29 Temmuz 2011

Hævnen-2010-Susanne Bier



Yönetmen : Susanne Bier
Senaryo: Anders Thomas Jensen
Tür: Dram
Ülke : Danimarka, İsveç
Yapımcı: Peter A.Jensen, Karen Bentzon, Sisse G.Jørgensen
Görüntü Yönetmeni: Morten Søborg
Müzik: Johan Söderqvist
Süre: 119 Dk.
Ödül: 2011 Oscar Ödül Törenlerinde En İyi Yabancı Film ödülü
Oyuncular (ilk10): Mikael Persbrandt, Trine Dyrholm, Ulrich Thomsen, William Jøhnk Nielsen, Markus Rygaard, Wil Johnson, Eddy Kimani, Emily Mglaya, Gabriel Muli, June Waweru

Diğer isimleri: In A Better World /Daha İyi Bir Dünyada



Konu:
Danimarkalı iki ailenin kesişen hayatları..

Anton, Danimarka’nın cennet gibi bir şehrinde oturan ve Afrika göçmen kampındaki işine trenle giden bir doktordur. Bu iki farklı dünya o ve ailesini, intikamla bağışlama arasında zor seçimlere iten anlaşmazlıklarla karşı karşıya bırakır. İki oğulları olan Anton ve karısı Marianne, ayrı yaşamaktadır. Büyük oğulları on yaşındaki Elias, okulda serserilerce rahatsız edilir. Bu durum, babası Claus’la Londra’dan taşınan yeni çocuk Christian’ın onu korumasıyla son bulur. Christian’ın annesi kansere karşı savaşını kaybetmiş ve Christian onun ölümünden fazlasıyla üzgündür. Elias ve Christian kısa zamanda sıkı bağlar kurarlar. Ama Christian Elias’ı trajik sonuçları olan bir intikam olayına karıştırınca dostlukları test edilir ve hayatları tehlikeye girer. Sonuçta insani duyguların, acıların ve empatinin karmaşıklığıyla başa çıkmalarına yardım etmek ailelerine düşer.

Elias:-Birine vurursan oda sana vuracaktır.Bunun sonu yok.Anlamıyor musun savaşlar böyle başlar.

Christian:-En başta yeterince sert vurursan öyle olmaz.Bu işlerden zerre anlamıyorsun.Bütün okullarda böyledir.Şimdi kimse önümden geçemiyor.

Film, Anton’un intikamdan uzak durma çabasıyla, Christian’ın gözlerini kör eden nefreti arasında gidip gelerek insanların dünyayı yaşanılmayacak bir yere çevirdikleri gibi istedikleri takdirde cennete de dönüştürebileceklerini göstermeye çalışıyor..


13 Temmuz 2011

Leyla Erbil



Hiç şüphesiz Türk edebiyatının en cesur, en yenilikçi, en devrimci kadını olan Leyla Erbil’in tarzını hâlâ hiçbir sınıfa sokmak mümkün değil. O yazdığı hikâyelerde Camus’nun, Marx’ın, Freud’un izlerini taşısa da hiçbir zaman onlardan etkilenmediği gibi varolan gelenek ve akımlara da karşı bir duruş sergiler. Sadece kendisidir Leyla Erbil. En güzel ve en tuhaf olan kendisidir…

Geçtiğimiz yıllarda kitapları farklı yayınevlerinden çıkan ama birçoğunun baskısı bulunmayan Leyla Erbil’in Karanlığın Günü adlı romanı İş Bankası Kültür Yayınları tarafından tekrar yayımlandı. Talat Sait Halman, kitabın arka kapağında Erbil’in bizlere kurduğu dünyaya kısa bir yolculuğa çıkarıyor: “Leylâ Erbil, edebiyatımızın tahtındadır, başımızın tacıdır. O, ‘Tuhaf Bir Kadın’… ‘Karanlığın Günü’nü aydınlattı. En güzel ‘Mektup Aşkları’nı yazdı. ‘Eski Sevgili’leri yeniden âşık etti. ‘Gecede’ ve gündüzde okurlarını yüceltti. Kötülükleri ve haksızlıkları ‘Hallaç’ pamuğu gibi attı. Kendini dev sanan nice yazarlar, onun yanında ‘Cüce’ kaldı. Aklımızdan ve kalbimizden uçurduğu ‘Zihin Kuşları’ için minnettarız ona…” Ve Leyla Erbil’in adının başharfleriyle başlayan terimlerle tanımlıyor yazarı:

L–Lirik
E–Estetik
Y–Yenilik, yürek, yanardağ
L–Lâv
A–Aşk, akıl, adalet, ahlak, anıt

E–Efsunlu, erdemli, ebemkuşağı
R–Rengârenk, ruhi
B–Bireysel, bağımsız, bilinçli, bilge
İ–İçli, idealist, insan
L–Liyakatlı, her övgüye lâyık



Leyla Erbil, 1931-2013 İstanbul doğumlu Türk yazar.

Orta sınıf ailenin üç kız kardeşten ortancası. İlk, orta ve liseyi İstanbul okullarında okudu. İstanbul Üniversitesi'nde İngiliz Edebiyatı bölümünde eğitim gördü. Son sınıfta ayrıldı. Çeşitli işlerde çalıştı. Evlenerek bir süre Ankara ve İzmir'de oturdu. 1961 de İstanbul'a döndü. Halen İstanbul'da yaşıyor. Evli ve bir kızı var.

Yazarlığa hikâyeyle başladı. İlk yayınlanan hikâyesi Uğraşsız'dır; (Seçilmiş Hikayeler Dergisi, 1956 Ankara) Giderek Dost, Yeni Ufuklar, Yeditepe, Ataç, Papirus, Yelken vb Edebiyat Dergilerinde yazı ve hikâyeri göründü. Erbil, kendinden önce yerleşmiş olan yazın akımlarına bağlı kalmadı; roman, hikâye ve düz yazı metinlerinde Ortodoks Marxçıların karşısında yer almasıyla tanındı. Psikanilizin özgürleştirici yöntemlerinden yararlanarak, dinin, ailenin, okulun, toplumsalın ürettiği tabularla dolu ideolojilere karşı 1956'da başlayan mücadelesini dilin oturmuş kelime hazinesi ve söz dizimi kuralarını değiştirme çabasıyla sürdürdü. Yeni bir biçim ve biçem geliştirdi. Başlıca düşünce kaynakları Marx ve Freud olarak belirtildi.

Leyla Erbil, 1970 Türkiye Sanatçılar Birliği, 1974 Türkiye Yazarlar Sendikası kurucularından olup, PEN Yazarlar Derneği üyesidir. 1961'lerde Türkiye İşçi Partisi üyesi olan Erbil, Türkiye İşçi Partisi'in Sanat ve Kültür Bürosu'nda görev almıştır. 1979'da çağrılı olarak gittiği ABD'de kendisine, Iowa Üniversitesi Onur üyeliği verilmiştir. Edebiyat Ödüllerine katılmayan Erbil, 2000- 2001 yılı Ankara Edebiyatçılar Derneği Onur Ödüllerini kabul etmiş, 2002 yılında ise, PEN Yazarlar Derneği tarafından Nobel Edebiyat Ödülü'ne ülkemizden ilk kadın yazar adayı olarak gösterilirken, "Türk dili ve edebiyata egemenliği, aynı, zamanda insana, hayata ve dünyaya karşı sorumlu aydın tavrı" vurgulanmıştır.

Kitapları



Öykü

1961-Hallaç
1968-Gecede
1977-Eski Sevgili



Roman

1971-Tuhaf Bir Kadın
1985-Karanlığın Günü
1988-Mektup Aşkları
2001-Cüce
2005-Üç Başlı Ejderha
2011-Kalan
2013-Tuhaf Bir Erkek
2013-Leylim Leylim



Diğer eserleri

1995-Tezer Özlü'den Leylâ Erbil'e Mektuplar
1997-Düşler Öyküler
1998-Zihin Kuşları

 

Zihin Kuşları üzerine..

“Kendi için bir varlık” olarak Leyla Erbil’e vurulmak!

Bir okur, Leyla Erbil’e ancak vurgun olur, başka yolu yoktur...

Kışkırtır sizi, gerçek anlamda özgürlükçüdür; dilin de, devletin de, toplumun da sınırlarını, tüm baskılarını, baskınlıklarını zorlar, yer yer hiçe sayar. Dediğim gibi ya vurgunsunuzdur ona, ya bir türlü okuyamamış, sevememişsinizdir ya da hiç tanımamışsınızdır zaten. Zira çok satanlar listelerinin içinde göz alıcı sahte ışıklarla bezenmiş değildir, edebiyat ödülü denen şeye karşıdır, eserlerini aldığı ödüllerle reklamlamaz, eleştirmenlerin güzellemelerinde pek yer almaz, sevmeyeni de vardır hatta. Dili sivri demek, belki hafif bile kalır. Düşündüğünü, öyle açık açık, öyle berrak bir şekilde hiç sakınmadan söyler ki, şaşırmaya bile pek fırsatınız kalmaz. Türkiye’de yazar duruşu dediğimiz şeyin nadir bulunan temsilcilerindendir Leyla Erbil. Edward Said’in “Ben entelektüelin, zayıf olanların ve temsil edilmeyenlerin safına ait olduğundan eminim”, dediği entelektüel temsilinin bu topraklar üzerinde can bulmuş hali gibidir. Eserleriyle de, dünya görüşüyle de “kendi için bir varlık”tır o.

“Kendi için varlık” olmak Leyla Erbil’in romanlarının ve öykülerinin olduğu kadar “Zihin Kuşları” adı altında topladığı denemelerinin de ana izleği. “Burada söz konusu olan, çevrenin, ortak ve yaygın düşüncenin bir yansısı olmaktan sıyrılmak; herkes gibi, onlar gibi düşünmekten, hissetmekten, davranmaktan kurtulmak”, olarak açıklıyor bu kavramı kitabın girişinde Selahattin Hilav. Erbil’in denemeleri arka arkaya devrildikçe onun gerçekten de yazı aracılığıyla, dil aracılığıyla, kısacası yazdıkça onlar gibi olmaktan kurtulduğunu görüyoruz. Her şey bir yana, bu izleyiş bile, okuma hazzını tattırıyor okuruna.



Zihin Kuşları 1998 yılında yayımlanan bir çalışma. Hatta içinde yazarın daha eski tarihli denemeleri de yer alıyor. Yani Erbil şimdi yeniden basılan denemelerinde bizlere çoğu zaman on beş yıl öncesinden sesleniyor. Ancak sesi öylesine yakın, öylesine tuhaf bir biçimde güncel ki okurken bir parça da olsa tedirgin oluyor insan. Asuman Kafaoğlu-Büke bir yazısında Leyla Erbil için falcı – yazar, diyordu. Onun haklı tespitine de, denemelerin tazeliğine de şaşarak okuyorum “Zihin Kuşları”nı.

Görüşlerine katılmak ya da katılmamak meselesi değil bu. Dayatmıyor, bilgilendirmeye çalışmıyor, sürekli tartışıyor Leyla Erbil; okuruyla, edebiyat çevreleriyle, dünyayla, hayatla... İster istemez kendinize dönüyor gözleriniz, kendi içinize, yaşam deneyimlerinize, dünya görüşünüze, bildiklerinize ve bilmediklerinize bakıyorsunuz, bir kez daha tartıyorsunuz olan biteni. Başta da dediğim gibi her türlü edebiyat ödülüne, yazarları ve eserleri kategorizasyona tutan, egemenlik altına alan baskıcı edebiyat çevrelerine karşı bir yazar Leyla Erbil. Türk edebiyatının laik Cumhuriyet ile yozlaşmış İslam kültürünün tutucu yanlarından sıyrılma çabası açısından dünya edebiyatı içinde özgün bir yere oturduğunu belirtirken ideoloji yoksunluğunun, ortak bir vicdan ve ortak bir bilinçten uzak olunmasının altını çizip açıkça sormaktan da kendini alamıyor:“Sünni ayrımcılık zulüm politikalarını körüklerken, zıvanasından çıkmış şiddet toplumu karanlıklara doğru sürüklenirken, elden düşme bir metafiziğe dönük uyduruk bir söylemin Türkiye’nin en büyük yazınını temsil etmesindeki hikmeti gözlemleyebiliyor muyuz?”

Taklit edeni de, taklit edileni de sorguluyor, taklit edenin de edilenin de uğradığı dönüşümü eğrisiyle doğrusuyla, yazar gönlüyle ele alıyor. Belli ki ne kadar kızarsa kızsın, gerçek yazarı hep korumaktan yana. Mesela taklit edilmekten yılıp, biçem değişikliğine gitmeye karar veren Borges’i eleştirse de, “ne kadar taklit edilirse edilsin, bana göre Borges ortalığa tuhaf bir buzla kaplı düşsel sözcükler püskürten o görünmeyen, yakalanamayan, milyon yaşında kaplandır”, diyerek bitiriyor söz konusu denemesini.



Çok sevdiği yazarlardan biri olan Sait Faik’in eserlerindeki “göz” üzerine kaleme aldığı nefis denemesi, Tezer Özlü’yle, Onat Kutlar’la olan dostluklarına dair yazdıkları, Proust’un Vinteuil’inin sonat andantesi peşine düşmesi üzerine yaşadıkları... Ve her şey bir yana Erbil’in on beş yıl öncesinden bugüne uzanan, tuhaf bir şekilde tam yerini bulan tespitleri... Bütün bunlar, geçmiş on yılın edebiyatını harıl harıl değerlendirdiğimiz, bir yanıyla umutlanıp bir yanıyla hiç mi hiç beğenmediğimiz gidişatı anlamlandırmak açısından, Zihin Kuşları’nı bir kez daha okumamızı gerektiriyor gibi görünüyor.

"Leylâ Erbil’de Umut ve Muhalefet" Hasan Uygun’un Mavi Melek'te yayınlanan çok güzel bir inceleme yazısı..

"ONLARDAN OLACAĞIM BEN DE"

“Sarkık bıyıklı, esmerdiler, gençtiler, oğlum da aralarındaydı. Biri geldi konfetiler serpti üzerlerine, biri geldi uyku bombası sıktı uykularına, biri sularına zehir akıttı, biri köpeklerini boşalttı üzerlerine, bini pusuya yattı.” (Eski Sevgili’den..)

Günümüzde pek revaçta olmasa da bir dönemin sıkça dile getirilen eleştirisiydi bunalım/kaçış edebiyatı. Dilde ve kurgudaki yenilikçi tutumlarıyla öne çıkan 1950 Kuşağı'nın bazı yazarlarını hedef alan bu eleştiri/saldırının odağında ise elbette karamsarlık vardı. Yükselen toplumsal mücadeleye/işçi sınıfına sırtını döndükleri, halka inemedikleri, kopuştukları ve yabancılaştıkları iddia edilen bu yazarların birçoğu, döneminde anlaşılamadıkları gibi eleştirmenler tarafından görmezden gelinerek de yok sayılmaya çalışıldılar. Ancak tarih gösterdi ki aynı yıllarda “odun-kömür parası” için ödül verilen bazı yazarların bugün esamisi bile okunmazken dönemin eleştirmenleri tarafından yok sayılanlar ise dimdik ayakta.



Orhan Duru, Demir Özlü, Ferit Edgü, Sevim Burak ve Bilge Karasu'nun yanı sıra yukarıdakine benzer eleştirilere maruz kalan yazarlardan biri de Leylâ Erbil'dir. Bazı söyleşilerinde kuşak kavramının kendisi için çok da bağlayıcı olmadığını ifade etse de 1950 Kuşağı yazarları arasında gösterilen Leylâ Erbil, ilk öykü kitabı Hallaç'tan (1960) itibaren dilde ve kurgudaki yenilikçi tutumuyla kuşağının diğer bazı yazarlarından farklılaşır. Bu aykırı ve yenilikçi tutumunu ilk kitabından son kitabı Üç Başlı Ejderha'ya (2005) kadar ısrarla ve istikrarla sürdüren Erbil'in, günümüz edebiyatına da yön verdiğini, kuşağını da aşan bir yazar olması itibariyle rahatlıkla söyleyebiliriz. Fakat en başından beri o, yürüdüğü yolun meşakkatli bir yol olduğunun da farkındadır: “Alışılmadık bir iş yapmakta olduğumu biliyordum ve ilgi beklemiyordum zaten.”

Sait Faik-Leylâ Erbil

Özellikle Kadıköy Kız Lisesi'nin son sınıfından itibaren şiir ve öyküyle giderek daha içli dışlı olmaya başlayan Erbil, aynı yıllarda ablası Mürvet Bilgin'in arkadaş grubundaki Metin Eloğlu, Selahattin Hilav ve Nevzat Özmeriç gibi sanatçı ve aydınlarla da tanışır. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Filolojisi'nde eğitimini sürdürdüğü 1950'li yıllardan sonra ise bir yandan edebiyat çevreleriyle olan dostluklarını yoğunlaştırırken bir yandan da öyküler yazmaktadır. “Sait Faik'le tanışması, dostluğu da bu döneme rastlar ve Sait Faik'in 1954'teki ölümüne kadar devam eder.

Erbil, 1951 yılında ise, evliliği nedeniyle öğrenimine kısa bir süre ara verir. Ancak ilk evlilik uzun sürmez ve bir süre sonra da tekrar okuluna ve edebiyatçılar arasındaki hareketli yaşamına döner.

“Sevmedim insan sevgisi yok onda”

İlk kitabı Hallaç'ın ikinci bölümünü ithaf ettiği Sait Faik ile Leylâ Erbil'in dostluğu, elbette hayranlığından beslenen bir dostluktu. Açtığı yoldan “arz-ı endam” ettiği ve kaynaklarından biri olarak gösterdiği Sait Faik, ilk hikâyelerini övüp onu yüreklendirmiş, kararını düzyazıdan yana koymasında etkili olmuştur: “Ben onunla tanıştığımda (953 sonu-54 başı olmalı) hayranlığım doruktaydı. Utana sıkıla kendi şiir ve hikâyelerimi okudum.” “Birçok yazar: benim kuşağım ve daha sonra yazanlar; Nedim Gürsel, Selim İleri, Oğuz Atay, Tezer Özlü vb. daha da yeni kuşaklar, genç yazarlar, ondan az ya da çok etkilendik, insanın bilmediğimiz yanlarını öğrendik, sevdik!..



İnsanın bilmediğimiz yanlarını görme/göstermekteki ustalığı Sait Faik'in, katıksız hümanizminden güç alır elbet. “Şu insanlara hiçbir şey çok değil!” (“Tüneldeki Çocuk”) diyen yazarın güç aldığı insancıl damar öylesine derindedir ki, “Çağdaşları kadar keskin sınıfsal kavramlarla sosyalist görüşü benimseyip onları sanat düzeyinde gerçekleştirme çabasına da özenmedi ”. Ama “arkadaşlarının arasında bulunamayışının, dışlanmışlığının acısını da derinden yaşadı…

Öte yandan 1970'li yıllara gelindiğinde Türkiye'de garip bir tartışma da almış başını yürüyordur. Sait Faik'in açtığı yoldan ilerleyen bazı yazarlar için “Sevmedim insan sevgisi yok onda, sümüklü bir çocuğun yanağını öpemez o.” diyerek hüküm bildiren Ortodoks solun kalemşorları her zamanki gibi sapla samanı birbirine karıştırarak onlar gibi düşünmeyen/yazmayan bazı Marksistleri ötekileştirmeye çalışıyordu.

Sait Faik'in aksine, benimsediği Marksist görüşü hem bazı eserlerinde sanat düzeyinde hem de eylemlilik, tavır koyma, aktif siyasal yaşamın gerekliliklerini yerine getirme anlamında muhalif bir yazar olarak çıkar Leylâ Erbil karşımıza. Ama solculuğu hümanizmle karıştırma gafletindeki “sümüklü çocuk” sömürgenlerine karşı da tavrı nettir bu yüzden. Çünkü “antikçağda bile en azından bir başkaldırma öğesi taşıyan bu görüş giderek yozlaşıma uğramış ve bugün artık çağın devrimci anlayışı tarafından yutulmuştur.”

“En önemli kaynaklarım erken karşılaştığım komünist insanlar”

Konunun burasında, hem dönemin ruhunu hem de Leylâ Erbil'i daha iyi anlamak için sosyalizm tartışmalarının Türkiye gündemini meşgul ettiği 70'li yılların biraz öncesine gitmek gerek tabii. 27 Mayıs 1960 öncesi giderek güç kaybeden Menderes'in, içerdeki faşizan uygulamaları dışarıya (ABD'ye) karşı da güven bunalımıyla –ABD'ye karşı Sovyetler Birliği kozu-eşleşince malum güç tarafından biletinin kesilmesi kaçınılmaz oldu. Darbenin ardından hazırlanan yeni anayasa ise sonraki ikisinin aksine özgürlükleri genişletmesiyle dikkat çekicidir. Böylece daha sonra içinden Dev-Genç hareketini de doğuracak olan TİP kuruldu.

“Leylâ Erbil, [de] 1961'de kurulan Türkiye İşçi Partisi'ne üye olur ve burada Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Adnan ve Nazife Cemgil, Moiz Gabay, Yunus Koçak ve Cemal Hakkı Selek gibi aydınlarla tanışma fırsatı bulur. Bir süre sonra da, partinin Sanat ve Kültür Bürosu'nda, Fethi Naci başkanlığında, Edip Cansever ve Ahmet Oktay gibi arkadaşlarıyla birlikte çalışmaya başlar.”

TİP içindeki aktif sürecinin yanı sıra 1968'e gelene kadar kâtiplik, çevirmenlik ve sekreterlik gibi çeşitli işlerde çalışan Erbil, aynı dönemde Edebiyatçılar Birliği yönetim kurulunda da görev alır. İkinci öykü kitabı Gecede (1968) yazar açısından çok iddialı bir çıkıştır. Çok ses getireceğine inandığı için de Sait Faik Hikâye Armağanı yarışmasına gönderir. Ama kazanamaz. Çünkü o yıllarda toplum gerçekçi edebiyat zirvededir ve Türkçe edebiyat böyle bir yeniliğe henüz hazır değildir. 1968'de Orhan Kemal ile Faik Baysal arasında paylaştırılan ödülden sonra bir daha hiçbir yarışmaya katılmama kararı alan yazar, bu tavrını günümüzde de sürdürmektedir.

Yukarıda Leylâ Erbil'in edebiyatının beslendiği kaynaklara değinirken sadece Sait Faik'ten bahsetmiştik. Ancak Sait Faik'ten önce okuduğu etkilendiği yazarlar da var: “Dostoyevsky, Kafka, Sartre, Shakespeare vb... belki bunlar kadar beni etkileyen başka şeyler: mahallemizde çocukluğumda hep rastladığım bir deli kadının bağıra çağıra tekrarladığı sözler, bir magician'ın elime geçen defteri, küçükken karşılaştığım ve dayanmakta zorluk çektiğim korktuğum buyrukçu, yasakçı insanlar (bunlar daha sonra örneğin yürüyüşlerde, Sivas'ta ve mecliste seyrettiğim kana susamış adamlardı) var. Neyse ki dünyamı ısıtan şairler şairler şairler!.. Belki en önemli kaynaklarım erken kar­şılaştığım komünist insanlar, arkadaşla­rım ve iki imza; Marx ve Freud!”



Ben onlar için kendimi ateşe atarken, onlar benimle eğleniyorlar”

Marks ve Freud, Gecede'de çokça belirirken, bu kitabındaki “Ayna” öyküsü bu açıdan özellikle üzerinde durulmaya değerdir. Kendini ve çevresini aristokrat biri olduğuna inandırmaya çalışan yaşlı ve bunak kadın, netameli geçmişini gizlemek için de büyük bir çaba sarf etmektedir: “… soylu bir aileyiz biz, iki göbekten istanbulluyuz, daha öncesini bilemeyeceğim, onun kollarında vals yaparak buralara geldim ben,”. Evde kalmış bir kızı ve üniversiteyi yeni bitirmiş bir oğlu olan yaşlı dul, hayatını adeta pırlantasını korumaya adamıştır. Aklı gidip gelmekte, bu yüzden etrafındaki –kızı dahil– herkese kuşkuyla bakmaktadır: “… yüzüğü çaldın oradan, gözlerim görüyor benim, körmüşüm sanıyorlar, kızıma da öyle yapıyorum, gözlerimin önünde ağı şişesini boşaltıyor yemeğime,”.

Tabii öykünün anlatıldığı dönem tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de gençliğin antiemperyalist isyanını yükselttiği yıllardır. Nitekim oğlu da birkaç Amerikalı öldürmek için güney Amerika'ya gitmiş, ama çok geçmeden ölüm haberi gelmiştir. Oğlu gittikten sonra, yaşlı kadının kızıyla baş başa kaldığı evinde geriye dönük hatırlamalarıyla devam eden öykünün en dikkat çekici yeri, hem oğlunu hem de kızını çocukluklarında oynadıkları cinsel oyunlardan ötürü yaralamış olmasıdır. Bu durum hem yasakçı cinsel eğitimi gözler önüne sermesi hem de çocuğun ruhsal gelişiminde cinselliğin etkisini göstermek açısından Freud'un libido kavramına götürür bizi. Çünkü Freud'a göre cinsel içgüdü ergenlikten değil, doğuştan itibaren kesin bir şekilde vardır. Ve çocuklukta ket vurulan ya da yanlış yönlendirilen cinsel dürtüler bireyin gelecekteki yaşamını olumsuz anlamda etkiler. Aynı şekilde yaşlı kadında simgeleştirilenin de kapitalizm olduğunu söylemek abartı olmayacaktır. Bu yolla da Marks'a yaklaşırız.

Aynı kitaptaki kısa öykülerden biri olan “Hokkabazın Çağrısı” da hem bireyler arasındaki gelir uçurumunu ve yoksulların içinde bulunduğu sefaleti hem de bilinçlere kazınan Amerikancılığı, batı özentisini ve özgüvenini kaybeden genç Cumhuriyet'i aynı oranda göstermesi açısından ilginçtir. Çünkü bir yandan çocuklar, “… baba ekmek açız!” diye çırpınırken bir yandan da bizzat “… tanrının ve Amerika Halk Cumhuriyetleri Birliği Birleşik Devletleri Başkanı yardımıyla” gecekondular yapılmaktadır. Ve Türkiye'nin emperyalizme adım adım peşkeş çekildiği bir dönemde, tek dost olarak belletilen Amerika'nın yanı sıra, artık sadece tanrısı kalmıştır halkın. Öyküdeki hokkabazın da sık sık tanrısına ve dostu “Amerika Birleşmişler başkanı sayın baya” yalvarmaktan başka çaresi yoktur. Böyle bakıldığında, bu öyküde de antiemperyalist Marksist açıdan açık bir sistem eleştirisinin varlığından bahsetmek mümkün olacaktır.

Umut söz konusu olduğunda, halkta yaratılan sahte/boş umutlarla kahramanlık olgusu üzerinde yükselen beklentinin, kendi gücüyle değil, ama bir kahramanın marifetiyle kurtulabileceğine dair hayalin abartıldığı durumlarda ortaya çıkabilecek absürtlükleri göz önüne sermesi açısından “Vapur” da gözden kaçırılmaması gereken ironisi güçlü bir öyküdür. Gecede'nin ilk öyküsü olan “Vapur”, küçük bir kızın gözünden aktarılmaktadır. Demirli olduğu Beşiktaş'taki iskeleden bir gece tamamen kendi marifetiyle uzaklaşan ve bir daha da hiç kimseyi yanına yaklaştırmayan vapur, bir süre sonra halkın gözünde efsaneleşip kahramanlık mertebesine yükselir, ancak kahramanların da işi zordur. Her an ilgiyi üzerlerinde tutmaları gerekmektedir. Bunun için de hiçbir gösteri fırsatını kaçırmaz öyküdeki firari vapur. Ama bu gösterilerin de halk açısından bir süre sonra eğlenceye dönüşmesi kaçınılmazdır. Öyküde, “… ben onlar için kendimi ateşe atarken, onlar benimle eğleniyorlar,” diyerek vapurun kahramanlığını sorguladığı bölüm, hem beklentileri hem de hayal kırıklıklarını yansıtması açısından ilginçtir. Tabii konunun burasında dünyadaki 68 rüzgârını da hatırda tutarsak, o yıllarda kahramanlara/kahramanlığa duyulan ilgiyi daha iyi anlarız.



“Acaba halkımı çok sevdiğim için mi bu yola koşmaktayım”

Gecede kitabı yayımlandıktan sonraki dönemlerde de örgütlü mücadele içinde aktif bir yazar olarak çalışmalarını sürdürür Leylâ Erbil. Örneğin, “1969 yılında Bulgaristan Yazarlar Birliği'nin çağrısıyla Sofya'da konuk edil[ilir], orada Bulgar yazarlarıyla ve Türkiye'den kaçmak zorunda kalan Fahri Erdinç ve İbrahim Tatarlı ile görüş[ür].” Yazar/sanatçı örgütlerinde daima öncülüğü üstlenen Erbil, 1970 yılında da genel başkanlığını Orhon Murat Arıburnu ile genel sekreterliğini Aydın Hatipoğlu'nun yaptığı Türkiye Sanatçılar Birliği'nin kurucu üyeleri arasında yerini alır.

Türkiye'de 1970'li yıllara gelindiğinde ise '60'ta biçilen anayasanın artık bol geldiği ve daraltılması gerektiği görüşü birtakım karanlık odaklarda ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu yüzden solun ve örgütlü mücadelenin önünde yeni önlemler kapıdadır. Bundan ülkedeki tüm antiemperyalist muhalif kesimle birlikte TİP de nasibini alacak ve 12 Mart 1971 muhtırasından sonra 21 Temmuz'da kapatılacaktır.

Çeşitli dönemlerde kendi içine kapandığı ve hesaplaşma sürecine girdiği solun yenilgi dönemleri, bugüne kadar pek çok açıdan ele alındı. Roman, öykü, anı-belgesellerin yanı sıra sinema da bu konuya sıkça el attı. 1970'lerde örgütlü mücadele içinde aktif siyaset yürütenler de muhtıra sonrasında ya özeleştirilerini yapıp biraz güç topladıktan sonra kaldıkları yerden devam ettiler ya yeni sisteme adapte olma yolunu seçtiler ya da saplandıkları yerden bir türlü çıkamayarak siyasi intihara yöneldiler.

Birçok yan okumaya açık olan Leylâ Erbil'in Tuhaf Bir Kadın (1971) isimli romanı da baş karakteri Nermin nezdinde yenilgi sonrası Türkiye'deki solun durumuna odaklanmaktadır. Kapitalist sistem karşısında güvendiği yoksul halkı kazanamamış olan solun parodileştirildiği romanda, örgütlü mücadeleye katıldıktan sonraki Nermin'in gecekondu macerası tam bir kara mizahtır örneğin. Sola ilgi duyan genç bir kız olarak tanırız romanda önce Nermin'i; çevresi ve ailesiyle uyumsuz, arayış içinde, haksızlık, baskı ve tabulara boyun eğmeyen. Bu yüzden de “onun gibiler için” canını vermeye bile hazırdır. “Bana doğru geleni yapacağım. Onlardan olacağım ben de. Bizden öncekilere, ablalarımıza benzememek için her şeyi göze alacağım.”

Fakat başta toplum yaşamına sinmiş tabular, ailesi ve polis olmak üzere, “onlar gibi” olmak yolunda pek çok engeli vardır Nermin'in. Tanıştığı aydın ve yazarların kadınlık kimliğine yönelttikleri cinsiyetçi saldırılar ise ayrı bir sorundur. Kadının, hem kadın hem de solcu bir kadın yazar olarak erkek yazarların arasında yer alması bu nedenle neredeyse imkânsızdır. Denizci bir baba ile ev hanımı bir kadının kızı olan Nermin, hasta babasını yatağından kaldırıp sol için oy kullandıracak kadar da ideallerine bağlıdır. Ancak Taşlıtarla deneyiminden sonra, “Acaba halkımı çok sevdiğim için mi bu yola koşmaktayım, yoksa ötekilere olan öfkem mi beni buraya itiyor” diye kendini sorgulamadan da edemez. Romanda buna dair açık bir ifade olmasa da solun 1971 yenilgisi Nermin'in kişisel tarihinde somutlaşmaktadır bizce. Yenilgiden elbette bir ders çıkarmıştır sol, fakat çıkış yoluna da henüz çok uzaktır; çünkü “Bu insanların içerilerine yüzyıllardır biriken güvensizliği silip atmanın, sosyalistlerin ne kadar çıkarsız olduğuna onları inandırabilmenin bir başka, kolay bir yolu olmalıydı mutlaka, mutlaka mutlaka olmalıydı.” Ama ne?!

12 Mart'tan sonra da yine örgütlü mücadele içindeki yerini alır Leylâ Erbil. Nitekim 1974'te kurulan Türkiye Yazarlar Sendikası'nın kurucu üyeleri arasında yine onun adını görürüz.



7-8 kişi tarafından anlaşıldığında mutlu olan yazarlar da var

İlk romanından sonra, 1977 yılında yine bir öykü kitabıyla çıkar Leylâ Erbil okurlarının karşısına. Üçüncü öykü kitabı Eski Sevgili'de tıpkı Gecede'de ve Tuhaf Bir Kadın'da olduğu gibi eleştirel/muhalif üslubu hâkimdir yazarın. Fakat bu kitabında konu olarak biraz eskiye döndüğü “Bunak” isimli öyküsü, hem Gecede'deki “Ayna”nın devamı gibi okunabiliyorken hem de kahramanlık olgusuyla tekrar yüzleştirmektedir bizi yazar. Bazı gerçek olayları anıştırmasıyla dönemine de ışık tutan bir öykü olan “Bunak”ta, yoğun bir çatışmayla karşı karşıya kalırız. Bu öyküde, devrimci oğul nezdinde kapitalist sistemin çürümüşlüğü, ahlaki erozyonu ve çıkışsızlığı söylemleştirilirken yaşlı ve bunak kadının nezdinde ise halk için kahramanlığa soyunmanın boşunalığı ve çıkışsızlığı sergilenmektedir.

“Aaa, delimi ne, Adile orospusunun torunu ne olacak, ona çekmiş işte... Vatanı kurtaracağız diye aklını bozmuştu resmen... Sen kim vatanı kurtarmak kim... […] Bu vatanı zaten Atatürk kurtarıp tekmil düşmanlardan, teslim etmedi miydi bize?” Arkadaşıyla birlikte kuşatıldığı evde polis ve askere direnen oğluna karşı sarf ettiği bu sözlerinde kadının, anne olarak rolü cesaretle didiklenirken, annelikle birlikte cinsellik ve inanç sorunu, diğer yapıtlarında olduğu gibi “Bunak”ta da baskın bir öğe olarak karşımıza çıkar.



Çekinmesizce ele aldığı konuları, elbette alışılmadık bir üslupla yansıtan bir yazardır Leylâ Erbil. Bu nedenle dilin, kurgunun ve metnin olanaklarını genişletmek için giriştiği yeni bir deneydir her kitabı. Kendi ifadesiyle, her ne kadar deneyselliği sonraki eserlerinde Hallaç'taki kadar zorlamasa da, 1985'te yayımlanan Karanlığın Günü ile Cüce (2001) ve Üç Başlı Ejderha'da (2005) da içerikle birlikte biçime yoğunlaşmış bir yazar olarak okuruz Leylâ Erbil'i. 1988 yılında yayımladığı Mektup Aşkları ise daha klasik biçimiyle diğerlerinden ayrılırken içerik olarak yazarın aşk, cinsellik ve inanç sorununu yine cesaretle ele aldığını söyleyebiliriz.

Muhalif/mücadeleci, siyasi yanına geri dönersek, 1996 yılında F-tipi cezaevlerine karşı sürdürülen ölüm oruçlarında yine aktif tavrıyla öne çıkar Leylâ Erbil. Bu sürecin sona ermesi için kaleme alınan bildiride imzası olan yüz yazar ve şairden biri olan Erbil'in, aynı zamanda bildirinin kaleme alınmasında da aktif bir rol üstlendiğini söylemek gerek.

Sonuç olarak dilde ve kurgudaki yenilikçi tutumlarıyla, simgesel anlatıma yoğunlaşmış 1950 Kuşağı'nın bazı muhalif yazarlarına getirilen eleştirilerden biri olan halkla kopuşma, bunalım ve kaçış edebiyatı, metinleri doğru okunduğunda hiç de bu eleştirileri karşılamadıklarını görebiliyoruz. Evet, anlaşılmak için okurdan biraz daha çaba bekledikleri kesin, ama Karanlığın Günü'ndeki Neslihan'ın diliyle söylersek; 7-8 kişi tarafından anlaşıldığında mutlu olan yazarlar da var. Ve Leylâ Erbil'i doğru anlamak, ancak metinlerindeki tüm katmanları detaylı bir incelemeyle mümkündür.

Bazı eserleri ve biyografisi etrafında, Leylâ Erbil'in Marksist/muhalif tutumu üzerinde durulmaya çalışıldı bu yazıda; elbette eksik bir inceleme olduğu baştan kabul edilerek.



"Kalan" için Serpil Gülgun'ün yaptığı röportaj

Kalan” için ne söylenebilir? İlk başta adıyla insanı çarptığı söylenebilir mesela. Sonra, anlatıcısı Lahzen’le. Daha sonra, anlattıklarıyla. Daha daha sonra, kurgusu ve biçemiyle. Lahzen, tıpkı Leylâ Erbil’in öteki roman anlatıcıları gibi bir kadın. Bir yarı-deli. Bir yazar. Bu anlamda Leyla Erbil okurunu şaşırtacak herhangi bir şey yok. Gene yoğun, güçlü, sıkı bir metin var karşımızda. Gene okuyanı silkeliyor. Gene ayna tutuyor. Gene geçmişi anarken ya da şimdiyi aktarırken geleceğe işaret ediyor. Ama, bu kez, tuzağını ya da oyununu şiirle kuruyor...

-Kahramanınız bir kadın. Adı da Lahzen. Bu ad en az kitabınızın adı kadar etkileyici. Lahzen ne demek

Lahzen adını birazcık ben uydurdum ama aslı Osmanlıca. Ferit Devellioğlu’unun lugatinde var, ‘lâhzân’dan geliyor. ‘Lâhze’nin anlamı ise, göz ucu ile bir kere bakıncaya kadar geçen zaman... Kitabın tekniğine destek oradan geldi diyebilirim. Kitabın adını önceden kararlaştırmıştım. Beklemedeydi.

-Lahzen öfkeli ve devrimden de vazgeçmeyen bir kadın. Dönemin, zamanın ruhuna zıt. Onunla çatışma halinde. Siz de öylesiniz...
Lahzen’i bana benzettiğiniz için teşekkürler. Çok hoş bir insan bence! Tüm olumsuzluklara karşın o haliyle direnip duruyor. Ortak yanımız, dediğiniz gibi dönemin ruhuna zıtlık. Dönemin ruhu da ne biliyoruz değil mi; pespaye bir durumun gerçekliğini kabullenememek. Kitap bir yanıyla ‘rüyaların yorumu’ işlevini de görüyor olsun istedim.

(romanın başrolünde oynayan bir de şarkı var: "ela ela"

-“Kalan” adı bir anda okuru yakalıyor. Merak uyandırıyor. Romanlarınız var, hikayeleriniz var. Ama şiir yoktu. “Kalan”, bir şiir- metin. O yüzden mi adı “Kalan”?

“Hiçbir şeyden ve her şeyden kalan” olarak düşünmeye yol açsın diye belki. Belki de bu soruyu sordurtmak için! “Kalan”ı neden şiir-kitap olarak yazdım? Doğrusu, son yıllarda daha çok felsefe kitapları ilgimi çekiyor, bir de şiirden cayamıyorum. Bu dil ve biçem üzerine bildiğin bir konuşmayı gerektirecek.

-Ne kadar sürede yazdınız “Kalan”ı?

Uzun bir süre aldı. Kafamda 2005 civarında oluşmaya başlamıştı. Çeşitli nedenlerle, sorunlarla ara vermek zorunda kaldım. Sürekli oynak sağlık sorunlarım da var. Kitap 2011 haziranında sona erdi. Çıkışı bu ayı buldu. Kişilerin çoğu hazırdı kafamda fakat her zaman değişiklikler oluyor metne yerleştirirken. Bu kitapta klasik edebiyat sınırlarını yok sayan bir deneye girmeye çabaladım. İçine belgesel de kurmaca da, denemememsi olan bireysel takılmalar da, efsaneler de, toplumsalla sürtüşmeler de girsin istedim.

-Kitap aynı zamanda kaybolmuş bir İstanbul’u anıyor. Hem insanlarıyla, hem de mekanlarıyla kaybolmuş bir İstanbul’u. Küçüksu mesela... Kitaptaki Panayır bölümü, top gibi yuvarlanan cüce, kayıp köşkler, saraylar öyle etkileyici ki Lahzen’in öfkesi okuyana da geçiyor...

Doğrusu, Konstantinopolis’e borcumuzun üzerinde durmayarak kentin değerli imgesini bozma ‘gayreti içinde’ olmakla övünen egemenlerin, her boş bulduğu toprak parçasına yoksul bir ülke halkını tüketime kışkırtan alışveriş kuleleri yükseltmesinin narsisizim’iyle geçinenleri, bu kentin ve bu ülkenin hainleri olarak görmekten kendimi alamadım.

(Söyleşinin tamamı Milliyet Sanat’ın kasım sayısında.)

“Kimsenin biyografisini yalansız yazdığına inanmıyorum”

-Neden otobiyografinizi yazmak istemiyorsunuz? Mesela geçtiğimiz yıllarda “Teneke Trampet”in yazarı Günter Grass otobiyografisini yazdı.

Ve geçmişinde Nazilerin gençlik koluna katıldığını itiraf etti...

Gerçi benim başından bu yana sosyalizme inanmak dışında bir suçum (!) olmadı ama gene de ne ‘öt-biyografi’ ne de ‘söyle-nehir konuşması’ yaparım. Bu toplum Günter Grass’ın yaşadığı toplum değil. O bir Hıristiyan olarak zaten gidiyor günah çıkartıyor. Onlar gerçekten günah çıkartıyorlar ve ayıplanmıyorlar, papaz sırlarını ölene dek saklıyor. Bizde ise çalmadan oynuyorlar. Gazeteyi açıyorsun, bu haberlerin hangisi doğru acaba diye düşünüyorsun? Yüzde 98’i Müslüman olan bir ülkede insanlarımızın içinden nasıl öyle bereketli fitne çiçekleri fışkırıyor bilinmez. Onlara ne diye kendini açsın, ruhunu göstersin ki insan! Hem insan kendini ne kadar tanır ki? Ben kimsenin biyografisini yalansız yazdığına da inanamıyorum.

Related Posts with thumbnails