23 Temmuz 2009

Sema Kaygusuz


Sema Kaygusuz, 1972 Samsun doğumlu. Gazi Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesi, Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü’nü 1994 yılında bitirdi. Öğrencilik yıllarında radyo oyunu, koreografi, tiyatro sanatıyla ilgilendi.

İlk öyküleri “Kitaplık”, “Adam Öykü”, “Varlık”, “Düşler Öyküler” dergilerinde yayımlandı. Hazırladığı ilk dosyayla, Varlık Dergisi Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülü (1995), ikinci dosyayla 1996 Gençlik Kitabevi İkincilik Ödülü aldı. Ödül alan bu iki dosya kitap olarak yayımlanmadı. “Ortadan Yarısından” (1997), “Sandık Lekesi” (2000), “Doyma Noktası” (2002) adlı öykü kitapları yayımlandı. “Sandık Lekesi” adlı kitabıyla 2000 yılında Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görüldü.

Zaman zaman “Atlas” dergisinde coğrafya yazıları yazan yazar, "yaratıcı okuma" üzerine atölye çalışmalarını sürdürüyor.

sema kaygusuz

Eserleri

Ortadan Yarısından (öykü), 1997
Sandık Lekesi (öykü), 2000
Doyma Noktası (öykü), 2002
Esir Sözler Kuyusu (öykü), 2004
Yere Düşen Dualar (roman), 2006
Yüzünde Bir Yer (roman), 2009
Karaduygun (anlatı), 2012

Ortadan Yarısından Sandık Lekesi Esir Sözler Kuyusu

98007_2 Doyma Noktası Yere-Dusen-Dualar

Sandık Lekesi
2000 Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü

Sema Kaygusuz, tadı, kokusu, sesi, kurgusu birbirinden farklı tam on üç öyküyü bir araya getiren "Sandık Lekesi” adlı kitabıyla Doğan Kitap yazarları arasındaki yerini alıyor. Genç kuşak öykücülerin en önemlilerinden biri olan Kaygusuz bu eseriyle Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü’ne layık görülmüştü. Yayımlandığında edebiyat çevresinden çok olumlu eleştiriler alan kitabı bir sesler atlası olarak okumak da mümkün. Kaygusuz, her öykünün geçtiği mekânın sesini taşımasına özen gösteren bir yazar. Anlatıcılarını birbirinden farklılaştırmakta usta bir kalem. Onun öyküleri kelimeleri aşan, seslere, kokulara taşan öyküler.
"Sandık Lekesi", hayata dair birçok ayrıntıyı ve fikri içeren, kahramanlarına karşı durmayan, onları biraz kollayan, zaman zaman okuyucusunu da yazma sürecine tanık eden, bazen bir renkte, bazen bir seste gizi yakalayan bir öykü kitabı. Kent yaşamı kadar kırsal yaşamı da öne çıkaran Kaygusuz, öykülerinde vicdanın penceresinden bakmayı amaçlamış. Kaygusuz’un birkaç katmandan oluşan dünyasıyla tanışmamış olanların kaçırmaması gereken bir fırsat bu.

kitaptan alıntılar:

Bir ev, köyün en sessiz evi.Islak tahtalardan arapsabunu kokusu, birde yoğurdun o yağlı buğusu geliyor.Sundurmanın sınırlarını çizen taş yığınları, arsız sarmaşıklarla yeşile boyanmış.Sarmaşığın savaşçı sürgünleri, canan çiçeklerine sessizce yaklaşmış, yaklaşmış..bir sırdaş dost gibi boğazlarına sarılmış, sonra bir daha bırakmamış. Boğana kadar sevmiş. Bir ev... köyün tek kadınlı, tek çocuklu, en temiz evi. Bir bakirenin dokuduğu kanser işi dantel perdeler, her sürahinin, her fincanın altından çıkan tığ işi küçük örtüler, evin her bir yanına dağılmış. Henüz açılmamış çeyiz bohçaları, kullanılmamış el dokuması çarşaflar, hiç patlamamış pırıl pırıl av tüfeği, içilmemiş kokulu çaylar, söylenmemiş sevişken sözcükler, büyük bir sabırla sıralarını bekliyor. Bir ev, köyün en mutlu evi... Gelin gelmemişken, oğlan doğmamışken, hatta su kuyusu kazılmamışken, tuvaletin taşları örülmemişken de böyle güzel , böyle huzurluydu. Köyün uğurlu evi, bir de Zilver'in beyaz elleri...

Sonbahar kırmızı yaşmağını bahçelerin üstüne atmışken, vakit ikindiye varmış, yoğurt iki parmak yağ kesmişken, yılan geldi. Uğurlu evin oğlu Azem beş yaşında. Dudağının iki yanında iki pembe gülücük, başında bir tutam saç, yüzü mermer kadar beyaz, tazecik kanı mavi bir yol bulmuş kılcallarında dolanıyor. Gözlerinde çakıl taşları, çın çın kahkahalar atıyor. Oturtulmuş tahta sedire, Zilver onun sağına soluna yastıklar döşemiş, sanki anasının kucağında duruyor. Önünde bir tas yoğurt, kaşığı vurunca peynir gibi yarılıp misler kokuyor. Yılan, zehirli engerek, soktu mu kurşun sızısıyla inleten yılan, o körolasıca ağrıyı kana boğan koca yılan yavaş yavaş yaklaşıyor. Islak pırıltısıyla, yoğurdun taze kokusuna doğru yol alıyor. Ev büyük, çocuk küçük, yoğurt taze, Zilver mutfakta erik kurusu kaynatıyor, şekerlimayhoş bir ılıklık sarıyor bahçeleri, yoğurdun kokusu gene de duyuluyor, çocuk savunmasız, engerek kıvrıla kıvrıla yaklaşıyor. Zilver'den sallantılı bir mırıltı, Azem'in çapaklı sözcüklerine karışıyor, yılan geliyor. Açık pencerelerde dantel tüller kımıltılı, yılan üstünde gezindiği otları çıt çıt kırıyor. Islak tahta basamağı geçip çocuğun yanına varıyor.Azem'in küçük ayaklarını kokluyor, sütlü , pembeli bir koku. Yoğurt yukarıda, yoğurt bebenin önünde. Engerek sedire doğru yavaş yavaş başını yükseltiyor, gecenin en koyu yerinden bir gömlek giyerek, Azem'in yanındaki mindere sürünerek çıkıyor. İşte o zaman herşey susuyor.

Azem'in gülücükleri, civcivlerin çağıltısı, sarmaşıkların hışırtısı, uğurlu evin üstünde çalan şarkı, soluğunu içine çekip durdu. Zilver kendini eriğin fokurdamasına bırakmışken, bir baktı ki erikten başka kimse konuşmuyor. Kaygı bir odun gibi indi beline. Hani Azem'in sesi, hani kuş cıvıltısı, toprak uğultusu...Erik taşmak üzereyken, Zilver bir koşu çıktı sundurmaya. Azem, güzel Azem, küçük oğlan! Sırtı, kolları, bacakları çılak, üstünde papatyadan daha beyaz bir don, göğsünde sinek ısırıkları. Elinde siyah koca bir canavar, bir kayış, nereden buldu...bir kırbaç, ışıl ışıl bir kılıç, aman Allahım bir yılan! Zilver, öte dağa vurup geri dönen tiz bir çığlık attı. Engerek de duydu, Azem de...Çocuk engereği başından tutmuş, onunla oyun oynuyor. Engereğin güzel başını bütün gücüyle sıkıyor. Yüzünde neşeli bir gürültü, ağzının suyu çenesinden akıyor. Kenetlenmiş küçük parmaklarını yoğurda sokuşturup yılanın ağzına bulaştırıyor, sonra kendi ağzına götürüp şeker gibi emiyor. Azem, anasına dönüp elindeki siyah kuşağı gösterdi, sonra biraz daha sıktı engereği. Kütür kütür bir ses geldi engerekten, kendi dişleri kendi etine girdi. Zilver'ingözleri buz tutmuş, dişleri kenetlenmiş, dudakları kanıyor, için için inliyor, onu bir tek engerek duyuyor.

Köyün minaresi , yerli yerinde nasıl duruyorsa, Zilver de öyle durdu. Engerek de. Sanki kadının bacakları yerin üç kat dibine uzanmıştı, sanki bütün köy omuzlarına binmiş, dağları belini sarmıştı. Azem yılanı kıvırıyor, sallıyor, o çılgın kahkahalarıyla gelişigüzel silkeliyor, engerek kuyruğunu kaldırıp oğlanın boynuna dolanmıyordu. Zilver de ağlıyordu engerek de. Her ikisinin ağıtı bir ibadet kadar sessizdi. Azem, bu tutmaca oyunun çoşkusuyla bir anasına çınladı, bir elindeki engereğe, parmaklarını biraz daha sıktı, ateşli avucuyla onu biraz daha kavradı. Zilver düştü düşecek, engerek de. Yılanın içindeki dizi dizi kemiklere, bir ağrı uzayarak yol aldı, kasları gevşedi, kuyruğu sarktı. Zilver'in titrek sesini, kendi bedeninde kırılan kemikleri duymaz oldu. Son bir güçle toparlandı, kendi içindeki oluğa, ölümün soğuk yuvasına sürüne sürüne yol aldı. Karanlığında, bir Zilver'in gözleri kaldı. Azem nihayet sıkıldı da, kerpetene dönen parmaklarını gevşetti sonunda. Engerek bir gemi halatı gibi kıvrılıp düştü yere. Islak bir kırbaç şaklaması çıktı ölüsünden.

Azem, önündeki yoğurttan, elindeki yılandan sıkılıp mızmızlanırken, Zilver bacaklarını yerden söküp oğlanın yanına vardı. Azem'in önündeki kaşığı alıp yerde yatan yılanı dürttü. Sağ mı, ölü mü anlayamadı. Gümüş bir ışık yatıyordu yerde, pırıl pırıl siyah incilerle işlenmiş bir kuyu prensi, bir kadın sesi, tatlı bir kış uykusu, koca bir engerek, köyün en güçlü hayvanı...Zilver, o gecikmiş öfkeyi, boüazını tıkayan o kuru kızgınlığı toplayıp Azem'in suratına tokadı bastı. Ağzı burnu yoğurt, gözlerinde korku, dudağının kenarında küçük bir kan damlası, avazı çıktığı kadar ağladı çocuk. Zilver, Azem'i silkeleyerek aldı sedirden, götürüp kendi yatağına attı. Erik çoktan taşmış, ocak sönmüş, içeride bunaltıcı bir gaz kokusu. Arka odaların pencerelerini açtı, oğlanın bulunduğu odanın kapısını kapadı, geri döndü Azem'de bir ısırık var mı, yok mu bir daha baktı, sarıldı oğluna, dudağını emdi, gözündek yaşı parmağıyla sildi, ellerinin içini öptü, sonra bir koşu gitti sundurmaya. Engerek hala yatıyor. Başladı gürül gürül ağlamaya, içinde ne varsa attı dışarıya, tülbentini sıyırdı, saçlarını yoldu, genç bir kavak gibi başladı sallanmaya.

Altın bir zinciri yerden alırcasına aldı engereği, kız kardeşini sever gibi sevdi, engereğin derisindeki ayazı çekti içine, ürperdi, tiksinmedi , acıdı ona. Engereğin başına bulaşmış yoğurdu eteğiyle sildi, temizledi, oğlunun ellerini okşarcasına okşadı. Bastırdı koynuna, aklına gelen bütün dualar karmakarışık döküldü ağzından, ağzına yaşlar doldu. Sonra o ağır ölüyü toparlayıp bahçenin derinliklerine böğürtlen çalılarına götürdü; ona güzel manzaralı bir mezar kazdı, boylu boyunca, sıkıştırmadan yatırdı toprağa. Kendi atasına, biricik anasına nasıl hürmet ederse, işteöyle gömdü onu. Engereğin hakkını yemedi, kim kimin canını aldı, kim kimin canını bağışladı, bunu en iyi Zilver bildi.

...

Bir kuşu avuçlarınıza aldınız mı hiç? Onun göğsünü, kendi göğsünüz sanırsınız. Uçup gitmesine razı olamazsınız, yüreğiniz dışarı çıkacak diye korkarsınız. Bir avuç hayatı için, yaşamın kutsal pırıltısını size kaptırmamak adına, beceriksiz kısa bacaklarıyla nasıl da direnir. Sizi şaşırtan bir güç vardır kanatlarında, sıkmakla bırakmak arasında gidip gelirsiniz. Uçup gittiği an, özgürlük ile kaçışın aynı anlama geldiğini hissedersiniz. Bir sahibin övüngenliğiyle gülümsersiniz ona, herşeyini geri verdiğinizi düşünerek ağzınız iki yana yayılır. O kaybolana kadar, gözlerinizi ondan ayıramazsınız. Kaybetme duygusunun kısa süreli burukluğu, yerini kıskançlığa bırakır. O sırada ne olmak istersiniz...kuş mu, onu sıkan el mi?

bazı adlar içinden geçen seslerle süslenirler..

bitkilerle kadınların tek ortak noktası vardır; her ikisi de hiç bir zaman bildiğin gibi değildir..

bitkiler tıpkı insanın onuruna benzerler, yalnız bir kez yerinden sökebilirsin, onu topraktan sökmek, düşüne düşüne yalan söylemek, yalan söylediğini belli ede ede, yüzündeki ifadeleri abartarak, kimselere fırsat vermeden konuşmak gibidir...

bir genç kızın en kararlı soyunduğu yer, o daracık, o buharlı, o loş dikiz aralığı olmasıdır olmasına da, ne yazıktır ki et kafalı yönetmenler hep kızın sırtını gösterir, o elbiseleri şöyle...bir daha giymeyecekmişcesine fırlatışını değil !..

göğüsleri ayrık olan kızlar gurbete gidermiş, o bir türlü gidemedi...

Yere-Dusen-Dualar-SemaKaygusuz Yere-Dusen-Dualar-SemaKaygusuz6

Yere Düşen Dualar

Yere Düşen Dualar', bazen bir coğrafya öğretmeninin şiir okuması gibi, bazen de buyurgan bir kutsal kitabın yazılması gibi bir his bırakıyor okurunda. Taşla, toprakla, suyla, iç sesle, kehanetle, rüyayla, yansımayla yoğun ilişkisinden olsa gerek...

'Yere Düşen Dualar', çok katmanlı yapısıyla dikkat çekiyor. 'Üzüm' ve 'Altın' olmak üzere iki ana bölümden oluşan kitap, yazarının, üzerinde dört yılı aşkın bir süre çalıştığı düşünülürse aceleye gelmemeli; okurken de anlatırken de onun sarmallarına uygun bir ritim tutturmalı. 'Yere Düşen Dualar', karakterleri ele alışı, kurgusu, mekan ve zamandaki kaymaları nedeniyle bir roman kuşkusuz, ancak hem biçemi hem de türler arasındaki sakınımsız yolculuklarıyla bir destan, bir masal ve hatta bir söylence olarak da nitelendirilebilir.

gözle görülür şiddet..
Romanın ilk bölümü bir adada geçer. Zamanın, yerli halkın kanıksadığı bir hızla ilerlediği adanın rutini bir söylentiyle sarsılır. Roman kahramanı, etrafında bir sessizliğin örülmesinden anlar hakkında bir söylenti yayıldığını. Genç kadının, babasını öldüreceği söylentisi çıkmıştır. Bundan sonrası bir muamma. O ana dek görmezden gelindiği ada içinde birden 'adanın meydanındaki koca memeli tanrıça heykeli' gibi görünür hale gelen genç kadın, bir yandan babasını öldüreceği söylentisine şiddetle karşı çıkar, diğer yandan bu söylenti bir kehanetmişçesine babasına kendi imalatı şarabı içirmeye başlar. Babası, günden güne küçülür, evden dışarı çıkmaz olur, belki ölüme ama bir anlamda da başladığı noktaya, çocukluğuna döner.

Genç kadın, babası Kutsi Karaca’yı öldürmek niyetiyle değilse de yaşamındaki büyük sırrı öğrenmek için Galenos’tan esinle üretir şarabını. Amacı, babasının dilini çözmektir. Balıkçı olan amcası Mercan Karaca’nın denizde boğulmasının ardından annesi Ecmel adayı terk eder; o gün, babasının yası başlar. Genç kadının amacı Ecmel, Mercan ve Kudsi üçgenini çözebilmektir. Ancak bu o kadar da kolay değildir; babasının kendi kardeşine duyduğu öfkenin nedenlerini hissetse de sesini çıkaramaz.

Romanın ikinci bölümü daha çok bir ormanda ve dağlık bir arazide geçer. Bu bölümde şiddet gözle görünür, elle tutulur haldedir. Bir babanın ölümü ile yolculuğu başlayan ana - oğulun garip ilişkisi ekseninde gelişen olaylar, annenin, ölen babanın kılığına girerek bir ‘kadınadam’a dönüşmesi ve oğulun annesini mi babasını mı yitirdiği sorusunu sormasıyla ilerler. Güreşçilerin mücadeleleri, ucubeler sirki, destanlar, masallar bu bölümün öne çıkan özellikleri.

....
"Yere Düşen Dualar", Fransa'da yayımlanır yayımlanmaz 19 Şubat tarihli Liberation gazetesinin kitap ekine kapak oldu:
... Sema Kaygusuz üzüm bağlarının, amber tadındaki şarapların ve bağ bozumlarının büyülü ezgisini duyuruyor. Ve deniz kıyısındaki çakıl taşlarının güzelliğinin tınısını da...

'Taş taşlaşmakla önceki denizini yitirmiş, yitireceği hiçbir şey kalmamış bir kimsedir. Kumlaşıncaya değin yeniden doğan denizlere bakacaktır hep."


Yaradılışın güzelliğine adanmış bu sarsıcı lirik şiir hem antik Yunan efsanelerinden hem de Anadolu ozanlarının manzumelerinden beslendiği izlenimini uyandırıyor. Yazarın sesi aynı zamanda XIII. yüzyıl dervişlerinden büyük şair Yunus Emre ve "kara taşım, insanoğludur" diye haykıran Pir Sultan Abdal'ın arayışlarını da anıştırıyor. Ayrıca Sema Kaygusuz, gerek Tevrat'tan gerekse incil ve Kuran'dan esinlenen açık görüşlü bir tutuma sahip.
Tanrı'ya ulaştıran yollar birden fazladır; büyük mutasavvıf Mevlana'nın çağrısında olduğu gibi "gel, her kim olursan gel". Ancak her birey için öncelikli arayış kendilik arayışıdır. Leylan, bestelediği alegorik anlatıyla kendi varoluşunun kökenlerini keşfederek yetişkin olmayı başarır. Başlığın anahtarı ise kitabın sonundaki şiirde: "Küt diye yere düşse de her duam/ bu alemden vazgeçmeyeceğim."

kitaptan alıntılar:

üzüm ile çekirdeği arasında ezeli bir anlaşmazlık vardır, üzümün beyaz eti, dünyanın bir günlük bir yer olduğunu öğütler, çekirdeğiyse toprağın sonsuzluğunu...

insanın kendisine kavuşmasından daha sarsıcı bir birleşme yok...

herkesin ikizi bir Tanrı, herkes ikizine kul'du..

zamanlama ! varoluşumuzun ilk dayanağı, öyle yada böyle herkes gibi zamanın çocuğuyduk ikimiz, bir an'da bir yerde bir kadınla bir erkeğin seviştiği dakikada ay büyümüşken ya da, kimbilir Venüs yakınken Dünya'ya, Mercan fırtınası henüz hızını alamamışken, yer kabuğunun bilmem kaçıncı saniyesinde döllenen bir boşluktuk, başkasının yazılar yazdığı veya bir başkasının üstümüze yazılar yazmaya kalkışamayacağı asla...

mekan telaşlı, çünkü taşlık hemen şurası
yeryüzü tanımaz denizi
sadece ıslak bazı çukurları
ey her çift için tek olan Tanrı
dünya göze göründüğü gibidir
ve aklım dünyalar içinde sancılı
er döllemesin artık, kadın bilmesin analığını
alem öldüğümde tümlenir
varlık huzursuz, yokluk hemen şurası...
(uğur aktaş)

Yüzünde Bir Yer-Doğan Kitap
180 Sayfa-2009

Yüzünde bir yer açılmıştı, kendimi sığdırabileceğim.'
'Gözüm!'
Bir keresinde babaannen böyle diyerek okşamıştı seni, halk dilinden türeyen bu epeski sevgi sözcüğüyle. Kendi görüp göremeyeceği her şeyi bir tek sen göresin diye mi üçüncü gözü kıldı seni? Kendinden verdiği bu göz, bakışın, algının, ışığın ve tanıklığın çok ötesinde gizil bir mirassa eğer, ne zaman fotoğraf makineni bir dürbün gibi ona buna doğrultup yakın-uzak ayarı yapsan, bil ki bir mil batırıp içine akıtıyorsun onu.

Devraldığın gözü imha ediyorsun. Çünkü daha bakarken değiştiriyorsun şeyleri. Çerçeveye aldığın nesne her neyse, onu dünyadan koparıp kendi betimine buluyor, hayat sabitlediğin anlardan ibaretmiş gibi, evrenin zamandan münezzeh sıfatını önce insan yüzlerinde göreceğin yerde kendi yapıtında deniyorsun.

Hiç olmazsa bir kerecik 'gözüm' diyerek sevsen beni, alnında bir yere koysan billur cismimi, bir sürü çerçeveler bulsak seninle, yağmalamadan muhafaza etsek şeyleri, itham ve iltifat etmeden sonsuzluğunu bulsak saliselerin; alelade ya da özel, kaba ya da zarif bütün nitelikleri düzlesek, baktığımız yerde göremediğimiz bir şey de olduğunu itiraf edip sussak birlikte, bu ağzı sıkılıkla hiç övünmesek, ne güzel olurdu. Yeter ki iste, sana feda olsun gözüm.

Pandora'nın Kutusu

Pandoranın Kutusu
(senoryosunu yazdığı filmi)

Yönetmen: Yeşim Ustaoğlu
Senaryo: Yeşim Ustaoğlu, Sema Kaygusuz
Görüntü Yönetmeni: Jacques Besse Kurgu: Franck Nakache
Özgün Müzik: Jean-Pierre Mas Sanat Yönetmeni: Elif Taşçıoğlu, Serdar Yılmaz
Oyuncular: Nusret: Tsilla Chelton, Nesrin: Derya Alabora, Güzin: Övül Avkıran, Murat: Onur Ünsal, Mehmet: Osman Sonant, Faruk: Tayfun Bademsoy, Hırsız: Nazmi Kırık

Konusu

İstanbul'un farklı bölgelerınde yaşayan, her biri diğerinden farklı sorunun ve hayat standardının içinde sıkışıp kalmış, birbirinden habersiz, tam anlamıyla orta yaş ve sınıfa mensup üç kardeş, bir gün doğup büyüdükleri Batı Karadeniz'in dağlarında bir yerlerde olan köylerinden gelen bir telefon ile bir araya gelir. Yaşlı anneleri Nusret Hanım kaybolmuştur.

Annelerini bulmak için bir araya gelen üç kardeşin bu metazori yolculuğu saklı kalan pek çok sorunun açılmasına, tıpkı Pandora'nın Kutusu'ndaki gibi hayatlarındaki ve ilişkilerindeki bir çok çarpıklığa dair iyi kötü pek çok şeyin açılmasına neden olur. Annelerini bularak İstanbul'a getirdiklerinde bir süre sonra Alzheimer olduğunu öğrenirler.

Üç kardeş hasta annelerinin hayatlarına katılımıyla beraber, kendi hayatlarının süre giden çarpıklığına dair pek çok gerçekle yüzleşecek, Nusret Hanım'ı anlayacak tek kişi ise büyük abla Nesrin'in hayatı sorgulayan kaçak oğlu Murat olacaktır. Murat ve Nusret Hanım'ın yollarının kesişmesi hep dağına ve orada ölmeyi isteyen Nusret Hanım'ın dileğinin gerçekleşmesinin başlangıcı olan dağlara doğru giden bir yolculukla son bulur.

Notlar

Pandora'nın Kutusu bir yabancılaşma, yalnızlaşma hikâyesi...

Herkesin kendini bir şekilde içinde bulabileceği, gelişmiş ya da gelişmekte olan, kapitalizm ve modernlikten nasibini almış bütün toplumlardaki bireylerin sıkışılmışlığı anlatılıyor. İnsanlık hallerinin kimi ironik kimi hüzünlü bir dille anlatıldığı, orta sınıf ahlakı üstüne kurulu dokunaklı bir hikâye...

Yitirilen idealler ve sinsice yerini alan konformizm; gerçeklikten kopmalar, ön yargılar, böylece her an çatırdamaya hazır iki yüzlü aile anlayışı, ve bunun yarattığı bunalımlar, kaçışlar, nihilizm, sınıfsal farklılıklar, iğreti ilişkiler, iletişimsizlik, suçluluk, korkular, yapayalnızlık, kısaca insana dair her şey Pandora'nın Kutusu'nda saklı.

Son kitabı:

Sema Kaygusuz-Karaduygun

Sema Kaygusuz, yine değişik bir edebiyat yaklaşımıyla çıkıyor karşımıza. Hikâyelerle bezeli çarpıcı bir anlatıyla...

Kimi can yakan kimi güldüren sahnelerle örülmüş, çoksesli bir kitap elinizdeki.

Üstelik, çok değerli bir şair, bu kitabın adlı adınca yazınsal kahramanı oldu. Günümüzün usta şairlerinden Birhan

Keskin'i, bu kez gaipten gelen seslerin

peşinden sürüklenirken okuyacaksınız. "Dünyayı sözcüklerle okşayan" gerçek bir şairin ardı sıra, hüzünle keder arasındaki derin vadide, "karaduygu"nun kadim manasını keşfetmeye hazır olun.

Yalnızca Türkiye'de değil, uluslararası edebiyat çevrelerinde de ilgi çeken Sema Kaygusuz, toprağa ektiği sözcükleri gökten toplamaya devam ediyor.

web

5 yorum:

  1. nette bir okur şöyle yorum yapmış Yere Düşen Dualar hakkında:

    İlk bölüm aslında benim istediğim her şeye sahip ve harika bir roman diyebiliyorum. İkinci bölümde ise yazar ilk bölümü masallıyor ve bu aşamada okuyucuya çok fazla yükleniyor. Yazarın okuyucudan birçok şey isteme hakkı vardır, Sema Kaygusuz da bunu sonuna kadar kullanmış ancak istediklerinin çoğu bende bulunmadığından okurken epeyce zorlandım. Hızımı kaybettim, merakımı yitirdim. Eminim ki ikinci bölümü ayrı bir keyifle okuyanlar da vardır ancak Altın'daki güzelliği kolayca görebilecek ve tarif edebilecek algıdan biraz uzağım. Sonuçta saygı duyulan bir yazarın izlenmesi gereken bir metni var ortada, ama çözümlenmeden anlaşılması zor, çok fazla ilgi istiyor. (Belki de hakediyor.)
    ...
    nedense bende böyle hissetmiştim..

    YanıtlaSil
  2. Açıkcası bu yazarı hiç okumadığımdan genel anlamda bir şey söylemem söz konusu değil.

    Ancak alıntıladığın öyküyü okudum.

    Ondan önce de hakkında yazılmış olanları da. Pek rağbet etmem hakkında diye başlayan yazılara. Okur ama rağbet etmem.Doğru çıkanları vardır, çıkmayanları vardır.

    Gerçi doğru çıksa ne olur, çıkmasa ne olur. Ben her romanı, öyküyü, hikayeyi eskidiği zaman severim.

    Öykü denildiğinde Türk edebiyatında aklıma ilk ve son gelen isim Sait Faiktir benim.

    Onu anlatacak değilim ama onun öyküde ki uslubunu , tarzını, biçimini çok sevdiğimden alıntıladığın öyküyü de okuduğumda bunca hakkında yazılmış yazılardan sonra belki de farklı şeyler beklediğim için öykü bittiği anda dilimden dökülenler;

    "Eee. yani..." şeklinde garip bir cümleye dönüştüğünde söylemek istediğim bellidir aslında.

    Ah nerde Sait in o çatışma öyküsündeki cümleler?....

    Aklımda kalan; "Kollarıma uykusuzluğumun hırkasını geçiriyorum. Dar geliyor." cümlesi oluyor.

    Mesele öykünün kısa yada uzun olması değil.Çok daha kısa öyküler bilirim.Çakılı bırakır insanı olduğu yerde.

    Zaten öykü olabildiğince kısa bir biçimde , En az karakterlerle yoğun bir duygu bırakma işi değilmidir?

    İşte "eeee. yani..." cümlem bu yoğunluğu yakalayamamış olmamdan kaynaklanıyor.Eğer bu yoğunluğu hesaba katmazsak öyküye ait özellikleri çok güzel bir şekilde kullandığını ortaya koyabiliriz. Dersini iyi çalışmış bir öğrenci gibi. Yanlış yok, ama eksik olan bir şey var ki o da sarıp sarmalamaması.

    Çok daha iyi şeyler söyleyebilmek için işin içinde olmak gerek bu sebeple okumak gerek.

    Okuyacağım bu hatunu.

    Umarım dünyamda yeni bir pencerenin açılmasını sağlar.

    YanıtlaSil
  3. Kaygusuz'u Sait Faik'le karşılaştırmakla ta baştan en büyük haksızlığı yapmak olur yazara bence..

    Ben yeni bir isim gördüğümde ölçü olarak "kendi sesini arayışa yada bulmuşluğa" önem veririm.

    Kaygusuz'un 3 kitabını okudum-diğerlerini bulamadım ama onları da merak ediyorum.Benim izleyebileceğim bir yazar olacak,çünkü kendine has bir dil oluşturmuş.Cevdet Kudret ödülü de bence bunun için..(ödüllerin belirleyici bir şey olmadığını biliyorum ama sonuçta bir fikir verir bize)

    son olarak, her yazının damakta bıraktığı tat da farklı olabilir-benim alıntılamadığım diğer 10'u aşkın öyküden biri belki de ilginizi çekecektir kim bilebilir..

    YanıtlaSil
  4. Ah canımcım, yanlış bir yoldasın...

    Öncelikle hiç bir kitabını okumamış biri olarak yazdıklarımın çok fazla bir şey ifade etmeyeceğini baştan söylemiş biri olduğumu gözden kaçırıyorsun ki bu bir hatadır:)

    Eleştiri bile değil yazdığım, sadece yazılmış olan BİR öyküden yola çıkarak o öykünün bende ne bıraktığı yada bırakamadığı duygular.

    Başka bir yanlış....

    Değerlendirmelere kendi bakış açınla bakıyorsun, başka bakış açılarını görmek bile istemiyorsun.

    Sana göre oluşturduğunu sandığın dili BİR öyküde görmemi beklemek son derece haksız bir yaklaşımda olur üstelik. Ki tüm kitaplarını okumuş biri olsaydım ve yine aynı şeyleri söylemiş olsaydım bile yine yanlış bir yorum yazdıkların.

    Evet nasıl ki şiir şiirle ölçülürse, öyküde öyküyle ölçülür. Kuşkusuz herkeste bıraktığı tat koku, algı farklılık gösterecektir.Şiiri şiirle ölçmek benim buluşum değil biliyorsun, keşke olabilseydi:)

    Sait Faik i geçebilecekler çoğaldıkça Türk edebiyatı ve Türk dili gelişecektir bu sebeple hepimiz bu arayış içinde olmalıyız ve olmak zorundayız. Ortaya çıkıp ben öykü yazdım diyebiliyorsa kişi bu karşılaştırmayı göğüsleyebilecek bir yüreğe sahiptir demektir.Biz okurlarda ister istemez eğer öykü denen olgunun ne olduğunu biliyorsak ve bu anlamda dağarcığımız hiç te küçümsenmeyecek durumdaysa bizi ciddiye almak zorundalar.

    "Sen harikasın, muhteşemsin, süpersin" cümlelerinin yazarlara geçici bir keyif verdiğinden eminim ama asıl iyiliği yapanlar ona gördüklerini söyleyenlerdir aynı zamanda.Aklı başında ve gelecekte isim olabilecek yazarlar da: "sen de kimsin ki beni değerlendirmeye kalkışıyorsun" demeden, saygısızlık yapanlar hariç, bunları duyabilen kulakları olanlardır.

    Bu sebeple tekrarlıyorum yazmış olduğun öyküde benim için bir eksiklik var. Ki onu da yazdım bir kez daha yazmama gerek yok. Ve yine yazdım bir kez daha yazıyorum bu yazdıklarım BİR öykünün değerlendirilmesidir, bütünün değil.Çok daha iyi şeyler söyleyebilmek için işin içinde olmak gerek bu sebeple okumak gerek diyen yine ben ve bu hatunu okuyacağım diyen de ben...

    Bu sebeple haklısın burada bir haksızlık var ama sanatçıya değil bana yapılmış bir haksızlık olarak değerlendiriyorum bende senin yorumunu)))))))))))))

    YanıtlaSil
  5. Sevgili sudaay,

    Bilirsin ki, hızlı okuyucuyum ve yarım kalmış işleri hiç sevmem.

    Yazarımızın Yere Düeşn Dualar adlı romanı ve Sandık Lekesi adlı öykü kitabı okunmasını tamamlamıştır.

    Geride okunacak başka kitaplarda var, ve gerçek anlamda düşünceleri söylemek sanırım o zaman gerçekleşecek. Şu ana kadar burada alıntılanan ve yorumlanan kitapları öncelikli olarak okumuş olmam umarım sanatçıya haksızlık yapmış olduğum izlenimini uyandırmaz. Ne de olsa ilk kitapları bunlar....

    Yere Düşen Dualar adlı romanı, üzerinde söylenecek çok şey var. Roamn olarak piyasaya sunulmuş bu kitabın roman dışında ne olabileceğini düşünmedim değil....

    Farkında olmadığım yeni tür mü doğdu diye edebiyatta bir hayli bocaladım. Kitaptaki bölümler halinde çoğunlukla öyküyü andıran ancak birbirine bağlı hikayeler oldukça ilginç. Hele bazıları gerçekten çok güzel.Bunları ayrı ayrı yerlerde görüp okumuş olsaydım her bölüm için çok farklı şeyler söyleyebilirdim güzellikleriyle ilgili olarak.

    Ama ne yazık ki bir roman içersinde ele alınmış minik öykülerden oluşmuş roman adını verdikleri yeni bir tarzla başbaşayız.Kesin buna yeni bir isim bulmak lazım.

    Her bölüm kendi içersinde oldukça güzel olmasına rağmen bazı bölümler çok daha güzel. Beğendiğim bölümlerde abartılı metaforlara yer verilmemiş.Kitabın büyük bir kısmında insanı canından bezdiren metaforlar dolu. Doğal olarak okur bir yerden sonra kopmaya adaydır.

    Mesele zorluğunda falan değil. Herşeyden önce zor bir kitap kesinlikle değil. Ama hani biraz depresif karakterli hiperaktif kişilerin davranışları, konuşmaları bir yerden sonra kişiyi takip etmede insanı zorlar ya kitap ta bu gereğinden fazla metaforlarla aynı etkiyi yaratıyor.

    Sembolizm desem, pek oraya da oturtamadım, buna kendi dili diyeceksek eğer valla sanırım uzak durabilirim.Bol miktarda duyguların aktarımı var. Düşünceler satır aralarında gizli yada hiç yok. Yani kocaman bir benzetme yumağında dolanıyorsun.

    Romanı okurken bir ara , aslında iyi bir öykücü olabilir diye geçirdim içimden. Çünkü kullandığı dil ve teknik buna çok daha uygun.

    Ve nihayetinde öykü kitabına sıra gelince, onca öykü arasında ben "Kadın Sesleri" ni beğendim.Çok daha basit kendini öykünün içinde bulabileceğin her türlü doku var bu öyküde.Sadece son paragrafı kalemimle karaladım ve öyküden çıkarttım. Çünkü öykü o son paragraftan önce bitmişti benim için.

    Aaa biliyorum çok gıcık ve ukalanın tekiyim, bunu yapma hakkına sahip değilim, ama yaptım, bağışlanmayı umabilirim.

    Hala daha bir bütünü yakalayabilmiş olmamanın etkisiyle yazılmış bir yazıdır bu. Sanırım daha önce kullandığım bir imzayı eklemeliyim.

    ...........................

    Yazdıklarım kişisel düşüncelerimdir, önemsemeyin:)

    YanıtlaSil

Related Posts with thumbnails