23 Temmuz 2009

Sema Kaygusuz


Sema Kaygusuz, 1972 Samsun doğumlu. Gazi Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü 1994 yılında bitirdi. Öğrencilik yıllarında radyo oyunu, koreografi, tiyatro sanatıyla ilgilendi.

İlk öyküleri “Kitaplık”, “Adam Öykü”, “Varlık”, “Düşler Öyküler” dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı ilk dosyayla, Varlık Dergisi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü (1995), ikinci dosyayla 1996 Gençlik Kitabevi İkincilik Ödülü aldı. Ödül alan bu iki dosya kitap olarak yayımlanmadı. “Ortadan Yarısından” (1997), “Sandık Lekesi” (2000), “Doyma Noktası” (2002) adlı öykü kitapları yayımlandı. “Sandık Lekesi” adlı kitabıyla 2000 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

Zaman zaman “Atlas” dergisinde coğrafya yazıları yazan yazar, "yaratıcı okuma" üzerine atölye çalışmalarını sürdürüyor.

sema kaygusuz

Eserleri

Ortadan Yarısından (öykü), 1997
Sandık Lekesi (öykü), 2000
Doyma Noktası (öykü), 2002
Esir Sözler Kuyusu (öykü), 2004
Yere Düşen Dualar (roman), 2006
Yüzünde Bir Yer (roman), 2009
Karaduygun (anlatı), 2012

Ortadan Yarısından Sandık Lekesi Esir Sözler Kuyusu

98007_2 Doyma Noktası Yere-Dusen-Dualar

Sandık Lekesi
2000 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü

Sema Kaygusuz, tadı, kokusu, sesi, kurgusu birbirinden farklı tam on üç öyküyü bir araya getiren "Sandık Lekesi” adlı kitabıyla Doğan Kitap yazarları arasındaki yerini alıyor. Genç kuşak öykücülerin en önemlilerinden biri olan Kaygusuz bu eseriyle Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştü. Yayımlandığında edebiyat çevresinden çok olumlu eleştiriler alan kitabı bir sesler atlası olarak okumak da mümkün. Kaygusuz, her öykünün geçtiği mekânın sesini taşımasına özen gösteren bir yazar. Anlatıcılarını birbirinden farklılaştırmakta usta bir kalem. Onun öyküleri kelimeleri aşan, seslere, kokulara taşan öyküler.
"Sandık Lekesi", hayata dair birçok ayrıntıyı ve fikri içeren, kahramanlarına karşı durmayan, onları biraz kollayan, zaman zaman okuyucusunu da yazma sürecine tanık eden, bazen bir renkte, bazen bir seste gizi yakalayan bir öykü kitabı. Kent yaşamı kadar kırsal yaşamı da öne çıkaran Kaygusuz, öykülerinde vicdanın penceresinden bakmayı amaçlamış. Kaygusuz’un birkaç katmandan oluşan dünyasıyla tanışmamış olanların kaçırmaması gereken bir fırsat bu.

kitaptan alıntılar:

Bir ev, köyün en sessiz evi.Islak tahtalardan arapsabunu kokusu, birde yoğurdun o yağlı buğusu geliyor.Sundurmanın sınırlarını çizen taş yığınları, arsız sarmaşıklarla yeşile boyanmış.Sarmaşığın savaşçı sürgünleri, canan çiçeklerine sessizce yaklaşmış, yaklaşmış..bir sırdaş dost gibi boğazlarına sarılmış, sonra bir daha bırakmamış. Boğana kadar sevmiş. Bir ev... köyün tek kadınlı, tek çocuklu, en temiz evi. Bir bakirenin dokuduğu kanser işi dantel perdeler, her sürahinin, her fincanın altından çıkan tığ işi küçük örtüler, evin her bir yanına dağılmış. Henüz açılmamış çeyiz bohçaları, kullanılmamış el dokuması çarşaflar, hiç patlamamış pırıl pırıl av tüfeği, içilmemiş kokulu çaylar, söylenmemiş sevişken sözcükler, büyük bir sabırla sıralarını bekliyor. Bir ev, köyün en mutlu evi... Gelin gelmemişken, oğlan doğmamışken, hatta su kuyusu kazılmamışken, tuvaletin taşları örülmemişken de böyle güzel , böyle huzurluydu. Köyün uğurlu evi, bir de Zilver'in beyaz elleri...

Sonbahar kırmızı yaşmağını bahçelerin üstüne atmışken, vakit ikindiye varmış, yoğurt iki parmak yağ kesmişken, yılan geldi. Uğurlu evin oğlu Azem beş yaşında. Dudağının iki yanında iki pembe gülücük, başında bir tutam saç, yüzü mermer kadar beyaz, tazecik kanı mavi bir yol bulmuş kılcallarında dolanıyor. Gözlerinde çakıl taşları, çın çın kahkahalar atıyor. Oturtulmuş tahta sedire, Zilver onun sağına soluna yastıklar döşemiş, sanki anasının kucağında duruyor. Önünde bir tas yoğurt, kaşığı vurunca peynir gibi yarılıp misler kokuyor. Yılan, zehirli engerek, soktu mu kurşun sızısıyla inleten yılan, o körolasıca ağrıyı kana boğan koca yılan yavaş yavaş yaklaşıyor. Islak pırıltısıyla, yoğurdun taze kokusuna doğru yol alıyor. Ev büyük, çocuk küçük, yoğurt taze, Zilver mutfakta erik kurusu kaynatıyor, şekerlimayhoş bir ılıklık sarıyor bahçeleri, yoğurdun kokusu gene de duyuluyor, çocuk savunmasız, engerek kıvrıla kıvrıla yaklaşıyor. Zilver'den sallantılı bir mırıltı, Azem'in çapaklı sözcüklerine karışıyor, yılan geliyor. Açık pencerelerde dantel tüller kımıltılı, yılan üstünde gezindiği otları çıt çıt kırıyor. Islak tahta basamağı geçip çocuğun yanına varıyor.Azem'in küçük ayaklarını kokluyor, sütlü , pembeli bir koku. Yoğurt yukarıda, yoğurt bebenin önünde. Engerek sedire doğru yavaş yavaş başını yükseltiyor, gecenin en koyu yerinden bir gömlek giyerek, Azem'in yanındaki mindere sürünerek çıkıyor. İşte o zaman herşey susuyor.

Azem'in gülücükleri, civcivlerin çağıltısı, sarmaşıkların hışırtısı, uğurlu evin üstünde çalan şarkı, soluğunu içine çekip durdu. Zilver kendini eriğin fokurdamasına bırakmışken, bir baktı ki erikten başka kimse konuşmuyor. Kaygı bir odun gibi indi beline. Hani Azem'in sesi, hani kuş cıvıltısı, toprak uğultusu...Erik taşmak üzereyken, Zilver bir koşu çıktı sundurmaya. Azem, güzel Azem, küçük oğlan! Sırtı, kolları, bacakları çılak, üstünde papatyadan daha beyaz bir don, göğsünde sinek ısırıkları. Elinde siyah koca bir canavar, bir kayış, nereden buldu...bir kırbaç, ışıl ışıl bir kılıç, aman Allahım bir yılan! Zilver, öte dağa vurup geri dönen tiz bir çığlık attı. Engerek de duydu, Azem de...Çocuk engereği başından tutmuş, onunla oyun oynuyor. Engereğin güzel başını bütün gücüyle sıkıyor. Yüzünde neşeli bir gürültü, ağzının suyu çenesinden akıyor. Kenetlenmiş küçük parmaklarını yoğurda sokuşturup yılanın ağzına bulaştırıyor, sonra kendi ağzına götürüp şeker gibi emiyor. Azem, anasına dönüp elindeki siyah kuşağı gösterdi, sonra biraz daha sıktı engereği. Kütür kütür bir ses geldi engerekten, kendi dişleri kendi etine girdi. Zilver'ingözleri buz tutmuş, dişleri kenetlenmiş, dudakları kanıyor, için için inliyor, onu bir tek engerek duyuyor.

Köyün minaresi , yerli yerinde nasıl duruyorsa, Zilver de öyle durdu. Engerek de. Sanki kadının bacakları yerin üç kat dibine uzanmıştı, sanki bütün köy omuzlarına binmiş, dağları belini sarmıştı. Azem yılanı kıvırıyor, sallıyor, o çılgın kahkahalarıyla gelişigüzel silkeliyor, engerek kuyruğunu kaldırıp oğlanın boynuna dolanmıyordu. Zilver de ağlıyordu engerek de. Her ikisinin ağıtı bir ibadet kadar sessizdi. Azem, bu tutmaca oyunun çoşkusuyla bir anasına çınladı, bir elindeki engereğe, parmaklarını biraz daha sıktı, ateşli avucuyla onu biraz daha kavradı. Zilver düştü düşecek, engerek de. Yılanın içindeki dizi dizi kemiklere, bir ağrı uzayarak yol aldı, kasları gevşedi, kuyruğu sarktı. Zilver'in titrek sesini, kendi bedeninde kırılan kemikleri duymaz oldu. Son bir güçle toparlandı, kendi içindeki oluğa, ölümün soğuk yuvasına sürüne sürüne yol aldı. Karanlığında, bir Zilver'in gözleri kaldı. Azem nihayet sıkıldı da, kerpetene dönen parmaklarını gevşetti sonunda. Engerek bir gemi halatı gibi kıvrılıp düştü yere. Islak bir kırbaç şaklaması çıktı ölüsünden.

Azem, önündeki yoğurttan, elindeki yılandan sıkılıp mızmızlanırken, Zilver bacaklarını yerden söküp oğlanın yanına vardı. Azem'in önündeki kaşığı alıp yerde yatan yılanı dürttü. Sağ mı, ölü mü anlayamadı. Gümüş bir ışık yatıyordu yerde, pırıl pırıl siyah incilerle işlenmiş bir kuyu prensi, bir kadın sesi, tatlı bir kış uykusu, koca bir engerek, köyün en güçlü hayvanı...Zilver, o gecikmiş öfkeyi, boüazını tıkayan o kuru kızgınlığı toplayıp Azem'in suratına tokadı bastı. Ağzı burnu yoğurt, gözlerinde korku, dudağının kenarında küçük bir kan damlası, avazı çıktığı kadar ağladı çocuk. Zilver, Azem'i silkeleyerek aldı sedirden, götürüp kendi yatağına attı. Erik çoktan taşmış, ocak sönmüş, içeride bunaltıcı bir gaz kokusu. Arka odaların pencerelerini açtı, oğlanın bulunduğu odanın kapısını kapadı, geri döndü Azem'de bir ısırık var mı, yok mu bir daha baktı, sarıldı oğluna, dudağını emdi, gözündek yaşı parmağıyla sildi, ellerinin içini öptü, sonra bir koşu gitti sundurmaya. Engerek hala yatıyor. Başladı gürül gürül ağlamaya, içinde ne varsa attı dışarıya, tülbentini sıyırdı, saçlarını yoldu, genç bir kavak gibi başladı sallanmaya.

Altın bir zinciri yerden alırcasına aldı engereği, kız kardeşini sever gibi sevdi, engereğin derisindeki ayazı çekti içine, ürperdi, tiksinmedi , acıdı ona. Engereğin başına bulaşmış yoğurdu eteğiyle sildi, temizledi, oğlunun ellerini okşarcasına okşadı. Bastırdı koynuna, aklına gelen bütün dualar karmakarışık döküldü ağzından, ağzına yaşlar doldu. Sonra o ağır ölüyü toparlayıp bahçenin derinliklerine böğürtlen çalılarına götürdü; ona güzel manzaralı bir mezar kazdı, boylu boyunca, sıkıştırmadan yatırdı toprağa. Kendi atasına, biricik anasına nasıl hürmet ederse, işteöyle gömdü onu. Engereğin hakkını yemedi, kim kimin canını aldı, kim kimin canını bağışladı, bunu en iyi Zilver bildi.

...

Bir kuşu avuçlarınıza aldınız mı hiç? Onun göğsünü, kendi göğsünüz sanırsınız. Uçup gitmesine razı olamazsınız, yüreğiniz dışarı çıkacak diye korkarsınız. Bir avuç hayatı için, yaşamın kutsal pırıltısını size kaptırmamak adına, beceriksiz kısa bacaklarıyla nasıl da direnir. Sizi şaşırtan bir güç vardır kanatlarında, sıkmakla bırakmak arasında gidip gelirsiniz. Uçup gittiği an, özgürlük ile kaçışın aynı anlama geldiğini hissedersiniz. Bir sahibin övüngenliğiyle gülümsersiniz ona, herşeyini geri verdiğinizi düşünerek ağzınız iki yana yayılır. O kaybolana kadar, gözlerinizi ondan ayıramazsınız. Kaybetme duygusunun kısa süreli burukluğu, yerini kıskançlığa bırakır. O sırada ne olmak istersiniz...kuş mu, onu sıkan el mi?

bazı adlar içinden geçen seslerle süslenirler..

bitkilerle kadınların tek ortak noktası vardır; her ikisi de hiç bir zaman bildiğin gibi değildir..

bitkiler tıpkı insanın onuruna benzerler, yalnız bir kez yerinden sökebilirsin, onu topraktan sökmek, düşüne düşüne yalan söylemek, yalan söylediğini belli ede ede, yüzündeki ifadeleri abartarak, kimselere fırsat vermeden konuşmak gibidir...

bir genç kızın en kararlı soyunduğu yer, o daracık, o buharlı, o loş dikiz aralığı olmasıdır olmasına da, ne yazıktır ki et kafalı yönetmenler hep kızın sırtını gösterir, o elbiseleri şöyle...bir daha giymeyecekmişcesine fırlatışını değil !..

göğüsleri ayrık olan kızlar gurbete gidermiş, o bir türlü gidemedi...

Yere-Dusen-Dualar-SemaKaygusuz Yere-Dusen-Dualar-SemaKaygusuz6

Yere Düşen Dualar

Yere Düşen Dualar', bazen bir coğrafya öğretmeninin şiir okuması gibi, bazen de buyurgan bir kutsal kitabın yazılması gibi bir his bırakıyor okurunda. Taşla, toprakla, suyla, iç sesle, kehanetle, rüyayla, yansımayla yoğun ilişkisinden olsa gerek...

'Yere Düşen Dualar', çok katmanlı yapısıyla dikkat çekiyor. 'Üzüm' ve 'Altın' olmak üzere iki ana bölümden oluşan kitap, yazarının, üzerinde dört yılı aşkın bir süre çalıştığı düşünülürse aceleye gelmemeli; okurken de anlatırken de onun sarmallarına uygun bir ritim tutturmalı. 'Yere Düşen Dualar', karakterleri ele alışı, kurgusu, mekan ve zamandaki kaymaları nedeniyle bir roman kuşkusuz, ancak hem biçemi hem de türler arasındaki sakınımsız yolculuklarıyla bir destan, bir masal ve hatta bir söylence olarak da nitelendirilebilir.

gözle görülür şiddet..
Romanın ilk bölümü bir adada geçer. Zamanın, yerli halkın kanıksadığı bir hızla ilerlediği adanın rutini bir söylentiyle sarsılır. Roman kahramanı, etrafında bir sessizliğin örülmesinden anlar hakkında bir söylenti yayıldığını. Genç kadının, babasını öldüreceği söylentisi çıkmıştır. Bundan sonrası bir muamma. O ana dek görmezden gelindiği ada içinde birden 'adanın meydanındaki koca memeli tanrıça heykeli' gibi görünür hale gelen genç kadın, bir yandan babasını öldüreceği söylentisine şiddetle karşı çıkar, diğer yandan bu söylenti bir kehanetmişçesine babasına kendi imalatı şarabı içirmeye başlar. Babası, günden güne küçülür, evden dışarı çıkmaz olur, belki ölüme ama bir anlamda da başladığı noktaya, çocukluğuna döner.

Genç kadın, babası Kutsi Karaca’yı öldürmek niyetiyle değilse de yaşamındaki büyük sırrı öğrenmek için Galenos’tan esinle üretir şarabını. Amacı, babasının dilini çözmektir. Balıkçı olan amcası Mercan Karaca’nın denizde boğulmasının ardından annesi Ecmel adayı terk eder; o gün, babasının yası başlar. Genç kadının amacı Ecmel, Mercan ve Kudsi üçgenini çözebilmektir. Ancak bu o kadar da kolay değildir; babasının kendi kardeşine duyduğu öfkenin nedenlerini hissetse de sesini çıkaramaz.

Romanın ikinci bölümü daha çok bir ormanda ve dağlık bir arazide geçer. Bu bölümde şiddet gözle görünür, elle tutulur haldedir. Bir babanın ölümü ile yolculuğu başlayan ana - oğulun garip ilişkisi ekseninde gelişen olaylar, annenin, ölen babanın kılığına girerek bir ‘kadınadam’a dönüşmesi ve oğulun annesini mi babasını mı yitirdiği sorusunu sormasıyla ilerler. Güreşçilerin mücadeleleri, ucubeler sirki, destanlar, masallar bu bölümün öne çıkan özellikleri.

....
"Yere Düşen Dualar", Fransa'da yayımlanır yayımlanmaz 19 Şubat tarihli Liberation gazetesinin kitap ekine kapak oldu:
... Sema Kaygusuz üzüm bağlarının, amber tadındaki şarapların ve bağ bozumlarının büyülü ezgisini duyuruyor. Ve deniz kıyısındaki çakıl taşlarının güzelliğinin tınısını da...

'Taş taşlaşmakla önceki denizini yitirmiş, yitireceği hiçbir şey kalmamış bir kimsedir. Kumlaşıncaya değin yeniden doğan denizlere bakacaktır hep."


Yaradılışın güzelliğine adanmış bu sarsıcı lirik şiir hem antik Yunan efsanelerinden hem de Anadolu ozanlarının manzumelerinden beslendiği izlenimini uyandırıyor. Yazarın sesi aynı zamanda XIII. yüzyıl dervişlerinden büyük şair Yunus Emre ve "kara taşım, insanoğludur" diye haykıran Pir Sultan Abdal'ın arayışlarını da anıştırıyor. Ayrıca Sema Kaygusuz, gerek Tevrat'tan gerekse incil ve Kuran'dan esinlenen açık görüşlü bir tutuma sahip.
Tanrı'ya ulaştıran yollar birden fazladır; büyük mutasavvıf Mevlana'nın çağrısında olduğu gibi "gel, her kim olursan gel". Ancak her birey için öncelikli arayış kendilik arayışıdır. Leylan, bestelediği alegorik anlatıyla kendi varoluşunun kökenlerini keşfederek yetişkin olmayı başarır. Başlığın anahtarı ise kitabın sonundaki şiirde: "Küt diye yere düşse de her duam/ bu alemden vazgeçmeyeceğim."

kitaptan alıntılar:

üzüm ile çekirdeği arasında ezeli bir anlaşmazlık vardır, üzümün beyaz eti, dünyanın bir günlük bir yer olduğunu öğütler, çekirdeğiyse toprağın sonsuzluğunu...

insanın kendisine kavuşmasından daha sarsıcı bir birleşme yok...

herkesin ikizi bir Tanrı, herkes ikizine kul'du..

zamanlama ! varoluşumuzun ilk dayanağı, öyle yada böyle herkes gibi zamanın çocuğuyduk ikimiz, bir an'da bir yerde bir kadınla bir erkeğin seviştiği dakikada ay büyümüşken ya da, kimbilir Venüs yakınken Dünya'ya, Mercan fırtınası henüz hızını alamamışken, yer kabuğunun bilmem kaçıncı saniyesinde döllenen bir boşluktuk, başkasının yazılar yazdığı veya bir başkasının üstümüze yazılar yazmaya kalkışamayacağı asla...

mekan telaşlı, çünkü taşlık hemen şurası
yeryüzü tanımaz denizi
sadece ıslak bazı çukurları
ey her çift için tek olan Tanrı
dünya göze göründüğü gibidir
ve aklım dünyalar içinde sancılı
er döllemesin artık, kadın bilmesin analığını
alem öldüğümde tümlenir
varlık huzursuz, yokluk hemen şurası...
(uğur aktaş)

Yüzünde Bir Yer-Doğan Kitap
180 Sayfa-2009

Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim.'
'Gözüm!'
Bir keresinde babaannen böyle diyerek okşamıştı seni, halk dilinden türeyen bu epeski sevgi sözcüğüyle. Kendi görüp göremeyeceği her şeyi bir tek sen göresin diye mi üçüncü gözü kıldı seni? Kendinden verdiği bu göz, bakışın, algının, ışığın ve tanıklığın çok ötesinde gizil bir mirassa eğer, ne zaman fotoğraf makineni bir dürbün gibi ona buna doğrultup yakın-uzak ayarı yapsan, bil ki bir mil batırıp içine akıtıyorsun onu.

Devraldığın gözü imha ediyorsun. Çünkü daha bakarken değiştiriyorsun şeyleri. Çerçeveye aldığın nesne her neyse, onu dünyadan koparıp kendi betimine buluyor, hayat sabitlediğin anlardan ibaretmiş gibi, evrenin zamandan münezzeh sıfatını önce insan yüzlerinde göreceğin yerde kendi yapıtında deniyorsun.

Hiç olmazsa bir kerecik 'gözüm' diyerek sevsen beni, alnında bir yere koysan billur cismimi, bir sürü çerçeveler bulsak seninle, yağmalamadan muhafaza etsek şeyleri, itham ve iltifat etmeden sonsuzluğunu bulsak saliselerin; alelade ya da özel, kaba ya da zarif bütün nitelikleri düzlesek, baktığımız yerde göremediğimiz bir şey de olduğunu itiraf edip sussak birlikte, bu ağzı sıkılıkla hiç övünmesek, ne güzel olurdu. Yeter ki iste, sana feda olsun gözüm.

Pandora'nın Kutusu

Pandoranın Kutusu
(senoryosunu yazdığı filmi)

Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu
Senaryo: Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz
Görüntü Yönetmeni: Jacques Besse Kurgu: Franck Nakache
Özgün Müzik: Jean-Pierre Mas Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu, Serdar Yılmaz
Oyuncular: Nusret: Tsilla Chelton, Nesrin: Derya Alabora, Güzin: Övül Avkıran, Murat: Onur Ünsal, Mehmet: Osman Sonant, Faruk: Tayfun Bademsoy, Hırsız: Nazmi Kırık

Konusu

İstanbul'un farklı bölgelerınde yaşayan, her biri diğerinden farklı sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden habersiz, tam anlamıyla orta yaş ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı Karadeniz'in dağlarında bir yerlerde olan köylerinden gelen bir telefon ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri Nusret Hanım kaybolmuştur.

Annelerini bulmak için bir araya gelen üç kardeşin bu metazori yolculuğu saklı kalan pek çok sorunun açılmasına, tıpkı Pandora'nın Kutusu'ndaki gibi hayatlarındaki ve ilişkilerindeki bir çok çarpıklığa dair iyi kötü pek çok şeyin açılmasına neden olur. Annelerini bularak İstanbul'a getirdiklerinde bir süre sonra Alzheimer olduğunu öğrenirler.

Üç kardeş hasta annelerinin hayatlarına katılımıyla beraber, kendi hayatlarının süre giden çarpıklığına dair pek çok gerçekle yüzleşecek, Nusret Hanım'ı anlayacak tek kişi ise büyük abla Nesrin'in hayatı sorgulayan kaçak oğlu Murat olacaktır. Murat ve Nusret Hanım'ın yollarının kesişmesi hep dağına ve orada ölmeyi isteyen Nusret Hanım'ın dileğinin gerçekleşmesinin başlangıcı olan dağlara doğru giden bir yolculukla son bulur.

Notlar

Pandora'nın Kutusu bir yabancılaşma, yalnızlaşma hikâyesi...

Herkesin kendini bir şekilde içinde bulabileceği, gelişmiş ya da gelişmekte olan, kapitalizm ve modernlikten nasibini almış bütün toplumlardaki bireylerin sıkışılmışlığı anlatılıyor. İnsanlık hallerinin kimi ironik kimi hüzünlü bir dille anlatıldığı, orta sınıf ahlakı üstüne kurulu dokunaklı bir hikâye...

Yitirilen idealler ve sinsice yerini alan konformizm; gerçeklikten kopmalar, ön yargılar, böylece her an çatırdamaya hazır iki yüzlü aile anlayışı, ve bunun yarattığı bunalımlar, kaçışlar, nihilizm, sınıfsal farklılıklar, iğreti ilişkiler, iletişimsizlik, suçluluk, korkular, yapayalnızlık, kısaca insana dair her şey Pandora'nın Kutusu'nda saklı.

Son kitabı:

Sema Kaygusuz-Karaduygun

Sema Kaygusuz, yine değişik bir edebiyat yaklaşımıyla çıkıyor karşımıza. Hikâyelerle bezeli çarpıcı bir anlatıyla...

Kimi can yakan kimi güldüren sahnelerle örülmüş, çoksesli bir kitap elinizdeki.

Üstelik, çok değerli bir şair, bu kitabın adlı adınca yazınsal kahramanı oldu. Günümüzün usta şairlerinden Birhan

Keskin'i, bu kez gaipten gelen seslerin

peşinden sürüklenirken okuyacaksınız. "Dünyayı sözcüklerle okşayan" gerçek bir şairin ardı sıra, hüzünle keder arasındaki derin vadide, "karaduygu"nun kadim manasını keşfetmeye hazır olun.

Yalnızca Türkiye'de değil, uluslararası edebiyat çevrelerinde de ilgi çeken Sema Kaygusuz, toprağa ektiği sözcükleri gökten toplamaya devam ediyor.

web

16 Temmuz 2009

Can Yücel



Hayatı:

Şair, yazar, felsefe hocası, milletvekili, konservatuar ve köy enstitülerinin kurucusu Hasan Ali Yücel'in oğlu Can Yücel, 1926'da İstanbul'da dünyaya geldi. Ankara ve Cambridge üniversitelerinde Latince ve Yunanca okudu. Çeşitli elçiliklerde çevirmenlik, Londra’da BBC’nin Türkçe bölümünde spikerlik yaptı. Askerliğini Kore’de yaptı. 1958’de Türkiye’ye döndükten sonra bir süre Bodrum’da turist rehberi olarak çalıştı. Ardından bağımsız çevirmen ve şair olarak yaşamını İstanbul’da sürdürdü. Çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerini 1950'de basılan ilk şiir kitabı "Yazma"da topladı.

1956 yılında Güler Yücel ile evlendi. Bu evlilikten iki kızı (Güzel ve Su) ve bir oğlu (Hasan) oldu. 12 Mart döneminde Che Guevara'nın "Gerilla Harbi" ile "İnsan ve Sosyalizm" kitaplarının çevirisi nedeniyle 15 yıl hapis cezasına mahkum edildi. 1974 affıyla özgürlüğüne kavuştu. Dışarı çıkışının ardından ''Bir Siyasinin Şiirleri'' adlı kitabını yayınladı. Şair'in bu kitabı için ilk kez yoğun ve ciddi şiirle ilgilendiği dönemin şiirlerini içerir diyebiliriz. "Bir Siyasinin Şiirleri" nin önsözünü yazan Refik Durbaş, kitabı ''Can Yücel'i geniş okuyucu kitlesiyle buluşturan, kişisel ve toplumsal yaşamın acı bir dönemini dile getiren, öfkeli, alaycı, boyun eğmeyen, siyasal şiirlere ağırlık verilen bir kitap'' olarak değerlendirir. Can Yücel ise yazdıktan seneler sonra, "kişinin dış baskıların hışmı karşısında kendi özünü hırpalattırmamak için, hatta yitirmemek için kullandığı bir savunma mekanizması, baskının, acının üstüne gidiş" olarak nitelendirir.

Şair 1973'de "Sevgi Duvarı" kitabıyla kitlelerle daha yaygın bir şekilde buluştu. Şiir kitapları ardarda gelmeye başladı : "Ölüm ve Oğlum", "Şiir Alayı", "Rengahenk", "Gökyokuş", "Gece Vardiyası", "Güle Güle Seslerin Sessizliği" ..... Bunlardan bazıları.

Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht gibi ünlü yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Bu kendine has çeviriler kimi zaman beğenilip ayakta alkışlanırken, kimi zaman eleştiri konusu oldu. Son yıllarda her hafta "Leman"da her ay "Öküz" de yazıları ve şiirleri yayınlandı. "Mekanım Datça Olsun" demişti. İstanbul'da Vatan, Demokrat, Söz gazetelerinde köşe yazıları yazdı. Önce İzmir'e oradan da Muğla'nın Datça ilçesine taşındı. 12 Ağustos 1999 gecesi yitirdiğimiz şair, çok sevdiği Günebakan çiçekleriyle uğurlanarak Datça'ya gömüldü.

CAN YUCEL_akdag 2006-09-09_134456_can-yücel3_copy canyc3bcceleg6

Yazarlığı

Can Yücel, 1945-1965 yılları arasında `Yenilikler`, `Beraber`, `Seçilmiş Hikayeler`, `Dost`, `Sosyal Adalet`, `Şiir Sanatı`, `Dönem`,`Ant`, `İmece` ve `Papirüs` adlı dergilerde yazdı. Daha sonraları `Yeni Dergi`, ‘Birikim`, `Sanat Emeği`, `Yazko Edebiyat` ve `Yeni Düşün` dergilerinde yayımladığı şiir, yazı ve çeviri şiirleri ile tanınan Yücel, 1965`ten sonra siyasal konularda da ürün verdi. 12 Mart 1971 döneminde Che Guevara ve Mao'dan çeviriler yaptığı gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkum oldu. 1974’de çıkarılan genel afla dışarı çıktı. Dışarı çıkışının ardından hapiste yazdığı Bir Siyasinin Şiirleri adlı kitabını yayımladı. 12 Eylül 1980 sonrasında müstehcen olduğu iddiasıyla "Rengahenk" adlı kitabı toplatıldı.

1962'de İngiltere'deyken, 1709 yılından kalma, Latin harfleriyle taş baskısı olarak basılmış bir Türkçe dilbilgisi kitabı bulması geniş yankı uyandırdı.

Şiirlerinde argo ve müstehcen sözlere çok sık yer veren, bu nedenle zaman zaman dikkatleri üzerine çekip koğuşturmaya uğrayan Yücel, ilk şiirlerini 1950 yılında `Yazma` adlı kitapta toplamıştır.
Can Yücel, taşlama ve toplumsal duyarlılığın ağır bastığı şiirlerinde, yalın dili ve buluşları ile dikkati çekti. Can Yücel'in ilham kaynakları ve şiirlerinin konuları; doğa, insanlar, olaylar, kavramlar, heyecanlar, duyumlar ve duygulardır. Şiirlerinin çoğunda sevdiği insanlar vardır. 'Maaile' şairin kitaplarından birine koyduğu bir ad. Can Yücel için ailesi çok önemlidir: eşi, çocukları torunları, babası..

Bu insanlarla olan sevgi dolu yaşamı şiirlerine yansımıştır. 'Küçük Kızım Su'ya', 'Güzel'e', 'Yeni Hasan'a Yolluk', 'Hayatta Ben En çok Babamı Sevdim' bu sevgi şiirlerinden bazılarıdır.
Can Yücel ayrıca Lorca, Shakespeare, Brecht gibi ünlü yazarların oyunlarından çeviriler yaptı. Shakespeare çevirileri (Hamlet, Fırtına, Bir Yaz Gecesi Rüyası) aslına tam olarak bağlı kalmasa da son derece başarılıdır. Shakespeare'in ünlü 'to be or not to be' sözünü 'bir ihtimal daha var, o da ölmek mi dersin' şeklinde Türkçeleştirmiştir. 1959'da ilk baskısı yayımlanan 'Her Boydan' adlı kitabında dünya şairlerinin şiirlerini serbest ama çok başarılı bir biçimde Türkçeye çevirmiştir.

untitled1


Yapıtları


Şiirleri

-Yazma (1950)
-Her Boydan (1959, Çeviri Şiirler)
-Sevgi Duvarı (1973)
-Bir Siyasinin Şiirleri (1974)
-Ölüm ve Oğlum (1976)
-Şiir Alayı (1981, ilk dört şiir kitabı)
-Rengâhenk (1982)
-Gökyokuş (1984)
-Beşibiyerde (1985, ilk beş şiir kitabı)
-Canfeda (1985)
-Çok Bi Çocuk (1988)
-Kısa Devre (1990)
-Kuzgunun Yavrusu (1990)
-Gece Vardiyası (1991)
-Güle Güle-Seslerin Sessizliği (1993)
-Gezintiler (1994)
-Maaile (1995)
-Seke Seke (1997)
-Alavara (1999)
-Mekânım Datça Olsun (1999)
-En Uzak Mesafe
-Benim Adım Firuzansa Ne Olayım
-Cazcı Firuzan (1997)

Düzyazı

-Düzünden (1994)
-Can'dan Yazılar (1995)

Çevirileri

-Her Boydan (1957)
-Hamlet ,Papirüs Yayınları, 1996.
-Bahar Noktası ,Papirüs Yayınları, 1996.

rm_175_23014679

Ustadan Öğütler


Bilmelisin ki...
Duvarda asılı diplomalar insani insan yapmaya yetmez.

Bilmelisin ki...
Aşk kelimesi ne kadar çok kullanılırsa, anlam yükü o kadar azalır.

Bilmelisin ki...
Karşındakini kırmamak ve inançlarını savunmak arasında çizginin nereden geçtiğini bulmak zor.

Bilmelisin ki...
Gerçek arkadaşlar arasına mesafe girmez. Gerçek aşkların da!

Bilmelisin ki...
Tecrübenin kaç yaşgünü partisi yaşadığınızla ilgisi yok, ne tür deneyimler yaşadığınızla var.

Bilmelisin ki...
Aile hep insanın yanında olmuyor. Akrabanız olmayan insanlardan ilgi, sevgi ve güven öğrenebiliyorsunuz.
Aile her zaman biyolojik değil.

Bilmelisin ki...
Ne kadar yakın olursa olsunlar en iyi arkadaşlar da ara sıra üzebilir. Onları affetmek gerekir.

Bilmelisin ki...
Bazen başkalarını affetmek yetmiyor. Bazen insanın kendisini affedebilmesi gerekiyor.

Bilmelisin ki...
Yüreğiniz ne kadar kan ağlarsa ağlasın dünya sizin için dönmesini durdurmuyor.

Bilmelisin ki...
Şartlar ve olaylar, kim olduğumuzu etkilemiş olabilir. Ama ne olduğumuzdan kendimiz sorumluyuz

Bilmelisin ki...
İki kişi münakaşa ediyorsa, bu birbirlerini sevmedikleri anlamına gelmez. Etmemeleri de sevdikleri anlamına gelmez.

Bilmelisin ki...
Her problem kendi içinde bir firsat saklar. Ve problem, fırsatın yanında cüce kalır.

Bilmelisin ki...
Sevgiyi çabuk kaybediyorsun, pişmanlığın uzun yıllar sürüyor.


can-yucel

Çevirileri Üzerine

Şiir başka dile çevrilebilir mi, çevrilmez mi? Bu soruyu ortaya atanların çoğu çevrilemez deyip keserler. Şiir sanatı üstüne eğilmiş en keskin zekalardan biri, Paul Valery, daha da ileri gidip şiiri çevrilmeyen, başka türlü söylenemeyen şey olarak tanımlar. Bir şiirin güzelliği söylediği kadar belki ondan da çok söyleyişinde, seslerin, seslere bağlı anlam ve çağrışımların belli bir düzene sokulmasından olduğuna göre onu bozup bir başka dilde yeniden kurmak olacak iş değildir. Bir insanı yeniden yaratmak gibi bir şey bu.

Kendi dilinde bile kılına dokundunuz mu bozulan, şiirken nesir oluveren bir büyülü sözü bambaşka sesler ve kelimelerle nasıl verebilirsiniz? Bütün bunlar doğru, doğru ama insanoğlu şiiri öteden beri dilden dile çeviregelmiş, nice şairleri yalnız çevirilerden tanımış, sevmiş, Homeros, Vergilius, Hayyam, Hafız, Shakespeare gibi şairlerin kaba yanlışlarla dolu çevirileri bile nice insanları büyülemiş. Demek şiirin kendinde olduğu gibi çevirisinde de aklımızı, gündelik mantığımızı aşan bir taraf var. Demek şiirde seslerin, kelimelerin ötesinde öyle bir anlam var ki kolu kanadı kırılsa da insandan insana, dilden dile geçebiliyor. Tanrının sözü bile yetmiş iki dile çevrile çevrile yayılıyor. İncil'in Latince'den Fransızca'ya aktarılmış sözleriyle bir Fransız şairi beslenir, Yahudi bile İncil'deki şiirin tadına o şairin dilinden varabiliyor.

Bir garip gerçek de şu ki milletlerin şiir tarihlerinde en verimli devirler şiir çevirilerinin en çok yapıldığı devirler oluyor. Sözü uzatmamak için hemen kendi edebiyatımıza geçip yeni şiirimizin en bereketli yıllarına bakarsak çevirilerin ne büyük bir yer tuttuğunu görürürüz. Kalburüstü şairlerimizin hemen hepsi, hatta Cahit Sıtkı gibi şiirin çevrilmezliğine inananlar bile sevdikleri şiirleri Türkçeye çevirmezlik edemediler. Son yirmi yıl içinde Türkçe konuşmadık hangi dünya şairi kaldı? Aynı şiiri beş altı şairin çevirdiği bile oldu. Bu çevirilerin yeni şiir anlayışımızı ve zevkimizi yoğurmada ne büyük etkileri olduğunu da zamanla daha iyi göreceğiz.

O kadar ki yeni şiir akımının kaynağında şiir çevirilerini görenler bile olacak. Ben şu kadarını söylemeye kalkışıyorum: 1957 yılında Türk şiirinin en önemli olaylarından biri, belki de en önemlisi Can Yücel'in "Her Boydan" adı altında toplayıp yayımladığı şiir çevirileridir. Bu yayım Türkçe'de şiir çevirisinin ulaşabildiği son basamağı gösterdiği kadar Yeni Türk şiirinin hangi sularda olduğunu da belirtecek değerdedir bence. Türk şiirinin bir yandan dünyaya açılırken bir yandan da ne kadar öz benliğine, gün görmedik iç değerlerine gittiğini en iyi bu kitapta görebilirsiniz. Şiir bir bakıma en yaygın düşüncelerin en mahrem, en kendince söylenişi değil midir? Can Yücel'in çeviride yaptığı da bu işte:

Dünya insanına seslenen şiirleri bizim Ali Veli'lerin diliyle söylüyor. Bir ucu Eluard'ın yüreğinde olan şiir kuşağının öbür ucunu Mehmetçik'in diline dayıyor. Mehmetçik ne anlar Eluard'dan diyecek şimdi bana bir mutlu aydın; sanki Mehmetçik anlamaz diye şairin Hacivat'ın diliyle konuşması gerekirmiş gibi. Herhangi bir Fransız Eluard'ı, herhangi bir İngiliz Shakespeare'i anlamaz ona bakarsanız, ama bu şairler yine de herhangilerin diliyle söylemişler bütün düşündüklerini, hem en çapraşıklarını. Şair çoğunluğun anlamadığını söyleyen kişi de olsa, çoğunluğun diliyle, yani asıl dille konuşmadan kendini de anlatamaz, insanca konuşamaz, parlak söz kalıpları döktürür olsa olsa, koşacak yerde şitaban, ağlayacak yerde giriban, gülecek yerde handan olur.

Nice sapıtmalardan sonra nihayet Cumhuriyetle erdiğimiz bu gerçeği öylesine oturtmuş ki kitabına,bir daha zor sapıtır artık Türk şairi. Şiirde sokak sarayın hakkından geldi gayrı. Başladığımız yere, Yunus Emre'ye döndük şiir dilinde. Merhaba memleket ve merhaba dünya!

Can Yücel pek mi kendinden yana çekmiş çevirdiği şairleri? Hep bir ağızdan mı konuşturmuş değişik şairleri? Kaldırım, meyhane Türkçesi -ki tadına doyamaz oluşumuzun bir hikmeti vardır elbet bu yıllarda- fazla mı ağır basıyor yer yer? Kalem efendilerinin inadınalık, meleğe karşı çöpçüden, öğretmene karşı öğrenciden, padişaha karşı Keloğlan'dan, kasabın kendine karşı sokak kedisinden yanalık, sözün biberlisini, küfürün sunturlusunu tutarlık tutamıyor mu kendini bazı şiirlerde? Olabilir, olabilir ama bir başkasını ezecek olan bu aşırılılklar Can Yücel'de uçurtmayı havalandıran rüzgar oluyor; dili varmıyor insanın bunlara dokunmaya.

Neden derseniz Can Yücel en aşırı duygularını en soğukkanlı düzene sokmasını biliyor, düşünce coşkunluğunu biçimle, biçim düşkünüğünü cana sesleniş, ciğere gidişle, dil sarkıntılığını kafa olgunluğuyla gideriveriyor. O kadar ki insan sonunda Can Yücel'in biçim ustalığını mı yoksa gönül cömertliğini, doğrudan yana dolu dizgin gidişini mi öveceğini şaşırıyor. Merhaba biçim ve merhaba düşünce!

Can Yücel, kendi şiirini söyler gibi çevirmiş bu "Her Boydan" şiirleri. Cömertçe canını komuş başkalarının söylediklerine.Ha sen söylemişsin ha ben der gibi. İnsanın insanla kaynaşması her zaman güzeldir, şairin şairle kaynaşmasında bir başka sıcaklık, bir başka aydınlık oluyor: bir dille iki dilin tadını almak, bir canla iki canın sevincini duymak gibi bir şey. Bu cömert kaynaşma, bu dünyanın türküsünü benimseme gücü yok mu -ki Can Yücel'de var o- şairi şair eden tılsımı onda aramalı. Dylan Thomas'ın demek istediği de bu belki Can Yücel'in Türkçesiyle:

"Didiniyorsam ben türkülerin ışığında
Be ne ikbal, ne ekmek parası için
Ne fildişi sahnelerde keramet tellallığı
Ne işin cakası için filan
Didindiğim hep gönüllerin en kapalı kapısından
Verilesi hayrata."

(Ozanlık Üstüne)

Bu hayrat gönül, bu pir aşkına didinme olmadı mı harika çocuk da olsan boşuna. Bezirganların enayilik saydığı, ya da arkasından kimbilir ne türlü çıkar gördüğü şair cömertliği yok mu -ki Can Yücel'de var o- şu bizim topraklar onu bekliyor Yunus Emre'den, Kaygusuz Abdal'dan,Nesimi'den beri. Harika çocuk da olsan kırk yıl odun taşıyacaksın tekkeye, burnunu kırıp gözünü dört açacaksın dünyaya, şu bu beğendi diye asıl beğenmesi gerekene boş vermeyeceksin.

Arapçaya Arapça, Latinceye Latince, İngilizceye İngilizce, adam olman için ne gerekse hepsini yeniden çocuk olasıya öğreneceksin ve... ve... dayatacaksın arsa al, bankaya para koy, kim kime dum duma, kim öle kim kala diyen dostlara uymak şöyle dursun, onları kendi yoluna imrendireceksin. Bütün bunları da niçin yapacaksın? Bir üstün güce yaranmak, bir başka dünyayı kazanmak için değil; sırf sahici insan olmak, küflenip paslanmadan yaşamak, dünyanın sabahlarına yakışmak için. Bir de tabii köyün kemençecisi olmanın tadı var: bir vuruşta köy halkını horona kaldıran kemençeci. Merhaba Can Yücel ve merhaba Her Boydan kemençecileri dünyamızın.

Sabahattin Eyüpoğlu


vahit_ak_a_can_yucel


Onun için Anlatılanlar

Can Baba hakkında anlatılan o kadar çok hikaye var ki.. O artık bir efsane olduğundan mıdır, ettiği küfürlerin kendine haslığından mı bilinmez; duyulduğunda 'bunu söylese söylese Can Baba söylemiştir' fikri uyandıran hikayelerdir bunlar...


Üstad bir gün devlet büyüklerine bir şiirinde isim vermeden 'Hepiniz götsünüz' dediği için mahkemeye çıkarılır..Hakimin karşısına palas pandıras her zamanki haliyle gelir ve elindeki kalın TDK sözlüğünü açar..

- Hakim bey 'P' harfine bakalım, Türkçe'de 'popo' diye bir kelime var mı? Yok.. Peki 'K'ye bakalım, 'kıç' var mı? O da yok.. Bir de 'G'ye bakalım, 'göt' var mı? Evet göt kelimesi TDK sözlüğünde var.. Demek ki sayın hakim, bu memlekette göte göt deniyor!!! der ve beraat eder...



Can baba boğaziçi üniversitesinde konferans vermektedir. Öğrencilerden biri el kaldırıp sorar ,
-Can baba neden bütün büyük aşk şairleri erkek.. kadınlardan aşk şairi çıkmaz mı ??
Can baba kendi üslubu ile yanıtlar :
- Ne bileyim ulan, biz s.kimizlemi yazıyoruz şiiri??



Türkiye İşçi Partisinin Komünist zamanlarında bir tüzük toplantısında herkesin komünizmi anlatmaya çalıştığı şöyle olsun , böyle olsun dediği bir toplantıda Can Baba ayağa kalkar ve bir efsaneyi daha patlatır.

'BEYLER BEYLER, Türkiyede komünist olmak tüzük değil BÜZÜK ister...



Muhabir : Peki kadınlar hakkında ne düşünüyorsunuz?
Can Baba : düşünmüyorum , S....yorum!!




Bir sergide ortada dolanırken, alımlı bir kadın heyecanla yanına gelir:
- Can bey, tanıştığımıza ne kadar memnun oldum anlatamam. sizin en büyük hayranınızım.
Can Baba sırıtır:
- demek öyle, yatalım o halde?
kadın küskün bir ifadeyle bozuk atar:
- aşk olsun can bey!!
Can Baba cevaplar:
- aşk da olacak elbet..




Can Babaya bir mahkeme çıkışında soru soran gazeteci şu dörtlüğü cevap olarak alır:
Ne yorum ne forum
Belki yarın konuşurum
öyle gitti ki durum
soru sorana korum
Bu da tam Can Babalık bir cevap sanırım.




Bir televizyon programın da genç bir öğrenci soraracak soru bulamadığından herhalde şunu sorar
-hangi takımı tutuyosunuz, der
can baba cevap verir,
-eşim ve ben genellikle benim takımlarımı tutuyoruz...




Can Yücel bir etkinlikte kürsüye çıkıp şiir okumaya koyulmuş öksürmeye başlamış ve sonra 'öksürükler şiire dahil değildir'diye uyarmış, şiirlerini okumayı bitirmiş tam sahneden inmeye başlamış. Herkes şaşırmış hayret küfür etmedi bu sefer diye.
Sonra geri dönmüş almış mikrofonu eline
'akşam akşam kafanızı S..kdim kusura bakmayın' demiş.




can yücele sorarlar:
-efendim nedir bizim memleketteki bu sağcılık solculuk davaları?
can baba:
-bu ülkede sabah kalktığında malafat eğer sağ tarafa kaymışsa sağcısındır, yok eğer sol taraftaysa solcu..
-peki sizinki ne tarafta ?
- ileride daima ileride



Leman dergisinde ilk yazdığı gün Metin Üstündağ kendisini derginin son sayfasına koyunca metini aramış ve 'beni derginin kıçına koyanın gelir kıçına koyarım' diye duygularını en güzel şekliyle belirtebilmiş bir adamdır.



seke seke geldik.. s..ke s..ke gidiyoruz...sözlerinin sahibi büyük şair Can baba, bir takım hayranları ve arkadaşlarıyla bir yerlerde içer, sohbet eder. aynı grup, sabahın 5'i 6'sı gibi pek de kimsenin bulunmadığı kıbrıs şehitleri caddesinde yürürken, şair birden durur ve yere yatar. yanındakiler de aynı şeyi yaparlar. şair, gözlerini kırpmadan gökyüzüne bakmaktadır. hayranlardan birisi dayanamayıp sorar:
- baba, ne görüyorsun, bize de söyle...
üstad, gözlerini gökyüzünden hiç ayırmadan, ondan ulvi ya da şairane bir cevap bekleyen vatandaşa şöyle cevap verir:
- çok sarhoşum, ..mına koyim.



Bir gün tv kanallarıdan birinde canlı yayında konuk Duygu Asena şair Nazım Hikmet için 'o kartpostal şairidir' demiş. Can baba telefonla programa bağlanmış selam bile vermeden
'Duygu hanım kart sizsiniz postalda size girsin'
demiş ve telefonu kapatmış...


Benim Beğendiklerim

Benim seçtiğim şiirleri ile kendi sesinden şiirleri için resimlere tıklayın

366_picture01 şiirleri0

Classicalcıklar

Classicalcıklar1

İçindeki Eserler... 

Kuş Sesleri..
Alexander Borodin-Prens Igor
Antonin Dvorak-Seranad
Antonio Vivaldi-Kış
Antonio Vivaldi-Les Quatre Saisons-1
Antonio Vivaldi-Les Quatre Saisons
Aram Khachaturian-Ayesha's Dance
Aram Khachaturian-Gopak
Aram Khachaturian-Sabre Dance
Aram Khachaturian-Wlatz
Carl Off-Carmina Mundi
Clasic Of Azerbaijan-Araz Barı
Clasic Of Azerbaijan-Garanfil
Clasic Of Azerbaijan-Sensiz
Clasic Of Azerbaijan-The First Love
Edward Grieg_01
Edward Grieg_S1-1.Op46
Eric Satie
Felix B-1.Mendelssohn-Bahar Şarkısı
Felix B-1.Mendelssohn-Keman Konçertosu
Fikret Amirov-Kyurd Ovshary
Franz Liszt-15-Macar Rapsodisi-1
Franz Schubert-001
Franz Schubert-004
Gaetano Donizetti-01
Gaetano Donizetti-02
Georg Friedrich Hande-Minuet1
Georges Bizet-Carmen Aragonaise
Georges Bizet-Carmen İntermezzo
Georges Bizet-Carmen
Georges Bizet-L'ArlesienneMinued
Gheorghe Zamfir-Wedding Song
Giacomo Puccini
Gioacchino Rossini-Barber of Seville
Gioacchino Rossini-Thiefing Magpie
Giuseppe Verdi-Aida1
Giuseppe Verdi-Aida2
Giuseppe Verdi
Hector Berlioz
James Galway-In Marble Hal
Jean-Pierre Rampal-1
Jean-Pierre Rampal-2
Jean-Pierre Rampal-Hana
Jean-Pierre Rampal-Menuet from L'arlesienne
Johann Sebastian Bach-Syuita 2 siBemol
Johann Sebastian Bach-Tokkata i Fuga
Johann Strauss II-Viennese Blood
Johann Strauss-Goluboy Dunay
Johann Strauss-Pol'ka-Mazurka
Johann Strauss-Zvuki Vesennego Valsa
Joseph Haydn-Senfoni 83c
Ludwig Van Beethoven-Allegro Con Brio
Ludwig Van Beethoven-Romans2 soch.50
Ludwig von Beethoven-Presto-9.Senfoni
Modest Mussorgsky-Picture at an Exhibition
Mohikanların Sonuncusu
Niccolò Paganini-01
Niccolò Paganini-02
Niccolò Paganini-La Campenella
Ortacag Barok-Ambrosius Ezgisi
Ortacag Barok-Ispanyol Ronesans Ezgisi
Ortacag Barok-Ronesans Dans Muzigi
Peter Gabriel-The Feeling Begins
Pyotr Ilyich Tchaikovsky-02-Fındıkkıran
Pyotr Ilyich Tchaikovsky-04-Fındıkkıran
Pyotr Ilyich Tchaikovsky-06-Fındıkkıran
Pyotr Ilyich Tchaikovsky-08-Fındıkkıran
Rimsky-Korsakov-Arının Uçuşu
W.A-1.Mozart-Divertisment reMajor
W.A-1.Mozart-Serenada13 solMajor
W.A-1.Mozart-Sonata11 LaMajor
Willibald Gluck
Zamfir-Hungarian Dance
Zamfir-Hungarian Green Sleeves
Kuş Sesleri ..

================================
74 eser 58,0 MB 63 dak. Tek mp3
================================
Related Posts with thumbnails