14 Aralık 2011

Erol Parlak

zzzzzz022

Sahne sanatçısı, stüdyo müzisyeni, müzik yönetmeni ve eğitmen.

Erol Parlak, 1964 yılında Ağrı da doğdu. İlk ve orta öğrenimini Ankara'da tamamladı. 1982 yılında İstanbul Teknik Üniversitesi Türk Müziği Devlet Konservatuarı'na girdi. 1985-1986 öğretim yılında öğrenimini tamamladıktan sonra aynı kurumda dört yıl süreyle öğretim görevlisi olarak çalıştı. İTÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü'nde 1987 yılında başladığı Yüksek Lisans eğitimini 1990'da "Bozlaklar" konulu tezi ile tamamladı. 1988 de TRT İstanbul Radyosu'na sınavla "yetişmiş sanatçı" olarak girdi. On yıl sürdürdüğü bu görevinden 1998 de istifa ederek ayrıldı.

zz000 zzz004

Yaklaşık on yıl boyunca Anadolu'nun çeşitli yörelerinde özellikle "bağlama çalış teknikleri, saz ve ses tavırları" konusunda araştırma, incelemeler yaptı. 1000'e yakın halk ezgisi derledi. 1995 yılında Arif Sağ ve Erdal Erzincan ile birlikte bağlama üçlüsü oluşturarak dünyanın çeşitli yerlerinde konserler verdi.

zzz011 zzzzzz012

1995 yılında Arif Sağ ve Erdal Erzincan ile birlikte bağlama üçlüsü oluşturarak dünyanın çeşitli yerlerinde konserler verdi. 1996 yılında Alman cumhurbaşkanı Roman Herzog himayesinde Köln Filarmoni Orkestrası eşliğinde Köln Filarmoni salonunda, daha sonra Berlin ve Strazburg flarmoni salonlarında verilen ve büyük ilgi gören konserler bunlardan bazılarıdır. Aynı dönemde Erdal Erzincan'la ikili olarak Türkiye'nin çeşitli yerlerinde, "mızraplı sazlar festivali" kapsamında Hollanda ve Belçika'da sahne aldı. 10 haziran 2003 de Fransa Amiens ulusal sahnede, 12 haziran 2003 te dünyanın en önemli etnik müzik konser salonlarından olan Paris "Theatre de la Ville"de bir solo konser verdi. 2000 yılı başlarında öğrencileriyle oluşturduğu "Erol Parlak Bağlama Beşlisi" ile Yurtiçi ve yurtdışında çok sayıda konser verdi.

zzz011 Grup_1

Erol Parlak Bağlama Beşlisi

Grup 2000 yılı başlarında Erol Parlak tarafından kuruldu. Grubun diğer elemanları Eren Demir, Doğan Yıldırım, Ali Kazım Akdağ, Güven Türkmen; Erol Parlak Müzik Okulu'nda yetişmişlerdir.
Erol Parlak'ın müzik yolculuğuna başlangıcı 1970'li dönemin Ankara'sındaki çocukluk yıllarına kadar uzanmaktadır. Ankara'nın özgün kültür yapısından ve müziğin ilk merkezi oluşundan kaynaklanan birikimin son dönemine yetişmiş ve o dönemde her biri adeta birer kültür yuvası niteliğine sahip saz atölyelerinde, çoğu zaman saatlerce, bazen hiç ara verilmeden günlerce süren muhabbetlerin içinde bulunmak, o havayı solumak, Muharrem Ertaş, Hacı Taşan, Neşet Ertaş, Zekeriya Bozdağ, Hasan Yücel, Rıfat Balaban, Emin Aldemir vd. ustaları yakından dinlemek şansına sahip olmuştur. Anadolu insanının ruh zenginliği, duygusallığı, engin gönüllüğü ve doğal yaratıcılığı, onu gelenekten yetişmiş muhabbet ehli insanların yanına çekmiş ve bu yön ondaki sanat aşkını destekleyen en önemli olgulardan biri olmuştur.

zzz002

Akademik eğitim aldığı daha sonraki konservatuar yıllarında, hep kaynaktan gelen bu özellikleri bilgiyle birleştirmeye ve buradan yeni açılımlara ulaşmaya çalışmıştır. Geleneğin verimli dönemiyle beslenmiş alaylılık, yıllarca süren okulluluk ve devamında gelişen araştırmacılık, TRT saz sanatçılığı, serbest müzik piyasası stüdyo müzisyenliği vd. özellikler belli bir anlayışın oluşmasını sağlamıştır. Disiplinli, araştıran, sorgulayan, tespitçi, korumacı, özden ve gelenekten kopmadan geçmişin ve bu günün birikimine bağlı kalarak yeni açılımlara yönelen ve sergilediği duruşun arkasında olan bir anlayış.

Erol Parlak, çalışmalarında hep Anadolu'nun kültürel zenginliğini vurgulamış, insanı evrensel bir olgu olarak temel alan ve kültürel çeşitlilikleri ifade etmeye yönelik bir tutum sergilemiştir. Bu gün ulusal ve uluslar arası bir çok projede yer alan ve aynı doğrultuda üreten bir sanatçı olarak, Anadolu ruhunu ve kültür zenginliğini yorulmadan, usanmadan dünya insanlarına aktarmaya devam etmektedir.

Halen "İTÜ Türk Musikisi Devlet Konservatuarı
Müzikoloji Anabilim Dalı"nda Öğretim Üyesi olarak görev yapmaktadır

zz0_ErolParlak_0

söylediklerinden...

-Dünyaya yüz kere de gelsem Anadolu'da gelmek isterim Anadolu'nun ne olduğunu, ne olmadığını gerçekten çok iyi biliyorum. Ömrüm Anadolu'yu anlamaya çalışmakla geçti. Dünya'da böyle bir toprak parçası daha yok. Anadolu'dan Doğuya gittikçe; İran, Azerbaycan taraflarına, oralar da çok renkli coğrafyalar ama sonuçta Anadolu çevresinde ne varsa içinde barındıran bir kaynak. Suların ona doğru akıp biriktiği bir göl gibi. Çin'den Kuzey Avrupa'ya kadar nerede ne varsa gelip akmış içine, olağanüstü bir karışıma dönüşmüş. Bu nedenle, her zaman söylerim; Ben Anadolu Toprağıyla, toprağımızla gurur duyuyorum. Bir müzisyenin Anadolu'dan başlaması kadar da büyük ve önemli bir şey yok. Bir sıfır önde başlıyorsunuz, çok büyük bir şans.

-Yüzyıl olarak da, Cumhuriyet'in ilk yıllarında olmak isterdim. O Cumhuriyetin ruhunun ve köylünün milletin efendisi gibi görüldüğü ve öyle davranıldığı, Anadolu değerlerinin yaratıldığı, konuşulduğu, onların anlaşılmaya çalışıldığı ve en önemlisi savaşların bitip barışın geldiği, ‘Huzur’un olduğu ara süreçte yaşamak isterdim. Ama olsun, ben kendimi yine de şanslı hissediyorum. Çok önemli bir devreyi ucundan yakaladım. Bizden sonraki kuşakların bulamayacağı bir devreyi ben ucundan yakaladım. Saz atölyelerinde Zekeriya Bozdağ'dan Hacı Taşan'a, Neşet Ertaş'a o kadar büyük ustalarla çalıştım ki bundan dolayı kendimi çok şanslı sayıyorum.

zzzziddle_bg

-Hayat beşikten mezara, hatta mezar ötesi ve türkülerde hepsi var. Ben bir gurbetçi çocuğuyum. Babam yurtdışına gitmişti, annem sonra gitti, biz Türkiye'de kaldık. Yalnızlık, okul derken sıkıntılı bir yaşamımız oldu. Gönlüm biraz hüzünden yana ama hareketli türküler de dâhil bütün türküleri okudum ama deyişler benim için çok değerli. Deyişlerle, onların evrensel olan, bütün insanlığı ilgilendirenleriyle kendi yaşam duruşumu, düşünce yapımı oluşturmaya çalıştım. Olabildiğince bir bütün halinde, bütünün parçalarına tek tek bakabilmeye çalışıyorum.  Onları yansıtmaya çalışıyorum.

-Bence öncelikle sanatçının bir dünya görüşünün olması lazım. Dünya görüşü olmayan müzisyendir. Sanatçı terimi yeni çıktı, ne kadar doğru bir terim, yaptığımız işi ne kadar karşılıyor bilemiyorum aslında. Bu ‘çı’ eki, elmacı, armutçu gibi basite indirgiyor. Anadolu'da "Sanatkâr" derler, "Sanatın ehli". Dünya görüşü olmayan ve bunu sanata yansıtamayan bence müzisyendir. Oturur çalgısını iyi çalar, istemleri çalar geçer gider ama sanatkâr olmak daha başka bir şey. Benim dünya görüşümde de "İnsanlığa bir gözle bakma" var. İnancım da bunu getiriyor. Ben Bektaşi meşrepli bir insan olmaya çalışıyorum, ne derece başarabilirsem. Oradaki öğreti insanlığa gerçekten, sözde değil, özde bir gözle bakmayı gerektiriyor. İnsan ayrımı yapmadan bütün dünya insanlığını bir kabul edip, dilleri, dinleri, renkleri, ırkları insanlığın farklılıkları, zenginlikleri olarak görebilmeyi önüme koyan bir düşünce, ben buna gerçekten inanıyorum ve böyle düşünüp davranmaya çalışıyorum. Bunu müziğime de yansıttım, asla ayrımcılığa girmedim.

-Cemaatçiliğe, cemiyetçiliğe, ümmetçiliğe asla prim vermedim. O varolma savaşı verdiğim, kimi zaman ailemi geçindiremeyecek duruma geldiğim en zor zamanlarda bile. Çok sancılı süreçlerimiz oldu. Belki karşıdan farklı algılanıyor ama halk ne yaşıyorsa biz de onu yaşıyoruz aslında, biz de onun bir parçasıyız, halkız. Bu devrelerde bile ben bunu yapmadım, kaldı ki bundan sonra hiç yapmam. Anadolu'da ileri hangi değer varsa ben onun yanında yer aldım, alırım, alacağım da. Beceremesem bile destekleyeceğim ve onun yaşaması için çabalayacağım. İlkem budur.

1995-Ah Bu Türküler 1998-Concerto For Baglama 1998-Pervane 2003-Katre (2)
2003-Katre (2) 2003-Eşik-Erol Parlak Bağlama Beşlisi 2007-Yalınkat-1 2011-Har-1

Albümleri

1995-Ah Bu Türküler
1998-Concerto For Baglama
1998-Pervane
1999-Göç Yolları
2003-Katre
2003-Eşik-Erol Parlak Bağlama Beşlisi
2007-Yalınkat
2011-Har
2014-Pervaneyim Yâr

kapak_selpe0 kapak_selpe1 kapak_selpe2

Kitapları


2000-Türkiye'de El ile (Şelpe) Bağlama Çalma Geleneği ve Çalış Teknikleri-Kültür Bakanlığı Yayınları
2002-El ile Bağlama Çalma (Şelpe) Tekniği Metodu 1-Ekin Yayınları
2002-El ile Bağlama Çalma (Şelpe) Tekniği Metodu 2-Alfa Yayımcılık
ayrıca
-Mızraplı Bağlama Metodu
-Neşet Ertaş Kitabı
-Bozlaklar
-Aşık Davut Sulari Kitabı

adlı kitaplarının çalışmaları devam edip ileriki günlerde yayınlanacaktır.

Erol Parlak Seçmeleri1




8 Albümünden yaptığım bir seçme albüm:

01-Devri Alem
02-Ağla Sazım
03-Yeşilbaşlı Gövel Ördek
04-Music For Clarinet
05-Bir Ayrılık Bir Yoksulluk Bir Ölüm
06-Allılar
07-Kafkaslarda Bahar
08-Sen Gülersen
09-Senin Yazın Kışa Benzer
10-Bad-ı Saba Oyun Havası
11-Selanik Türküsü
12-Eller Güldü Ben Gülmedim
13-Meçhul
14-Entarisi Aktandır
15-Gel Gönül
16-Tahtacı Semahı
17-Ben Kendimi Gülün Dibinde Buldum
18-Gerizler Başı


web sitesi

01 Aralık 2011

Ahmet Büke

k_Mehmet_Ahmet_Buke_1

Ahmet Büke (d. 19 Haziran 1970; Gördes, Manisa),
Türk öykü yazarı.

1997 yılında Dokuz Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İktisat bölümünden mezun oldu. Ölümsüz Öyküler Yayınevinin düzenlediği "Xasiork 2002 Kısa Öykü Yarışması"nda “Kayıp Dua Kitabı” isimli hikâyesi birincilik ödülüne layık görüldü. 2008'de "Alnı Mavide" ile Oğuz Atay Öykü Ödülü'nü, 2011'de Kumrunun Gördüğü adlı kitabı ile Sait Faik Hikâye Armağanı'nı aldı.

Öyküleri, e edebiyat, Adam Öykü, Özgür Edebiyat ve Patika dergilerinde yayımlandı. Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi ve Derkenar isimli internet dergilerinde kısa öyküler yazmaya devam ediyor.

ahmetbuke_3kitap

Kitapları
2004-İzmir Postası'nın Adamları-Kanat Kitap
2006-Çiğdem Külahı-Kanat Kitap
2008-Alnı Mavide-Kanat Kitap-3. Oğuz Atay Öykü Ödülü
2010-Kumrunun Gördüğü-Can Y. 57. Sait Faik Hikâye Armağanı
2011-Ekmek ve Zeytin-Can Yayınları
2012-Cazibe İstasyonu

Hakkında Söylenenler
Kim ne derse desin; Türkiye'de öykü okunuyor. Büyük satış rakamlarından, tanınırlıklardan söz etmiyorum. Has okur öyküye hiçbir zaman sırtını dönmüyor. Öykünün dili ve düşünceyi çoğaltan, yorumlama yeteneğini geliştiren, şapka uçuran dünyası, okuruyla gönlünce buluşuyor.

Bu buluşmaların kutlama anları var bir de; sadece yazarların değil, öykü okurunun da "Acaba bu yıl hangi yazar kazanacak?" diye merakla beklediği ödüllerin açıklandığı anlar. Hiç tartışmasız bu ödüllerin önde gelenlerinden biri de "Sait Faik Hikâye Armağanı". Yarım yüzyıldan uzun bir süredir, Türkiye'de öykünün hareket alanını belirleyen ödüllerden biri. Ödülü bu yıla kadar alanlar için de büyük ustalar da var, yolun başındaki yazarlar da... 1955'ten bugüne kadar çağlayan bir büyük kaynak. Gürül gürül akmaya devam ediyor.

Bu yıl, 57.Sait Faik Hikâye Armağanı, Ahmet Büke'nin oldu. Darüşşafaka Cemiyeti ve Yapı Kredi Yayınları tarafından düzenlenen ödülde, Doğan Hızlan başkanlığında toplanan; Hilmi Yavuz, Nursel Duruel, Jale Parla, Murat Gülsoy, Metin Celal ve Beşir Özmen’den oluşan jüri, oybirliğiyle bu yılki ödülü "Kumrunun Gördüğü" adlı kitabıyla Ahmet Büke’ye verdi.

Gerekçeli karar şöyle; “Seçici Kurul, 57. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kendine özgü anlatımı ve gündelik yaşamın tarihe tanıklık eden ayrıntılarını işleyen öyküleri nedeniyle Ahmet Büke’nin Kumrunun Gördüğü kitabına vermeyi oybirliği ile karar vermiştir.”

Açıkçası çok sevindiğim, ödülün iyi bir kaleme gittiğini düşündüğüm bir yıl oldu. Ahmet Büke, dikkat çekici, yenilikçi, özellikli ve "ince uçla" yazan bir kalem. Tebrikler Ahmet Büke! (Yekta Kopan)

buke

Can Yayınları, Ahmet Büke’nin üç öykü kitabını birden okurla buluşturuyor. İzmir Postasının Adamları, Çiğdem Külahı ve Alnı Mavide, sıradan insanları öykülere taşıyor. Son yıllarda adından sıkça söz ettiren Ahmet Büke, şiirsel izler taşıyan özgün anlatımıyla Türk öykücülüğünün kalıcı isimleri arasında yerini alıyor.
Can Yayınları, Ahmet Büke’nin İzmir Postasının Adamları, Çiğdem Külahı ve Alnı Mavide adlı kitaplarını öykü okuruna yeniden ve aynı anda sunuyor. Sıradan insanların yaşantısından çıkardığı gözlemleri öykülerine taşıyan, ayrıntıları ustalıkla işleyen Ahmet Büke, öykücülüğümüze yepyeni bir nefes getirmeyi başarıyor. Küçük insanların mahalle aralarındaki yaşamları, yürek burkan bir incelikle Ahmet Büke’nin satırlarına yansıyor.

Genç kuşak öykücülerimiz arasında önemli bir yer edinen Ahmet Büke, yalnızca yaşadığı kentin değil, Türk öykücülüğünün de ara sokaklarını iyi tanıdığını ortaya koyuyor, kendine özgü dili ve duyarlı anlatımıyla okurunu kendi dünyasına çekmeyi başarıyor.

Ahmet Büke’nin ilk öykü kitabı İzmir Postasının Adamları, kendine özgü sesiyle dikkat çekerken, günlük yaşamın gerisindeki hüzünleri hissettiriyor tüm yoğunluğuyla. Yazarın ilk kez 2006 yılında yayımlanan ikinci öykü kitabı Çiğdem Külahı’nda 25 kısa öykü yer alıyor ve her biri, su yüzüne çıkmamış ama varlığı hep hissedilmiş acıların, isyanların, çevremizde olup bitenler karşısında duyulan öfkenin izlerini taşıyor. 2008 Oğuz Atay Öykü Ödülü’ne layık görülen Alnı Mavide, okurun kendi gizli sesini bulduğu sarsıcı anlatımı ve kuvvetli karakterleriyle sıradan yaşamı öykü evreninde yeniden yaratıyor. Yazarın Kumru’nun Gördüğü adlı son öykü kitabı da yine bu yıl Can Yayınları tarafından yayımlanmıştı..

01-Ekmek ve Zeytin

01-Ekmek ve Zeytin-Ahmet Büke
Can Yayınları-Öykü-Ekim 2011, 136 sayfa

Kumrunun Gördüğü adlı kitabıyla 2011 Sait Faik Hikâye Armağanı'nı kazanan Ahmet Büke, genç öykücüler arasında farklı bir konuma sahip. İyi tanıdığı insanları, mahalle arasında olup biten günlük olayları yazıyor. Bu çevrelerin dilini, argosunu ustaca kullanıyor. Bunun yanında, özgün, sıra dışı bir öykü dili var Büke'nin. Ekmek ve Zeytin, yazarımızın aynı bakış açısıyla yazdığı yeni öykülerin yer aldığı bir kitap. Ancak bu defa Büke öykülerini çok daha geniş bir coğrafyaya açıyor.

Su yoksa, hayat yoksa, aşk da olmaz diyordu. Ben Metin'e üzülüyordum habire. Bu kız onu üzecekti. İstiyordum ki ben üzüleyim. Metin unutsun Hülya'yı, ben seveyim. Çölü değil de evimizin karşısındaki gölü göstereyim ona. Yeşilli, kızıllı dalgaların kıyıya nasıl vurduğunu, böceğin, yılanın nasıl kıvrandığını anlatayım. Sazan çıkar, levrek iner dibe. Sonra bıyıklı, güngörmüş bir balık suyun kabuğundaki sineklere diker gözlerini. "Tanrım," der. "Suyun öbür yüzü de bu kadar delidolu mu?" Hülya istese beni daha çok sever Metin'den. Çünkü Metin çöllere dönmüş yüzünü. Benim doğduğum yerde adım atsan su çarpar yüzüne.
..
Ahmet Büke, neredeyse söyleşilerini bile öyküyle cevaplayan, “ben sadece öykü yazmayı biliyorum” diyecek kadar gerçek – o kadar gerçek ki, artık gerçek üstü bile sayılabilir- bir öykücü. Onun öykülerini okurken, anlatılan hikayenin havasına kendinizi kaptırmaktan kaçamıyorsunuz. Kendinizi bu gündüz düşüne kaptırmışken Büke’nin görmenizi istediği gerçek, yanına varana kadar fark edemeyeceğiniz sinsi trafik polisleri gibi karşınıza dikiveriyor. Ehliyet ruhsat mı? Yok hayır bu öykülerin sorguladığı şey vicdanınız, hala orada olup olmadığını kontrol ettiniz mi? Heyecanlanmakta haklısınız!

kitaptan bir öykü

Tanrı Zar Atmaz

Ve Tanrı enerjiyi yarattı. Evrende iş yapılabilsin diye. Önce onu dalgalı bir buluta sardı, yayını burdu sonuna kadar, bıraktı.
Tanrı enerjiyi yarattı; çünkü hareketten ve değişimden yanaydı. Hepimizden ve herşeyden önce taraftı o.
Tanrı enerjiyi yarattı; zira kullarının üzülmesini istemiyordu. Olmayacak bir anda içlerine ferahlık ve huzur çöksün, bir sigara yaksınlar istiyordu.
...
Bu çocuğun adını Sadık koydular. Annesi güzeldi, babası fakir. Böyle olunca annenin güzelliği de tez soldu. Ablası hemen markete kasiyer girdi. Derhal de evlendi. Çocuk iki olunca Sadık'ın annesi torunlarına bakmak için sabahın köründe gider oldu.
Sadık oyalansın diye uzaktan kumandalı araba aldılar.
Dün aniden pilleri bitti arabanın.
Sadık üzüldü önce, ama bunu çabuk atlattı. Yedi yaşındaydı, ama istedikleri için mücadele etmesi gerektiğini biliyordu. Yedi yaşındaydı ama annesinden pil istemenin manasızlığını biliyordu. Annesi çirkindi artık ve çirkinler enerjiyle ilgilenmezler. Babası da yine işsizdi. Ve işsiz adamların kinetik enerjisi yoktur.
Sadık köşedeki bakkalı gözüne kestirdi.
"Süleyman Amca."
"Hı?"
"Annem mum istedi. Bir kutu."
Süleyman'ı biliyor musunuz siz?
Ayaklarında siyatik. Yarı topal sayılır.
"Rafın üstünde. Sen git, alıver."
"Olmaz."
"Neden."
"Anam kızar."
"Dürzü, neden kızsın anan."
"Başkasının malına el sürme, dediydi."
"Hay ananın."
Bakkal Süleyman dizlerini ovup kalktı. Sallanarak yürüdü. Tabureyi çekti. Ihladı, uzandı rafa.
Sadık o anda tezgahta duran ikili pil paketlerinden birini kapıverdi.
"O anana söyle, mumla beraber bu ayki veresiye bitti. Tamam mı?"
...
"Tamam mı len."
Sadık yok, uçmuş.

Bakkal Süleyman'ın sinirlenince ayağı seğirir. Düştü haliyle. Lokum sandıklarından birine o güzel alnını çaldı. Ertesi gün ikindiye kaldırdılar Süleyman'ı.
Sadık arabası için pil bulmuştu. Ama yoksulların enerjiyi kullanması kolay olmaz. Babası evde yatıyordu. İşsiz adamlar evde sakallarının uzayışını dinlerler göz ucuyla.
İki tıkırtı olunca baba kalkıp Sadık'a bir şamar aşketti. Arabayı aldı, yüklüğün içine kaldırdı.
Akşam oldu. Anne torundan geldi. Yemeği hazırladı. Ekmeği dildi. Salatayı tuzladı. Girdi yatağa, gözlerini yumdu sonra.
Baba gece boyunca sigara içti. Sadık hala kumandalı arabasını düşünüyor. Kırmızı. Işıkları yanıyor giderken. Sağa, sola ve geriye yıldırım hızıyla dönüyor. Ama yüklükte duruyor, hemde hazır enerjisiyle.
Baba balkona çıktı, yine sigara içti. Sadık arabayı düşündü. Ağzına sıçtığımın babasıydı o.

Baba saçını kaşını, yukarıdaki yıldızlara baktı. Karadelik nasıl bir şeydir Yarabbi, diye içinden geçirdi. Sadık uçuyordu şimdi. Kıçının hemen üzerindeki haznede biri artı diğeri ekside iki pil takılı. Sadık uyku, uyku sadık ona...
Baba içeri girdi. Üzerini değiştirdi. Yüklüğü açtı, el fenerini buldu. Denedi önce. Yanmadı. Açtı baktı, pilleri yoktu. Sadık'ın arabası takıldı gözüne. Altındaki kapağı çıkardı, pilleri aldı.
Baba kedi adımlarıyla Bakkal Süleyman'ın dükkanının arka penceresinden süzüldü. Kalbi davul davulaydı.

Babayı o gece nezarette falakaya yatırdılar. Çok dövdüler. Hem fakir hem hırsız, hem de kabiliyetsiz olunca kimse acımaz ki adama.
Polislerden biri ter içinde, kirli sakalında bir parça kurumuş kanla sandalyeye çöktü. Masada duran feneri aldı. Yerde inleyen babanın taşaklarına doğru tuttu ışığı. Hoşuna gitti. Güldü kendi kendine.
Polis sabaha doğru resim cebinde, fenerle evine gitti.
Karısı dönmüş uyuyordu. Eğildi saçlarını okşadı.
"Beni bir yıkasana," dedi.
Kadın hırsla açtı gözlerini. İki büyük kuyudan alev yukarıya yükseldi.
Geriye sendeledi adam.
"Allah belanı versin kadın gibi senin !"
Hırsla elini cebine attı. El fenerini duvara fırlattı.
Parçalar halıya yayılırken çekti gitti.

Kadın hırslı bir ağlamaya teslim oldu önce. Sonra güldü. Yine ağladı biraz. Kalktı. Yatağın altına eğildi. İyice uzandı. Kutuyu çekti aldı. Açtı.
Pırıl pırıl bir esmerlik kapladı ortalığı. Uzun, boğumlu ve kauçuk kamışı izledi bir süre. Yatağa uzandı. Donunu sıyırdı. Düğmeye bastı. Ses yok.

"Enerji lazım her şey için ey kadın ! Haz için bile. Tanrı neden yarattı enerjiyi?"

Kadın yerde duran el fenerinin ölüsünü gördü. Eğildi aldı, pillerini söktü.
Sadık'ın çişi geldi o anda. Helaya kalktı.
Arabam da arabam, diye geçirdi içinden.
Yüklüğe yöneldi. Kırmızı dehşetini çıkardı. Halıya koydu. Kumandaya bastı.

"Ey kullarım, eşit yaratmadım ben her şeyi. Biriniz ısınırken öbürünüz üşüyecek. Ve bekleyecek mutluluk sürüsünün ona koşmasını."

Sadık arabayı duvara çaldı.
Sidiği, basma donundan halıya doğru çağladı; yerde göllendi.
Kadın sigarasını yakarken uzak bir evdeki çocuk, koşarak yatağına dönüyordu.

"Tanrı kendi iç sıkıntısı için yarattı enerjiyi."

02-kumrunun-gordugu-kapak1

02-Kumrunun Gördüğü-Ahmet Büke
Can Yayınları-Öykü-Haziran 2010, 184 sayfa


“Annem de görmüş babamı. Ağlayıp gözlerini perdeye silmiş. O leke kaldı orada. Ortası koyu, kenarlara gittikçe duman gibi açılıyor. Bilmiyorlar bunu. Acıdan leke çıkmaz. Acı zaten yerinden kalkmaz. Taş ve dağdır. Taşları üst üste dizip üzerine toprak, toprağa da ağaç ve zeytin, ot, böcek koyarsan dağ olur. Perdeden yayıldı bütün eve leke. Duvarlara kirli damar attı. Çatallarının ucu parçalanıp dağıldı. Tavan doldu, damlayıp halıların üzerinde birikti. Katı kuleler oldu odalarda. Divan örtüsüne bulaştı. İçi saman dolu kalıp gibi sert duran yastıklarımız kirlendi. Koştum, gördüm.”

Ahmet Büke, yeni öykü kitabı Kumrunun Gördüğü’yle Can Yayınları’nda. Büke, daha önce yayımlanan kitaplarıyla edebiyat dünyasının beğenisini kazanmış, kendi sesini, çizgisini oturtmuş bir öykücü. Yapıtlarında kendine özgü, akıcı, şiirli, esprilerle dolu bir dil kullanıyor; yakından tanıdığı, iyi bildiği çevrelerin hikâyelerini anlatıyor. Bu güzel öyküleri okurken samimi, kendi halinde yaşayan insanların sesini duyacaksınız.

1992yılında-anısına-çıkarılan-pul

Ahmet Büke’nin önceki kitaplarını (İzmir Postasının Adamları, Çiğdem Külahı, Alnı Mavide) okuyanlar öykülerinde çocukların ve delilerin ayrıcalıklı bir yeri olduğunu bilirler. Büke’nin öykülerini okurken daha ilk cümlelerde bildiğimiz dünyaya hem çok benzeyen, hem de ondan bir hayli farklı yeni bir dünyaya çekiliriz. Bizi bu hem tanıdık hem de uzak atmosfere çeken, başka bir deyişle, bu çok özel atmosferi yaratan, olup bitenlerin toplumsal değer ve kabulleri henüz bilmedikleri ya da tanımadıkları için modern dünya tarafından dışlanan kişilerin gözünden görülüp onların diliyle anlatılmış olmasıdır. Onların gözünden görülüp onların dilinden anlatılan dünya bizim dünyamızı andırır; kullanılan kelimeler de çoğunlukla sözlüklerimizde karşılıkları olan sözcüklerdir, ama bu kelimelerin bir araya gelerek oluşturdukları evren içinde yaşadığımız, parçası olduğumuz evrenden farklıdır.

Bizim cansız bildiğimiz nesnelerin kalbinin attığını işitiriz orada; düşünmez sandığımız hayvanlarla bitkilerin akıl fikir yürütüp konuştuklarına tanık oluruz, ya da köpeğin biri eski bir sevişmeyi ağzına atabilir. Daha önemlisi, bunların hiçbirini yadırgamayız. Masal okurken de olağandışılıkları yadırgamayız, fantastik bir metni okurken de… Hazırlıklıyızdır. Fantastik metnin yazarı yabancı bir âlemi anlattığını isimlerle, mekânlarla duyurur çok zaman; masalcı, “Bir varmış bir yokmuş…” diyerek hazırlar bizi, -mişli geçmiş zaman kipinin masalsı bir yanı vardır. Ahmet Büke’nin öykülerinde böyle bir giriş, böyle bir hazırlık yok. Olağandışılıkları bize olağanmış gibi gösteren geniş zaman kipi olabilir bu öykülerde. ‘Çok geniş zaman’ kipi de diyebiliriz buna. Bildiğimiz geniş zamandan da geniş bir zamana yayılıyor gibidir anlatılanlar.“Arsada Ford. Aynaları kırık. Böyle dalgalar gibi patlamış arka camı. Senihi Abi’nin şapkası vites kolunda, torbaları şoför koltuğunda, arka koltukta battaniyesi, altında Senihi Abi. Uyur o kimseye ses etmeden.” Görüntülerle beslenmiş bir geniş zamandır buradaki.

Normalde bir araya gelmeyecek nesnelerin (battaniye ve vites kolu) bir araya gelişiyle hikâyesi sezdirilen arabanın çok uzun zamandır orada durduğu anlaşılır, ama bu cümleler bize bir şey daha duyurur. Senihi Abi de çok uzun zamandır orada uyuyordur, bundan sonra da bir o kadar zaman boyunca, hatta sonsuza dek orada uyuyacaktır. Belki de bu ‘çok geniş zaman’ kipine ‘sonsuz şimdi’ kipi diyebiliriz. Zamanın sürekliliği kopmuştur. Çocuk ve deli için anımsananlar geçmişe olduğu kadar şimdiye de aittir. Hayaller, beklentiler ve kurgular için de geçerlidir bu. Olmuş olan, olmakta olan ve olacak olan… hepsi şimdiye aittir. Bu ‘sonsuz şimdi’nin içerisinde hatırlamak da bizim akıp giden zamanımızdaki şey değildir – unutmamak, unutamamak halini almıştır.

Büke’nin öykü kişileri, bizim geçmişte bırakıp şimdiye taşımak istemediklerimizi geçmişte bırakmaya yanaşmazlar. “Peki, bu sesten, görüntüden kısaca an dediğimiz, çoğunu bitirince unuttuğumuz kayıtları boşuna mı açıyorum ortalık yerde,” diye sorar bir öykünün anlatıcısı. Üstelik “kalıcı hafıza kaybı ve kayıt bozukluğu” vardır onda. Hatırlamaz, ama hatırlatır; hatıranın kendisi olmuştur çünkü. Zaman onun için belirli bir anda durmuştur “Zaman çakıldı kaldı. Sonsuz şimdi başladı” der. Zamanla birlikte benliği de çakılıp kalmıştır. Dünyanın egemenleri bizzat yaptıkları ya da sebep oldukları kötülükleri bir an önce unutabilmemiz için zamanı hızlandırmanın yollarını arayıp bulurlar. Böylece farklı kötülükler arasındaki ilişkilerin de görülmeyeceğini düşünürler. Kötülüklere maruz kalanları, görünmezleştirmeye çalışırlar, bir yerlere kapatıp saklarlar. Bunları yapamayacakları zaman yaşadıklarını anlatamamaları için onları yaftalarlar, dillerini, dağarcıklarını söküp alırlar. Ama bu arada onların varlıkları anlatmak istedikleri şeye dönüşür. Onlara bakıp başlarından geçenleri okuyacak bir şifre çözücüye ihtiyaçları vardır sadece. İşte, hikâye anlatıcısının işi budur – onlara görünürlük kazandırmak, karartılmaya çalışıldığında üzerlerine edebiyatın, dilin, kurgunun ışığını tutmak.

Ahmet Büke’nin öykülerinin atmosferi gücünü ve çekiciliğini iyiden iyiye unutulan, daha insani bir dünyayı hatırlatıyor olmasından alır. Anlatılanlar yüreğimizi burkan, boğazımızı düğümleyen şeyler bile olsa, “yaşasın hayat” dememize engel olmayan bir ton bulunur bu öykülerde. “Hiç”teki gırnata sesi gibi kederli, ama hayatı duyuran, hatırlatan: “İnce, hüzünlü, cambaz ipinde heyecanlı, sedirdeki ölü kadar sessiz, beyaz tende yuvarlandı; o canlı, sarıya çalan, buğday kokulu, terli damlalarına sarılıp iç geçirdiğimizdi. (…) Gırnatanın körüğü incecik çatlaklardan sızıp evlere girdi. Doğduğumuz, seviştiğimiz, dövüştüğümüz, ağladığımız evlere giriverdi. Pis su borularından yeniden derelere, derelerden denize aktı. Orada boz bulanık suda yüzen eski arkadaşlarını buldu.” Kumrunun Gördüğü’ndeki öyküler de şehirlerin, kasabaların arka mahallelerinden, bahçeli evlerin loşluğundan geçip, annelerin özene bezene pişirdikleri yemeklerin kokusuna bulanıyor, oradan komşu sokaktaki kırık dökük metruk binalardaki gizli sevişmelerin tanığı börtü böceğin, kedinin köpeğin gözlerinden aldığı güçle mahallenin işkence görmüş ağabeylerinin yüzlerindeki yaraları yalıyor. Sabahtan akşama ayakta çalışanla işsiz kahvesinde akşama dek oturanın yorgunluklarını görüp kederlenen bir kumru gibi süzülüyor havada.

Nerede ve nasıl insanlıktan çıktığımızın öykülerini kaleme alıyor Ahmet Büke. Trajik ikilemlere dikkat çekiyor; çalışmak insanı kafese kapatıp nesneleştiriyor, ama işsizlik, eve nasıl ekmek götüreceğini düşünmek de insanın ruhunu kafesliyor. Peşinden gidemediğimiz ya da gitmemizin engellendiği arzularımızı terk ettiğimiz yerde, kendimizden de bir şeyler bırakıp eksiliyoruz. Tanık olup sessiz kaldığımız kırımlar, kıyımlar, sadece bu kırımların mağdurlarını değil, tanıklarını da insanlıktan çıkartıyor. Unutursak rahatlarız sanıyoruz, oysa unuttukça kendimizi kaybediyoruz. Unutamamanın ağırlığını unutmanın hafifliğine yeğlememizi öneriyor Büke’nin öykü canlıları; hafifleme sandığımız şeyin insanlığımızı bir kenara bırakıp uçuşan bir nesneye dönüşmek olduğunu duyuruyor.

Bir öyküsünde “nasıl olan Ruhi Bey’e” selam ediyor Ahmet Büke; Edip Cansever’in başka bir dizesini ise Kumru Kâmil’in fısıldadığını işitir gibi olabiliriz. “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka.” Evet, Büke’nin öykülerinde insana insanlığı hatırlatan bir kumru, bir köpek ya da bir kedi olabilir. Hatta dünyanın kendisi de, kulak verene bir şeyler söyleyebilir bu konularda. “Yollarınıza döşediğiniz bütün asfaltlar eriyor, kemikten sıyrılan parçalar gibi dökülüyor. Alttan gelen eski taşları görüyorum ben. Kimisi kırgın, mahcup ama madem verildi bu görev razıyız yeniden ezilmeye diyorlar kestirmeden.”

Kumrunun Gördüğü’ndeki öykülerde anlatılanlar kadar anlatma üslubu da insanı iki duygu arasında gezdiriyor. Kederli bir üsluptan söz edebileceğimiz gibi neşeli bir üsluptan da söz edebiliriz. Kederin de yaşama dair olduğunu unutturmayan, neşenin ise vurdumduymazlık olmadığını sezdiren bir yaklaşımla anlatılıyor öyküler.

Ahmet Büke bu kitabında hayli uzun bir de öyküye yer vermiş. ‘Sesler’ adındaki bu öyküde Büke’nin öteden beri anlatmayı sevdiği çok şey var: Delilik, arkadaşlık, hunharca işlenmiş yasal cinayetler ve onlardan intikam almadan rahat edemeyen öykü kişileri, aile arasında saklanmış duygusal işkenceler ve cinayetler, İzmir, deniz, doğa ve hayvanlar.

(Radikal Kitap, 11 Haziran 2010)
...
Ahmet Büke, dille hiçbir problemi kalmamış bir öykücü. Bu sebeple, yazdıkları okuru hemen etkisi altına alabiliyor. Kumrunun Gördüğü’nde yer alan öyküleri okuduğumuzda yazarla sohbet ediyormuşuz hissine kapılıyoruz. Hayatın içinde olan olayları bir çocuk duyarlığıyla -ama kesinlikle şirinlik takınmak değil bu- anlatabiliyor. Fakat onu, diğer öykücülerden ayıran tarafı sözü uzatmaması ve yukarıda da dediğim gibi dille problemlerini halletmiş bir yazar olarak neyi nasıl söyleyeceğini çok iyi biliyor olması.

Öykülerin bir kısmında var olan politik göndermeler ise “ağzı laf yapan bir yazar” olarak Ahmet Büke’nin becerisini bir kez daha gözler önüne seriyor. Çünkü ele aldığı argümanlar evrensel. Darbenin, sıkıyönetimin, ölüm oruçlarının, ideolojik grupların hangi hallerinin öyküye gireceğini, hangi temaların işleneceğini çok iyi tartmış Büke. Kısacası, anıların şimdiki zamana toslaması sonucu girdiği şekli, estetik bir biçimde okura aktarmış Büke. Kitap, kaybolduğu için alıntı yapamıyorum. Eğer ezberlemiş olsaydım şu bölümü sizlerle paylaşabilirdim: “Sokağın başında duran sardunya’nın taşakları çıkmış.” (Cihat Duman)

03-Alnı Mavide

03-Alnı Mavide-Ahmet Büke
Can Yayınları-Öykü-Kasım 2010, 160 sayfa


"Göğsünde bir diken büyüyordu. Kökleri akciğerinin dalları arasında karışmış, kalbinin hemen yanından boy veren kaba sapı kızıla dönmüş diken. Tuğ çıkarmış. Muzaffer mor uçları var topuzunun. İçindeki kafayı koruyan sert zırh, ölümcül oklarla donanmış. Metal ruhlu diken büyüyordu göğsünde. Onu bıraktıkları ağacın dibinden doğruldu. Sırtını dayadı akasyaya. Dibinden avuçladı toprağı. Ağır ağır çiğnedi. Yuttukça rahatladı. İçindeki açlığın atları sakinleşti."Alnı Mavide, öyküleriyle sıradan insanı gözlemleyen, öyküye yakışacak ayrıntıları yetkinlikle aktaran Ahmet Büke'nin yirmi dört öyküsünü bir araya getiriyor. Bu öykülerin kahramanları, yaşamın kendilerine dayattığı acı, karanlık yazgıyı tüm varlıklarıyla resmediyorlar. Okuyucunun da aslında kendi gizli sesini bulduğu, bu nedenle okurken sarsıldığı, huzursuzluğa kapıldığı önemli bir kitap, Alnı Mavide.

04-Çiğdem Külahı

04-Çiğdem Külahı-Ahmet Büke
Can Yayınları-Öykü-Kasım 2010, 136 sayfa


"Orada oturmuş her şeyi tersine çevirebilir miyim, diye düşünüyordum. Bu mümkün müydü? Altımda çırpınan suya baktım. Dipteki midyelere, sağa sola kıvrılan yosunların arasında gizlenen küçük balıklara baktım. Çok çaresizdim aslında. Yine de ayıpladım kendimi. İzmir çok büyük geldi bana. Sokaklarında kaybolurum, diye düşündüm. Dizlerim yandı. Eğilip denize dokunayım dedim. Durdum.

Bu şehir, parmaklarının ucunda sigara tutan bu sarı duman izi çok korkuttu beni."Çiğdem Külahı, genç kuşak öykücülerimizin önde gelenlerinden Ahmet Büke'nin 2006 yılında yayımladığı ikinci öykü kitabı. Kitapta yirmi beş kısa öykü yer alıyor. Bu öyküler, su yüzüne çıkmamış ama hep varlığı hissedilmiş acıların, isyanların, çevremizde olup bitenler karşısında duyulan öfkenin izini taşıyor. Ahmet Büke kendine özgü dili ve duyarlı anlatımıyla okurunu daha ilk sayfalarda kendi ayrıksı dünyasına çekmeyi başarıyor.

05-İzmir Postasının Adamları

05-İzmir Postası'nın Adamları-Ahmet Büke
Can Yayınları-Öykü-Kasım 2010, 160 sayfa


"Yüz gün oldu babam öleli. Ölümün bana bu kadar yaklaşabileceğine inanmazdım. O hep küçük bahçemde dolaşır, duvarları yoklar, oradan çatıya akıp tahta nalınlarıyla üzerimizde gezerdi. Ama kapıyı zorlayıp içeriye kadar girebileceğini ve bunca yılın Nalbant Asım'ını soluksuz bırakacağını düşünmemiştim. Gece herkes uyurken koyduğum gözlerin tam yüz gündür aynı kavanozun içinde Nalbant Asım! Hâlâ mavilikleri durulaşmadı."İzmir Postası'nın Adamları, öyküleriyle son yıllarda adından söz ettiren Ahmet Büke'nin ilk öykü kitabı. Yayımlandığında kendine özgü sesi ve biçimiyle hemen dikkatleri üzerine çeken bu öykülerde günlük yaşamın alçak sesli ama etkileyici esintisi var. Ahmet Büke, yalnızca yaşadığı kentin değil, Türk öykücülüğünün de ara sokaklarını iyi tanıdığını, iyi okuduğunu ortaya koyuyor İzmir Postası'nın Adamları'nda.

ahmet-buke-egoist-okur-440x213

Bir söyleşi: Ahmet Büke’den ekmek, zeytin ve “iyi palavra atma yeteneği” üzerine-Gülenay Börekçi-2011

Ahmet Büke’nin yeni kitabı Ekmek ve Zeytin çıktı. Çok kendine has bir dili, dünyası olan bir yazar Ahmet Büke. “Ruhlu” derim ben bazı kitaplara, onunkiler öyle… Hikayelerini özetle deseniz özetleyemem… Ama şunu söyleyebilirim: Ahmet Büke’nin hikayelerinde küçük ayrıntılar büyür, zaman durur, dil güzelleşir… Bir de ne anlatsa, sanki ben kendime anlatmışım onu daha önce de şimdi kendimden dinliyormuşum duygusu olur. Onunla ne konuşulur, ne sorulur ona, bilemedim bu yüzden, zorlandım bir parça. Belki edebiyat üzerine değil, başka şeyler üzerine konuşmalıydık. Tıpkı geçen ay Bir+Bir dergisinde yaptıkları gibi. Yeri gelmişken, o röportajı bir an evvel bulup okuyun, çok güzel çünkü… Bizim Ahmet’in bu kez Kürt sorununa temas ettiği yeni kitabı Ekmek ve Zeytin’in hemen öncesinde yaptığımız röportaja da göz atmayı ihmal etmeyin…
-Nasıl bir yerden bakıyorsunuz yazarken ve neleri görüyorsunuz?

Darlanınca yazıyorum ben. “Öf ulan,” der insan gider annesinin sizine yatar, yumar gözlerini. Öyle bir uykuya dalma hissiyatı oluyor bende. Kendimi onarma ya da hayata direnme ihtiyacı hissedince oturup yazıyorum. Yani büyük acılar, yaratma sancıları çekmiyorum. Bir de sinemaya yapar gibi öykü yazmayı seviyorum ben. Görerek yazmak gibisi var mı bu hayatta!

-Yazıyla ilgili geçmişinizden söz eder misiniz?

Yazmak aklımda yoktu benim. Okumayı her zaman sevmiştim ama yazmayı hiç düşünmemiştim. Zaten lisede edebiyat derslerinden de zorla geçerdim. Otuz iki yaşında ilk öyküyü yazdım. Gerçekten para kazanmak için yaptığım işlerden çok bunalmıştım. O zaman bu işin hayatımı değiştirebileceğini anladım. Gerçekten de edebiyat insanın hayatını raydan çıkarabiliyormuş.

-Edebiyat dünyamıza girdiğinizden beri sizi en mutsuz eden şey ne oldu? Siyasi arenada olup bitenlerle edebiyat arenasında olup bitenlerin paralellik gösterdiği oluyor mu? Gündelik hayatımızı sürdürürken başımıza gelen şeyler edebiyatla ilişkimizi, algımızı etkiliyor mu?

Ben yazıyorum da edebiyat dünyasının içindeyim pek sayılmaz. Birkaç arkadaşım var oradan sadece. Şahit olduklarımın arasında bana en yabancı gelen şey ruhen yaşlanma oldu. Bir genelleme yapmıyorum ama kimileri yeni kuşağın iyi yazmadığını söylediklerinde içimden gülümsüyorum. Daha eskilerin kendilerine yaptıklarını yenilere reva görmekte çok mahir bir ülkeyiz. Yine, internetin ve teknolojinin edebiyata zarar vereceğini duymayı garipsiyorum. Belki de yazının bulunmasından sonraki en büyük alt üst oluşla karşı karşıyayız. Buna tutucu bir pozisyona almak anlaşılır değil bence. Benzer şekilde, insanların depolitize, duyarsız ve ilgisiz olduğu için okumadığına dair yapılan genellemelerin öteki siyasal klişelerle ne kadar uyumlu olduğunu görüyorum. Halkın siyasal tercihlerine saygı duyup, oradan kendi eksikliğini anlamak yerine çaya, çorbaya limon niyetinde yapılan “bidon kafalılar” diskurunun edebiyata da zaman zaman taşındığını düşünüyorum.

-Korsakoff Sendromu bellek kaybının bir çeşidi. Şu anda yaşadığımız bellek kaybını iyileştirmekte, bizi bir şekilde sarsıp kendimize getirmekte edebiyatın, yazının üzerine düşen rol ne sizce?

Bilişsel bozukluklar, kısa ve uzun süreli hafızada bozukluklarla malul bir hastalık Korsakof Sendromu. Vücudun gereksinim duyduğu vitamin ve proteinleri kaybederek zihinsel ve psikolojik denge yoksunu hale gelmesiyle tezahür ediyor. Hastalar, yaşadıkları hafıza göçmelerini telafi etmek için boşluk doldurma yoluna gidiyor. Yani feci derecede istemsizce yalan söylemeye başlıyorlar. İşte galiba edebiyat koca bir toplumun bu kendince boşluk doldurma halinin karşısında duruyor. Tarihe not düşüyor, tanıklık ediyor. Bunu da huysuz bir vakanüvis edasıyla değil kendi naifliğiyle yapıyor. Edebiyat olduğu sürece hiçbir suçu halının altına süpüremezsiniz.

-Edebiyatın dünyayı değiştireceğine inanıyorsunuz. Bu anlamda üzerinizdeki sorumluluk nedir?

“Benim duam geçmez ki bedduam tutsun” diye güzel bir lafı var bir abimizin. Ezcümle, bir sorumluluk hissetmiyorum üzerimde. Zaten böyle “sorumlu ol, kendine gel, ciddi ol” hallerinin edebiyata da bir faydası olduğunu düşünmüyorum. Yazarlar topluma ayar vermez; okurlar da yönlendirilecek kitleler değildir. Yazanın belki de yapması gereken tek şey daha iyi yazması olabilir.

-Okuduğunuzda sizi değiştiren kitaplar oldu mu? Ne şekilde etkilediler sizi?

Andrei Platonov’un her cümlesi beni etkiliyor. Çok dışarıdan ve çok uzaktan insana bakarak her şeyi bu denli açık ve temiz görmesi çok sarsıcı geliyor bana. O yüzden uzaylı olabileceğine inanmaya başladım.

-Sizi değiştiren insanlar kimler oldu?

Dedem. “İyi palavra atmak yalancılık değil yetenektir,” demişti çocukken bana. Öykücülüğün temeli olduğunu düşünüyorum şimdi :)

-Okumak neye yarar?

Umut etmeye.

-Peki yazmak neye yarıyor?

Umutsuzlukla baş etmeye.

-Bir sohbetimizde, “Keşke hep öykü yazsam, başka hiçbir şey beni bu kadar mutlu etmiyor” gibisinden bir şey söylemiştiniz. Yazmasaydınız olur muydu?

Onun yerine başka bir şey gelirse neden olmasın. İnsan balık tutmayı, yazmayı, çocuk büyütmeyi ya da film çekmeyi de sırayla çok sevebilir.

554b6d084728b2582f95b11926b97e6b

Kısa Film

İlk öyküsünü 30 yaşında yayınlayan Büke’nin Vesikalar adlı öyküsü kısa filme çekilmiş. Büke’nin geçtiğimiz sayıda Ğ’de yayınladığı öykü zaten çok hoştu. Büke hem kısa, hem de özü yazıyor. Sözü uzatmadan, bıktırmadan… Kendisi de söyleşi de şöyle diyor zaten:

“Giderek izini kaybettiren su yatağına benzetiyorum yazdıklarımı. Çünkü gittikçe daha kısa yazıyorum galiba. En sonunda kendini bitirecek ve kaybolup gidecek.”

Oğuz Atay Ödüllerinin bugüne dek kimlere verildiğini merak edenler için:

68302

Oğuz Atay Ödülleri (2006-2011)

Kastamonu Valiliği İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü tarafından organize edilen Oğuz Atay Edebiyat Ödüllerinin verilmesine 2006 yılında başlandı.
Kastamonu Valiliği, ailesi Kastamonu'lu olan değerli edebiyatçımız Oğuz Atay’ın anısına bir saygı niteliğinde her yıl bu sanat etkinliğini düzenlemeye devam etmektedir.

Yarışmanın Amacı:
1- Roman türünde eserler yazma kültürünü canlandırmak.
2- Sanat türlerinde çeşitliliğe vurgu yapmak
3- Bu türlerin yazarlarını teşvik etmek.
4- Roman alanına yeni, çağdaş, özgün yapıtlar kazandırmak.
5- Türkçenin bu türlerdeki işlevine dikkat çekmek.

Yarışmaya Katılım Şartları:
1- Yarışma 18 yaşın üzerinde tüm yazarlara açıktır.
2- 01.01.2009- 30.04.2010 içersinde ilk defa yayınlanan ve hiç ödül almamış eserler seçici kurul tarafından değerlendirilir.
3- Seçici kurul üyeleri ve birinci dereceden yakınları bu yarışmaya katılamaz.
4- Katılımcılar şartname koşullarını kabul etmiş sayılırlar.
5- Seçici kurul sonuçları 30 eylül 2010 tarihinde toplanır ve açıklar.


291530_2

-2006-Mazlum Dirican-Harf Ve Ayna Ya Da Bir Yol Meseli- Duvar Yayınları

yürüyeceksin!
ve oraya vardığında içinde ışıldayan her harfin
bir öyküye dönüştüğünü göreceksin.

Dirican bu öyküsüyle aynı zamanda 2005 yılı Ahmet Hamdi Tanpınar Hikaye ödülünü de kazanmıştır.

suskunlar

-2007-İhsan Oktay Anar-Suskunlar-İletişim

Eflâtun rengi hayaller kuran bir “suskun”un sözleridir, bu roman. İşittiğini gören, gördüğünü dinleyen, dinlediğini sessizliğin büyüsüyle sırlayan ve tüm bunların görkemini hikâye eden bir adamın alçakgönüllü dünyasına misafir olacaksınız, satırlar akıp giderken. O ise, muzip bir tebessümle size eşlik edecek, sessizce… Sayfaları birer birer tüketirken, benzersiz erguvanî düşlerin gerçekliğinde semâ edeceksiniz ve bu düşlerden âdeta başınız dönecek.

Hayat kadar gerçek, düş kadar inanılmaz bu dünyanın tüm kahramanlarının seslerini duyacak, nefeslerini hissedeceksiniz. Çünkü Suskunlar, sessizliğin olduğu kadar, seslerin ve sözlerin, yani musikînin romanıdır. Sonsuzluğun derin sessizliğinin “nefesini üfleyen” ve ona “can veren” bir adamın hayallerinin ete kemiğe bürünmüş kahramanları, en az sizler kadar gerçektir; ya da siz, en az onlar kadar bir düş ürünü… Bağdasar, Kirkor, Dâvut, Kalın Musa, İbrahim Dede Efendi, Rafael, Tağut, Veysel Bey ve diğerleri… Onlar, sessizliğin evreninden İhsan Oktay Anar’ın düş dünyasına duhûl ederek suskunluklarını bozmuşlardır.

Bir meczûp aşkı tattı, bir âşıksa aşkına şarkılar yazıp ruhunu maviyle bezedi; diğeri, kaybolduğu dünyada bir sesin peşine düşerek kendini buldu. Nevâ, belki de, herkesin âşık olduğu bir kadının pür hayâliydi. Hayâlet avcısı, kendi ruhunu yakalamaya çalıştı. Zâhir ve Bâtın ise, zıtlıkların muhteşem birliğinde denge bulan iki ayrı gücün cisimleşmiş hâliydi.

Suskunlar’ı okuduktan sonra aynaya bakmak, yansıyan aksinizde gerçeği görmek, gördüğünüzü işitmek ve duyduklarınızla sağırlaşıp susmak isteyeceksiniz. Sayfalar tükenip bittiğinde, kim bilir, belki de “suskunlar”dan biri olacaksınız…

03-Alnı Mavide

-2008-Ahmet Büke-Alnı Mavide-Can

Kitaptan benim yaptığım alıntılar:
-Doğduğun yer artık yoksa, öleceğin yerde seni kabul etmiyor, bunu belledik…
-Ev ölürken cumbasına ağlar..
-Acı bana kendimi geri veriyordu…
-Bütün bunlar babasızlığın baş dönmeleri miydi benim için?..
-onuncu bahar geldi uzandı dizlerimin üzerine…



9786051272108 9789755080666

-2009-Civan Canova-Tiyatro-Neon (2007) ve Prömiyer (2008)
Mitos / Boyut Yayınları


Kadın - Asık mısın hâlâ karına? Richard - Ask mı? Hoşumuza giden bir bedenin içine hayalimizdeki ruhu yerleştirir, adına da ask deriz bu saçmalığın. Ful Yaprakları - 1. Perde 2. Tablo Yazar - Çölde bir çakıl tası. Yaramaza bak sen. Kim atmış olabilir ki? Benden habersiz kim girebilir ki düşüme? Neon - 1. Perde Biz mektepteyken bir hayli uzaktı yeni milenyum. Düşünülemeyecek kadar uzak. Bu nedenle ...
Shakespeare ´karakterleri bu kez Prömiyer adlı bu oyunda hayat buluyorlar. Hamlet temsilinin galası yapılacaktır. Son anda, Hamlet´in kendi evinde yangın çıkarttığı ve asker kaçağı olduğu öğrenilir. Polis tüm tiyatroda Hamlet´i ararken diğer oyuncular onu saklamaya çalışırlar. Jul Sezar ile Sofokles´İn Kral Oidipus karakterleri de oyuna dahil olunca ortaya tam bir curcuna çıkar. Prömiyer, bir temsil öncesi yaşanan heyecanları sergilerken oyuncuların iç dünyasına da eğilen eğlenceli bir komedi.

duskesigiodulluBYK

-2010-Güray Süngü'nün Düş Kesiği-Pupa Yayınları-Oğuz Atay Roman Ödülü

Düş Kesiği’nde kurmacalarının arasına sıkışmış, yaşamını rafa kaldırmış bir yazarın her şeye yabancılaşan zihninde geziniyor Güray Süngü. Bütün karakterler bu tehlikeli belirsizliğin korkutucu yanıyla yüz yüze geliyor. Mizahın da işin içine karıştığı bir soruşturmaya dönüşen Düş Kesiği, yazarla kahramanın, kahramanla anlatıcının, düş ile gerçeğin yollarının kesişip çatallandığı bir anlatı. Yanılsamalar, labirentler, aynalar içinde kendini ararken çoğaltan roman, okuruyla uzlaşmaya pek de niyetli görünmüyor.

“... gün sizin gününüz değil, ama her şeyi kaybetmediğiniz müddetçe kendinize saygınız kalacaktır ve kendinize saygınız kalırsa azabınız büyüyecektir. Her şeyi kaybetmek güzeldir bu yüzden. En dipte acı yoktur.”



-2011-Ahmet Sipahioğlu-Tepelitaklak-Metis Yayınları

Hobisi kuş gözlemciliği, branşı ise felsefe olan İzmirli bir üniversite hocası ile uzatmalı asistanı Tayyar'ın "maceralarını" okuyacaksınız Tepelitaklak’ta. Bu teğellenmiş öykülerden oluşan romanda neler yok ki: Kadim şehir İzmir'in sokaklarının dünü bugünü. Karataş, Asansör, Pasaport vd. Özel üniversitelerle devlet üniversiteleri arasındaki benzerlikler ve aşılmaz uçurumlar. Soyu tükenmiş pamuk ördek. Benzersiz bir TIR parkında benzersiz bir akşam. Kıbrıs çıkartması. Göç eden kuşlar, göç edemeyen kuşlar...

Metis'teki ilk kitabı 1929 Bir Yılın Öyküsü'nü 1997 yılında yayımladığımız Ahmet Sipahioğlu'ndan bu kez akademik camiaya içeriden bakan, keskin ve eleştirel bir mizahın eşlik ettiği bir roman.

Related Posts with thumbnails