmuş ve pek çok sinemacı-edebiyatçıya esin kaynağı olmuştur uzun bir süre grupta kaldıktan sonra Breton tarafından çıkarılan Max Ernst, Surrealist bir teknik olan "frottage'ın" da kaşifidir. Max Ernst liseden sonra 1910 yılında Bonn’da felsefe bilimleri okumaya başlamış, aynı zamanda akıl hastalarının yaptığı işleri incelemiştir, Alman romantik yazarlarının yapıtlarını okumuş ve sonunda resim yapmaya karar vermiştir.


Savaşla birlikte orduya alınarak resim yapmaya devam etmiştir, savaştan sonra (1920 sonrası) Dadaizm’e yönelmiştir; zira geleneksel sanatın anlamsız olduğunu düşünmektedir.

1922’de litterature (yazın) dergisi’nde çalışmaya başlayarak gerçeküstücülerle tanışmıştır, bu dönemde fotoğraf ve kolajla ilgilenmiş, gerçeküstücülük’ten etkilenerek eserlerindemitolojik ve tarihi konulara yer vermiştir.

André Breton ve arkadaşları ile birlikte hipnotizma uykuları düzenlemiş, “sesli düşünme” ve “otomatik yazı” denen düşünce yazısı üzerine araştırmalar ve deneyler yapmış, Freud’un yapıtlarını incelemiştir.1930'dan itibaren resimlerinde “loplop” (kuşa benzeyen bir yaratık) görülmeye başladı. Bu yaratık Ernst’ü simgeliyordu.

1935–1941 yılları arasındaki eserlerinde konu olarak doğayı seçti 1941’de siyasi olaylar yüzünden ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Burada dekalkomani tekniğini geliştirdi. (ıslak yağlı boyanın fırçayla kanvasa sürülmeyip, bir cam levhayla yapılacak resmin fonuna bastırılması)

1942 –1944 yılları arasında dripping (damlatma) tekniğini denedi. 1947’de çeşitli parçaları bir araya getirerek heykeller yaptı. 1948’de Amerikan uyruğuna geçti ve bu tarihten sonra peyzajlara yöneldi. 1954’te Venedik Bienal’i ödülünü aldı. 1959’da fransız milli büyük sanat ödülünü aldı.



Max Ernst resimlerinde düşsel objelere ve bilinçaltının çağrışımlarına yer vermiştir. Dadaizm’den de etkilenmiş ve kitlelerin görmeye alıştığı herşeyi, onlara yabancılaştırarak yeniden sunmuştur, geleneksel olana yapıtlarıyla karşı çıkmıştır, savaşı kınamış, yaşamın gülünç yanlarını ortaya çıkarmıştır. Ernst bunu dinginlikle, figürlerindeki durağanlıkla ve umutsuz ifadelerle vermiştir

Bir de Carrington faciası yaşamıştır Ernst, tam 26 yaş genç olmasına rağmen, bu kadın ressama "gerçeküstü bir aşk"la bağlandı fakat ikinci dünya savaşı pekçok aşkı dramatik bir şekilde yok ettiği gibi bu oldukça yaratıcı olabilecek aşkı da darma duman etti. Ernst hapse girmişti ve çıktığında Carrington çoktan Fransa'yı terk etmişti,önce Lizbon'a sonra Newyork'a gidecekti Carrington ve ikisi bu iki şehirde de birçok defa karşılaşma ve birlikte vakit geçirme olanağını buldular savaştan sonra. Ancak işin yaratıcılık kısmında biraz durmak ve düşünmek gerekiyor. Ernst'in hayatında daha birçok kadın oldu Carrington'dan sonra, fakat ikisi Ernst'ün ölümüne dek görüşmeyi sürdürdüler. Bu buluşmalar her ikisine de rahmeti bol ilhamların kuraklaşmış beyinlerine dökülen bir çeşit yağmur etkisi yapıyordu ve bu gazla her ikisi de pek hengameli resimleri vücuda getirdiler.

Leonara Carrington, 1939 yılında Erst'ün portresini oluştururken onu, üzerinde kırmızı kürk bir mantoyla, buzlarla kaplı ormanlık arazide yürüyen bir şaman olarak resmetmişti, bunun gibi daha bir çok yapıtta her ikisininde ortak olarak kullandıkları bazı temel simgeler, semboller ve figürler vardı. Daha çok bunlar kaynaklarını simya ve mitolojiden alıyorlardı. Özellikle ikisinin de kullandığı ve cinsel bir sembol olarak ele aldıkları at figürü bunların içinde belirgin bir yere sahipken, bu at figürü daha çok arkaik bir boşluğa gönderme biçimindedir.


 "Beynin İçindeki Muğlak Boşluk-Une Semaine de Bonté" adında bir kitabı vardır. Kitap Türkçe'ye Merhamet Haftası" adıyla çevrilmiştir.

Max Ernst-Merhamet Haftası 
Kolaj Türünde Gerçeküstü Bir Roman
1934 Altıkırkbeş Yayınları / Sanat Dizisi

Düşsel görüntüler ve erotik fanteziler gerçeküstücülerin malzemeleriydi. İmgelerin özgür çağrışımları, farklı nesnelerin anlamlı bir aradalıkları ve sanattaki hareket serbestliği unsuru ile ilgilenen ressamlar için kolaj en uygun teknikti. Kübistler ve fütüristler onun son derece önemli bir sanat türü olduğunu ileri sürmüşler, Alman ve Rus Dışa vurumcularla Avrupa'nın her yerindeki Dadaistler yeni güçler yüklemişler ve kolaj türü, Gerçeküstücüler (pek çoğu daha önce Dadaist olan) arasında önemli bir yer edinmiştir. Max Ernst genellikle bu türün ateşli savunucusu olarak tanınır.

Une semaine de bonté ilk baskısında yüksek bir beğeni toplamış ve ileriki yaratmalar için bir uyarıcı olmuştur. Son derece dikkat çekici bir şekilde Hans Richter'in, 1947 yılında avant-garde bir serüven filmi olan Dreams That Money Can Buy (Paranın Satın Alabildiği Düşler) filminin ilk bölümü olarak gösterime giren 1946 yapımı Desire (Tutku) adlı filme ilham kaynağı olmuştur.



Bu çığır açıcı Alman'ı en iyi anlatan öykü belki de en bilinenidir:

Yeni yetme zamanlarında evlerinin bahçesinin kusursuz bir resmini yapar. Resmin gerçeğinden tek farkı ortadaki ağacın dallarından birinin olmamasıdır. Bu durum kendisine hatırlatıldığında Ernst resmine bir dal eklemek yerine gidip bahçedeki ağacın dalını keser...

Otobiyografisinde Birinci Dünya Savaşı'na katıldığı tarihi "öldüğüm gün" olarak belirtir.

1920'lerde düzenlediği bir serginin girişinde, küçük katalogların yanında birer tane de balta dağıtır konuklarına ve sergideki eserleri gönül rahatlığıyla parçalayabileceklerini belirtir.


Bitirilmiş, sunulmuş hiçbir şeyi kabul etmemeyi, onları yıkıp değiştirme özgürlüğünü sokar şaşkın konukların gözüne gözüne...



Kimileri Ernst in resimlerine, tıpkı Rorschach testinde olduğu gibi iç dünyayı yansıtma görevi üstleyebilmektedir.

Murat Gülsoy bunu Istanbul'da Bir Merhamet Haftası adlı kitabında her ne kadar kurguyu kullansa da uygulamalı olarak göstermiştir. 7 kişiye gönderilen 7 resmin yorumunu 49 bölüm yazarak bizlerle buluşturmuştur.



264 sayfa / Can Yayınları


Ben olmamış bir kahraman emeklisi,
ben bir kırmızı çarpı, ben uygun adım serseri,
bir gençlik düşü, ben bir yanılgılar bileşimi,
ben: yeri belli olan; geçip gidiyorum şehrin
içinden. Hayatın akışına aldırmıyorum.
Çünkü ben suskunluk ve unutuşun sivil
ifadesiyim. Aslında Promete'nin ciğerini
söken kartal olmalıymışım.
Promete olamadıktan sonra...

Bir kitabın bize yeni bir dünyanın kapılarını aralamasını ya da kendi deneyimimize farklı ve daha parlak bir ışık tutmasını bekleriz çoğu kez. Çaresiz bir anlam arayışıdır bu.

Murat Gülsoy, İstanbul'da Bir Merhamet Haftası'nda, bu çaresizliğin insani boyutunu aramaya çıkarken okurlarını da peşinden sürüklüyor. Kimi zaman ürkek, kimi zaman saldırgan kahramanları, kimi zaman şiirsel, kimi zaman mekanik üsluplarıyla bizi “bakmaya” davet ediyorlar. Ancak, Gülsoy'un edebiyatı, röntgenci heveslerden uzakta, arka pencereye değil, yazıdan bir aynaya bakmaya çağırıyor okurunu.

Anlamı kendinde gizli bir dünyayı seyre dalan insanların zihinlerinde geziniyoruz. Bir şeye, dünyaya, insanlara bakmanın kendimize bakmak; kendimize bakmanın bir şeye, dünyaya, insanlara bakmak olduğunu hissederek...

Une Semaine de Bonté

224 Fotograf  / 51.0 MB

05 Ağustos 2008

Yıldız Kenter



Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha...

İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm ve
o aradaki zaman, yaşam...
Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
Ölmek, belki bazen.
Bize düşen yaşamak.
Koşullar ne olursa olsun yaşamak...
Ayakta kalmak...
Hadi sıyırttın sıyırttın,
hayatta kalabildin zar zor...
Uzun yaşamak, bir ayrıcalık.
İyi, güzel...
Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza !
Müthiş bir ceza!

İlkokuldaydım, birinci sınıfta.
Hiç unutmadığım bir cezaya
çarptırıldım.Karatahtanın önünde,
sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya
dönük, ders bitimine kadar
kıpırdamadan ayakta durmak...
Utanıyorum, midem bulanıyor.
Ölmek istiyorum.
Herkesten nefret ediyorum,
herkes ölsün istiyorum.
Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı
hissediyorum: Kabak çekirdeklerim!
Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım,
bir tane bile yemedim.
Mahmut'la ( benden birbuçuk yaş büyük
ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor)
eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede,
Abidin Paşa Köşkü'nün orada.
Bahardı... Bademler açmış,
tepeye giden toprak yol bomboş.
Ev yok pek. Apartman hele hiç yok.
Göz alabildiğine tarla.
Papatyalar, gelincikler.

Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim...
Mati'cigimle güzelim dağ yolunda
çekirdek yiyerek,
konuşa gülüşe eve gitmek varken !

Şimdi dönüp geriye baktığımda,
hep çekirdek misali umutlar peşinde
ayakta kalabildiğimi görüyorum.
Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna
bu kadar çaba, çırpınma!
Değer mi ?.. Birşey yap,
Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i...
İçim ısınıyor yeniden.
Kalk hadi diyorum, durma koş,
birşeyler yap. Yaşa...
Dur diyorlar bir yandan da, koşma...
Yeter dinlen artık. Koşma...

Öl artık !

Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha..."

(Yıldız Kenter)


06 Temmuz 2008

Aslı Erdoğan



Aslı Erdoğan, (d. 1967) yazar.


Boğaziçi Üniversitesi Bilgisayar Mühendisliği
bölümünü bitirdi. Türkiye'de fizik doktorası
yaptı, yüksek lisansını CERN de (Avrupa Yüksek
Enerji Fiziği Lab.) hazırladı.
Rio de Janeiro'da başladığı fizik doktorasını
yarıda bırakarak yazmayı seçti.

İki yıl Güney Amerika'da yaşadı.
İlk Romanı Kabuk Adam 1994 de yayınlandı.
1997'de Deutsche Welle'in düzenlediği yarışmada
Tahta Kuşlar öyküsüyle birincilik ödülü aldı.
"Tahta kuşlar" adlı kitabı, dokuz dile çevrildi.

Radikal gazetesinde köşe yazarlığı yaptı.
"Mucizevi Mandarin" Fransa'da Actes Sud
tarafından basıldı."Kırmızı Pelerinli Kent"romanı
Norveç Gyldendal Yayınları'nın Marg -omurilik-
Serisi'ne seçildi. Kitabın Fransızca baskısı
yine Actes Sud tarafından yapıldı.
Romanın Bulgarca, Almanca, İngiizce ve Yunanca
baskıları hazırlanıyor. Uluslararsı basında pek çok
övgüyle adını duyuran yazar Lire Dergisince
"geleceğin 50 yazarı" arasında gösterildi.

"Hayatın Sessizliğinde" adlı şiirsel- düzyazı metni
2005 yılında yayınladı. Kitap, Dünya Yayınlarınca
düzenlenen yılın kitabı ödülünü kazandı.
"Hayatın Sessizliğinde" metninin bir bölümü
Piccolo tiyatrosunda sahnelendi, ayrıca kitaptan
bölümler, dans tiyatrosuna dönüştü.
Gazete yazıları ve çeşitli dergilerde çıkan
öykülerinin toplandığı iki seçki;
"Bir Kez Daha" ve "Bir Delinin Güncesi" adı altında
2006 yılında yayınlandı. Meet bursunu kazanarak,
St.Nazere davet edildi. Yurtiçi ve yurt dışı pek çok
sergide metinleri yer aldı.



Kitapları :

1994-Kabuk Adam 
1996-Mucizevi Mandarin 
1998-Kırmızı Pelerinli Kent 

2000-Bir Yolculuk Ne Zaman Biter (Gazete Yazıları)
2006-Hayatın Sessizliğinde 
2006-Bir Delinin Güncesi (Denemeler - I)
2006-Bir Kez Daha (Denemeler - II)

2009-Taş Bina ve Diğerleri



KABUK ADAM
Dünya okurlarınca “geleceğe kalacak elli yazar”
arasında sayılan Aslı Erdoğan’ın yayımlandığı
günden bugüne değerini ve yerini hiç kaybetmemiş
ilk romanı: Kabuk Adam. Türk edebiyatında olduğu
kadar dünya edebiyatındada yeni bir yazarın doğuşuna
tanıklık eden bir kitap. Şık olmakla cinayet işlemek
arasındaki o çok ince çizginin öyküsü.

“Size Kabuk Adam'ın öyküsünü anlatacağım,
tropik bir adayı, cinayet ve işkencenin, şiddetin
bataklığında filizlenen bir aşkı, içinde yetiştiği
toprak kadar acı dolu bir aşkı anlatacağım.
Çıldırtıcı gücünü sonuna dek yaşanmayan arzulardan,
en gizli hayallerden alan bir tutkuyu, ölümle yaşamın
sınırında kurulan mucizevi bir dostluğu ve bütün
yıkımların nedeni olan korkuyu, insanın en temel
özelliği olan korkusunu, alçaklığını,
umutsuz yalnızlığını..

Tropiklerde, o gözden ırak adada öğrendim ki,
cennetle cehennem iç içedir, ancak bir katil bir
peygamber olabilir ve insan bir başkasına,
aynı karabüyü ayinlerindeki gibi, dönüşebilir,
çünkü insanın tam zıddı gene kendisidir.

Olayın hikaye örtüsü yazarın hayatıyla birebir
kesiştiği için inandırıcılığı oldukça yüksek bir
roman olmuş. Aşka, kaçırılmışlıklara, iyinin ve
kötünün içiçe olmasına dair yazılmış bir roman..

Fizikçi bir bilim kadınının Karayip'lere gittiği
bir seminerde tanıştığı deniz kabuğu satıcısı
Tony ile aralarında geçen olayları , diyalogları
anlatmıştır kitap. Sadece anlatmakla kalmamış
içsel sorgulamalarla derin düşüncelere
daldırmak istemiştir okuyucuyu :


''Bugün artık biliyorum: hayatın bizlere verip
verebileceği tek odül, tek armağan, sevgi dolu
bir insandır ve biz böyle bir insanı, ilk fırsatta
katlederiz. sonra da, ömür boyu, bu asla
bağışlanmayan günahın lanetini sırtımızda taşırız."


" Ölüm ülkesinin sınırlarına dek gitmişti Tony,
bu yüzden de yaşamın gerçek değerini iyi biliyordu.
Yalnızca kötülüğün en dibine inenler,
erdemin doruklarına varabilirler."




KIRMIZI PELERİNLİ KENT

Karşınızda Rio de Janeiro. (İsminin "Ocak Irmağı"
anlamına geldiğini biliyor muydunuz? )

Bu kent, sonsuz rastlantılar oyununda o kadar
ustalaşmıştır ki, onun karşısında şeytan bile
amatör sayılır. Blöf yaptığına inandığı an
kare as çıkartır.

Şimdi gözlerinizi kapayın.

İçimden ona kadar sayacağım.
On dediğimde Rio da olacaksınız.
Ne yazık ki gözlerinizi ne zaman açmanız
gerektiğini ben söylemeyeceğim.





BİR DELİNİN GÜNCESİ


"gerçeği söylemiş olur, gölgeden söz eden..."

"sen hayata rest çekmezsen o sana çeker..."


"beni tanımıyor musun?" diyordu erkekler,
"çok istersen, ağlarım" diye yanıtlıyordu kadınlar.


"aşk, sahip olmadığın bir şeyi,
var olmayan birine vermektir..."


"Tanrı bir toprağa üfleyerek can verir ve ilk Golem'i,
Adem'i yaratır, eğer bir haham Tanrı'nın gizli adını
çamurdan bir insan heykelciğine söylerse,
heykel canlanıp Golem'e dönüşür, bir yoruma göre
Golem'in alnında EMET yazılıdır, yani GERÇEK..
ilk harf silinirse, MET olur , yani ÖLÜM...


"bahar insana hep, sanki çiçekler önceden
saklanıyormuş da, yetişkin insanlar onları
aramaktan sıkılıp vazgeçmesinler diye,
güneşe çıkmışlar gibi gelir;
bir çocuğun hayatıysa nergis için
hem yağmur hem de güneş olan bir nisan
gününden farksızdır..



(De Profundis, Oscar Wilde)

"Orman diyor ki: "bir sırrım var benim."
yeniden ormanda olmak..biraz ürküntü biraz
yabancılaşmayla acemice adımlar atarak ona geri
dönüyorum. Çamurda devasa izler bırakarak...
kayıp düşmemek için çalılara tutunan çok daha
becerikli küçük hayvanları taklide çalışan hantal,
gürültücü bir yaratık...Utanç içinde anlıyorum ki
çevremi kuşatan gerçeklik denli gerçek değilim.
Sonunda yol veriyor dikenli dallar, ağaçlar
utangaçlıklarından sıyrılıyor, ılık, nemli bahar
ikindisi bir yelpaze gibi açılıyor, Ormanın berrak,
yabanıl çağrısına bırakıyorum kendimi,
bir ezgiye bırakır gibi. Duyduğum ormanın
yürek atışları, ki kimileri sessizlik der.

Orman diyor ki : " İşte yüzün!
kendi yansımana sadık kal, çünkü o senin yazgındır."
Irmak boyunca yürüyorum, ufuktaki karlı dağa doğru..
Ağaçlar doğurmaya hazırlanan kadınlar gibi cesur ve
mağrur. Orman, Uzun Uyku'dan uyanmanın mahmurluğu
içinde gülümsüyor.Onun gölgeli, ıslak gülümsemesi
bana yaşama karşı duyulan susuzluğu hatırlatıyor,
hatırlatıyor ve yatıştırıyor.
Yürümeyi yeniden öğreniyorum. Öfkeli kalabalıklardan,
şehir denen o rastlantıyla bir araya gelmiş kabileden",
şehrin şiddetinden, tehlikelerinden, çukurlarından
uzakta, kıyasıya vuruşan saf bencilliklerden,
gündelik yaşam adıyla sahnelenen, bütün bu kıyımları
gizleyen gösterişli kabareden uzakta...
yeni doğmuş bir tay ayakta durmayı nasıl öğrenirse,
öğle öğreniyorum yürümeyi.

Orman diyor ki : "Yeniden dirilmeyi umuyorsan, toprağa
gömülmen gerek, yalana değil. Bir ağaç gibi köklerini
derinlere sal ki karanlıkta büyüyebilesin."
Bir tapınağa girercesine girmeli ormana, ulu , yüce ve
aşkın olana kabul edilmenin verdiği güvenle, benliğini
terk ederek.. Ormanın patikalarında , dünya yüklendiği
anlamdan giderek uzaklaşıyor, ağırlığını yitiriyor.
Kendimi bir kabuk gibi geride bırakıyorum.
Bir çift kanat ediniyorum, yavaşça yaşamın katına
yükseliyorum. İnsanların dünyasından, iliğine dek
canlı bir dünyaya adım atıyor, unutulmaya yüz tutmuş
sırrı dehşet içinde yakalıyorum: Bende canlıyım,
orman gibi, iliğine dek canlı.

Orman diyor ki : "Gerçek olmak, yaşamı üstlenmektir."
zaman alıyor ormanın dilini çözmek. O bekliyor.
Soluk alıyor , veriyor, bekliyor. Bütün çağrıları,
çığlıkları yanıtlıyor. İnsanı iliğine dek yakalayan,
geçmiş çağların titreşimi.

Orman diyor ki : "Hissetmek zor iştir. İnsanlar
kendilerine ait olması gerektiğine inandıkları bir
şeyin eksikliği olarak yaşarlar onu. Parmak izleri
öfkedir-kendi başını sokan bir yılandır öfke-
kaba saba elleri sözcüklerle doludur, ağız dolusu
yargı yağdırırlar, yanıtları dinleyecek sabırları
yoktur. Özgürlük bir sırdır, orman gibi.

Orman diyor ki: "Bu gece dolunay çıkacak."
İşte o zaman gözlerini kapat. Çünkü dolunayda eğitilmiş
çakallar dışarı salınır, zayıfları, sakatları, yaralıları
avlamak için, burun delikleri nemli ve açık, dişleri keskin,
gözleri kan ve duman dolu.. Yere serilen, tökezleyen,
güçten düşen kim varsa onu bir çembere alırlar,
gırtlağına pençelerini geçirmek için. Görevleri yırtıcı
olmaktır. Bir çembere alıp gözlerinin içine bakarlar.
(İşte o zaman gözlerini kapat.) Korkaktırlar aslında,
sürüler halinde dolaşmaları bundandır.
İnsan kokusu kadar hiçbir şey korkutmaz onları.

Orman diyor ki : "Dünya sana öfkelenecek,
sen ona benzeyene değin. Dünya seni yaralayacak,
sen dünya olana değin. " Tek cesaretim, korkaklığım.
Ama artık korkumdan daha büyüğüm. O elimden tuttuğu
için. Orman benim sırrım. Karanlığı bekliyorum,
orman gibi.

Orman diyor ki: "Aşkı küllenmiş bir sözcük sanmıştım."
Aşk bir cehennemmiş. Orman diyor ki: "Cehennemden
sakınanlar, onu yitirirler." Günü geldiğinde gidecek.
Limanda dimdik duracağım, bir zamanlar elimi tuttuğu
için dimdik...Sonra kendimi yakacağım,
güverteden dumanı izlesin diye.


Bir sırrım var benim: Bu gece dolunay çıkacak.

 


Arka kapaktan:
Derin edebiyatı özleyenler için
kaçırılmaz bir fırsat.
..

web sayfası
Related Posts with thumbnails