25 Eylül 2009

Gündüz Vassaf



Gündüz Vassaf 1946 doğumlu
Yazar, Psikolog.

Vassaf'ı sanırım ilk kez Türkiye'nin "Siyaset Meydanı" ile yatıp kalktığı dönemlerde bu programa konuk olarak katılması sayesinde gördüm, konusunu tam hatırlayamıyorum ama sabah 5' e kadar bir sürü kişi konuştu tartıştı ve Uğur Dündar son sözü nedense o ana kadar konuşmayan Vassaf'a verdi. Ve son konuşma o kadar toparlayıcı ve kısaydı ki keşke baş taraflarını hiç izlemeseydim demiştim ve bu ismi unutmamak için bir yerlere not almıştım. Sonradan kitaplarında da benzer bir şaşırma yaşamıştım, ele aldığı konular o kadar aşınmış şeylerdi ki hani artık bu konuda kesinlikle yeni bir şey söyleyemezsiniz derken Vassaf size yeni ve değişik bir bakış açısı sunmaktaydı..



Liseyi İstanbul Robert Koleji'nde tamamladıktan sonra 1968'de George Washington Üniversitesi'nde psikoloji eğitimi gördü. 1977'de Ankara Hacettepe Üniversitesi'nden doktorasını alan Vassaf, uzun bir süre Ankara Üniversitesi Mediko-Sosyal Merkezi'nde öğrencilere psikolojik danışmanlık yaptı. Uluslararası Psikologlar Konseyi yönetim kurulu üyeliğinde bulunan Gündüz Vassaf, 12 Eylül askeri darbesinden sonra öğretim üyeliği yaptığı Boğaziçi Üniversitesi'nden istifa etti.

O tarihten sonra Kassel, Bremen ve Marburg Üniversitelerinde öğretim üyeliği, Kanada'da McGill Üniversitesi Center for Developing Area Studies'te konuk akademisyen, Amsterdam'da Averoes Stichting'de klinik psikolog, Viyana'da Institut für Höhere Studien 'de konuk araştırmacı olarak bulundu.

Yazar, psikoloji alanındaki eserlerinden çok, tarihe farklı bakış açısıyla yaklaştığı çalışmalarıyla tanınmaktadır.

Kitapları:

Psikoloji ile ilgili olan kitapları

-1977-Zekâ ve Zekâ Testleri Nedir Ne Değildir?
-1977-Temel Zihin Yetenekleri Testi
-1978-Introduction to Psychology
-1985-Türkische Arbeiterkinder in Europa
-2009-Dümezil'in Sosyoloji Dersi Notları (Belkıs Halim Vassaf'ın Defterinden)

Diğer alanlardaki kitapları

-1999-Cehenneme Övgü,
-1999-Cennetin Dibi
-2000-Annem Belkıs
-2002-Daha Sesimizi Duyurmadık
-2003-Özgürleşmenin Sorunları: Mehmet Ali Aybar Sempozyumları
-2006-40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra, Amerika Rusya
-2007-Tarihi Yargılıyorum
-2008-Türkiye, Sen Kimsin
-2008-Guantanamo’dan Şiirler: Mahpuslar Konuşuyor (çev.)
-2009-Leventname
-2010-Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür!
-2011-Gündüz Feneri
-2013-Mostari -Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü
-2014-Istanbul'da Kedi
-2015-Boğaziçi'nde Balık
-2015-Nazım (çocuk kitabı)
-2016-Ne Yapabilirim? Geleceğe Kartpostallar
-2017-Yol Arkadaşım Havaalanı Yazıları
-2018-Sınırsız

Kitaplarından Notlar:

Cehenneme Övgü 277 Sayfa-İletişim Yayınları



-İşin en saçma tarafı, en saçmasını bile filozofun birinin çoktan söylemiş olması... (Çiçero)

-Kişinin istediği saatte yatağa yatma hakkını, özgürlüğünü savunan hiçbir kurum olduğunu anımsamıyorum-AŞK- üzerine kurulu olan ve iki kişinin özgür istemleri aracılığıyla gerçekleşen evlilik kurumları- nda bile, her iki taraf aynı zamanda yatmadığı , biri daha geç yattığı, geceyi daha fazla yaşadığı taktirde, sorunlar çıkmakta gecikmeyecektir, kurum herzaman " geç " yatanı suçlar...

-Yaşamın anlamı’ gece duyumsanır ve sorgulanır. Kimse bunu öğle yemeği sırasında tartışmaz. Yaşam, gecenin konusudur...

-Sessizlik , sözcüklerin yokluğu demek değildir, sessizlik beş duyumuzun ve bundan daha da fazlasının toplam deneyimidir-duyumötesi algılama diyebileceğimiz durumu da içine alır...

-İktidarın en büyük korkusu muhalefet değil, ciddiye alınmamaktır....

-Taraf seçmek,insanı gelişmekten,deneyim yapmaktan, iletişim kurmaktan alıkoyar,taraf seçmekle, içine hevesle kendimizi hapsettiğimiz "getto "lar kurmuş oluruz- seçmek, bir yere ait olmak demektir, ait olmakla da dostluklar kazanırız, aksi halde toplum dışına itilmiş oluruz...

-Cinselliğimiz bedenimizden çok zihnimizdedir...

-Başka bir mekan ya da zamanda mahkum ettiğimiz "onlar " , bir bakıyorsunuz tekrar " biz " oluyor, bunu sürekli değişme ve derhal ait olma olgusuna bağlayabiliriz...

-Başkalarına özgürlük sağlama adına kurduğumuz örgütler, çoğunlukla kendi özgürlüğümüzün sınırlarını görme yeteneğimizi kısıtlar...

-Öyle bir noktaya geldik ki , yöneticilerin varlıklarını bize doğrulatmaya gereksinmeleri yok artık, onların varlığını biz kendimiz doğruluyoruz, kendilerini yeryüzünde Tanrının temsilcileri olarak sunan kralların bizi aldatmasına gerek yok, eskiden olduğuı gibi hala yöneticilerimiz var, değişik olan ; yasallıklarını Tanrıdan değil bizden almaları !...

-Özgürlük ; " ya bu- ya o " değil, " ya hep- ya hiç " eylemidir daha çok..

-Özgürlükten korkarız, bizi nereye götüreceği düşüncesi ürkütür bizi, bu yüzden sözüm ona seçme özgürlüğünü yeğleriz, bizimle aynı şeyi seçen başkaları da varsa , ki herzaman kaçınılmaz olarak vardır, o zaman bizde özgürlüğümüzde kendimizi güven içinde duyumsarız ; öylesine özgür değiliz ki, bunu bile başkalarına doğrulatmak isteriz...

-Ütopyacı ufuklarla bezenmiş siyaset ; iktidarı ele geçirip-koruma mücadelesinden başka bir şey değildir...

-Yıkıcı güçler yıkılmaz, ancak her birimizin ve hepimizin içindeki yaratıcılığın ve ondan doğacak güzelliğin karşısında yok olup gider...

-Yaratıcılık, yoğun yaşayan ve sevgiyi başkalarıyla nadiren paylaşan insanların giriştiği umutsuz bir eylemdir...

-Şairler susacak
Şair olduğunda herkes... (Reşit Ergener)


-Anlaşma , bir süreci durdurur, yaratıcılığı durduran bir frendir o, doğa çatışma içinde ve çatışma sayesinde uyumluluğunu sürdüre- biliyorsa, bizde anlaşmayabiliriz-kendi kendimize böyle bir borcumuz var...

-Beklenmedik şeylerden korkarız. Delilerin, beklenmedik şeyler yapmaları beklenir. Bizler ise, beklenmedik şeyler karşısında ne yapacağımızı bilemeyiz. Tüm mesleki, toplumsal ve cinsel ilişki- lerimizde, her şeyi önceden bilmek ve denetlemekten hoşlanırız. Gerçekten denetleyemediğimiz tek şey olan düşlerimizi de ya unutur ya da bastırırız. Denetleme gereksinimi hepimizin içindeki totalitarizmin belirtisidir tabii. Tümüyle özgür, yapılandırılmamış durumlar bizi rahatsız eder. Tıpkı sessizlik gibi...

-Hedef ve amaçlarımızın yüzünden hayatı yaşamak yerine, onu tüketiyoruz...

-Sevgiden vazgeçerek, tarifeye göre yol alan bir tren ya da sadece ikmal yapmak üzre duraklayan bir yarış otosu gibi hayatı tüketmek pahasına hedeflerine varan bunca insan olduğunu görmek, şaşırtıcı olduğu kadar üzücü de...

-Otomatizasyon "sürüp giderken", insanın tüm organları kuruyup gidecektir-düğmeye basan parmağı dışında...( Frank Lloyd Wright )

-Biz bir sonuç değiliz, bir " son " da değiliz,daha görkemli , daha güçlü, daha güzel bir hedefe doğru yükselmiyoruz, bir amacımız yok, önceden belirlenmiş bir kaderin parçası değiliz, durup dinlenmek- sizin, değişen bir sürecin parçasıyız yalnızca, ölümsüzlük diye bir şey yok-her şeyin bir birleşme süreci, görünürde bir başlangıcı ve şekillenme aşaması var, sonra ortadan kayboluyorlar, sonsuza dek değişen, birbirlerini etkileyen bir süreç içinde, yeni biçimler alarak, bir başka yerde ortaya çıkıyorlar...

-Zamanın inim inim inleyen köleleri olmamak için sarhoş olun durmamacasına! Şarapla, şiirle ya da erdemle, nasıl isterseniz...

Bu kitapla ilgili Taylan Kara'nın bir değerlendirme yazısı...

Cennetin Dibi 246 Sayfa-İletişim Yayınları



-İnanın, kiliseye, camiye gitmiyorsanız bedava diyedir. Türümüzün bir özelliği bu. Bir yandan beş para etmeyen şeylere dünyanın parasını verir, bir yandan da maddi değeri yok diye dünyanın en güzel şeylerinin bedava olduğunun farkına varmaz ya da küçümseriz...


-"Evliliğin neden olduğu sinir hastalıklarının şifası, sadakatsizliktir..." (Sigmund Freud)

-Çocuklar, vücutları narin olduğu için mi açlıktan, kıtlıktan daha çok ölüyorlar? Yoksa yetişkinlerin, onlar için uygun gördükleri 'çocuk payından' mı?...

-Amerikalı sosyologların yaptığı davranış gözlemleri, insanın sosyal sınıfı yükseldikçe cinsel çiftleşme biçimlerinin, fantezilerinin çeşitlendiğini gösteriyor. Örneğin en alttaki işçi sınıfında kadın yatakta hep altta...

-Ulaşım teknolojisindeki son üç bin yıllık gelişme at, eşek, tekerlek, otomobil, uçak derken ayağımızı yerden kesti. Şimdi 20. yüzyılın son çeyreğinde uzaya doğru yola çıkmışken birdenbire binlerce yıl öncesindeki 'doğal' insana dönüş yaparak sağlıklı olmak için trafikte, otomobiller arasında jogging dedikleri bir şey yapıyor insanlar. İşte bu toplu çılgınlık, tabiat kaidelerine bir uyumsuzluk örneği. Çağımızın yeni sağlıklı insanı kirli havada, ozon deliğinin ışınlarında yaşayabilen, genetik mühendisliğiyle üretilmiş ilaçlı domatesleri, hayatında bir adım atmamış ve güneş görmemiş hormonlu tavukları yiyen insandır. Eski sağlık anlayışına uygun biçimde sağlıklı kalmaya çalışan, bugünün hasta insanıdır. Ciğerleri ne kadar temiz, kanı ne kadar katıksız ise o kadar daha fazla ölüme yakın, ölüme mahkumdur. Darwin'in güçlüsü bu ortamda yaşayabilen yeni insandır; akıntıya kürek çekerek artık var olmayan bir dünyayı yapayca yaratarak yaşayan, artık olmayan bir dünyaya uyum sağlamaya çalışan değil. Gelecek nesilleri belirleyecek doğal seleksiyon türümüzün sağlıklı evrimi için ciğerleri kirli, kanları zehirli olduğu için hayatta kalabilen güçlü insanları seçecek...


Annem Belkıs 303 sayfa-İletişim Yayınları



-Bu kısacık el sıkışmalarının hepsi , benim kendimi nasıl algıladığımı etkiledi; kimi el sıkışma; geleceğe ilişkin ideallerime azim verdi, kimi onun yerinde olmak istedim, kimisiyle el sıkışmak beni ezdi, küçülttü, bazen el sıkışırken acıma duygusu hissettim, bazen de çaresizlik ve keder, kimi eller hissedilmeyecek kadar uçucu, kimileri de sanki hayat ve enerji doluydu...

-Çoğunu ezbere bildiğim kızlar
sevdalar geçit vermez gözbebekleri
akşam bir esmerliğe doğru yol alırken
pencere pervazlarına otururlar

Çoğunu ezbere bildiğim kızlar
niteliksiz bir hüznün ortasında
yerli yerine oturmamış bir gece vakti
kurutulup saklanan bir acı kuşanırlar

Çoğunu ezbere bildiğim kızlar
çıkmaz bir sokakta yürekleri
tahta bir merdivene benzer ki
her basamağı ayrı sesle gıcırdar...(İhsan Fikret Biçici)

-Uçmakdere-Köşe yazısından:

Sana aşıktım
itiraf ediyorum
hala
kıvılcımları aşkımın
koruyorlar ateşini

Sıkmasın seni
bu söylediklerim
istemem bir daha üzülmeni
sevmiştim seni ümitsiz
dili tutulmuş
ürkek, kıskanç sevgililerin acısıyla

Ne kadar da içtendi aşkım
ne kadar şefkatli
Tanrı'ya dua ediyorum
böyle sevsin seni
bir başkası...(Alexander Puşkin)


Daha Sesimizi Duyurmadık 334 sayfa-Bilgi Üniversitesi Yayınları



Kişisel notlarım yok-Arka kapak tanıtımından..

"Kendilerinden ‘kayıp kuşak’ diye sözedildiğini söylediğim bir Türk işçi çocuğu öfkelenerek ‘kayıp filan olmadıklarını’, ancak ‘seslerini de duyuramadıklarını’ söylemişti."

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları’nın "Göç Araştırmaları" dizisinde yayınladığı ikinci kitap Gündüz Vassaf’ın 20 sene önce yayımlanan "Daha Sesimizi Duyurmadık" kitabının genişletilmiş baskısı. 12 Eylül’le beraber öğretim üyeliği yaptığı Boğaziçi Üniversitesi’nden istifa ederek, kendi deyimiyle "misafir işçi" olan Gündüz Vassaf, 1964’te başladığı "göç" konulu araştırmalarına, yılların birikimini ekleyerek yazdığı Daha Sesimizi Duyurmadık kitabında, İstanbul Bilgi Üniversitesi öğretim görevlisi Yard. Doç. Dr. Ayhan Kaya ve London School of Economics’ten Eva Ostergaard-Nielsen’in de birer makalesi bulunuyor.

Gündüz Vassaf’ın çalışması, "öteki"ni daha da "ötekileştiren" milliyetçi, tutucu ve etno-sentrik yaklaşımlar yerine, göçmen psikolojisini insanî bir tutumla çözmeye çalışan, örneklerle ilerleyen
birinci kitap ve "göç araştırmaları"nın ideolojisi ve eleştirisi üzerine kurulan ikinci kitaptan oluşuyor.


40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra 310 Sayfa-İletişim Yayınları



Kişisel notlarım yok-Arka kapak tanıtımından..

"Direnen insan özgürlük tutkusunu koruyabiliyordu. Günümüzün edilgen insanı kendisine sunulan özgürlük kalıplarının tüketicisi." Gündüz Vassaf 40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra Amerika-Rusya'da eğlenceli, mizahi, şiirsel bir dille çocukluk ve gençlik yıllarından tanıdığı Amerika ile "sosyalizmin beşiği" diye merak ettiği Moskova'yı, 40 yıl sonra sadece anılarının izinden giderek değil, tekrar görerek, yaşayarak anlatıyor. 21. yüzyılın gönüllü totalitarizmine karşı dikkatimizi çekiyor.

Edebiyatımızda türüne nadir rastlanan, gezi ve anıların, şiirler, şarkı sözleri ve film diyaloglarıyla harmanlandığı; bir psikoloğun gözünden kişi ve toplumların dile getirdiği "aykırı" bir kitap.

'68 kuşağının egemen düzene başkaldırısıyla "kapitalizmin cehenneminde sosyalist cennetin düşlerini kuran," Moskova'da sarıldıklarını yitiren bir genç... Pentagon kuşatmasından Moskova gecelerine, aşklarına ve hayal kırıklıklarına, erotik politikadan, komünist düşmanlığının paranoyak boyutlarına, Çeçenistanlı Timur'dan, San Francisco'da Şükran Günü sofralarına, sürgündeki dayı Zekeriya Sertel'den, Stalin'e, Nâzım Hikmet'e... "İzleyenin izlenen olduğu" Amerika'dan, "sosyalist düşlerden kapitalizm düşkünlüğü"ne geçen Rusya'ya kadar uzanan 40 yıllık bir anılar zinciri, seyahat notları...Dünümüzle birlikte yarına bakan bir kitap.

40 Yıl Önce 40 Yıl Sonra Amerika - Rusya'da Gündüz Vassaf'ın akıcı kalemi, iki ülkeyle birlikte kendisinin de nasıl değiştiğini gözler önüne sererken, "gerçek özgürlüğü" temsil ettiklerini öne süren her iki zihniyetin de totalitarizmde, tutuculukta nasıl birleştiklerini Amerika'da Rusya'da bulunmuş birisi olarak "içeriden bir bakışla" anlatıyor.

Tarihi Yargılıyorum 160 Sayfa-İletişim Yayınları



-Asıl araştırılması gereken, neden aç insanın çaldığı ya da sömürülen adamın grev yaptığı değil, neden aç insanların çoğunun çalmadığı ve sömürülenlerin çoğunun greve gitmediğidir...(Wilhelm Reich)

-Deliliğim, insanlığa karşı duyduğum sevgidir... (Nijinsky)

-Oluşum Kronolojisi

Büyük patlama ve Evrenin doğuşu : 13.7 milyar yıl
Samanyolu :13.6 milyar yıl
Güneş Sistemi : 4.5 milyar yıl
Homo Erektus-iki ayak üstünde ilk insan :1.000.000 yıl
Homo Sapiens Sapiens-Biz : 89.000 yıl
Afrika'dan Dünya'ya yayılışımız : 66.000 yıl
İlk duvar resimleri : 30.000 yıl
İlk Tarım : 10.000 yıl
İlk şehirler- Çatalhöyük-Eriha : 9.000 yıl
İlk yazı :5.000 yıl
İlk Kitap :4.500 yıl
İlk Barış Antlaşması- Kadeş : 3.265 yıl
Birleşmiş Milletlerin kuruluşu : 62 yıl
Savaşın yasaklanması-Japonya : 60 yıl
Evrensel İnsan Hakları Sözleşmesi : 59 yıl
Kyoto Protokolu : 10 yıl önce...

-Terörizme karşı savaş nasıl mümkün olabilir ki savaşın kendisi terörizmken?

-Japonya, anayasasında savaşı yasaklamış bir ülke. Oysa bugün Japonya deyince aklımıza savaş kültüründen türeme samuraylar, kamikazeler, karateciler, kendocular gelir.

-Yarın için kaybolan, sadece nelerin konuşulduğu kararlaştırıldığı değil. Yazılı belgelerden yararlananlar aynı zamanda diplomasinin nasıl yürütüldüğünün, kişiler ve devletler arası güç ilişkilerinin, hitap tarzlarının, psikodinamiğinin da malzemesine sahiptiler. Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa Kralı François'ya hitap ederken, 'Ben ki sultanlar sultanı, hakanlar hakanı, hükümdarlara taç veren, Allah'ın yeryüzündeki gölgesi...' diye başlayıp, satırlarca sıraladığı sıfatlardan sonra, 'Sen ki Fransa vilayetinin Kralı Françis'sın,' diye başlayan mektubu buna bir örnek.

-Haşhaş tohumu nasıl afyon müptelasının hammaddesiyse, milliyetçi, köktenci ideolojilerin oluşmasında tarih aynı işlevi görür. İstediklerini tarihi kaynaklarda bulamazlarsa uydururlar."
(Eric Hobsbawn)

-"Biz, kim miyiz?
Alp Arslan ve Selçuklular 1071'de Malazgirt'ten sonra Anadolu'ya kaç kişi yerleştiler ki? DNA araştırmaları bugün Anadolu nüfusunun en çok %30'unun Orta Asya kökenli olduğunu gösteriyor. Her ne kadar milli tarih bilincimiz hepimizi birleştirdiği söylenen Türk kanına dayandırılsa da, 'Türklerin Tarihi' kitabında Jean-Paul Roux, 'Türklerin damarlarında eski Türk
kanından, elmacık kemiklerini çıkık ve gözlerini çekik yapan o kandan daha çok yabancı, Moğol, Çinli, Yunanlı, Kafkas, Rus, Afrikalı kanı akmaktadır.' der. Bence gene de eksik bir liste. Sanki hiç 'kız alınıp verilmemiş gibi' bin küsur yıl bir arada yaşadığımız Yahudilerin, Ermenilerin, Kürtlerin adı geçmiyor."

-Kimilerinin anlı şanlı diye baktığı tarihler, başka bir bakışla, baştan aşağı bir suçlar silsilesi.



Türkiye, Sen Kimsin 337 Sayfa-İletişim Yayınları



Kişisel notlarım yok-Arka kapak tanıtımından..

Türkiye, Batı’ya bağımlılığında, edilgenliğinde, aşağılık kompleksinde, başka birçok ülkeden farklı değil. Farkı, iç çekişmelerinden kurtulup evrensel değerlerin benimsenmesinde dünyaya öncülük etmesi olabilir. Yeni oluşan dengeler açısından kritik ve belirsiz bir noktadayız. Türkiye’yi Rusya, Çin ya da İslâm cephesinde görmek isteyenler de var, Vatikan’ın yoldaşlık yaptığı Avrupa-ABD cephesinde görmek isteyen de.

Ben ne Türkiye’yi ne de kendimi, bu cepheleşmenin taraflarından biri olarak görmek istiyorum; ne de iki ipte oynayan cambaz olmasını...Kurulmakta olan ittifaklar, bizi dünyalı olmaktan, dünyanın karşı karşıya olduğu sorunlarla uğraşmaktan alıkoyuyor.

Hele yeni kuşaklar, tarihten hortlatılan dinî çatışmaların ne tarafı ne de kurbanı olmayı istiyorlar. Ne var ki, meşruiyeti çökmüş bir dünya düzeninin getirdiği açlık, sefalet ve adaletsizlik, çatışmalarda saf tutsunlar diye nice genci provoke edenlerin işini kolaylaştırıyor.
Geçmişin tecrübesi adına, geçmişin hatalarını çok tekrarladık.

Avı, tarımı, teknolojiyi hep yaşlılar aktardı gençlere.Oysa bugün, türümüzün tarihinde ilk kez, yaşlılar gençlerden öğrenmenin arifesinde.

“Gündüz Vassaf düş gücünün avukatı, düz yazımızın en özgür ruhlu kalemi...” (Orhan Pamuk)

Guantanamo’dan Şiirler 92 sayfa-YKY Yayınları



Kişisel notlarım yok-Arka kapak tanıtımından..

Küba'nın kuzeybatısındaki Guantanamo Körfezi'nde yer alan ABD deniz üssünde 2002'den bu yana en azından 775 Müslüman erkek gözaltında tutuldu. Geçen altı yıl içinde tutuklulardan 470 kadarı serbest bırakıldıysa da, kalanlar, Cenevre Sözleşmeleri'nin en temel koşullarına aykırı olarak, haklarında herhangi bir suçlama yapılmadan ve yargı önüne çıkarılmadan esaretlerinin yedinci yılına girmek üzere.

Guantanamo'dan Şiirler, Guantanamo mahpuslarından dünyaya ulaşabilen ilk ses: Çoğu hala Guantanamo'da bulunun 17 tutukludan 22 şiir.



Leventname 120 sayfa-Heyamola Yayınları

Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, atmosferini, doğal güzelliklerini, unutulan değerlerini, yeme içme kültürünü, gecesini gündüzünü, yazını kışını, folklorunu, eğlence hayatını, daha bin türlü özelliğini, herkes kendince görür. Tarihçi başka, coğrafyacı başka, turizmci başka, asker başka, öğretmen bambaşka bir gözle görür ve kendi bakış açısıyla yazmak ister.

Ama bir yazar-edebiyatçı, kendince bir duyarlıkla yaklaşır kentine. Çevresine gönül gözüyle bakar. Kendisini değişik insanların yerine koyar, onların yüreğiyle de hissetmeye çalışır, öylece yazar... Yazar yazdığı zaman, birçok kimse o yazıda kendi duygularını, düşünüp de söyleyemediklerini bulur. Kendisinden önce yazılmış olanları da anımsamak ister...

Bu düşünceden yola çıkarak, İstanbul'un kırk semti, kırk farklı edebiyatçı-yazar tarafından kaleme alındı. Okurla aynı zamanda buluşan bu kırk kitaplık dizi hem bir ilk olması hem de İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti'ne armağan olması açısından yüksek değer taşımaktadır.
(Arka kapak yazısından)



Kimliğimi Kaybettim Hükümsüzdür 199 sayfa-İletişim Yayınevi

Sıkı sıkı sarılırız kimliklerimize. Kimliğmizdir, bize kan davalarından savaşlara kadar davetiye çıkartan. Kimliğimizdir, bizi ırkçıların, dalkavukların, oportünistlerin hedefi yapan. Kimliğimizdir, "Sen benim kim olduğumu biliyor musun?" dedirten.

Kimliğimizi bulmak yerine ondan kurtulmalı mı? Giderek totaliterleşen devletlere, hakkımızda depoladıkları bigilerle hayatımızın her girdi çıktısından bize bir şeyler satmaya çalışan şirketlere karşı, kimliğimizi mümkün olduğu kadar değiştirerek, gizleyerek, yalan söyleyerek korumamız şart. Özgürlük, aitliklerimizden sıyrılmamızda.

Doldurduğumuz formlardan, aşklarımızdan, yolculukta karşılaştığımız yabancılara kadar kim olduğumuzu ifşa etmekle meşgulüz. Oysa ilişkilerimiz, yaptığımız işler, kim olduğumuzdan önemli olmalı... ilişkilerimizde "Kimsin?", "Kimlerdensin?" diye ne kadar az sorarsak, toplumca o denli kurtuluruz düzenin kalıplarından...

Ulusal, dinî, cinsel kimliklerimizin bizi esir almasına izin mi vereceğiz, yoksa tüm bunlardan sıyrılıp "dünya vatandaşı" olmanın kapılarını aralayabilecek miyiz? Gündüz Vassaf'tan, insanı kendisi ve yaşadığı dünya üzerine düşünmeye sevk eden, çarpıcı sorularla dolu, zihin açıcı bir kitap...
(Tanıtım Bülteninden)



Gündüz Feneri-Nehir Söyleşi-Kürşat Oğuz
518 sayfa-Alfa Yayınları

Geceyi, ondan karanlık olmayan her şey aydınlatabilir. Önemli olan gündüzü aydınlatmak, Her şeyin ortada olduğunu düşündüğünüz, o yanılsamayla yaşadığınız zamanlarda size görmediğiniz gerçeği gösterebilmek.

Gündüz Vassaf böyle biri. Belki birçok farklı ülkede uzun yıllar geçirmiş olmaktan, belki psikologluğundan, belki de gerçekten iyi' bir insan olmaktan kaynaklanan çok önemli bir meziyeti var: Müdanası yok. Kendi doğrusunu bildiği gibi söylüyor, genelgeçer kavramlara, akımlara kapılmıyor, çoğunlukla da görünmeyenin, söylenmeyenin yanında duruyor.

Gündüz Vassaf'a uygun bir yakıştırma da Don Kişot'luk olacaktır. Kaybedeceğini bile bile doğrusunu savunmaya devam eden, aforoz edileceğini bile bile dünya yuvarlaktır diyebilen biri o.

Yine de hep bir 'ama'sı var. Düşünen birinin kendi çelişkilerini kabullenmesine az rastlanan şu günlerde bu da önemli bir meziyet. Aydın, entelektüel gibi kavramları yakıştırmıyor kendisine. Her süreçte öğrenme peşinde olan biri. Hayatını böyle zenginleştiriyor, geleceği böyle görüyor.

Gündüz Feneri'nde şimdiye kadar görmediğiniz bir dünyaya dikkat çekebilirsek, bu isim de işlevini yerine getirmiş olacak...(Arka Kapak)



Mostari -Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü
367 sayfa-Yapı Kredi Yayınları

Yazar ve psikolog Gündüz Vassaf'ın Mostari kitabının macerası, yazarın Birleşmiş Milletler Barış Gücü'nde çalışırken Bosna'da yaşayan kuzeninin Mostar'daki evinde kalabileceğini söylemesiyle başlar.

Mostar'a varışının ertesi günü, dünyanın dört tarafından gelen herkes gibi Vassaf da evrensel ününe savaş acıları eklenmiş Mostar Köprüsü'nün yolunu tutar, yanında taşıdığı küçük defterini çıkarıp birkaç gözlemini yazar. Hava kararmaya başladığında, elinde kalemi, Köprü duvarının üstünde defteri, kendini de dönüştürecek bir alemin beklenmedik yolculuğuna çıkar.

Gündüz Vassaf, Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Mostari - Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü kitabında, Mostar'da geçirdiği ayları ve bir türlü ayrılamadığı, her gün başında beklediği Mostar Köprüsü'nü anlatıyor. Anı olarak yazmaya başladığı notların bir köprü bekçisinin nöbet defterine dönüştüğünü söyleyen Vassaf, "Bazen yüzlerce turist arasında, bazen gece saatlerinde tek başıma Köprü'yü bekledim. Ben Köprü'yü sahiplendim, o beni zapt etti. Bana neler yaşattıysa ben de dünyamı, duygularımı, düşünce ve hezeyanlarımı onunla paylaştım. Taa ki bir gün beni azat edene kadar."

Ve... Tam da Köprü yolculuğu bitmek üzereyken savaşın çıkmaz sokağından bir sesleniş... Mostar Manifestosu!

Yapı Kredi Yayınları'ndan çıkan Mostari - Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü, Gündüz Vassaf'tan şiirsel bir kitap... Her zamanki gibi öznel... Her zamanki gibi evrensel.


Taylan Kara'nın Gündüz Vassaf'ın hakkında yayınladığı özenli ve tutarlı bir kritik yazısını da bu linkten okuyabilirsiniz.


17 Eylül 2009

Tom Robbins

Robbins

Thomas Eugene Robbins

22 Temmuz 1936 doğumlu
Büyüklere masallar yazan adam...

Zeki insanlara zaafım var galiba benim, ama zekilik beraberinde sıkıcılığı da barındırıyor-Robbins'de ilk başta size zekasını, hayalgücünü hemencecik gösteriyor ama tek farkla oldukça eğlenceli bir şekilde, hatta .ıç'ından uydurduğu bazı şeyleri nete girip araştırmaya kalkışıyorsunuz acaba gerçek mi diye:)

Robbins genellikle Thomas Pynchon, John Barth ve Kurt Vonnegut gibi postmodern yazarların edebi takipçisi olarak değerlendirilmektedir. O da bu yazarlar gibi, modern hayatın saçmalığını teslim ederken, uyum göstermek adına bireysel anlatımından fedârlık yapmaz ve eserlerinde üstkurmaca öğeler kullanır. çoğunlukla okuyucuya doğrudan hitap eder, eserin akışıyla ilgili yorumlarda bulunur ve romanlarında bir karakter olarak varlık gösterir. ancak, çoğunlukla kara komedi türünde yazan ve modern dünya hakkında kasvetli öngörülerde bulunan yakın tarihteki öncellerinin aksine, eserlerinde iyimser bir tona ve genellikle uçarı bir mizaha yer verir.

1971 yılında yayınladığı Dur Bir Mola Ver isimli kitabından bu yana 35 yıllık edebi kariyeri boyunca 9 adet roman, bir yığın şiir ve kısa hikâye yayınladı. 1997 yılında, Bumbershoot Seattle Sanat Festivali kapsamında verilen Altın Şemsiye ödülünü kazandı.

"kalbim bir üçüncü dünya ülkesi
senin aşkın isviçre'den gelmiş bir turist.."



Birçok kitabında etkisinin aşikar olduğu görülebilen Terence McKenna ile arkadaşlık yaptı. Aynı zamanda Hindistan'lı gizemci Osho'nun da hayranıdır ve Amerika Birleşik Devletleri'nde faaliyette bulunan Legal Marijuana Hareketi'nin danışma kurulunda görev yapmaktadır.

Yazarlığının ilk dönemlerinde uzun süre röportaj yapmadığından ve medyaya fotoğraflarını vermeyi red ettiginden okurları bir süre onun kadın olduğunu düşündü. Romanlarını yazarken Frank Sinatra dinlemenin kendisine ilham kaynagı olduğunu söyleyen Robbins, halen beşinci eşi olan Alexa D'Avalon ile beraber Washington'a bağlı La Conner şehrinde yaşamaktadır. Rip ve Fleetwood Star isimli iki oğlu vardır.

280robbins 13589

Her kitabında şirin bir çift barındırır

Parfümün Dansı- Kudra ve Alobar /Siriustan Gelen Kurbağa- Gwendolyn Mati ve Larry Diamond /Ağaçkakan- Leigh Cheri - Bernard nam-ı diğer Ağaçkakan vb.

Bir röportajında sorulan "Tim Robbins ile çok karıştırılıyor musunuz" sorusuna "Evet, bizi bir harf ve onun fazladan kazandığı bir kaç milyon dolar ayırıyor" demişti..

001-082208 000fb6b1

Türkiye’de Yayınlanan Kitapları

-1971-Dur Bir Mola Ver
-1980-Ağaçkakan
-1984-Parfümün Dansı
-1990-Sıska Bacaklar
-1994-Sirius'tan Gelen Kurbağa
-2000-Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar
-2003-Villa Meçhul
-2009-Geriye Uçan Yaban Ördekleri
-2011-B, Bira
-2014-Kovboy Kızlar da Hüzünlenir
-2105-Tibet Şeftali Turtası

StefaniandTomRobbinsAuthorOPT P1010196

Kitaplarından aldığım Notlar

=============o================
01-Parfümün Dansı
=============o================


1984-Parfümün Dansı Parfümün Dansı-Tom Robbins

-Öğleden sonra saatleri birbirini izlerken gölgelerimiz de uzar, geceleri karanlıkta biz kendimizde gölge oluruz, bu bugün de, o zaman da hep böyleydi, yalnızca eski günlerde insanlar bunun farkındaydı, hepsi bu...


-Bilgeliği ellerinde tutanlar, onu her gelen serseme öylece sunamazlar, insanın onu alabilmesi için hazırlanmış olması gerekir, yoksa ona yararından çok zararı dokunur...


-Arzularımızla özdeşleşince, onları fazla ciddiye alınca, yalnız hayalkırıklığına karşı duyarlılığımızı artırmakla kalmıyoruz, ayrıca o arzuların serbestçe ve kolaylıkla yerine gelmesini zorlaştıracak bir atmosfer yaratıyoruz...


-Tanrılar, insanlar onlara inandığı sürece yaşar....


-Tüm ölümlerin % 90'ı intihar sayılabilir, hayata karşı merak beslemeyen, var olmaktan çok az sevinç duyan kimseler, bilinçaltında hastalıkla, kazayla ve şiddetle işbirliği yapar, onları kendi üstüne çekerler...


-Mutsuzluk, kendine düşkünlüğün varacağı son noktadır, insan mutsuzken dikkati hep kendine döner, kendini çok ciddiye alır; mutsuzu neşelendirmeye çalıştığında istemez, karşı çıkar çünkü dikkatini kendinden ayırıp evrene yöneltmek zorunda kalacaktır...


-Parfüm, kadının çiçekte bulunan cinsel gücü gasp etme aracıdır...


-Akşam yemeğinde yenilen pancar sabahleyin tuvalette hala kıpkırmızıdır, bu da pancarın güçlü sindirim asitlerine ve mikroplara karşı ne büyük bağışıklığı olduğunun kanıtıdır; en kırmızı biber bile, en turuncu havuç, en sarı kabak bile o zamana kadar çoktan iğrenç bir kahverengiye dönüşmüştür çünkü; doğduğumuz zaman yusyuvarlak, keskin, saf bir yüzümüz vardır, içimizde evren bilincinin kırmızı ateşi yanar durur ama yavaş yavaş bizi ana-babalar yer, okullar yutar, sosyal kuruluşlar emer, kötü alışkanlıklar kemirir, yaş ise tüketir, sindirildiğimiz zaman tıpkı ineklerdeki gibi altı mideden geçtiğimiz zaman pis bir kahverengi tonunda çıkarız ; pancardan almamız gereken esas ders şudur : insan, yanağındaki ilahi renge; içindeki doğal pembeliğe sarılmalı yoksa kahverengiye dönüşür, kahverengi olmakta, insanın masmavi kesildiğinin rengidir, çivit kadar mavi.. (onunda ne anlama geldiğini bilirsiniz)
çivit
çivitiyor
çivitti...


-Antrolopologlar, ilkel insanlara, nasıl olup da ateşin içinden yürüdükleri halde yanmadıklarını sordukları zaman ilkeller antropologlara, kendi etlerinin titreşim düzeyini ateşinkine eşit bir noktaya yükselttiklerini söylemektedirler, o halde tıpkı bunun gibi usta bir kişinin titreşim hızını yükselterek ya da düşürerek, bir başka boyutunkine uydurması, böylelikle alıştığımız evrenden silinip bir başkasında ortaya çıkması mümkün olabilir demektir...


-Koku, anıların uyanmasını sağlar, anıları uyandırır, buraya koku girmesine izin versek, ölüler hala hayata bağlı kalır kaderlerini kabullenemezlerdi, zaten hayalet dediğimiz şey, koku duygusunu tümüyle kaybetmemiş bir ölüdür...


-Uyanık olduğumuz saatlerde bilinçli zihnimizin derlediği bilgiler, "derin uyku" dediğimiz dönemde "bilinçdışımız" tarafından işlenir, bazı kimseler bizim rüya sırasında bilgiyi işlediğimize inanırlar, esas durum tam tersinedir, rüya demek; zihnin işlenecek veri bulamadığı zaman kendini eğlendirmesi demektir, oysa biz bir gecede yalnızca iki-üç saat "derin uyku" da kalırız, uyku süremizin geri kalan kısmında bilinç-dışı zihnimiz görev başında değildir, canı sıkılır, eğlence arar, kalkar elindeki malzemeyle oynar, anıları canlandırır, imaj yaratır, verileri yeniden sıraya sokar, heyecanlı hikayeler uydurur, buna "rüya" deriz...


-Gerçek ortamda, herkes herşeyi kendi kendine anlamak zorundadır, size gerçek cevapları sunmaya çalışan insanlar aslında o cevapları kendileri de bilmezler çünkü bilseler, gerçek cevapların verilemeyeceğini yalnızca alınabileceğini bilirlerdi....


=============o================
02-Dur Bir Mola Ver
=============o================


1971-Dur Bir Mola Ver Dur Bir Mola Ver_Tom Robbins

-Avcı yabanarısı diye bir böcek var, dişisi örümcekleri ve diğer böcekleri avlar, hiç alışmadık biçimde avlar onları; göğüslerinin altından geçen büyük sinir düğümüne batırır iğnesini, bu sayede böcekler ölmeyip sadece felç olur, dişi yabanarısı sonra felç olmuş kurbanının üzerinde yumurtlar ve avını bir yuvaya hapseder, yumurta kuluçkadan çıkınca yabanarısı tırtılı, avı yemeye başlar, yavaş yavaş parça parça epey sistemli biçimde ilk olarak hayati olmayan dokular ve organlar yenir, felçli yaratık uzun süre canlı kalabilsin diye, konuğu tarafından o kadar çok yenince zavallı yaratık zamanla ölür tabi, uzun bir sürece yayılan tüm bu tüketim sırasında av hareket edemez, bağıramaz ya da hiç bir şekilde karşı koyamaz, şimdi; kiliseyi avcı yabanarısı, iğnesini de okullarda eğitim veren rahibe ve rahipler olarak düşünelim ve öğrencileri de felç edilen avlar olarak, avlara zerk edilen yumurta zamanla tırtıla-kişisel felsefeye ya da dini tutuma dönüşmesi gereken dogmadır...


-Aşkın yüzde sekseni koku'dur...


-Tüm evren ritimlerden kurulu bir karmaşa, her birimiz kendi bedensel ritimlerimizi, kozmosun ritimleriyle özdeşleştirmek gibi bir ihtiyaç duyuyoruz, deniz en büyük ritm faili, rüzgarda savrulan tohum tanecikleri, yörüngede dönen atomlar da ritmik kaslı güçlü bir organ olan rahim, çocuğun doğmasıyla birlikte kasılır, ritmik kasılmalar aslında bebeğin dünyaya teşrifini sağlayan önemli teşviklerdir, her şey ritmle başlar...


-Kendi düzenlerimi yaratmalıyım, aksi takdirde diğer insanların yarattığı düzenlerin kölesi olurum...(William Blake)


-İnsanın hayatını tehlikeye atmayı göze almasını özellikle cesur bir davranış olarak görmüyorum, gerçek cesaret; onsuz yapamayacağın bir şeyi tehlikeye atmayı göze almaktır, düşüncelerini yeniden gözden geçirmeye, değişimin güçlüklerine katlanmaya ve bilineni genişletmeye zorlayabilecek bir şeydir...


-İnsan vücudunun ürettiği toplam elektrik enerjisi bir voltun iki binde biri kadardır, bu kadar elektrik Broadway'i aydınlatmaya yetmez bence , siz ne dersiniz ;
-tüh be bir sosisi kızartmaya da yetmez,
-tanrının bize elektrik faturası göndermemesine şaşmamalı, toplayacağı para posta masrafını kurtarmazdı...


-Hayvan yetiştiricisiyle tarihçi arasındaki temel fark, ilkinin koyun yada inek vb. yetiştirmesi; diğerininse (varsayımsal) gerçekleri yetiştirmesidir, hayvan yetiştiricisi geleceği zenginleştirmek için kullanır maharetlerini, tarihçi ise geçmişi; her ikisi de genellikle bileklerine kadar boka batmış olurlar...



-Kararsızlık şizofreniden daha beter bir baş belasıdır, insan şizoid olursa her iki kişiliği de birbirinden habersiz mesutça yaşayıp gider ama insan kararsız olunca her bir taraf çelişen tarafın acı içinde farkındadır...


-Beni ilgilendiren üç ruh hali var, bir bellek kaybı, iki kendini aşırı derecede zinde hissetme hali üç, vecd hali ;bellek kaybı, insanın kim olduğunu bilmemesi ve kim olduğunu öğrenmeyi delice istemesidir, kendini aşırı derecede zinde hissetme hali, insanın kim olduğunu bilmemesi ve bu duruma aldırış etmemesidir, vecd hali ise insanın kim olduğunu tam olarak bilmesi ama yine de aldırış etmemesidir..


-Doğa-yaşam istikrarlı değil, istikrar doğal değil, bir toplum ya özgürdür ya istikrarlı, ikisi birden olamaz...


-İsa = Baba baksana
Tanrı = Efendim oğlum
İsa = Bu sabah Batı uygarlığı peşime takılıp eve kadar izledi beni, onu eve alabilir miyim,
Tanrı = Katiyyen olmaz oğlum, derhal bırak onu bakayım, kim bilir nerelerde dolaştı...


=============o================
03-Sıska Bacaklar

=============o================

1990-Sıska Bacaklar Sıska Bacaklar ve Digerleri_Tom Robbins


-Sanat, insanın galip geleceği tek yerdir...


- Kudüs, Yaruşalim "Barış Şehri", tek esprili tarafı adıydı, 37 savaş olmuş orda, 17 kez 17 farklı fatih tarafından kül edilmiş, her defasında yeniden inşa edilmiş ve yeniden göz dikilmiş, hem ölümün başkenti hem ölümsüzlük diyarı, hacılık tekerleğinin merkezi, Dünya'daki cennet'in sinek pisliğiyle kirlenmiş aynası, sonsuzluğa sıçrama yeri, hiçbir yere gitmeyen rüzgarlı bir yolda kupkuru ve dağlık bir kutsal cehennem durağı.. Ne bir limanı var ne stratejik mevkileri ne de çevresinde bereketli toprakları. Ne kesilecek ağacı, ne tutulacak balığı ne de çıkarılacak madeni, milletin çiğneyeceği "geven"den başka bir şey yok..


-Eskiden sanatçıların, toplumun akıl sağlığını koruyacak güzel eserler yaratırken çıldırdığına inanırdım, ama bugünlerde sanatçılar, topluma ilham veren değil de sadece, güya onu yansıtan kasten çirkin bir sanat yapıyorlar..


-Ortalama bir kadın çantası yaklaşık 1 kg. gelir, ortalama bir kadın kalbi yaklaşık 250 gram gelir. Bir tef 'in ağırlığıysa ikisinin arasında, el çantasından ziyade kalbe daha yakın yerdedir...


-Her iniş bir çıkıştır..


-Zaman konusundaki bilgi, çok dobra dobra bir şekilde söylenmez, tıpkı mobilyalar gibi, kapıdan geçmeleri için yana yatırılıp çevrilmesi gerekir, eğer geçmiş; döndürüp, kafalarımızın kapısından geçirebilmek için önce ayaklarının vidalarının sökülmesi, çekmecelerinin çıkarılması gereken kocaman bir meşe büfeyse, gelecekte özellikle asansörle taşınma ihtimali pek bulunmayan, çok büyük bir su yatağıdır. Zamanı, geleceğin peşinden koşmak olarak anlamakta direnen milyarlarca kişi, boyuna, asla verendanın yahut antrenin ötesine geçiremeyeceği "su yatakları" satın alıp duruyorlar...


-Ama giderken küçümsediğin ressamlara daha bir yakından bak; hepsinin ortak bir mesajı varsa şudur: "Biz yenilgiyi kabulleniyoruz, geçmişin şaheserlerine karşı bugünün piyasasına karşı, geleceğin yok ediciliğine karşı hiçbir şansımız yok ama biz de varız", bunda öyle dokunaklı, cesurca ve ironik bir şey var ki, bazen ağlatıyor beni...


-İnsan bir karabiber değirmeni, bir zamanlar hayatta kalmanın seyretilmiş et suyuna güçlü bir esrimenin çeşnisini katmış antik baharatları nasıl da nefes kesici bir yavaşlıkta öğütür..


-Aylardan Eylül'dü, Eylül sonu, öyle bir sonuydu ki hem de, çok yakından bakmazsanız Ekim'den ayırt edemezdiniz. Bir dilim ekmeği pasta hamuruna daldırın, Eylül budur işte, altın sarısı, yumuşak ve yapışkan, ekmeği tavada kızartın, bu kez Ekim oldu size, daha gevrek, daha kuru, kahverengi çizgilerle bezenmiş...


-Bir zamanlar "Kenan" denen Filistin'in (Palestin) adı Pales'ten gelmiştir. Pales bir tanrıydı. Eşek Tanrı yahut Eşek Tanrıça, normalde erkekti fakat bazen de dişiydi. Roma'lı tarihçi Tacitus, Sami'lerin eşeğe çok saygı duyduğunu çünkü yaban eşekleri olmasa çölde asla sağ kalmayacaklarını yazmıştı, eşek bir hayat kurtarıcısıydı çünkü süt, et, ayakkabı derisi ve taşıma olanağı sağlardı. Kitab-ı Mukaddes'te geçen "Altın Buzağı" gerçekte "Altın Eşek" ti, çünkü Doğu Akdeniz'de hiçbir zaman fazla sığır olmamıştı. Eşek aynı zamanda inatçı, aptal ve cinsel yönden kaba bir hayvandı, bu nitelikleri barındıran, düzenbaz üreme gücünün ruhu ve kutsal soytarı Pales, insanoğlunun kural tanımaz tutkularına hükmeder, ölümlülere gerek duydukları şeyleri sağlar , fakat önce biraz eğlenirdi onlarla...


-Hayatın tekinsiz evinde gıcırdamayan tek basamak sanattır..


-Astarte, bir tanrıçaydı, onunla ilgili kutsal kalıntılar Neolitik döneme dek uzanır ve onun yıldız ışıklı sandaletlerinden kalan çamuru öpüp başına koymamış tek bir Hint-Avrupa kültürü yoktur. Tanrıça'nın adı Izebel'in memleketi Sayda'da Asatte'ydi, Babil'de İştar'dı, Hindistan'da Kali'ydi, Yunanistan'da Demeter'di (olgunlaşmamış yanıysa Aphrodite'ydi). Anadiliniz Saksonca'ysa Ostara derdiniz ona, Nordik dillerse Freya, Mısırlı'ysanız İsi yada Nut yada Hathor veya Neith. Daha bir sürü adı ve rölü vardı, o bakireydi, anaydı, gelindi, fahişeydi,cadıydı, idam eden yargıçtı, Ay'dan daha çok evresi vardı, ay'ın karanlık yüzünü avcunun içi gibi bilirdi, tanrıça çok değişken ve oyunbaz olduğundan, doğal düzene olduğu kadar doğal kaosa da sevecenlikle baktığından, onun sıcak dişi sezgileri soğuk erkek mantığıyla genelde hiç geçinemediğinden, kızlarının rahimsel büyüleri, ta bilincin şafağından beri oğullarının penis gücüne gölge düşürdüğünden 4000 yıl önce göçebe İbrani'lerden oluşan bir kabilenin gücenik rahipleri ona karşı bir darbe yaptılar ve sonuç Batı uygarlığı diye bildiğimiz büyük çoğunluğudur...


-İnsanlar küçükken bebek arabasına konularak itilip kakılırlardı, yaşlandıklarında da tekerlekli sandalyeye konularak itilip kakılırlardı, bu ikisinin arasında ise sadece itilip kakılırlardı..


-Ekonomik çöküntü denen dönemlerde toplumlar, her türlü temel ihtiyaç maddesinin yokluğunu çekerlerdi, fakat araştırmalar hemen hemen daima bu maddenin bol bol mevcut olduğunun açığa çıkarmıştı. Toprakta bolca kömür, tarlada bolca mısır, koyunda bolca yün vardı, yani eksik olan şey bu maddeler değil, "para" denen soyut bir ölçü birimiydi. Bu tatlıya düşkün bir kadının, gramları olmadığı için kek yapamıyor diye ağlaya ağlaya açlıktan ölmesi gibi bir şeydi, nesnelerin ölçülmesinde kullanılan aritmetik, nesnelerin kendisinden daha değerli hale gelmişti..


Geçmişin son zamanlarda icat edilen bir şey olduğunu gördü, insanların bugünlerini aslında hiç gelmeyecek bir gelecek uğruna feda ettiklerini, zamanın bir yol değil bir çayırlık olduğunu anladı, ruhun bir müze yada kilise değil, gece boyuna açık bir restoran olduğunu ve her düşünce düzeyinde, ahirete inanmanın sağlık için tehlikeli olduğunu anladı, üstelik dünya yok olacak falan değildi...


-Hergün bir hüküm günüdür, hep öyleydi, hep öyle kalacak...


-İnsanlığın sorunlarına siyasi çözümler bulmaya çalışmak boşunaydı, çünkü insanlığın sorunları siyasi değil, felsefiydi ve felsefi sorunlar çözülmedikçe siyasi sorunların boyuna tekrar tekrar çözülmeleri gerekecekti..


=============o================
04-Ağaçkakan

=============o================

1980-Ağaçkakan Ağaçkakan_Tom Robbins

-Onun zihninde Pazar, Tanrı'nın müflon terliklerini koyduğu yerdi. Hiçbir vakit geçirme yönteminin bilemeyeceği kör bir gündü, gürbüz cumartesinin solgun, gergin gölgesi, 'ziyaret hakkına' sahip boşanmış babaların çocuklarını hayvanat bahçesine götürdükleri gün, boş zaman geçirme yeteneği olmayan insanlar için zorla yaratılmış bir boş zaman, akşamdan kalmalığın sınır tanımadığı zaman, sevgilinin hastaneye gelmediği gün, ilahiler miyavlayan, futbol topları osuran aşırı besili beyaz bir kedi..


-Dolunayın gerçekleştiği güne, Ay'ın ne büyüdüğü ne küçüldüğü güne, Babilliler "yürek dinlencesi" anlamına gelen Sabat adını vermişlerdi. Bu günde Ay tanrıçasının, Babil'de bilinen adıyla İştar'ın adet gördüğüne inanılırdı; çünkü neredeyse her eski ve ilkel toplumda olduğu gibi Babil'de de çok eski zamanlardan beri bir kadının aybaşı kanaması geçirirken çalışması, yemek pişirmesi ya da yolculuk etmesi tabu sayılırdı,bildiğimiz sebt gününün kökeni olan Sabat'ta ; erkeklerde kadınlar gibi dinlenmek zorundaydı, çünkü Ay; adet görürken, tabu herkes için geçerliydi. Başlangıçta ayda 1 kere gözlemlenen Sebt, daha sonra Hristiyanlar tarafından yaratılış mitleriyle birleştirilip, işe yarar bir şekilde haftalık hale getirildi, böylelikle günümüzde sert adaleli, sert kasketli, sert zihinli erkekler, adet görmeye ilişkin arketip psikolojik bir tepki sayesinde Pazar günleri işe gitmekten kurtulmuşlardır..


-Pozitivist kişinin dünyasında,çırpılıp yağda pişirilmiş yumurtanın etkileyici yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin, sarı rengin baki kalmasıdır. Varoluşçunun dünyasında çırpılıp tavada pişirilmiş yumurtanın ümitsiz yanı, ne tarafa çevrilirse çevrilsin çırpılmış olmasıdır...


-Lüzumsuz delilikler insanın başını kendisiyle belaya sokar- lüzumlu delilikler ise, insanın başını başkalarıyla belaya sokar, insanın başının başkalarıyla belaya girmesi her zaman daha iyidir-hatta lüzumlu olabilir..


-Dört element'in üç'ü tüm yaratıklar tarafından paylaşılır ama ateş yalnızca insanoğluna bağışlanmış bir hediyeydi, ateşe ; o anda yanmadan, en çok sigara içerek yakın olabiliriz; sigara içen herkes,tanrıların ateşini çalıp evine götüren Prometheus'un cisimleşmiş halidir; peşinde olduğumuz tütün değil ateştir, sigara içen kişinin akciğeri, ateş tanrısına kurban edilmiş çıplak bir bakiredir...


-İnsanlar mükemmel değil,ama aşk mükemmel olabilir bayağılar ile aşağılık olanları dönüştüre-bilmenin yegane yolu bu; mükemmel aşkı yaratmak yerine, mükemmel aşığı arayarak boşa vakit geçiriyoruz...


-Ne garip, romans'ta her zaman 2 kişi bulunduğunu düşünürüz, oysa yalnızlık romansı, çok daha leziz ve yoğun olabilir, yalnızken Dünya bize kendini özgürce sunar
maskesinden sıyrılmak için başka çaresi yoktur...


-Bazen sadece soruyu sormak bile, yaşamı yeniden üretmek için yeterlidir,kayıtsızlık yüzünden oluşan çürümeyi tersine çevirmek için yeterlidir..


-Yerli Kızılderili lehçesinde 'walla', 'su' anlamına geliyordu, vadi gerçekten sulak olsaydı, ona 'walla walla' adını verebilirlerdi- hatta Kızılderililer, yağmur mevsiminde Puget körfezine denk gelselerdi 'walla'maların sonu gelmezdi...


-Girdiği her ilişkide gözlemlediği,1 yıldan eski her birliktelikte dengesizlik vardı, taraflardan biri şaşmaz bir şekilde diğerinden daha çok seviyordu-doğa'nın bir yasasıydı sanki-daha az aşık taraf olmak daha avantajlıydı, daha az acı çekiyordu çünkü..


-Ergenlik çağında liderlik özellik gösterenleri anüs nakli için Hukuk fakültesine postalarlar, tutunursan hükümete girersin; o kadar çok göt'ün politikaya atılmasının nedeni, bunun bir hedefe doğru ilerleme içgüdüsü olmasıymış...


Bu dünyada iki tür insan var:
- çözümden yana olanlar
- sorundan yana olanlar...


=============o================
05-Sirius'tan Gelen Kurbağa
=============o================


1994-Sirius'tan Gelen Kurbağa Sirius'tan Gelen Kurbağa_Tom Robbins


-İçinde yaşadığımız dünya, tamamen hayali bir dünyadır, orası kesin, ama gerçek dünyadan da o kadar da farklı değildir (İsaac B.Singer)


-Gece bir maske midir, yoksa gündüz, gecenin ustaca gizlenmiş halinden başka birşey değil midir aslında?


-Bazı erkekler kişiliklerinin büyük kısmını iki bacağının arasında gizler..


-Onu kafaya aldığını biliyor, aptal değil ama nazikçe gülümsüyor, bir kızın, alıp eve, eğer varsa annesine götürebileceği bir gülümseme...


-Paniğin ufak çakısı gürültüyle koca bir pala'ya dönüşmez mi?..


-Güven, doğru olmadığını bildiğin bir şeye inanmaktır..


- Farkındaysan, para genlerine sahip insanlar var, bunlar genetik olarak servete yatkınlar, bunların DNA sarmalına ekstradan altın bir kromozom eklenmiş ve bu da parayı, kusurlu bir kromozomun hastalığı çekmesi gibi çekiyor. Sen böyle bir şeyle doğmadın ne yazık ki, bu geni, sonradan türetme girişimlerin başarısız kaldı kaçınılmaz olarak, sistemini canlı tutman için sık sık ağrılı iğneler yaptırmak zorunda kaldın...


-Kibirlilik, acıklı bir koruyucu büyü edinme çabasıdır, garson kıza sert davranan her iş kadınında, bir gün kendisinin de bu masaların yanında bekliyor olabileceği korkusu yatar...


-Dışarıda bahar olsa da yasaların evinde daima kış vardır...


-Bir sürü insan, taşıdığı çıkında neler olduğunu bilmez ve hepsi de onu satmaya dünden hazırdır. O çıkında yaşam maceralarını kolaylaştırmak için gereksinim duyulan her türlü gereç vardır ama açıp da içine bakmazlar bile...


-Sarah Bernhardt, öylesine büyük ünü olan, huşu uyandıran bir oyuncuydu ki, Kuzey Amerika'ya yaptığı turnelerde tek kelime İngilizce bilmediği halk hiçbir temsilinde kesinlikle tek bir bilet bile kalmazdı, tiyatroya gidenlere İngilizce izleyebilmeleri için oyunun Libretto'su verilirdi, evet yer göstericilerin en azından bir kaç kez, yanlış libretto'yu, yani sahnelenmekte olandan tümüyle farklı bir oyunun metnini verdikleri de olmuştu, ama hiç kimse çıkıp da bu konuda herhangi bir şey söylemiş ya da şikayette bulunmuş değildi, biz bugünün insanları yaşama bakıyor, ondan bir anlam çıkarmaya çalışıyoruz, genellikle yabancı bir dilde anlatılıyor gibi gelen bir gerçeği gözlüyoruz, ama yanlış libretto'lar verilmiş hepimize, metin olarak İncil verilmiş bize yada Talmud, yada Kur'an. Günlük gazeteler 18.00 haberleri, reklamlar, psikolojik öğütler, devlet başkanlarının saygın bildirileri, ne yazık ki bu çevirilerin hiçbiri var olan gerçek tiyatroda olan bitene belli belirsiz benzemekten öteye gidemiyor ve çoğu da tehlikeli biçimde yanıltıcı...


=============o=====================
06-Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar

=============o=====================

2000-Sıcak Ülkelerden Dönen Vahşi Sakatlar Tom Robbins_Cıkacak

-Şayet evrimci dramanın açılış sahnesi, ışıktan madde ve dile inişi gerektiriyorsa, o halde bu yalnızca kapanış sahnesinde anlam kazanır, tabiri caizse bizler fotonik atalarımızla yeniden birleşiriz...


-Her türlü depresyonun kaynağında kendine acıma vardır, insanlardaki her türlü kendine acıma da kendilerini fazlasıyla ciddiye almaktan kaynaklanır, ama hiçbirimiz evreni kıçında bir sivilce olmaktan daha önemli değiliz, o halde kendimize gelmeliyiz...


-Dil, içinde sözcüklerin asılı halinde bulunduğu bir çözeltidir, aşk bile dilbilimsel bir temel gerektirir...


-Ölüm ve yıkım, bir peygamberin geçinme yoludur, kimse bereketli masallar, hoş bahar havası ya da görülecek güzel günlerin kehanetiyle ilgi çekemedi...


-" bir kamelya düşer
dökerek yağmur suyunu
-dünden kalan..." (buson haiku)


-Onun kütüphane deneyimden geçmesini, mekanın silme kitapla kaplı olmasına katlanmasını, kendisinin ifade ettiği gibi 'sızıntı' nın tadına varmasını istiyordu, kitaplar okunmadığında bile kitap raflarından sızma eğiliminde olan bilgi ve güzelliğin...


-Genç bir kızın cinsel arzularında çok tatlı bir şey var diye düşündü, bu arzularda kederli ve mutlu bir tatlılık var, amaç orgazm olma arzusu değildi, bu nasılsa yıllar sonra gelirdi, bazen bedenini titretecek olan cinsel kasılmaların artması da değildi, ya da illa da aşk ve şefkat özlemi değildi, aslında bir kız ailesinden ve arkadaşlarından ne kadar çok sevgi görüyorsa o kadar az onların parçası oluyordu ki bu başka her şeyden gayri bilgi alma özlemiydi. 

Erişkin yaşamın muhtemel enginliklerinde seyretmek için, karanlık yerlerde erkeklerle yalnız kalma konusunda bir başlangıç yapmaları gerektiğini seziyorlardı, bilinçaltı böyle bir bilginin yetişkinlerin dünyası için çok yaşamsal, elzem olduğu sinyalini veriyordu onlara ve kendilerine has sebeplerden hormonları, kabaran arzular ve ürpertilerden bir yaylım ateşiyle bu sinyalleri artırıyordu, cinsel istekte saklı olan ise var olmanın gizemiyle bir şekilde bağlantı kurmak için derinlerde duyulan arzuydu, ama gençlerin özleminin yetişkin evreninin, penisin uzun bir gölgesinin düştüğü, vaginanın ise hem utanç hem de kurtuluşa geçit olduğu bir evrenin daha küçük (ama o sıra hiç küçük görünmezlerdi) gizemlerini çözme yolunda korkutan ama iyimser bir arzunun üzeri örtülmüştü. Yaşı daha büyük çoğu kadında bu tatlılığın eksik olması, genç kızların o denli ürkekçe, umutsuzca sahip olmak istedikleri, özellikle erkekler söz konusu olduğunda hüsrana uğratıcı ve tatminden uzak bulabilecekleri bilgiye çoktan ulaşmış olmaları yüzündendir...


-Alfabe'deki en hızlı harf olan 'Z' dururken ışık hızını sembolize etmek için neden 'C' seçildi acaba?...


-Nüktedanlık, acı çekmenin reddedilmesidir...(Freud )


-Fiziksel yakınlık gerçekten önemli olan şeyleri serbest bırakmak için bir araçtır: sözcükleri...(Andre Codrescu)


-Delilikle kutsallık arasında seçim yapmak gerekse, kişi her zaman deliliği seçmelidir, çünkü kutsallığın bizi Tanrı'ya yaklaştırmayacağını, delilik için ise her zaman böyle bir ihtimalin var olduğunu biliyoruz... (Erasmus)


-Devenin hörgüçünün yağ yığınından başka bir şey olmadığının farkında mısın?
>Sahi mi? O halde kadın göğsüyle aynı
>A, hayır yanılıyor olmalısın, bir kadının göğüsleri..şey bir kadının göğüsleri birer minyatür ay gibidir, çünkü Ay Macunu ılık kar ve baldan yapılmışlardır.
>Peh ! Seni gidi romantik budala..


-Evren, örgütlü bir anarşidir ve ben onun bayrağının kıvrımları üzerinde uzanmış yatıyorum...


-Kapının yanındaki ahşap direğe asılı olan yaklaşık bir futbol topu büyüklüğünde demirden bir çan, çan ipinin yanında üzerinde el yazısıyla şöyle yazılmış Arapça ve Fransızca bir tebala vardı:
"esnaflar üç kere çalın, yoksullar iki kere çalın, tanrısızlar hiç çalmasın..."

Swetters bu seçenekleri epey bir düşündükten sonra çanı tam olarak bir kere çaldı ve ses çınladı...Yanıt gelmeyince bir kaç dakika sonra çanın ipini dört kez şiddetle çekti...


-Sessizlik bir aynadır, insanlara geri gönderdiği yansıma öyle sadık, bununla birlikte öyle umulmadıktır ki, aynada kendilerini görmekten kaçınmak için hemen her çareye baş vururlar ve modern yaşamın her yerde bulunan hay huyu suret çıkaran yüzeyinden geçici olarak silinip temizlenmezse, onu, kibar konuşma, mırıldanma, fısıldama, hayali diyalog, şizofrenik saçmalama ya da iş o noktaya varırsa, kendi osuruklarının gizli yaylım ateşi gibi böyle ümitsiz kişisel ses araçlarıyla buğulandırmakta gecikmez. Sessizlik yalnızca uyurken hoşgörülür ve uykuda bile çoğu rüyanın tema müziği vardır...


-Bir dinin kurallarına uymak hoş olabilir, birine inanmak ise hemen hemen her zaman feci olabilir...


-Böyle bir plajda tayfun ya da kasırgaya yakalananların ne yapacağını biliyor musun, kendini orta yaşlı bir palmiye ağacının gövdesine, ortasından daha yukarıdan bağlarsın, nedeni basit; daha yaşlı olan palmiye ağacının içi kuru , sert ve gevrek olur, ani rüzgarda ağaç hemen kırılır ve sırtına bağlanmış bir kaç tonluk ağaç gövdesiyle seni köpüren selin önüne katar. Gençce bir ağaç zarif ve ince olabilir, öyle bir ağaca kolay tırmanılabilir ama nihayetinde çok esnek olur, çok kolay eğilip bükülebilir, şiddetli rüzgarda eğilip neredeyse ikiye katlanır ve seni suya batırıp ölmene neden olur ama orta yaşlı bir palmiye en uygunudur, sağlam ama içinde eğilip bükülmesine yetecek kadar öz suyu olan bir palmiye ne kırılır ne de cup diye suya düşer...


-Çok içkici olduğum aklınıza gelmesin, kasten sarhoş olmaya kalkışmak patalojiktir, ben sadece beyin odasındaki ısıyı değiştirecek kadar içmeyi severim. Mobilyaları da değiştirmek istersem ana eğilimimden biraz uzak maddelere başvururum...


-Futon= japon yer döşeği


-Kötü sarhoş kötü koca olur ya da karı; hatta ayıklık, bazı insanlar için inandırıcı olmayıp gecici olan bir kılıftır...


-Bir ilişkinin en güzel yanı, merdiveni çıkmaktır, arzulamak her zaman doyumdan daha nefes kesicidir...


-Ne zaman bir çocuk doğsa, Tanrı'nın her zaman dünyaya yeniden geldiğini varsayıyorum, Noel hikayesinin anlamı budur, ve her seferinde o çocuğun saflığının toplum tarafından bozulmasına gelince, çarmıha gerilme hikayesinin anlamı budur, sizin adamınız İsa bu çocuğu simgeler, onun saf ruhunu ve onun yerine geçen kişi olarak tekrar doğurulup tekrar tekrar ölüme mahkum edilir, defalarca, her soluk alıp verişimizde yalnızca ilkbahar ılımında..


-Sadece iki kere yaşanır;
biri doğduktan önce
diğeri ölmeden önce (Basho)


-Ve böylece iki tür insan olduğunu anlamaya başlamıştı, dünyayı mahvedenler ve yüzeysel dikkatleri büyük ölçüde kendi kişisel refahlarına ait şeylerle sınırlı olanlar...


-Erkekler bilmezler, ama "küçük kızlar" anlar..


-Tatlı uyluklarının arasının 'plastik bir bebek' kadar sıkı, köpük sandviç kadar gıcırtılı, Cezayir menekşesi turtası kadar yumuşak, tatlı ve tuzlu olduğunu söylemeyi düşünemiyordu artık...


-Ben kendimi seviyorum, ama "karşılıksız bir sevgi" bu...


-Son zamanlarda fizikçiler tüm evrende yalnızca iki parçacık olabileceği sonucunu çıkarmaya başladılar, iki tür parçacık değil dikkat edin, iki parçacık..Biri pozitif diğeri negatif yük, bu iki parçacık yüklerini değiştirebilirler, negatif kendi yükünü bırakıp pozitif olabilir ya da tam tersi, yani bir bakıma evrende nitelikleri birbiriyle değiştirilebilir bir çift olarak yalnızca bir parçacık vardır...


-Yer değiştirmelere karar veren şey nedir?
Belki canları sıkılıyordur, bilmiyorum bunu çözerseniz eğer gidip Tanrı'yla öğle yemeği yiyebilirsiniz, haftada iki kez, bulaşıkları ona yıkatın...


-Vagina karşılıkları:

Udru=Athabaska dilinde
Papaya= Kübada konuşulan İspanyolcada
Jugode Papaya= Havana
Slida=İsveç
Chitsu=Japonya
Ilawes goch= Gal'ce
Io Torcung Am Dao=Vietnam ( Vietnamda bu sözcüğün bu kadar uzun olması yüzünden sadece bu sözcüğü söylemenin ön sevişme teşkil edeceğini düşündü..:)
Emadibe/ Ematutu=Bask
Poes/Moer=Güney Amerika beyazlarda
Koek=Güney Amerika melezlerde
İndlela Eya Esizalweni= Güney Amerika siyahlarda


=============o================
07-Villa Meçhul

=============o================

2003-Villa Meçhul villa


-İnsanlar kendilerini yanılsamadan ibaret sistemlere gömerek yaşarlar. Dine, vatanseverliğe, ekonomiye, modaya falan işte, iki bacaklı türün beğenisini kazanmaksa derdin; onlar kadar can atarak uydurmalısın...


-Neden diye homurdanıyordu Tanuki, "Ağaçları devirip insanları dikili bırakırlar ki? " Ağaçların manzarası insanlarınkinden bin kat daha işe yarar be! Hem insanlardan başka dünyadaki her şey de bunu farkında. Belki de bir bildiği vardı. Oksijeni ağaçlar üretiyor, insanlar sadece içlerine çekiyor, kokutuyor ve genelde kötüye kullanıyorlar. Ağaçlar, toprağı bir arada tutuyor, insanlarsa boyuna yerini değiştiriyorlar. Ağaçlar sayısı canlı türüne barınak ve koruma sağlıyor, insanlar bu türlerin varlığını tehdit ediyorlar, yeterli sayıda olduklarında ağaçlar atmosfer sıcaklıklarını düzenliyorlar, insanlar bu düzenlemeleri alt üst ederek gezegeni tehlikeye atıyorlar. Bir insanın gölgesinde oturulmaz, tombalak birininkinde bile, ayrıca ağaçların sinir krizi geçirmeden periyodik değişim yaşayabiliyor olması ne iç açıcı şey değil mi, belki en iyisi de şimdiye dek hangi Akağaç veya Servi size istemediğiniz bir şey satmaya kalktı ki...


-Başka birinin yastığında uyuduğumuzda, bazen kendimizi o kişinin rüyalarını görürken buluruz, bir otel odasında bu nevi bir şey olmaz, nedeniyse orada psişik bir mühür bırakacak kadar uzun uyumuş tek bir kimsenin olmamasıdır...


-Belki de rüyalarımızı, Yeraltı dünyasından sinir sisteminin ötesinde bilgi parçacıkları çekerek biçimlendirebiliyoruzdur, tıpkı metalin havadan oksijen moleküllerini çekerek pas tuttuğu gibi, öyleyse rüyalarda bir psişik oksitlenme biçimi olabilir, her sabah uyanıklığın yağlı paçavrası bizi silip temizler, önünde sonundaysa tepeden tırnağa komple paslanırız, bu noktada da esnekliğimizi, iletkenliğimizi ve net tanımımızı kaybeder, ya bunar ya kafayı yer, kaybolur gideriz. Paçavrayı daha insafsızca uygulasaydık bu böyle olmayabilirdi...


-Her insanın DNA 'sında hala şöyle böyle de olsa gerçek mağara hatırası bulunur...


-Aradan zaman geçti, sanat duvarlardan indi ve ritüel, 'din' oldu, din, 'bilimi' doğurdu, bilim 'dev firmaları' getirdi, dev firmalarsa, bugün ki akılsız doymak bilmez rotalarında ısrar ederlerse eğer, son miraslarından sağ kurtarabilecek kadar şanslı olanlarımızı tekrar mağaralara sokabilecek hale gelecek...


-Din'ler bizi, ruhu aileden yadigar en son cevher olduğuna ve aklımızı kullanmadan itaat etmemiz karşılığında, onu kasa dairelerinde bizim yerimize güvence altına alabileceklerine ya da hiç değilse yangına ve hırsızlığa karşı sigortalayabileceklerine inanmaya iter...


-Nihayetinde belki de bir fıkra hayal etmeliyiz yalnızca, asla tamamiyle anlaşılmayacak kadar koyu ve garip bir aksanla sürekli yeniden anlatılan uzun bir fıkra, hayat işte o fıkra dostlarım. Ruh'sa kahkahayı bastığımız kısım...


-Bir tek şunu unutma oğlum, kafa kemiği kalp kemiğine bağlıdır, kalbinde yaşıyordun şimdiyse sanki haki pantolonunla polo gömleklerini bavula tıkıp kafana taşındın. İkisinden de olmalı oğlum, ne kadar duyarlı ya da akıllı ve eğitimli olduğunun önemi yok, kalbinle beynin uyum içinde birlikte çalışmıyorlarsa o zaman hayatın içinden bir bacağının üzerinde sekerek geçiyorsun demektir, yürüdüğünü sanabilirsin, manyak bir maraton koştuğunu da sanabilirsin ama yalnızca sekme tribindesin oğlum, sek sek oynuyorsun yani...


-Yaşamak telde olmaktır, geri kalan her şey yalnızca beklemektir (Karl Wallenda-İp canbazı)


-Tehlike değişimin parfümüdür, değişimse, geleceğe davettir...


-İç savaş'ın kölelik yüzünden çıkmadığını, Amerika'yı keşfedenin Kolomb olmadığını, İsa Mesih'in hiçbir zaman Hristiyan olmamış olduğunu, 'emsalsiz' in 'ender' le eşanlamlı olmadığını ya da sırtından geçinilen mucit Nikola Tesla'nın Birleşik Devletler'in hem elektrik hem elektronik teknolojisinin babası olduğunu, onun başarılarının yanında Edison'unkilerin, mahallenin becerikli erkeğinin oyalandığı ufak işler gibi kaldığını söylemiş olsanız, herkes size etrafına sapkınlık saçan bir akıl hastası gözüyle bakardı...


-Mayonez, Fransa'nın, yeni dünyanın karman çorman olmuş damak tadına armağanıdır, insanlığın saf yağın hücredeki sıcaklığına duyduğu kadim içgüdüsel özlemle, karmaşık lezzetlere olan modern, romantik düşkünlüğünü birleştiren bir lütuftur...


-Yenilgiye çıkan kapı, hep bir parça aralıktır, pek çok kişi önünden ancak bir an bakıp geçer, bazıları içeriye şöyle bir göz gezdirir ama girmemeyi tercih eder, ötekiler içeri dalıp geri çıkarlar. Meraka, can sıkıntısına kapılan bir kaçıysa, o kadar derine gitmeyi göze alır ya da içeride o kadar uzun zaman dolanırlar ki çıkış yolunu asla bulamazlar...


-İnsanın aklın olmadığı bir yere ulaşması için önce bir aklı olması lazım, akıl ne kadar kuvvetli parlarsa, sonunda gelen akılsızlığın sessizliği o kadar yumuşak olur, tıpkı bir zamanlar ağzına kadar dolu olan kova devrilince, içinde başından beri süt olmayan kovadan daha boş görünmesi gibi...


=============o================
08-Geriye Uçan Yaban Ördekleri

=============o================


-Nevada'nın eyalet marşı abartılı bir geğirmedir..


-Onların arasındayken adeta denizin kokusunu duyuyor, neşeli, tuzlu ıslaklıklarını yanaklarımda hissediyordum.Vajinalar da yunuslar gibi ebedi bir koku salar, hepimizin sallandığı o beşikler kadar sevgi dolu ve duygulu bir gülüşleri vardır.Bu bataklık çölde bile kurumaz, hatta bu ılık sazlıkların cennetin topografyası olduğunu düşündürecek kadar davetkar bir ışıltıyla parıldar.



-"Çölü seviyorum, o kadar temiz ki.." (Lawrence)



-İçinde kısa otlar büyüyen su, turbalıktır. Uzun otlar büyüyen su, bataklıktır. İçinde ağaçlar yetişen su ise sazlıktır..


-Irmaklar sahiden de yaşama açılan uzun, geniş yollar. Kaybolan ırkların kadim gözyaşlarını taşıyor, bin yılı dölleyecek olan köpükleri sürüklüyorlar, sele de dönüşse, durgun da kalsa ırmağın gücü ne kadar abartılırsa azdır..



-Campell'in yaptığı, Yahudülere saldırmak değildir, dürüst ve ödün vermeyen bir akademik kimlik olarak ve-gayri ihtiyari ve doğru bir bağlamda-tarihte eski İbranilerin, örneğin Yunanlar,Mısırlılar, Çinliler, Romalılar, Aztekler, İnkalar ve muadilleri gibi yüksek bir kültür oluşturmayı başaramadıkları, göçebe bir topluluk oldukları, hiçbir sanat eseri üretmedikleri, bilim ya da öğretim merkezi oluşturamadıkları yönündeki gözlemlerini aktarmaktan başka bir şey yapmamıştır. Ona göre İbranilerin en önemli katkısı Yakındoğu efsaneleri yaratmak, onları süslemek, şifrelemek ve zenginleştirmek olmuştur. Bunlar öyle efsanelerdir ki hala modern dünyayı etkilemektedir..



-"Onunla ilk tanıştığımda, onu korumak istedim. Onu yakından tanıdığımda ise onun beni korumasını istedim.." Alan Rudolph, Jennifer Jason Leigh için söylemiş..



-"Bu haksızlık" diye başlıyorum. "Bu kadar bilge ve sevgi dolu bir Tanrı, neden bu sebze suyuna binlerce vitamin koyar da tekilaya bir tane bile koymaz..Cevap Debra Winger'den; "Elbette tekiladan da besleyici gıdalar alabilirsin Tommy. Ama solucanı da yemen gerek.."



-"Kız nereye gitse
o hayalet de peşinde;
ah, çizgileri külotlu çorapların!.."



-Bir dağı baş aşağı edin, içinden kadın çıkar. Kadını baş aşağı edin içinden vadi çıkar. Vadiyi baş aşağı edin, halk müziği çıkar. Halk müziğini baş aşağı edin, mitoloji çıkar. Mitolojiyi baş aşağı edin tarihi bulursunuz. Tarihi baş aşağı edin, din, gazetecilik, isteri ve kararsızlık çıkar karşınıza..



-"Biz buraya bağırsak gazı (flatus) üzerine bir belgesel çekmeye geldik" diyor yönetmen. Normal bir insanoğlu günde ondört kez vücuttaki gazı rektumdan dışarı atar" diye devam ediyor. "Bu arada bütün insanoğullarından sözediyorum, o muhteşem sinema sanatçıları dahil, ipeklilerin arasından pıtır pıtır gaz çıkarır ama suçu hizmetçiye ya da İrlanda kurt köpeğine atar. "Seni yaramaz köpek" Artık siz hesabını yapabilirsiniz. Her yıl arka arkaya dünya genelinde seksen milyon gaz salınımı gerçekleşiyor, hayvanlar da yelleniyor, bu yüzden kurt köpeği de suçsuz değil, hepiniz atmosferdeki flatus katmanını ve onun ozon tabakasın nasıl yediğini tahmin edebilirsiniz, sizlerle paylaşmak istediğim şey ise o ele avuca gelmez pantolon hayaletini, o yaramaz ve görünmez cini fotoğraflama konusunda çektiğimiz güçlükler..



-Oscar Wilde'ın Paris'te ucuz otel odasındaki cafcaflı duvar kağıdını gösterip son nefesinde şöyle dediği söylenir:
" Ya o gider, ya da ben. "



-Kendini beğenmiş bu benmerkezci zavallılarımız için ümitsizlik eroin gibi alışkanlık yapan bir şeydir, seksten bile daha popülerdir ve bunun tek nedeni, mutsuz olduğunda kişinin kendisine çok ilgi göstermesidir. Perişanlık bir tür duygusal masturbasyon haline gelir. Depresyon, başkasından hınç alma silahı olur. Fakat egolarının küçülmesine ve süzülmesine razı olanlar, gülerek-ya da miyavlayarak-egolarına boyun eğdirenler cenneti yeryüzünde bulurlar...



=============o================
09- B, Bira
=============o================



Çocuklar için bira kitabı mı?

Evet, ister inanın ister inanmayın, öyle! Ama aynı zamanda yetişkinler için de bir kitap B, Bira. Üstelik her yazdığı tüm dünyada satış listelerinin üst sıralarında yer almış, ciddi konularda ciddi fikirler verirken eğlendirmeyi de çok iyi bilen bir yazarın kaleminden çıkmış.

Bir varmış bir yokmuş, tam da şimdiki zaman içinde, bir gezegen varmış ve bu gezegende yaşayan canlı türü, insan denen iki ayaklı varlık her yıl otuz altı milyar galon bira içiyormuş. (İnanmazsanız internetten araştırın!) Bu azgın tüketimin renginden, kabarcığından, köpüğünden, geğirtisinden, kısacası huyundan ve suyundan etkilenenler arasında zeki mi zeki bir kız çocuğu, bir de bu kızın şaşkın annesi, duyarsız babası ve çılgın amcası varmış. Çekici olduğu kadar yıkıcı da olabilecek yukarıdaki dört karakter bir araya gelir ve okur B, Bira'yla, gerçekliğin sınırlarına, çocukların yaman zekâsına ve elbette bazılarına göre at sidiği bazılarına göre ise altın sarısı rengindeki bu tuhaf içeceğin nihai anlamına doğru heyecanlı bir yolculuğa çıkar.

(Tanıtım Bülteninden)



=============o================
10- Kovboy Kızlar da Hüzünlenir
=============o================



Robbins'in 1976 yılında yazdığı ikinci kitap olan ve henüz Türkçe'ye çevrilmeyen tek kitabı da Sona Ertekin tarafından çevrildi. Bize de okumak düşer. Tom Robbins, Kovboy Kızlar da Hüzünlenir'de kendine özgü neşeli üslubuyla karşı kültürün sözcülüğünü yapıyor bu kez.


Anatomik bozukluğunu bir avantaja çeviren bir kadının tuhaf hikayesidir bu. Sissy Hankshaw muazzam büyüklükte bir başparmakla doğmuştur. Bu sayede çok iyi otostop yapabildiğinden bütün ülkeyi dolaşır. Sonra model olmaya karar verir. "Kontes" lakaplı bir transeksüel için çalışırken reklam filmi çekimleri için Kaliforniya'ya gider ve kovboy kızlarla tanışır. Bu kızlardan kafa dengi Bonanza Jellybean ve II. Dünya Savaşı sırasında Amerika'da kurulan Japon toplama kampından kaçan The Chink ile birlikte yeni bir hayat kurmaya çalışır. Ama dikkat, amiplerden uzak durun çünkü "kesin olan bir şey var ki amipler durmaksızın bölünerek çoğaldıkları, sahip oldukları tüm özellikleri aktardıkları ve kendilerinden hiçbir şey kaybetmediklerine göre dünyaya gelen ilk amip bugün hâlâ hayatta. İster dört milyar ister sadece üç yüz yaşında olsun, bugün hâlâ bizlerle beraber."
Vahşi Batı'nın yalnızca kızlar tarafından yürütülen en büyük çiftliğine, Rubber Rose'a hoş geldiniz…

"Bu o özel romanlardan biri, sihirli, sıcak, komik ve çılgın, yanınıza alıp uzaklara, gün batımlarına gitmek isteyeceğiniz." (Thomas Pynchon)


1970'lerin anarşizan hippi kültüründen esinlenen uçuk ama eleştirel bir hikayedir bu kitapta anlatılan. Aştan cinsel özgürlüklere, siyasi isyandan hayvan haklarına, bedene, doğaya, dine, hayata dokunan, dilin sınırlarını zorlayan Kovboy Kızlar da Hüzünlenir 1993 yılında Gus Van Sant tarafından sinemaya aktarıldı.




Film bilgileri
Directed by: Gus Van Sant
Genre: Comedy,Romance,Drama
Country: USA
Language: English,German
Runtime: USA:95 min
Awards: 2 nominations
Cast (first 10): Uma Thurman, Lorraine Bracco, Pat Morita, Angie Dickinson, Keanu Reeves, John Hurt, Rain Phoenix, Ed Begley Jr., Carol Kane, Sean Young

Konusu

Drugstore Cowboy, My Own Private Idaho ve Elephant filmlerinin yönetmeni Gus Van Sant’dan yıldız oyuncularla dolu bir komedi. Yazar Tom Robbins’in aynı adlı romanından uyarlanan bu filmde, devasa baş parmağı sayesinde dünyanın en iyi otostopçusu olarak tanınan Sissy Hankshaw’un (Uma Thurman) maceraları anlatılıyor. Her yere giden ve her şeyi deneyen Sissy’nin yolu bir gün sosyetik bir çiftliğe düşer ve burada dişi kovboylarla birlikte sansasyonel bir isyana karışır. Üstelik bu arada daha önce çok az kadının göze alabildiği türden bir ilişki de yaşar. Bu alışılmadık öyküde Uma Thurman’a Keanu Reeves, Roseanne, John Hurt ve Angie Dickinson eşlik ediyor.





=============o================
11-Tibet Şeftali Turtası
=============o================

 

Bu bir otobiyografi değil. Tanrı korusun! Otobiyografi gıdasını egodan alır ve ben, kendiminkinden önce göbek deliklerini anlatmak isteyeceğim insanların uzun bir listesini yapabilirim. Her neyse, (bence) yalnızca ünlü yazarlar otobiyografi yazmalılar... Romanlarımda bile otobiyografik izler bırakmaktan kaçınmak için çaba sarf ettim. Bundan sonra da hayal gücümü aldatmak veya edebiyatta kendi hayatımı kullanmak niyetinde değilim. Tibet Şeftali Turtası, her ne kadar duruşu ve sesiyle epeyce andırıyor olsa ve zayıf ışıkta öyle gibi görünse de bir anı kitabı da değil. 

Daha kesin bir tanım yapacak olursak bu kitap, yıllardır hayatımdaki kadınlara -karım, asistanım, spor hocam, yoga öğretmenim, kız kardeşlerim, temsilcim ve diğerleri- anlatmakta olduğum doğruluğundan kuşku duyulmayacak gerçek hikâyelerin, yine onların ısrarları üzerine nihayet kaleme aldığım uzatmalı öyküsüdür. Edebiyatın formül bozan, tüm dünyada çok satanlar listelerine giren, romanlarıyla gerçeklik ve hayali bir kılan, hikâye çılgınlığıyla meşhur yazarı Tom Robbins Tibet Şeftali Turtası'nda kendi hayatının dalgalı ve durgun zamanlarını, çalkantılı ve muzip anlarını; çocukluğundan, gazetecilik yıllarından, dünya gezilerinden, yazarlığa başlayışından, askerlik anılarından, evliliklerinden, ilişkilerinden seçtiği eğlenceli hikâyeleri anlatıyor.  (Tanıtım Bülteninden)



Kitaplarını edinmek için

Related Posts with thumbnails