03 Aralık 2012

Cengiz Bektaş


Cengiz Bektaş 1934 Denizli doğumlu yüksek mimar, mühendis, ozan ve yazar. İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi İç Mimarlık, Mimarlık bölümlerinde okudu, 1959’da Münih (Almanya) Teknik Üniversitesi Mimarlık Bölümünü bitirdi. 1960 Alman Şehircilik Akademisi kurslarını izledi. 1959-62 yılları arasında Münih’te Prof.Dr. Fred Angerer ve Alexander Baron von Branca’nın ortak oluşturdukları bir büroyu yönetti. Serbest Mimar olarak çalıştı. 1962 de Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ne öğretim görevlisi olarak çağrıldı. Orada inşaat İşleri Mimarlık Bürosunu yönetti. Üniversiteden isteğiyle ayrıldı.

1963’den beri özel işliğinde çalışıyor. 1966-69 arasında Zafer Mühendislik Mimarlık Yüksek Okulunda öğretim görevliliğini yürüttü. Trakya Üniversitesi’nde iki yıl “Halk Yapı Sanatı” dersi verdi. 1999 güzünden beri Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Şehircilik Bölümü lisansüstü öğrencilerine “Kültürün Planlamaya Etkisi” konusunda, Güzel Sanatlar Fakültesi’nde de “Estetik” konusunda ders veriyor. Çağrılı olarak gittiği Makedonya, Amerika, Almanya’da kısa süreli konuk hocalık yaptı, konferanslar verdi. Uluslararası ve ulusal Mimarlık yarışmalarında 25’in üzerinde ödül aldı. Cumhuriyet Dönemi örnekleri arasında sayılan yapılar gerçekleştirdi.

Cengiz Bektaş şu an İstanbul/Kuzguncuk'ta oturuyor. Dünyanın neredeyse her kıtasında evi var. Türkçe kitaplarında yer almaktadır. Yazdığı eserler 15 dile çevrildi. Dünyadaki en iyi mimarlardan biridir.

 

Uluslararası PEN Türkiye Bölümü 2. Başkanlığı, 6 yıl Türkiye-Yunanistan Dostluk Derneği Başkanlığı, 6 yıl Türkiye Yazarlar Sendika Başkanlığı yaptı.ABD'de, Makedonya, Almanya'da Mimarlık okullarında konuk hocalık yaptı. Anadolu Üniversitesi'nde (Eskişehir), Trakya Üniversitesi'nde, Marmara Üniversitesi'nde dersler verdi. Mimarlıkla, kültürle ve edebiyatla ilgili sayısız seminere, konferanslara katılan, bildiriler veren, incelemeler, denemeler yayımlayan Cengiz Bektaş, bir Denizli gazetesine yazdığı fıkralarla yazı yaşamına girdi (1950). D.G.S.Akademisi'ndeki bir şiir yarışmasında birincilik kazandı (1954). Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türkçe Dergisi'nde (1960) onun ilk şiirlerini yayımladı.



Kitapları

Mimarlık konusundaki kitapları

1968-Mimarlıkta Eleştiri (1968 Türk Dil Kurumu Ödülü),
1968-Koca Sinan 
1968-Halk Yapı Sanatından Bir Örnek
1977-Bodrum 
1980-Benim Oğlum Bina Okur 
1982-Duvarların Dışı da Senin (1982, 1987, 1991)
1983-Yuva mı Mal mı? 
1980-Antalya
1987-Babadağ Evleri (1987,1991)
1975-Bedri Rahmi Nakışlı Bir Deneme (1975, 1984)
1987-Kimin Bu Sokaklar,Alanlar Kentler 
1987-Kuşadası Evleri (1987, 1991)
1987-Şirinköy Evleri (1987, 1991)
1992-Akşehir Evleri 
1992-Koruma, Onarım 
2003-Kuş Evleri


İnsanın cümle yaratılmışla dengede, sevgi ilişkisinde olması günümüzde her zamankinden daha önemliyken, bunca, sevgisizliğe, bunca yalnızlığa, bunca yabancılaşmaya itilişimiz neden' Hiçbir çıkar gözetmeksizin, yalnızca karşısındakini korumak istediğinden doğan Kuş evleri üzerinde düşünmek bize kimi unuttuklarımızı anımsatabilir.

Türklerin kuşlara ait sevgi ve saygısı Müslümanlıktan çok öncelere dayanır. Oğuz Destanı'nda her boyun kendine ait bir kuş figürü vardır. Şaman inancına göre ise iyilik yapan insanlar bir zaman sonra kuşlaşır ve uçabilirler yani uçmak iyilik yapılarak ve erdemli olunarak elde edilebilecek bir olaydır. 

Şiir Kitapları

-Kişi
-Akdeniz
-Dört Kişiydiler Bir de Ben,
-Dört Kişiydiler Bir de Ben + Ustalarım,
-Yeryüzünün Yüreği
-Yer Deli Gök Deli
-Zeytinli Fırın Sokağı
-Güz Ey
-Fide
-Onu Birden (Bütün Şiirleri)
-Dışların İçi
-Su Belleği
-Su Gölgesi
-Mor
-Sevgi (Alnımın Teri)

Çeviri

1978-Sapho (Azra Erhat'la birlikte, 1978, 1983)
1981-Tılsımlı Kedi (Grimm Kardeşler'den Masallar)

Çocuk Kitapları

-Koca Rıza
-Ebemevi
-Usta ile Çırak
-Sevgiyle Yap
-Çağıl Nasıl Mavi Oldu



Cengiz Bektaş’a mektup

Sevgili Cengiz Bektaş merhaba,
Merhaba geçmişimizin şair bekçisi.

Şu ara gelenek dediğimiz kavramı döne döne düşünüyorum. Geleneğimiz, göreneğimiz, adetlerimiz dediğimiz alışkanlıkların nedenlerinin sorgulanması gerektiği sonucuna varıyorum sonunda.
Sen mimarlığındaki disiplinini şair olarak da sürdüren bir kişisin. İklimin, coğrafi etkenlerin, kullanılan malzemenin bölgedeki binaların biçimlerini (sıva dam örtüsü gibi ayrıntılarıyla) nasıl etkilediğini araştırdığını biliyorum. “Halk Yapı Sanatı” üst başlıklı kitapların Bodrum’dan doğduğun Denizli’ye uzanıyor. Eski evlerde odaların çok fonksiyonlu oluşu da modayla değişen bir ögedir. (Bunu da eleştirirsin.) Ancak şiirinde gelenek diye savunduğun bir kalıp anımsamıyorum. Savunduğun ve uyguladığın tek kalıp “insanın insan gibi yaşayacağı bir dünya”dır. Ve “sevgi: 

“Bir ev çizeceğim bölümsüz doğu-batısız
Verin ellerimi
Serin gölgelerde kişiler çizeceğim
Ağısız çocukluklar
...
Evimizde öldürmeyi öğreten inanışlar anılmıyacak
Bilinmeyen ötelere el kaldıran papazlar olmıyacak
Demirci Müller’in gözlerindeki kuşku
Senin benim kuşkum
Tinimizi tanrılığa yetiştirmeyi bileceğiz
Tuna içimizde doğup kocayacak 
Birbirimizi çiçek olmuş yaprak olmuş göreceğiz 
Kurumuş dudaklarımızda sıcaklık 
Dağlarda döğülmüş sular evimizde
Yeşil otların üzerinden çakıl temizliğinde
İnancımız üzerine evrenimiz
Evimizde ağaçlar kökleri bizde
Bir ev çizeceğim bölümsüz doğu-batısız
Verin ellerimi 
Verin ellerimi 
Kişiler çizeceğim”

Galiba senin için gelenek de sevgiden ibaret. Bu sevgi yalnız insanların değil her canlının yaşayabildiği bir dünya anlamına da geliyor. Böyle bir dünyanın mimaride iz bırakmaması düşünülemez. Geleneğimizdeki mimari incelikleri kitaplaştırmışsın: Kuş Evleri. Arkeoloji Ve Sanat Yayınlarının bastığı bu kitap sevecen tavrı bakımından senin şiir kitaplarından farklı değil. Oysa “Mimarlık söylemi içinde sivri dili ve uzlaşmasız tavrın ile ünlü” olduğun söylenir.

Öylesine sevecen davranırsın ki çevrendekilere, biraz sesini yükseltsen dilinin sivrileştiğine vermişlerdir bence. Kuş evlerini anlatırken 13. yüzyıldan hatta daha öncesinden kiliselerde, camilerde, şifahanelerdeki kuş barınaklarını yazmışsın. O barınakların kuşlarını da. Sen bir kuşmuşsun gibi. “Özellikle kuş evlerini aramak için değil de, başka ilgilerle baktığım günlerde çektiğim yapı saydamlarına yeniden baktığımda, daha önce ayırtına varamadığım kuş evleri de buldum. Tersi de oldu bunun. Malik Aksel’in yerini yazdığı, çizimini yayınladığı bir kuş evini görmek için kalkıp Bursa’ya gittim. Cıngıllıoğlu sokağını buldum. Ara ki o konağı ve onun üzerindeki kuş evini bulasın... Yok, yok! Sordum soruşturdum, bilenleri, anımsayanları buldum... Evin eskiden yerinde bulunduğu 6-7 katlı apartmanı gösterdiler.
Birden o evin kuşunun yerinde olmayı istemedim. Düşünün, akşam oluyor, yorgun argın uçup geliyorum ev yok... Konak yok... Kavaklar yok... Nereye uçayım, nereye gideyim ben şimdi? Nerede beni düşünen seven insanlar?”
Şehrin hesapsız kitapsız değişiminde mırıldandıklarımızı yüksek sesle söylüyorsun Cengiz. Sesin, kalemin var olsun. Bahçe çitlerinde kahkahalar açan Eski İstanbul evleri gibi ferah bir yaşam sür. Bize ferah şiirler, halk yaratıcılığıyla ilgili kitaplar yaz, projeler çiz.
Bizi düşlere dalmış görünce mırıldan:
gözlerinizi kapatsanız
cenneti düşünseniz
çocukluğumun Denizlisini
görmediniz ki

(Sennur Sezer)



Bendeki Cengiz Bektaş...

 " Cenneti tanrılar değil insanlar yaratır..."


 " Çoğullanmak için  bir 'ken
           önce ikiyi dosdoğru 
                     yaşamak gerekir..."


 " Tümlenmek bir kişide, 
              bir elde üşümek, iki elde ısınmak..."


 " İşte seni beklemediğim sokak, 
             yabancı mıyım 
             yabancı mısın 
                        gülünür..
    yaşantı aramanın yapmacığından uzak 
             binlerceden birisin 
             binlerceden biriyim 
                       düğümsüz..
    kişiliğimiz adlarından arınmış, 
    girmez öykülere günümüz, 
    tutup seni elinden 
             binlerce elinden 
             binlerce elimle 
    yargılara çıkıp gelmişiz 
    yüzünde öperim utanmalarını 
                        düğümsüz..
    sen benim incecik arayışım..."


" Değişime , 
     duvar dibinde papatyaları görerek yürümek ,
              kavgada 
               çamın dibinde menekşeyi unutmadan..."


 " Yolların karıştığı yerde
         birdenbire
            bardaktan boşanırcasına
                           yağdın yüreğime.."


"Toprağın ve benim
Yüreğimiz kabarık
toprak güneşi düşünüyor ben
ne güzel düşünüyorum seni bilsen.."


" Bencil sevgiler bir yana 
          bütün sevgilerde büyüdün
                          tadına vara vara..."


 " Talan edildikçe yüreğim
                çoğalır yüreğim
                    bencil sevgilerde 
             eğlenip kalmak olmaz canlar
       haydi kalkın yavaş yavaş gidelim..."


 " Bunca yıl sımsıcak tuttuğum yüreğim 
        şimdi çırpınan bir acı göğüs çatımda 
                   taşırım taşıyabildiğimce 
       korkmadım hiçbir şeyin bitmesinden
   böyle birdenbire bitmeli
                          güzelken..."
  

 " Anlamaya çalışıyorsam seni ,başkalarını 
   çoğullanıyorsam hemen azıcık sıcak bir bakışla
                  herşey daha çok insansa 
                        biliyorum şimdi ,senden ötürü..."


"Bütün dağlarının
çiçekleri kokuyor ellerim
yaşadıklarımın şimdisi
bakırçağda kurduğum
dört direğin taşıdığı ışığa
tuttuğum
sana değmeden
sen kokan ellerim..."


"Kıyıya karadan vurdum
   payımdan çoğunu alıyorum
                       diye güneşin..."


"Sizden yaşlı sözcükleriniz
       nasıl anlar gelecek sizi
              anı bile değil günleriniz..."


"O yaprak düştüğünde ben oradaydım
hiçbir şeyi değiştirmedi tanıklığım
dalın ucunda tekdi
en küçük esinti yoktu
öyle koptu
yeşili bitmemişti daha
bir iki sallandı, ters döndü, düştü
kimseler yoktu
tanıklığım hiçbir şeyi değiştirmedi..."

( Cengiz Bektaş / Onu Birden )

01 Kasım 2012

Metin Eloğlu


Metin Eloğlu 
Unutulmuş şair ve ressam, (1927-1985)

Edebiyat ansiklopedilerindeki yazar maddeleri böyle başlasa... Anlattığı yazarın ya da şairin kaderini bir-iki kelime ile özetleyerek... Sevdi-sevildi, yargılandı durdu, geçim derdine düştü... Yazar maddelerini okumanın dayanılmaz ağırlığı çekilmez olur muhtemelen. Eloğlu’nun kaderi üzerine yazdığım ‘unutulmuş’ kelimesi klişe gibi görünse de onun için bir gerçeklik taşıyor. Bakın Mehmet H. Doğan ne diyor: “Gidişinden on bir yıl sonra, Eloğlu gibi, sözcüğün tam anlamıyla has bir şairin böylesine unutulmuş olmasını aklım almıyor. Ama durup biraz düşününce, yaşarken de durumun fazla farklı olmadığını anlıyorum.” (Şimdi Uzaklardasın, Yapı Kredi Yayınları)

Metin Eloğlu, Boyabat’ın Perinçek köyünden Hasan efendi ile İstanbullu Nahide hanımın oğludur. Hasan efendi, yirmi yaşındayken karısı ve kızını köyde bırakıp İstanbul'a göç eder. Yusuf İzzettin’in konağında bahçıvan olarak çalışmaya başlar ve çok geçmeden komşu kızı Nahide’ye gönül verir, evlenirler... Kız çocukları Güzin’in ardından 1927’de oğulları Metin dünyaya gelir. İsmini komşu İrfan bey koyar. Çamlıca’da dünyaya gelen şairin çocukluğu burada, gençliği Üsküdar’da geçer.

Eloğlu’nun hayatının akışını belirleyen şairliğinin ve ressamlığının kökleri anne ve babasına uzanır. Babası Hasan efendi, Cumhuruyet’in ilanından sonra Belediye Bahçeler Müdürlüğünde çalışmaya başlar. Kadıköy, Taksim ve Gülhane parklarını düzenleyenler arasındadır. Hasan efendi, çiçeklerle adeta tablolar çizen bir kişidir. Metin Eloğlu’nun ressamlığını babasından, dile düşkünlüğünü çok güzel masal anlatan annesinden aldığı söylenebilir böylelikle. 1943’de Güzel Sanatlar Akademisi’ne girer. İki yıl düzenli okur. 

Bu sırada şiirle yakından ilgilenir ve sol eğilimli şairlerle arkadaşlık kurar. İlk şiiri de aynı yıl Kovan dergisinde Mehmet Metin imzasıyla yayımlanır. Derken bir gün, bir arkadaşının meyhanede yaptığı gevezelik yüzünden tutuklanır. İki ay hapis yatar. Çıktıktan sonra Eloğlu’nu bir sürpriz beklemektedir: Okul, kaydını silmiştir. Bütün uğraşlarına rağmen kaydını yenileyemez. Çareyi konuk öğrenci olarak 1947’ye kadar dersleri takip etmekte bulur. Akademi bitmeden askere alınır. İzin tecavüzünden ve disiplinsizlikten dolayı altı ay hüküm giyer. Cezalı askerliği beş yıl sürer. 


Eloğlu, hayatı karmaşa içinde ilerlerken Serveti Fünun, İstanbul, Söz, Varlık, Kaynak, Yaprak, Fikirler gibi dergilerde asıl adıyla şiirler yayımlar. 1951’de ise şiirlerini Düdüklü Tencere adlı kitapta toplar. Kitap, yirmi üç yaşındaki şairin ilk eseridir. Övülür ve övüldüğü kadar yerilir. Askerlik bittikten sonra 1952 yılında üç buçuk ay Yıldız Bahçeler Müdürlüğünde çalışır. (Oğullarının kaderi babalarıyla çakışır en az bir kere) Sonrasında bir yandan edebiyat hayatını sürdüren Eloğlu, ressamlık ve süsleme türünde çalışmalarla geçimini sağlar.

Metin Eloğlu, “eşyayı, olayları hınzırca yakalayan bir şair” olarak nitelendirilir. Şair ve ressam olarak ortaya çıkardığı işlerde duyarlılık ve zekânın muhteşem birleşimi görülür. Kendine özgü bir dil kuran şair olarak Garip ve İkinci Yeni ile ilişkilendirilir. Garipçilerin kurallarını kendine göre uygulamıştır. Garipçileri çarpıcı bir şekilde değerlendirir: “Onları hep aynı mahallenin aynı kahvehanesinde aynı nargileyi fokurdatan tiryakilere benzetiyorum.” (Asım Bezirci, Metin Eloğlu-Edip Cansever, Evrensel Basım Yayın) Şair olarak öne çıksa da önemli öyküler yazar.

Kendine has bir adamdır Metin Eloğlu. Arkadaşları onda şeytan tüyü var diye anlatırlar onu. Genizden gelen kahkahaları, yılbaşlarında kendi yaptığı resimli kartları arkadaşlarına postalayışı yer eder hafızalarda. Mehmet H. Doğan, ‘reis’ sözcüğünü sık sık kullanırken hatırlar onu. “Reis, iş yok bu şiirde! Unut bunu sen!” Yine Doğan’ın anlattığına göre, ziyarete gittiği evlerde sehpanın üzerinde bir vazoda yapma çiçeğe rastlamasın, bulduğu ilk fırsatta pencereden atmadan rahat edemezmiş. Çünkü onun için çiçek saksıda ve doğaldır. 

Mizacına gelince... Doğan’a göre şairin öfkesini şiirlerinden anlamak mümkündür. “Öfkesi çoğu zaman kınındaydı Metin’in, ama kından nasıl hızlı, göz açıp kapayıncaya kadar çıktığını fark edemezdiniz. Şiirinde de öyle.‘ Hanımefendi’ şiiri, haksızlıklar, eşitsizlikler karşısında bu öfkenin nasıl parladığının eşsiz bir örneğidir. Bu şiir yayımlandığı günlerde bazı sözcükler olduğu gibi yazılamadığı, yayımlanamadığı için o sözcükleri değiştirilmiş toplu şiirlerinin girdiği kitapta bu değişik haliyle çıkmıştır.” Mehmet H. Doğan Şimdi Uzaklardasın’da şiirin ilk yazıldığı halinin bilinmesi için 1967’de kendi evinde Eloğlu’nun banta okuduğu halini veriyor:

Utanmayıp da size kıçımı göstersem
Kıçımda don yok vallahi
Mevsim demokrasi saat sekiz suları
Hanımefendi karnım aç
Size söylüyorum hanımefendi
Kıçımda don yok dedim duymadınız mı
Karım geçen Perşembe öldü sağır mısınız
Cebi üç kuruş gören
İnsanın suratına tükürüyor hanımefendi
Neden olacak veremden tabii
Bakın gıcır gıcır bir gece saksıda zülbaharlar
Birazdan ayışığı da çıkacak
Ayışığı
Eşşoğlueşek

Bilmem anlatabildim mi
Size olan şu deruni aşkım değil mi ya efendim
Gün gelecek öleceğiz ölmezsek iyi
Zaten çatlak zurna bir düzen
Barışsız hürriyetsiz
Erkeklik damarımız
Sırası gelince kabarır hanımefendi
Niçin öyle bir tuhaf baktınız
Hem öyle bir kabarış kabarır ki
-Sözümüz mevlisten dışarı-
Siz bile apışıp kalırsınız.

“Bantta, bu şiiri Leylâ Erbil’lerin evinde okuduğu akşam ortalıkta nasıl buz gibi bir hava estiğini, yaşlı hanımın nasıl başını öne eğdiğini, evlatlığınsa daha “kıçımda don yok vallahi” dizesini duyar duymaz nasıl dışarı kaçtığını anlatırken dünyanın en keyifli kahkahalarını atıyordu.”

Metin Eloğlu, yaşamının sonlarına doğru sıkıntılı ve yalnız günler geçirir. Özellikle ikinci eşi Nur’dan ayrıldıktan sonra. Kısa bir süre sonra Bursa’da genç bir kızla evlenir ama ondan da çok geçmeden ayrılır. Çapa Tıp Fakültesi Hastanesinde uzun aylar yatar. Hastaneden çıktıktan sonra kendisine bakıcılık yapacak bir kadın bulur ve son günlerini onunla geçirir. 1985 yılında İstanbul’da ölür. (Burcu Aktaş-2009)



  

Eserleri 

1951-Düdüklü Tencere (Yeditepe)
1957-Sultan Palamut 
1957-Derleme: Garip Şiirler Antolojisi, (Ü. Y. Oğuzcan ile, Yay)
1959-Odun (Alpaslan Mtb.)
1961-Horozdan Korkan Oğlan (Dost)
1965-Türkiye’nin Adresi (Yeditepe)
1968-Ayşemayşe (Yay)
1970-Bektaşi dedikleri, (O. Tansel ile-Türkiye İş Bankası)
1971-Dizin (Güney-TDK Şiir Ödülü)
1975-Yumuşak G (Baha Mtb)
1978-Rüzgâr Ekmek (Ada)
1982-Hep (Adam)
1982-Yine (ilk altı kitabı-Adam)
1982-Şiirce, (son üç kitabı-Adam)
1983-Ay Parçası (Yazko)
1984-Önce Kadınlar (Adam)


Eserlerinde adının dışında Mehmet Metin, Mehmet Emin, Ali Haziranlı, Etem Olgunil ve Nil Meteoğlu imzalarını kullanmıştır.

 

Bendeki Metin Eloğlu...

 Önce Kadınlar'dan...
=================


Amma da yaptın şıllık kız
dağlıysak, insan değil miyiz yani ?
koyunları sattık, vurduk üç bini
öküzleri sattık, vurduk beş bini
bu parayı mezara mı götüreceğiz ?
hele gel, seni vizon pöstekilere saram
koluma takıp kervansaray'a gidem
sana Chat-Noir'lar alam mı?
koklayanın burnu düşsün
Jose İturbi'den Xavier Cugat'tan
sana pilak alam mı ?
o çalsın sen tepinedur,
seni eşek sütünden banyolara yatırıp
Camel'ini binliklerle yakam mı ?
Nylon'una ne verem?...
     

gibici
 -gibimtrak
 -gibilitik
 -gibiloji
 -gibimasyon


Ben sırtüstü
güz yüzükoyun
çiftleşiyor muyuz ne...


dağda deniz kovalıyorum
altımda o hayvan gemi
katırtırnaklarını güden
insan acemiliği işte
ha sen ölmüşsün
ha ben...


insan 
  kendisini pek
        ödeyemiyor
sen dur, bende var...


evde sanki bir konuk
ocağını, cezvesini getirmiş
telvedeki köpekle
ben zaten yoğumdu
ötesi fincan gece...




Yine' den..
=================


Leman Hanım,
size bir şiir borcum vardı ya
işte onu ödüyorum...


Hala sağ mısın lan
inatçı deyyus
zehir kimin için,
ucu ilmekli ip niye
icat edildi ulan
marsık,
elektrikli sandalye
Galata kulesi
atom ?
   ha !..


camı 
kırmak çok kolay
unu, hiç acıtmamak
çölü tez çimlemek
er'i dişilemek
piç'i babalamak
sonu ilklemek hemen
            zor olanı sen...



Bektaşi Dedikleri'nden...
===================


Sofu komşusu hep takaza edermiş Bektaşiye
 " Ramazanda olsun niye namaz kılmazsın ? " iye
E, gayri bizimkininde canına tak edmiş :
 " Kur'anda namazı yasaklayan ayet var :
 " La takrabussalate...
      yorumunu da şıppadanak yapmış :
 " Sakın ha namaza durmayınız..
Ne ki öbürüde az bilgiç değil hani,
 " Aman Erenler, demiş;
 "senin andığın ayetin yarısı ki;
  gerisi şöyle gelir :
 " Ve entüm şükara ! "
 " Yani sarhoş iseniz.."
Bektaşi bu, hiç bozuntuya mı verir :
 " A dost demiş; ben Mekke'ye
   bilmem ne başı olacak değilim,
   ezberlediğim kadarı , yeter de artar bana...


Tuzu kurular oturup konuşurlar
Konu : toplum ahlakının bozukluğu
içlerinden uzak görüşlüsü gösterir sonu
  " Böyle gidersek alt-üst olacak dünya,
    Ulular düşünüp buna bir çare bulsa.."
deyince, Bektaşi yekinip ayağa kalkar ;
  " Ne biliyorsunuz, belki altı üstünden iyi çıkar,
                           değmez bunca kaygılanmaya !.."


Köpeksiz köyde değneksiz gezenin biri
Bektaşi'ye gücü yetmiş, pataklar ha pataklar
ya bizimkinin yakarmasına ne demeli :
 " Ellerin nurdan kurusun e mi "
sormuşlar garibana kötek bitimi :
 " Yahu o ilenmende nur'un ne yeri var ?
Bektaşicik işbilirliğini takınmış gene :
 " Elleri kurusun da a canım, nedeninden bana ne..."


Bir Bektaşi Mısır'a gidip
     büyük dergahı arar :
 yalınayak yürümekten patlar tabanları
 yolda ,süslü bir araba içinde giysileri sırmalı
 erkek tavus gibi kurumlu birini görür
 yanındakine " Hidiv bu mu ? " diye sorar
 adam " Bu Hidiv'in bir kuludur " deyince
 Bektaşi ellerini öfkeyle kaldırır göğe :
   " Tanrım der, çok zor tüzeni anlamak
     bir Hidiv 'in kuluna ,
          bir de kendi kuluna bak !..."

16 Ekim 2012

Onat Kutlar



Onat Kutlar (1936-1995) 

Alanya doğumlu Türk şair, yazar, düşünce adamı.
Hakkında geniş bilgi için bakınız

  

Bahar İsyancıdır./ 73 sayfa
İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul. 2003

Kitaptan hoşuma giden bir öyküsü...Günlük hayatlarımızda hepimize bir "Çevirmen" gerekiyor artık sanırım..



Çevirmen

Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim. Evimizin avluya bakan ikinci kat odasının penceresi önünde oturmuş, garip bir olayı izliyordum. Avluda, çiçekten meyveye dönüşmek üzere olan bir zerdali ağacı vardı. Meyveleri serçelerden korumak için dallarına örümcek ağı gibi ince bir iplik ağı geçirilmişti. Ama gene de çok sayıda serçe vardı ağaçta. İçlerinden bir bölüğü, iplere ve dallara çarparak kalkıyor, yüksek avlu duvarının ortasındaki bir deliğe doğru uçuyor, delik çevresinde bir süre çırpındıktan sonra yeniden ağaca konuyordu. Tam o sırada pat diye bir tüfek patlıyordu yanı başımdan  Ağaçtaki serçelerden birinin cansız yere düştüğünü görüyordum. Ağacın yanında, elinde porselen bir tabakla, Ticaret Mahkemesinin yaşlı odacısı duruyordu. Düşen serçeyi alıp, usulca tabağa koyuyordu. Tabak ölü serçelerle doluydu. Karşıda, kullanılmayan ahırın karanlık kapısı önünde, elleri ceplerinde öylece duran küçük erkek kardeşim dikkatle odacıyı izliyordu. Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu gölgeliydi. Küçük kuşların ölümü için epeyce elverişli bir saat.

Düzenli aralıklarla, serçelere, odacıya ve yanı başımda bir iskemleye ters oturmuş, bir tektüfeğin gez ve arpacığından dikkatle nişan alan aile dostumuz Ticaret Mahkemesi Yargıcı'na bakıyordum. Namluyu hafifçe oynatıyor, sonra bir noktaya gelince gözlerini kısarak tetiği çekiyordu. Pat!.. Bir serçe daha. Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.

Anam kahve fincanlarını topluyordu. Sürekli hareket halindeydi. Bir yolculuğa çıkacakmış gibi. Oysa yolculuğa çıkacak olan babamdı. Onu akşam olmadan çiftliğe ulaştıracak olan at, kapıda sabırsız kişniyordu. Babam konuğun gitmesini bekliyordu. Sadece ablam, duygularını saklayamadı. On dört yaşındaydı. Tırnaklarını kemirirken birden bağırdı: "Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" Yargıç gözlüklerini bir an alnına kaldırdı. Ablama baktı: "Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta kızım..." dedi. Serçeleri vurmaya devam etti. Bu tuhaf düğümü çözme si için babama baktım. O, pencereden kardeşime seslendi, "Oğlum, ahırdan kolanı getir." Kardeşim sızlanarak karşılık verdi: "Ben yılandan korkuyorum. Getiremem." Annem, "Babanı duymadın mı?" diye seslendi kardeşime, "yola çıkacak." Sonra Yargıç'..a döndü. "Yoruldunuz..." "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç, "Kalemi kırdık bir kere..." Yeniden nişan aldı. Pat. Bir serçe daha. Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiç biri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım:

"Yani ablam diyor ki, serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem serçeler kurtulsun, hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye... Küçük kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti. Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını... Annem konuğun yorulmadığını biliyor. Bunu söylerken, artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için verdiği idam kararından dönmeyeceğini söylemek istiyor... Odacının da hiç sesi çıkmıyor, çünkü korkuyor..."

Rahatladım ve sustum. Herkesin ne demek istediğini söylemiştim. Ama odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot kırmıştım. Babamın durumu kurtarmak için söylediği gönül alıcı cümlelere rağmen Yargıç izin isteyip gitti.

O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi gerekti.

Çevirmenlik, bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama, eninde sonunda, yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni bir başka dile aktarmaktır. Benimki ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle küçüklerin, okulda öğretmenle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin, ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp bir tür çeviri yapması gerekiyordu. Ve başka konularda olduğu gibi, bu konuda da sorumluluk duyuyor, hatta çoğu kez bu sorumluluğun altında eziliyordum. Gene de bir başkası üstlenmediğine göre, bu görevimi yerine getirmeliydim. Yılmak bilmez bir bağlılıkla işimi sürdürdüm.

Çevirmenlik görevim kimi zaman mutlu sonuçlar doğuruyordu. Beyazıt Kitaplığı'nın avlusunda, sevgilisi delikanlıya aşktan söz etmek isterken kimya formülleri anlatan genç kızın sözlerini Türkçe'ye çeviriyordum örneğin. Genç kız, mutluluktan bayılmış gözlerle bakıyordu bana. Ya da bir felsefe kitabını bir türlü anlayamayan arkadaşıma yeniden ve gene Türkçe anlatıyordum Eflatun'un dediklerini. Bu kez anlıyor ve çok sevdiği felsefe konularında ilerliyordu. Ama kimi zaman da kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, inanılmaz karışıklıklara, kızgınlıklara neden oluyordum.

İnsanların konuşmalarındaki ikiyüzlülükten mi kaynaklanıyordu acaba benim bu mesleğim diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir ölçüde doğrudur bu. Ama tümüyle değil. Söylediğinin tersini düşünen birinin yüzünden maskesini sıyırmak bu anlamda bir çeviridir elbette. Ama iki ayrı insanın, aynı sözcüğü, örneğin özgürlük ya da masa gibi biri soyut, öbürü somut iki sözcüğü tümüyle ayrı ayrı kavradıklarına da tanık oluyordum. Böyle durumlarda, elbette bir ikiyüzlülük söz konusu değildi. Ama gene de bir çeviri gerekiyordu.

Beni en çok şaşırtan olay, günün birinde, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirine çevirirken, benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de, bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.

Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.

...

13 Ekim 2012

The Heart Is a Lonely Hunter-1968-Robert Ellis Miller




Directed by: Robert Ellis Miller
Genre: Drama
Country: USA
Language: English,American Sign Language
Plot Outline: Sentimental story centers around a deaf-mute, Singer, and Mick, a teenager who lives in the house where he rents a room...
Runtime: 123 min
Awards: Nominated for 2 Oscars. Another 5 wins & 6 nominations
Cast (first 10): Alan Arkin, Sondra Locke, Laurinda Barrett, Stacy Keach, Chuck McCann, Biff McGuire, Percy Rodrigues, Cicely Tyson, Jackie Marlowe, Johnny Popwell

IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0063050/




Yürek Yalnız Bir Avcıdır 

İnsan yüreğinin yalnız bir avcı olduğunu anlatır. Hayata tutunmaya çalışan sağır dilsiz ve ama her şeyi yüreğiyle duyan bir adamın hüzünle yüklü öyküsünü aktarır. Edebiyat dünyasının erkenden tuhaf hastalıklar neticesinde yitirdiği Carson McCullers’ın 1940 tarihli bu ilk romanından uyarlanmıştır. Film de romanı kadar başarılı olmuştur. Sevgiyle koşut giden hüznün öyküsü...




Carson McCullers (1917-1967) 

ABD'li yazar. Roman, kısa öykü, oyun, deneme ve şiir türlerinde eserler üretmiştir. 

İlk romanı The Heart Is a Lonely Hunter (Yalnız Bir Avcıdır Yürek), Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletlerindeki toplumdan dışlanmış, uyumsuz karakterlerin manevi yalnızlıklarını konu alır. Yazar diğer eserlerinde de benzer mekanları ve temaları kullanmıştır.

McCullers 1917 yılında Columbus, Georgia'da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Lula Carson Smith idi. Annesi Amerika Konfedere Devletleri'nde savaş kahramanı olan zengin bir arazi sahibinin torunuydu. Babası ise tıpkı Yalnız Bir Avcıdır Yürek romanındaki Wilbur Kelly karakteri gibi bir saatçi ve kuyumcuydu. McCullers on yaşından itibaren piyano dersleri almaya başladı. Babası ilk daktilosunu 15 yaşındayken hediye etti.

1934 yılında, 17 yaşındayken New York'taki Juilliard School of Music'de piyano eğitimi almak üzere evden ayrıldı. Fakat şehre varmasının ardından okula hiçbir zaman devam etmedi. Hizmetçilik yapmaya ve Dorothy Scarborough'un Columbia Üniversitesi'nde geceleri verdiği yaratıcı yazarlık derslerine katılmaya başladı. 

Yazar olmaya karar verenMcCullers'ın otobiyografik öğeler taşıyan Wunderkind isimli hikâyesi 1936 yılında Story dergisi'nde yayınlandı. Bu öykü yazarın The Ballad of the Sad Cafe isimli kitabında da yer almaktadır.



Eserleri

Romanları 

1940-The Heart Is a Lonely Hunter - Yalnız Bir Avcıdır Yürek 
1941-Reflections in a Golden Eye - Altın Gözde Yansımalar 
1946-The Member of the Wedding - Düğünün Bir Üyesi 
1961-Clock Without Hands 

Diğer 

1951-The Ballad of the Sad Cafe-öykü
1958-The Square Root of Wonderful-oyun
1964-Sweet as a Pickle and Clean as a Pig -şiir
1972-The Mortgaged Heart 
1999-Illumination and Night Glare-otobiyografi

30 Eylül 2012

Sait Faik Abasıyanık



Ne zamandır ertelediğim bir işi yaptım ve bu yaz Sait Faik’in tüm kitaplarını okudum ve şimdiye dek okuduğum tüm öykülerinden farklı bir tat aldım, kendisi yazdıklarına öykü denmesine kızarmış nedenini okuduktan sonra anlıyorsunuz..Öykülerinden bir tanesi bana müthiş şiirsel geldi. Nette olmayan bu öyküyü paylaşmak istedim. Ayrıca Sait Faik’le ilgili diğer bütün şeylere “Dolandagel” sayfamızda yer verdim. Sait Faik’le ilgili hazırlanmış çok içten bir başlığa da buradan bakabilirsiniz.


Papaz Efendi

Evimiz kilisenin karşısındaydı. Bu, akşamüstleri lacivert kesilen gökyüzüne, neftileşen çamlara kırmızı tuğladan vücudu ile yaslanan, çan kulesi olmadığı için tepesine her zaman bir karga yahut da şair bir martı konan haçı ile Bizans'tan beri Rum kalfanın Ortodoks ve cahil kafasından restore edilmiş, kiliseden çok bir Bizans derebeyinin evine benzeyen bir binadır. Bir tek kubbesi vardır. Bina çirkin değildir. Ama güzel de değildir. Küçük kubbelerin bulunması lazım gelen yerlerde mazgala, burca benzeyen delikler, çıkıntılar vardır. Gündüzün kalın, -daha doğrusu görüle görüle bıkılmış haliyle-akşam olunca neftinin, koyu mavinin, elle tutulması kabil hale gelen renklerin içine kiremit rengiyle yapışıp kaldığı zaman, tepesindeki haçından tutup, kuşu bile kaçırtmadan, bir çıkartma gibi ıslatıp defterin koyu mavi zemini üzerine çıkarır da duvara asabilirseniz seyrine doyamazsınız.

Galiba kilise mayıs akşamlarında bu hale gelirdi. Ben de mayıs akşamlarında çıkartma çıkaran bir çocuk, belki de ressam olmadığıma hayıflanırdım. Kilisenin çan kulesi, ön taraftaki boş arsadaydı. -Buna çan kulesi demek de doğru değil a !-İki tane çanı vardı. Biri merasimle ölü günlerinde çalan büyük çan, ötekisi her günkü dua ve vapur vaktini köye haber veren küçük çan. Çanların biraz gerisindeki iki çam ağacı arasına konmuş kalasın üstünde o gün ilk defa papaz efendiyi gördüm. İki simsiyah gözü, simsiyah bir sakalı vardı. Ayak ayak üstüne atmıştı. Siyah şapkasını dizlerinin üstüne koymuştu. Sırtında elle dokunulmadan giyilmiş gibi sadakor bir gömlek parlıyordu. Yağlı saçları, çok beyaz, geniş alnının üstüne haşarı bir çocuğun ki gibi dökülmüştü.

-Merhaba, bey, dedi.

-Merhaba, papaz efendi.

-Nasılsınız efendim? Komşuyuz galiba?

-Komşuyuz.

İki sıra, sadakor gömleği gibi beyaz dişi, siyah sakalının arasından parlayıverince yüzünden o Bizanslı, Ortodoks mana uçuvermişti. Yemek yiyen bir amele kadar güzeldi şimdi. Bütün kilise havasını bir maske gibi çıkarıp atmıştı sanki.

-Sizin valideye söyler misiniz, dedi bu kış bahçeye ben bakayım.

-Söylerim, dedim.

Söyledim. Ertesi gün sabah sabah onu bahçede buldum. Elinde bel vardı. Uzun pardösüsünü elma ağacına korkuluk gibi germişti. Bembeyaz kolları adaleli idi. Uzun, ince parmaklı ellerini kazmanın sapına dayayıp durdu. Bir avuç topraktan aldı ellerine:

-Severim toprağı. Bu sessiz, mütevazi, sakin, deli şeyi, dedi. Hayat bundandır işte. Biz canlı mıyız bunun yanında. Onun için bundan yapıldık, derler.

-Filozofsunuz galiba , papaz efendi?

-Hayır ! Ne papazım ne filozofum. İnsanım. Topraksız, evsiz, barksız, hem de dinsiz.

-Dinsiz mi?

-Bir bakıma elbet dinsizim. Ama sanırım ki Allah varsa bizi yaşamak için yaratmış. Böyle olunca kabul.

-Vazgeçelim, dönelim toprağa, dedi.

-Kaç yaşındasınız papaz efendi?

-Altmış Üç

-Ne ?... 

Dimdik dikildi. Bir dirhem kötü eti, kötü yağı yoktu. Ahenkle dimdik duran vücudunda fazla hiçbir şey yoktu.

-Maşallah ! Olur şey değil ! Kırk yaşından fazla görünmüyorsunuz.

-Yaşamak için yerim. Bulursam bol şarap içerim. Sigarayı ağzımdan düşürmem. Yaprak yerim. Kuş yerim. Daha olmazsa toprak yerim. Ama insan eti yemem. Hep mideden. Sağlam bir midem var. Çok yemem. Makineyi döndürecek kadar yerim. Fazla istemem. Keyifle yerim. Keyifle içerim. Bu gençlik ondan. Hiçbir şeye aldırmam. Papaz rakı içiyor, sarhoş oluyor, papaz kızlara bakıyor, papaz gülüyor derler. Desinler, vız gelir. Hayatta bir şey yapmak istediğim halde yapamadım. Kumar oynamadım. O kadarına elim varmadı. Yoksa insanların yaptığı her şeyi yapmak isterim. Gençliğimde kuru ekmekle soğan yerdim. Ama genç kızları görünce tay gibi kişnerdim.

-Ne diyorsunuz papaz efendi?

-Öyleydim efendim. Neden? Papazım diye mi yapmayacağım. Güzel şeylere bayılırım. Güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara...Güzel olan her şeye. 

Güzel de Türkçe konuşuyordu.

-Sonra yine görüşeceğiz, müsaade, dedi.

Ayağını belin üstüne hırsla vurdu. Kırmızı toprak, yumuşak bir sesle hafifçe nemli, yana döküldü.
Papaz:

-İşte bakın dedi. Bir avuç altından farkı ne? Altın neymiş sanki? İki büklüm vaziyette bir ayrık otunu çekerken kafasını bana doğru kaldırdı. O sapasağlam dişlerini gösterdi.

-Altınımız olmadığı için, toprağı sevdiğimiz, onu yediğimiz için dişlerimiz sağlam, dedi. İyi ki, altınımız olmadı. Onun yüzünden belki de ölürdük, şimdiye kadar pis yağdan, kara ciğerden...

Papaz efendinin küçük bahçemizle giriştiği kavga sona erdiği zaman, erkekle kadın arasındaki aşk muharebesinde galip çıkan erkeğin, hem mağrur hem müşfik hali papaz efendi de, kadının o çiçekli, o güzel, o pırıltılı -bir nevi galibiyetten başka bir şey olmayan- dişi mağlubiyeti de toprakta idi. Ne ağaçlarda fazla bir dal, ne de yerde zararlı bir ayrık otu kalmıştı. Domates fideleri boy atmıştı. Sarı sarı açmış kabak, hıyar çiçekleri ortasındaki bahçeye bakarak sigara içişi, kazanılmış, hak edilmiş bir sigara içişti.

Ben evin penceresindeydim. O, küçücük çekirdeklerin kabuklarını yırtıp koca toprağı iterek havaya fırlayışına keyifle bakıyordu. Bir taşın üstüne oturmuştu. Bir mayıs sonu ikindisi, göğe buğular halinde şimşekli, ağır bulutlar yığmıştı. Papaz efendi, beni pencerede gördü. Etrafına bakındı. Bahçeyi gösterdi:

-Nasıl? Dedi.

Bende etrafa bir göz attım.

-Güzel oldu. Muharebeyi kazandınız papaz efendi dedim.

Bir dakika düşündü.

-Tohum gibi askerim, toprak gibi cephanem olduktan sonra, dedi, kazanmasam ayıp olurdu. Aşağıya inin aşağıya. Aşağıya inince onu yine Kitabı Mukaddes çobanı gibi dimdik, bele dayanmış buldum.

-Galip bir generale benziyorsunuz, dedim.

Güldü.

-Evet, dedi. Paşa papaz Aleksandros !

Yine toprağı eline aldı. Kırmızı, nemli bir topraktı. Sakalına sürdü.

-İçinde bunun demin, manganez, fosfor, kireç, her şey var, dedi. Ben tohumu anlıyorum. Bir nevi ambar. Bir nevi yumurta. Ama bu toprak denilen şeyi anlayamıyorum. Kimyacı tahlil eder. İçinde şu, şu var, der. Ama bir tohum içine girince yalnız ona lazım olan şeyleri cömertçe vermesi ne demek? Kokuyu, rengi, madenleri, vitaminleri, çeliği, fosforu, arseniği, şekeri, bilmem ki daha neyi?

-Ama yalnız o mu? Ya su? Ya güneş?

-Onun kadar mütevazi olmadıkları için bana ikinci derecede imiş gibi geliyorlar. Yağmur, dua, rica bekliyor sanki yağmur. Şarıl şarıl toprağa aktığı zaman seviniyor, "Allah’ım, çok şükür !" diyoruz. Ne de güneş gibi pırıl pırıl parlayarak "Hepinize bir şeyler veriyorum, ben olmasam işiniz dumandır, ben olmasam yaşayamazsınız." der toprak. O sessizce çamur, balçık halinde ayaklarımın altında bütün kış, potinlerimizi, üstümüzü kirleterek cansız, kara kırmızı, sarı kül rengi simsiyah yatar. Sonra baharla beraber içinizdeki sevinci boşaltıverir. Hiç durmadan bol bol dağıtarak bize bir bayram gösterir. Çayırlar yoncalarla, bayırlar gelinciklerle, papatyalarla dolar. Çalı süpürgeleri bile gülerler. Karşılığı için hiçbir şey istemeden veriyor o. Cömerttir, cömert ! Sonra vakti gelince, bize yeter dereceye kadar bir bayram gösterdikten sonra, yine kır kurağına, çürütür, doğurur. Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana ! Toprak ana ! Her mahlûkum dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki ama kadınlar muhakkak topraktan.

Elindeki toprağı patlıcan fidelerinin üstüne savurdu. Birdenbire:

-Sen benim sesimi dinledin mi? dedi.

-Hayır.

-Benim sesim çok güzeldir, bir dinle, dedi. İsa'yı babasını düşünerek değil, toprağı severek okurum ilahilerimi. Dinlemelisin. Bizans havası korkunçtur, acıdır, hakikatten kaçar, yalanların alemini, sıkıntıları, hasetleri, şehvetleri, esirleri, bir nevi uslu deliliği söyler. Ama ben onu başka türlü söylerim. Toprağı düşünerek okudum mu iş değişir. İki güzel sesli insan var bu adada. Biri benim, buna kimsenin şüphesi yok. Öteki de balıkçı Antimos'tur. Dinledin mi hiç onu? -Hayır, onu da dinlemedim.

-Dinlemişsindir, ama duymamışsındır. Balık ağı örerken, ağları tamir ederken okur o. Yakından dinlersen bu sesin güzelliğinin farkına varamazsın. Bir iniltiden başka bir şey değildir. Öyle hafif söyler ki, ancak işitilir. Onu dinlemek istiyor musun? O, deniz kenarındaki kulübesinde şarkı söylerken sen bir sandala bineceksin. Şöyle bir on dakika kürek çekeceksin. Deniz ortasında duracaksın. İşte o zaman balıkçının sesini duyabilirsin. Yanında iken duyulmayan bu ses denizin ne tarafına gitsen, ne tarafına gitsen duyulur. Hem öylesine duyulur ki...Uzun uzun dinlemelisin. İçine evvela bir eziklik gelir, sinirlenirsin. Sandalı hızlı hızlı çek. Kıyıdan biraz daha açıl. Daha uzaklara git korkma ! Ses seni kovalayacaktır. İşitilmemeye başladığı yerden sese doğru kürek çekmeye başlayacağına kalıbımı basarım. Balık tutmaya çıkmışsın, denizin içini, balıkları, yakamozları, denizin çırpıntılarını avuç avuç etrafına sepilmiş göreceksin, bu ses insanoğlunundur. Allah şarkısı değildir bu. Balıkçı ona söylüyorum sanır ama, ona söylemiyor, denize söylüyor. O, tam seksen yaşında bir adamdır. Kimseye fena muamele etmemiştir. Ömrünü balık ağı ile örmüştür. O, denizden yiyeceğini çıkarmıştır. İki gün balığa çıkmasa aç kalır ama yetmiş senedir her gün balığa çıkar. Her gün tuttuğu balık, yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öylece hazine bulmuştur ki, o defineden her gün aldığı şey o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir. Onun denize söylediği sevda, şükran şarkısını beğenirim bilir misin? Bilmezsin. Ben de toprağa söylerim kilisede. Ama benimkisi toprağa bir günahkârın iniltisidir. Ben hayatımı insanları asırlardan beri aldatan ilaçlarla kazanıyorum. Ben uyuyamayanların afyoncusu ! Sırmalı elbiselerimle toprağa şarkı söylediğim zaman dinleyenler işin böyle olduğunu bilseler, ne yapmazlardı? Beni aç bırakırlardı, aç !

Yine bir avuç toprak aldı eline:

-Ben toprağa ilahi okuyorum. Beni dinle, dedi. Balıkçıyı da dinle. O da denizlerin dibine şarkı okuyor. O hakikati bilmeden bularak yaşamış mübarek adam ! Ben, akıllı günahkâr. Ben dünyada balıkçıları, toprakla uğraşan rençberleri severim. Yalnız onları...O kadar...

Papaz efendiyi bir ayin esnasında dinledim. Balıkçıyı hem yakından hem uzaktan işittim. Bizans havalarının sırrına eremedim ama, günlerce içimi bir kara kurt halinde bu sesler kemirdi.

Kulaklarıma her zaman bu iki ses gelmiştir. Bu sesleri uyku tutmadığı geceler açık bir pencerenin önünde dinlerken o kadar kendime eğilmişimdir ki, kanımın damarlarının içinden akışının sesini duyar gibi olurdum.

Papaz efendiyi toprakla uğraşırken görmeliydi. Bu görülebilecek bir şeydi. Zevkle çalışırdı. Sakalından başka hiçbir şey papazlığını hatırlatmazdı. O sakal da ilk insanların en gencinin sakalı gibi siyahtı. Papaz efendiyi köylü sevmezdi. Papaz ise köylüye düşman değildi. Herkesle tatlı tatlı, dobra dobra konuşurdu: Hakkında yapılan dedikodulara aldırış etmez, kahvede:

-Kim demiş beni kadınlardan pek hoşlanır, diye geçen gün? diye sorardı.

Kimse cevap vermeyince, dedikoduyu çıkaranın gözünün içine bakarak:

-Kadınlardan pek hoşlanmak, nefes almaktır, nefes almayınca yaşanır mı çocuklarım, derdi.

Onu bir mehtaplı gecede adanın en yüksek tepesinde kızartılmış bir kuzunun başında bir takım genç Rumlarla beraber kadınlı, erkekli bir alemde buzlu rakılar çekerken gördüm. Siyah sof kumaştan setresinin ayda parlayan eteklerini beline sokmuş, eline bir peçete almış. Dolgun bir Rum kızıyla şakır şakır kasap oynamıştı. Rakı kadehi bir elindeydi. Öteki elinde genç kızın ufacık eli, bir de bembeyaz sakız gibi bir mendil vardı. Bu mendille ara sıra kızın alnındaki terleri siliyordu.

Kışın bazı cumartesileri Ada'ya gittiğim zaman, onu bahçede bulurdum. Ispanakları, soğanları gösterir:

-Yalnız gelmemeli bunların arasına, derdi. Havalar soğuk. Salatayı yapacak birisi lazım sana. Yalnız gitmediğim günler, pencerede bir kadın hayali gördüğü zaman, yazın öğle denize vurmuş güneş gibi parlak dişleri gülerdi.

Papaz efendi geçen yaz öldü. Hem de karaciğer hastalığından. Karnı Hüt dağı gibi şişmişti.

-Hastalığım sirozmuş, dedi. Bu hastalık bana gelmemeliydi. Hastalık diye bir şey yoktur. Bu dert de insanların yaptığından.

-Ne oldu papaz efendi? Bir şeyler duydum ben.

-Aldırma, dedi. Ben aldırmadım da gidiyorum. Namussuz köylü, dedi. İftira attı. Yalan olduğuna sen inanmalısın. Ama belki de ölmem. Ben bunu da atlatırım. 

Atlatamadı, öldü. Papaz efendinin bütün kabahati aptal bir kızı kandırmış olmasıydı. Ölmeden üç gün evvel bir kır kahvesinde gördüm. Yüzü, bembeyazdı. Sakalının arasından çiçek bozuğu yüzünü o gün farkettim. Ama hala genç, hala güzeldi. Yalnız fena zayıflamıştı. Karnı da belli belirsiz şişmişti.

-Dün su aldılar, dedi. Koşan yanık bacaklı taze bir kız gösterdi:
-Şöyle birisi ile şu dedikoduyu çıkarsalardı yüreğim yanmazdı, dedi.

-Sana vız gelirdi hani böyle şeyler papaz efendi?

-Bu sefer koydu, oturdu içime, dedi. Niye insanlar birbirleriyle bu kadar uğraşırlar...Hem artık ölüm de kapıyı çalmıştı herhalde ki, insanların hakkımdaki lakırdıları beni bu kadar sarstı. Yoksa aldırır mıydım? Bilmez miyim hepsi kalleş, budala, hırsız, yalancı? Birbirinin ekmeğine, karısına, kızına, dükkanına göz diktiklerini bilmez miyim? Ben yaşayarak, gülerek toprak anamızı, güzel kızları seyredip severek üç gün sonra öleceğim.

Üç gün sonra papaz efendi öldü.

(Varlık Dergisi, Ekim 1947)





Sait Faik, Burgaz Adadaki yazlık evinde( ki çoğu zamanını son dönemde orada geçiriyordu) penceresinden görünen kilisenin papazını bir çok öyküsünde yer vermiştir... Papaz efendi hikayesindeki kilise evin karşısındaki Aya Yani kilisesidir. Aynı hikayenin kahramanı olan papaz efendi kilisenin papazı idi. Anlatıldığı gibi evin bahçesine bakmıştır ve sirozdan dolayı ölmüştür. Sözünü ettiği diğer özelliklerin ona ait olduğu bilinmemektedir. Tuhaf bir ilgi duymuş o zaman papaza karşı, belki aynı hastalığın kendisinde de olmasından ileri geliyor. (1944-1945 yıllarında hastalığına siroz başlangıcı teşhisi konduktan sonra Burgaz’a çekilmiştir)

18 Eylül 2012

Gırgır

Gırgır

Gırgır Dergisini ablalarım alırdı ama her hafta değil öyle akıllarına esince bende okurdum tabi hoşuma giderek-sonra ilkokul 5.sınıfın ikinci yarısında artık her hafta kendim almaya başladım, 1977 yılıydı-bu durum düzenli olarak 1988 yılına kadar sürdü. (En son aldığım derginin sayısı: 851'miş)

Gırgır-Sayı-238_2 Gırgır-Sayı-238_3 Gırgır-Sayı-238_4

O zamanlar bir ansiklopedi furyası da vardı. Fasikül fasikül her hafta toplardım. Ve size inanılmaz gibi gelebilir ama o zamanlar 105 takım cilt yaptırmaya götürdüğümüzde babamla matbaacının gözleri ışıldamıştı. Bu 105 cilte sonradan 22 Ciltte Gırgır'ları (her yıla 2 cilt olacak şekilde) eklediğimde babam biraz rahatsız olmuştu;

"Oğlum ne işine yarayacak ki bu gırgır mıdır mırmır mıdır" diye..
Aradan yıllar geçti o ansiklopedilerin hepsi çöpe gitti bir kısmı tavan aralarında çürümeye bırakıldı ve elimde o dönemden bir tek Gırgır ciltlerim kaldı..

Gırgır-Sayı-238_5 Gırgır-Sayı-238_6 Gırgır-Sayı-238_7 Gırgır-Sayı-238_8

Bilindiği üzere dergi kapandı el değiştirdi ve sahip olduğu o çizgi ruhu da eski kadroyla birlikte çekip gitti. Tek yararı oradan ayrılan karikatürcülerin dağılıp bugün ki dergi bolluğunu yaratmaları oldu.

Gırgır-Sayı-238_9 Gırgır-Sayı-238_10 Gırgır-Sayı-238_11 Gırgır-Sayı-238_12

Yıllar sonra kendi paramla aldığım bu ilk sayıyı (238) bulduğumda çok sevindim nedense örnek olması açısından yeni kuşaklara paylaşmak istedim:) Pazar günleri çıkan 16 sayfalık bu derginin yayın yönetmeni Oğuz Aral’dı..

Kardeşi Tekin Aral’da o sıralar “FIRT” dergisini çıkarıyordu ve o dönem için büyük bir cesaret örneği göstererek ikinci sayfaya “yavrunuzun sayfası” adı altında her hafta çıplak bir kadın resmi koyarlardı.

Gırgır-Sayı-238_13 Gırgır-Sayı-238_14 Gırgır-Sayı-238_15 Gırgır-Sayı-238_16

Gırgırın ilk dört sayısını da cbr formatında buradan indirebilirsiniz. "cbr" formatını açmak için (ayrıca pdf dahil bir çok formatı okuyan çok kullanışlı bir program olan) StduViewer programını da buradan indirebilirsiniz.

Bir iyilik daha yapıp size ilk ve son GIRGIR’ın kapakları ile kapanmasına neden olan olaylı kapağı ekleyeyim. (Sanat elçimiz Müşerref Akay’ın üstüne giydiği Türk bayraklı elbiseyi kapaklarına taşıdıkları için..)

ilkgr songr GIRGIRKapatma

Son söz kendi sloganları olsun:

"Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser, her derde devadır. GIRGIR da GIRGIR.."

15 Ağustos 2012

Müjdat Gezen

 

29 Ekim 1943 yılında İstanbul'un en alaturka ve geleneksel semti olan Fatih'in (eski güzel Fatih'ten söz ediyorum) bir sokağında doğmuşum. Babam TRT müzisyenlerinden Ahmet Necdet, annem ev hanımı Macide Hanım, halam folklor sanatçısı Seha Okuş, dedem şarkı sözü yazarı amcam gazelhandı. Sahneye ilk kez 1953 yılında 10 yaşında "Küçük Çiftçiler" adlı bir ilkokul piyesinde çıktım. Öğretmenimin zoruyla ve kafama vurduğu cetvel sonucunda sahneye çıkmaya zorlandım ve bir daha da o sahneden inemedim.



Sahne yüzünden o koca cetvelin kafamda "taaak" diye çıkardığı ses bugün hala kulaklarımda çınlar. Yıl 1953. On yaşındayım ve Hırkaişerif İlkokulu'nun üçüncü sınıfında öğrenciyim. Öğretmenim iki yıldır beni okutuyor ve çok seviyor. Daha birinci sınıfta ezbere Türkiye haritasını çizmeme pek şaşar beni sınıf sınıf gezdirirdi. Okulda oynanacak "Küçük Çiftçiler" adlı piyeste illaki benim başrolü oynamamı istedi. Bense istemiyordum. "Ben tiyatroda falan oynamam." dedim. "Taaak..." Nasıl öfkeyle indirdi kafama cetveli öğretmenim anlatamam. Alnım o anda şişti. Öğretmenim telaşlandı. Mümessil Bayram'ı bakkala gönderip ekmek aldırıp içini bana çiğnettirdi ve alnıma yapıştırdı. Daha sonra araya annemi sokup beni razı etti. İlk sahneye adım atışımdı bu benim ve ilk başarımdı. Oynadığım oyunla herkesi ağlatmıştım. Bilinçaltımı yokladığımda komedyen olmama neden olan sebeplerin başında ilk oyunumda herkesi ağlıyor görmem beni dramdan uzaklaştırıp komedyenliğe itti diye düşünürüm.



Aynı yıl Doğan Kardeş çocuk dergisinde şiirlerim yayımlandı. Yine bu yıllarda İstanbul Radyosu Çocuk Kulübü'nde mikrofonla tanıştım. 1956-57 yıllarında çeşitli amatör tiyatro topluluklarında roller oynadım. 1960 yılında da İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları'nda profesyonel oldum. 1961 yılında İstanbul Belediyesi Konservatuvarları Tiyatro Bölümü'ne girdim. 1962'de ilk filmim Yedi Kocalı Hürmüz'ü çevirdim. 1963 yılında ilk özel tiyatro çalışmalarına başladım. Münir Özkul ve Muammer Karaca Tiyatrolarına girdim. 1964-66 askerlik yılları ve oyun yazma denemelerim oldu. 1966 yılında Ulvi Uraz Tiyatrosu'na girdim. 1967'de Halk Oyuncuları'nı kurdum. 1968 yılında da ilk kendi özel tiyatromu açtım. 1970 yılında sahne ve film çalışmaları Uğur Dündar ve Perran Kutman'la birlikte



TV çalışmalarım oldu. 1975 yılında ilk kitabım Kuzucuk yayımlandı. Toplam 28 yayımlanmış kitabım var. Ustalarım Salak Oğlum Çizgilerle Nazım Hikmet Komikler Ağlamaz Arkadaşım Aziz Nesin Türk Tiyatrosu Kitabı Oyuncunun El Kitabı Gırgıriye Meddah bunlardan bazıları. 1982'den itibaren İ.Ü. Devlet Konservatuvarında Türk Tiyatrosu öğretmenliği yaptım. Kandemir Konduk'la Güldürü Üretim Merkezi'ni kurduk. 1991 yılında da MSM'yi kurdum. 1995'de Hamlet Efendi 1997'de de Babam adlı oyunlarım ödül aldı. Yüz civarında filmde elli civarında oyunda binden fazla radyo ve TV Skecinde rol aldım bunların bir bölümünü yazdım ve yönettim.

 

Konservatuvarda hocalık yaptığım yıllarda öğrenci harçları yüksekti ödeyemeyen öğrenciler vardı. O zamanlar böyle parasız eğitim veren bir okul açma düşüncem vardı. 270 öğrencimiz var. Okulumuz parasız vakıf konservatuvarıdır. Giriş şartı ise lise mezunu ve yetenekli olmak. Öğretmenlerim; eski dostlarım yeniler de en az onlar kadar özverili. Aldıkları maaşlar ancak yol paraları. Bazıları onu da almıyor. Hedefimiz profesyonel sanatçı yetiştirmek değil. Buradan mezun olacakların hepsi oyuncu olacak diye bir garanti yok. Okulumuzda Tiyatro Opera-Şan Türk Sanat Müziği Türk Halk Müziği Türk Hafif Müziği Yaratıcılık-Yazarlık ve Klasik Gitar dallarında eğitim veriliyor.

Öğrencilerimden ayrı kalmamak için Aralık 2000'de Bakanlar Kurulu'na başvurup öldüğümde okulun bahçesine gömülmek istediğimi bildirdim. Fakat ölmeye henüz niyetim yok. 2050 yılında buraya gömülmek ve öğrencilerime yakın olmak istiyorum. Çünkü burası benim ikinci evim. Tek şartım da; kabir görünümünde bir mezar istemiyorum.



Biyografik Özgeçmişi

29 Ekim 1943 yılında İstanbul Fatih’te doğdu.
1953 Sahneye ilk kez bir ilkokul piyesinde çıktı. Ve aynı yıl Doğan Kardeş çocuk dergisinde şiirleri yayımlandı. Yine bu yıllarda İstanbul Radyosu Çocuk Kulübü’nde mikrofonla tanıştı. Vefa lisesinde okudu.
1956-57 yıllarında çeşitli amatör tiyatro topluluklarında rol aldı.
1960 İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda profesyonel oldu.
1961 İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü’ne girdi.
1962 İlk filmini çevirdi.
1963 İlk özel tiyatro çalışmalarını yaptı. Münir Özkul ve Muammer  Karaca Tiyatrolarına  girdi.
1963-64 yıllarında sanat dergilerinde şiirleri çıktı.
1964-66 askerlik yılları ve oyun yazma denemeleri.
1966 Ulvi Uraz Tiyatrosu’na  girdi.
1967 Arkadaşlarıyla birlikte Halk Oyuncularını kurdu.
1968 Özel tiyatrosunu açtı.Aynı sezon İstanbul Tiyatrosu’nda çalıştı.
1970 Sahne, film, TV çalışmalarında  bulundu. Kızı Elif dünyaya geldi.
1975 İlk kitabı yayınlandı.
1982 Yayınevi kurdu. Yine aynı yıl İstanbul B.Konservatuvarı ve sonradan İ.Ü. Devlet Konservatuvarı’nda Türk Tiyatrosu öğretmenliği yaptı. Aynı yıl, yazar arkadaşı Kandemir Konduk’la birlikte “Güldürü Üretim Merkezi” ni  kurdu ve büyük gazetelerde mizah sayfası yönetti.
1988 Leyla Turgut’la evlendi.
1991 MSM’yi kurdu.
1992 “MSM Ormanı”nı kurdu.
1995 “Hamlet Efendi” adlı oyunu Devlet Tiyatroları’nda oynandı.
1996-98  Cumhuriyet gazetesinde yazdı.
1997 DT'da oyun yönetti.Aynı yıl “Babam” adlı oyunu ödül aldı.
1998  İlk kez adını taşıyan  tiyatrosunu  kurdu.
2001  MSM   Huzurevi’ni kurdu.
2006 Halit Kıvanç’ın yazdığı “Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur” adlı yaşam öyküsü yayınlandı.
2006-2007 Tiyatro sezonunda kendi adını taşıyan tiyatrosunu kurdu. Savaş Dinçel Sahnesi’ni açtı.
2007 Birleşmiş Milletler UNICEF İyi Niyet Elçisi seçildi.
2009 MSM Ankara, MSM İzmir, MSM Bursa açıldı.
2013 "Naftalin Bozulmuşsa" ve "Neden Dersen" kitaplarını yayınladı.

50’den fazla oyun, 8 sinema filmi ve 5 TV dizisi yönetmenliği yaptı. Sekizi okullarda “yardımcı ders kitabı” olarak okutulan kırkaltı basılı kitabı var.



Tiyatro Oyunları

1953-Küçük Çiftçiler
1956-Köşebaşı
1959-Babür Şahin Seccadesi
1960-Irkların Hikayesi
1960-Çılgın Dünya
1961-Sicil Yalı
1961-Bir Halk Düşmanı
1962-Yoklar Dağındaki Nar
1962-Bir Kavukdevrildi
1962-Macbeth
1962-M.De Pourceuacnac
1962-Kantarcı
1963-Tom Sawyer
1963-Hırsız Var
1963-Paydos
1963-İki Sağırlar
1963-Pusula
1963-Yanlışlıklar Komedyası
1963-Hamlet
1964-General Çöpçetan
1964-Lahmacun Cumhuriyeti
1964-Şeş Beş
1964-Hükümetin İşine
1964-Himmeti Alinizle
1964-Kerpiç Memet
1966-Eşek Ağa
1966-Şaşkın Diktatör
1966-Hababam Sınıfı
1967-Uyanmaz Adam
1967-Kartal Teknesi
1967-Aykırı
1967-Kelepçe
1968-Devr-i Süleyman
1969-Dişi Gazoz
1969-Köpek Kırpıcısı
1970-Kart Horoz
1970-Zıpçıktı
1970-Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı
1970-Çılgın Yenge
1971-Heyamola
1971-Bulunmaz Pansiyon
1972-Zeynel Abidin Azgın Gelin
1979-Vatan Yahut Memleket
1980-Kanlı Nigar
1985-Artiz Mektebi
1991-Gırgıriye
1994-Komikler Ağlamaz
1998-Hababam Sınıfı
2000-2001-Yarasa
2003-İtiraf Ediyorum
2007-2008-Artiz Mektebi
2007-2008-Sınıf Bunadı
2008-2009-1001 Gece
2008-2009-Tayyip'in Sinirli Lambası
2009-2010-Adalet Pantolon'un Kemeridir
2009-2010-Mustafam Kemalim
2013-Olmasaydı

  

Kitapları

-1974-Eşeğin Karnındaki Elmas-Milliyet Yayınları
-1975-Kuzucuk-Can Yayınları
-1982-Aptal Hamdi Avustralya’da-Miyatro Yayınları
-1982-Aptal Hamdi Bizi Güldürüyor-Miyatro Yayınları
-1982-Aptal Hamdi Zor Durumda-Miyatro Yayınları
-1982-Meddah-Miyatro Yayınları
-1982-Gırgıriye-Miyatro Yayınları
-1982-Müjdat Gezen’den Fıkralar-Y.Asır Yayınları
-1982-Bir Bulut Olsam-Miyatro Yayınları
-1986-Komikler Ağlamaz-Bilgi Yayınları
-2001-Salak Oğlum-Mitos Boyut Yayınları
-2002-Hamlet Efendi-Mitos Boyut Yayınları
-2002-İstanbul Müzikali-Mitos Boyut Yayınları
-1997-Bisiklet Geldi Pompa Yok-Milliyet Yayınları
-2000-Ç. Arkadaşım Aziz Nesin-Milliyet Yayınları
-1987-Acayip Şiirler Antikolojisi-Cem Yayınları
-1977-Çizgilerle Nazım Hikmet-S.Dinçel-Cem Yayınları
-1976-İkibuçuk Lira İçin-Cem Yayınları
-1982-Ustalarım-Miyatro Yayınları
-1982-Uçurtma-Miyatro Yayınları
-1974-Evde Karagöz-Miyatro Yayınları
-2002-Babam-Mitos Boyut Yayınları
-1999-Sak Üstünde Damdağan-Can Yayınları
-2001-Yuvarlak-Milliyet Yayınları
-1974-Ben Çocukken
-2000-Türk Tiyatrosu Kitabı-MSM Yayınları
-2001-Oyuncunun El Kitabı-MSM Yayınları
-2002-Hamlet-MSM Yayınları
-2003-Çocuk Adam-Bilgi Karınca Yayınları
-2001-Şiirim Geldi, Bırakın Beni-Bu Yayınları
-2002-Oyunculuk Eğitimi-Bu Yayınları
-2003-Adalet Pantolonun Kemeridir-MSM Yayınları
-2003-Galiba Ben Sanatçıyım-Can Yayınları
-2004-Meşhur Yeni Kapı Cinayeti-Remzi Kitapevi
-2003-Artiz Mektebi-K.Konduk-Mitos Boyut Yayınları
-2004-Beyoğlu Beyoğlu-K.Konduk-MSM Yayınları
-2007-Oyunculuğun Felsefesi-MSM Yayınları
-2008-Sınıf Bunadı-MSM Yayınları
-2008-Kamp (Oyun)-MSM Yayınları
-2006-Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur-H.Kıvanç-İş Bankası
-2009-Yapabilirsin-MSM Yayınları
-2010-İnsan Neden Oyuncu Olmak İster?-MSM Yayınları
-2010-Arkadaşım Maske-Nesin Yayınları
-2010-Büyüyünce Ne Olucan?-MSM Yayınları
-2010-Fıkracı-MSM Yayınları
-2013-Naftalin Bozulmuşsa-MSM Yayınları
-2013-Neden Dersen-Ka Kitap



Çizgilerle Nazım Hikmet-Yazan: Müjdat Gezen-Çizen-Savaş Dinçel

Ne zaman yeni bir şey bulduğumu, bir şey keşfettiğimi sansam, o şeyin daha önce bir başkası tarafından bulunup, keşfedildiğini görürüm... Bu kez de öyle oldu. Uzun ve yorucu Anadolu turnelerinde otobüs artık eviniz gibidir. Konakladığımız oteller ise gelip geçicidir, birkaç saatlik dostlar gibi... Oysa otobüs dağ, bayır, köy, kent sizi oradan oraya taşır durur günlerce, haftalarca bazen aylarca. İşte bu yolculuklarda ben sürekli Tom Miks, Teksas, Zagor falan okurum. Yolun uzunluğu bu resimlerin arasında kayboluverir. Bir bakarım ta güneyden Karadeniz’e çıkıvermişiz... Gene böyle bir gün,bilmiyorum turnemin kaçıncı günü idi, Tom Miks okurken kafamda bir şimşek çaktı. “Bu adamlar bana ve benim gibi kimbilir kaç kişiye bu zırvalan bu denli kolay okutmanın yolunu nasıl bulmuşlar?...” Yanıtı kolay tabii, çizgi ile... Dedim ki kendi kendime: “Kitap yazıyorum ben, neden çizgi ile olmasın, neden okumayı sevmeyen ama bu kitaplan okuyan kişiler de benim kitabımı okumasın?”. Eve dönüşümde karıma bu büyük buluşumu muştulamak istedim:

- Korkunç birşey keşfettim, resimli bir kitap yazacağım, hem de gayette bilimsel olacak...
- Gene geç kaldın dedi, Rius imzalı bir kitap çıkardılar. Resimli ve çizgilerle Marks’ı anlatıyor üstelik... Bir de çizgilerle Lenin var, dedi. Aynca Manifesto da var...
- Olamaaaz, bunu bana yapamazlar, ben buldum yahu bunu...
- Elbette sen buldun, ama iki yıl gecikmeyle diğerlerinden...

Gene de umudumu yitirmedim. Hiç değilse ülkemde ilk kez ben buldum. Eh bu da bir avunma yoludur diyerek kafayı çalıştırmaya başladım... “Kimi veya neyi resimlemeli ki, hem çok satsın, hem kendinden söz ettirsin, hem de o kişiyi okumayanlar, bilmeyenler, Tom Miks, Teksas okur gibi yutuversinler bu kitabı...” Nasreddin Hoca olabilir örneğin... Yok yok devrimci biri olsun, bizi öyle bilmelerini istiyorum... Devrimci mi? Öyleyse... Evet Nazım Hikmet olur bu... Zaten Moskova’dan da yeni dönmüşüm, karısı ile de tanışmışım, mezarına çiçek de koymuşum, onsekiz yıldır da okumadığım kitabı kalmamış... Çok da ama çok çok da seviyorum Nazım'ı... Evet kararı verdim. Kitap Nazım Hikmet'i anlatacak ve de çok çok çok satılacak, herkes de okuyacak bu kitabı... Açtım telefonu çocukluk arkadaşım, güvendiğim, hem kafasına, hem sanatçılığına, fırçasına güvendiğim Savaş Dinçel'e: -Böyle böyle, resimler misin? -Resimlerim.... -Resimle öyleyse... Resimdeki Savaş... Sizin için...Bu kitabı ve bu kitapta Nazım'ı daha da çok seveceğinizi umuyorum... Birkaç en devrimci çıkıp: 'Nazım'ı yazıp çizmek size mi düştü? ' diyebilir. Yanıtım çok kısa: 'Hayır salt bize düşmedi. Ben yalnızca okumayan kişilere Nazım okutmanın bir yolunu bulduğumu sanıyorum. Bilmiyorum bunu siz yıllarca hiç düşündünüz mü? ' Evet sevgili okurlar, başlıyoooor... Savaş'ın dünya güzeli çizgileriyle kitabımız başlıyor... Savaş ve ben mizahla uğraşır olduğumuzdan Nazım'ın yaşamındaki birçok olaya da mizahçı gözüyle baktık. Zaten de öyle o mahkemeler, tutuklamalar falan, göreceksiniz ya... Güle güle okuyun bu kitabı ve Nazım'ın ne denli güzel bir Dünya İnsanı olduğunu bir kez daha görün gözlerinizle...
Müjdat Gezen 21 Haziran 1978 İstanbul (Giriş'ten) 



İş Bankası Yayınlarından çıkan “Ağlama Palyaço Makyajın Bozulur” adlı kitaptan alıntılar

-Babam, annemin peşine takılmış. Fatih'te Fevzipaşa Bulvarı'nda ilk görüşte anneme, 'Hanımefendi, size kim derler' deyince annem de demiş ki: 'Yedi deliler, yüksek evliler' Yüksek evimiz yoktu ama öteki garanti. Annemin ne kadar akrabası varsa deliydi; babam yıllar sonra bunun doğru olduğunu anladı. Büyük dayım son derece sakin görünürdü ama tanıdığım en sinirli insanlardan biriydi, dayımın büyük kızı, Bakırköy'de iki kez yattı çıktı. Bu hareketliliğe rağmen son derece huzurlu bir yuvamız vardı. Annemle babamın evde bir kez olsun tartıştıklarını hatırlamıyorum.

-Çocukken en sevdiğim numaram, karşıdaki apartmanın su borusuna bağladığım ve sonra bizim balkona çektiğim iple yoldan geçen erkeklerin fötr şapkalarını uçurmaktı, bu fötr uçurma işini sürekli yapabilirdim ama ablam arada babama söylemekle tehdit ederdi beni. O zaman bunu bırakır bir başka işe geçerdim; zile toplu iğne sıkıştırıp kaçmak, bu da çok keyifli iştir..

-Babamı toprağa verdiğimiz günü unutmam mümkün değil. O sırada Bebek Gazino'sunda sahneye çıkıyordum. Öğle namazından sonra Zincirlikuyu  Mezarlığına gittik, babamı mezara yerleştirdik, toprağını atıyoruz. O sırada gözüm saate takıldı, üçe yirmi var, benim üçte gazinoda olmam gerekiyor, kadınlar matinesiydi. Küreği ağabeyime verdim ve gazinoya gittim. Gazeteler babamın öldüğünü o gün defnedileceğini yazmıştı. Sahneye çıktığımda seyirciler arasında halime ağlayanları gördüm. Programımı yaptım. Bittiğinde doğruca tuvalete gittim , sifonu çektim ve doya doya ağladım. Sahne komisi Ali olaydan habersiz, bana neyim olduğunu sordu, keyifsiz görünüyormuşum. Babamın öldüğünü söyledim. Kahkahalarla gülerken, 'İlahi Müjdat ağabey, nerden buluyorsun bu esprileri' dedi. Tabi hiç komedyenlerin babası ölür mü.



-Babam Necdet Gezen, ünlü bir müzisyendi. Ve Necdet Gezen ünlü bir futbol adamıydı, uzun yıllar Süleymaniye takımında futbol oynamış daha sonra Karagümrük takımıa transfer olmuş, daha sonra da hakemliğe başlamıştı. Amcam da o sıralar Taksim Stadı'nın müdürü. Amcam çok kuvvetli bir adam,eski pehlivan, eski kürekçi, milli sporcu, parmağıyla vurarak, ayvayı ortadan kırdığını anımsıyorum. Babamın unutulmaz bir anısı var bu konuda: Galatasaray-Beşiktaş maçında golü saymıyor, maçı amcam en arkada ayakta seyrediyor, tam önünde bir adam, hakeme yani babama küfür ediyor, amcam adamı dürtüyor: 'küfür etme, hakem yabancı değil benim kardeşim', adam gemiyi azıya almış, bu uyarıyı dinlemeyip bir küfür daha sallayınca amcam iki parmağı ile adamın burnunu tutuyor, iki parmağının arasına sıkıştırıyor, havaya kaldırıp çıkış kapısına götürüp dışarı atıyor..

-Gerçekten babam adam gibi adamdı. On parmağında on marifet olan bir adamdı. Futbol oynamış, hakemlik yapmış, İstanbul radyosunda devrin ünlüleriyle birlikte ismi anons edilen biriydi. Hala kulaklarımda: Müzeyyen Senar Işıl'dan şarkılar dinlediniz, kendisine sazlarıyla refakat edenler, Şerif İçli, Şükrü Tunar, Necdet Gezen..

-Müzeyyen Senar hastalanıyor ve sahneye çıkamayacak halde. Birisi diyor ki: 'Aman bir iğne yapalım' Babam, 'Ben yaparım' diye atılıyor. Müzeyyen abla bana hep 'Babanın mührü hep popomda duruyor' der. Çünkü babam öyle bir iğne yapıyor ki, orası öyle kalıyor ömürboyu, bir daha , o iğne yapılan yer düzelmiyor..



-İlk şiirim, Doğan Kardeş'te postalandıktan, üç hafta sonra yayınlandı. İsmini 'Doğan Kardeş' ben koymuştum, Şiir bugün de ezberimde :

"Her perşembe gününü ben, dört gözle beklerim
Doğan Kardeş, nerdesin diye seni özlerim
yazı doludur içi, resimleri pek cici
dergiler içinde Doğan Kardeş birinci..

-Son derece gür sakalı nedeniyle dedem İhsan Bey'e 'Sakallı İhsan' derlermiş. Rivayet edilirmiş ki dedem traş olmaya başladığında yanağının bir tarafını bitirip öbür tarafına başladığında, traş ettiği tarafın kılları çoktan uzamaya başlarmış. Ortaoyununun büyük üstadı Kavuklu Hamdi Efendi, bestekar Bimen Şen, dedemin arkadaşları. Dedem de güftekar. 'Kadifeden Kesesi','Vuracak Sine Arar','Firkatin Aldı've daha pek çok şarkının sözleri dedeme ait. Bir nevi döneminin Aysel Gürel'i yani..



-Vefa Yıldız Genç A takımında lisanslı top oynadım, basketbolcuydum da, Vefa Lisesi'nin ilk beşinde basketbol oynardım. Vefa Lisesi'nde tüm arkadaşlarım tiyatro yaparken, ben basketbol oynuyordum. Ancak aynı yıl Şehir Tiyatrosu'nda profesyonel de olmuştum. Vefa Lisesi'nden Tınaz Titiz, Toktamış Ateş, Uğur Dündar, Kemal Sunal, daha pek çok arkadaşım, epey kalabalık bir kadromuz vardı. Vefa Lisesi'nden sonra konservatuara gittim, orada çok başarılı bir öğrenciydim, üç yılda iki piyesin başrolünü oynadım, hocalarım da beni çok seviyorlardı, sonra da askere gittim zaten..

-Baba tarafımın bir diğer ilginç tipi de amcam Vamık Gezen, amcam Mızıka-i Hümayun'da padişahın ezancıbaşısıymış. Ama bu işi yaparken bir taraftan da Mustafa Kemal için İnebolu'ya silah kaçırıyor. Cumhuriyet'le birlikte amcam da hizmetlerinden dolayı mükafatlandırılıyor. 3 dili çok iyi konuşurdu, amcamın ilginç bir durumu da şuydu: Amcam Mısırlı bir prensesle nişanlanıyor, kızın anne ve babası nişana geliyorlar ama dedemle babaanneme yüz vermiyorlar. Tabi Vamık amcam da gururlu adam hemen nişanı atıyor. Düşünsene Halit ağabey Vamık amca nişanı atmasa ben şimdi prens yeğeni olacaktım:)



-Halam Seha Okuş, büyük bir Türk Halk Müziği üstadıdır. MSM Türk Halk Müziği Bölümü'nün de başkanıdır. Babam, halamın sesini çok severdi. Konservatuar mezunudur Seha halam. Ama asıl onun büyüğü tam bana göredir Müeyyet Halam. Bak bir anısını anlatayım: Müeyyet Halam Kadıköy'de otururdu. Bir gün misafir geliyor. Aslında 'bir gün'demek yanlış çünkü öyle nadiren olan şeyler değildi bunlar. Halam misafirlerine, size börek ikram edeyim diyor ve evden çıkıyor. Makul olan nedir, Kadıköy'den bir koşu böreği alması ve misafirlerine yetiştirmesi değil mi? Hayır! Halam vapurla Karaköy'e geçiyor, meşhur Karaköy Börekçisinden börek alıyor ve tekrar eve dönüyor. Misafirler de bizim aileye benziyor olacaklar ki tüm bu sürede evde oturup börekleri bekliyorlar, ama bu uzun alışverişler bizim evde ender görülen şeyler değildi. Mesela babam da ekmek almaya Bursa'ya gitmişti arkadaşlarıyla bir seferinde. Ama adam düşünceli biri. Bursa'dan telefon edip ekmek almaya geldiğini söylemiş. Annem de 'Gelene kadar aldığın ekmek bayatlar' deyip kapatmış.

-Muhittin Dayım da çok yakışıklıydı. Nitekim cenazesine her biri başka bir hanımdan olan onbeş oğlu geldi. Hepsi de nüfusuna kayıtlıydı. İlk eşinden olan kızı Pakize benim için çok özel bir insandı. İlk ve tek çocuğuna hamileyken hastalandı. Tedavi gördü ama işe yaramadı, aile de onu olduğu gibi kabul etti, o kadar iyi yürekli bir insandı ki, arada bana telefon eder, ya beyninin ya da kalbinin çıktığını söylerdi. Ben de 'Çıktıysa yerine koy' derdim O da öyle yapardı.



-Mahalle de ne olsa benden bilinirdi. Özellikle de kırılan camlar. Hiç unutmuyorum üç gündür hastayım ve yataktayım. Kapı çalındı, uzak komşulardan biri kapıda anneme dert yanıyor, 'Macide Hanım, Müjdat bizim salonun camını kırdı!' Annem artık dayanamayıp, üç gündür hasta ve evde olduğumu söylüyor. Kadının cevabını hiç unutmam: 'Hasta olmasaydı o kırardı'

-'Dedim ki dolaşayım elimde iplik iğne
sararmış yaprakları dikeyim yerlerine
o diktiğim yapraklar yere düşmezse eğer
elbette kardeşimi alamaz koynuna yer.."

-Üstat, şair Faruk N. Çamlıbel'in, 'Küçük Çiftçiler' adlı manzum piyesinin, bana ait mısraları bunlar. Kızkardeşim verem. O devirde en moda hastalık o. Doktora götürmüşüm. Doktor bana demiş ki; 'Sonbaharda yapraklar yere düştüğünde, kızkardeşin de toprağa düşer' Bende elime iğne iplik almışım, yere düşen yaprakları dikiyorum, kızkardeşim ölmesin diye. Bir kaç yıl sonra Şehzadebaşı'ndaki Yeni Sinema'ya bir film geldi: 'Son Yaprak'. Ünlü Amerikalı öykü yazarı O'Henry'nin öykülerinden, kısa kısa film yapmışlar. Bir ressamın alt katında oturan genç kız, verem. Doktor sonbaharda tüm yapraklar düştüğünde, kızın da öleceğini söylüyor. Üst kattaki yaşlı ressam da duvara yaprak resmi yapıyor ki o son yaprak hiç düşmesin ve kız ölmesin ancak kendisi resmi yaparken düşüp ölüyor. Ne benzerlik, kim kimden esinlendi acaba?



-Babamın çok iyi arkadaşı Haydar Amca, karısı, annem, babam ve ben Belgrad Ormanı'na pikniğe gidiyoruz. Haydar Amca Trafik Şube Motorlu Kısım Ekipler Amiri. Bahçeköy yolunda trafik sıkıştı, önde bir kaza olmuş. Arkamızdan gelen araba da bizi sollayınca karşı yön tıkandı ve trafik iyice kilitlendi. Haydar Amca'da trafiği kilitleyen arabanın şöförüne, 'Yahu, senden başka akıllı yok mu' dedi. Bunun üzerine diğer arabanın şöförü aşağı inip Haydar Amca'nın yakasına yapıştı, sayıp sövüyor; 'Sen kime yahu diyorsun, sen git evindeki karına yahu de.' Haydar Amca hiç sesini çıkarmadı. Sonrasını Haydar Amca anlattı. Ertesi gün trafik polisleri adamı bulup emniyete götürmüşler. Adamcağız kapıdan girdiğinden itibaren karşılaştığı bütün polisler içinde 'yahu' geçen ama son derece de nazik, 'Hoşgeldin Yahu' dan, 'Nerelerdesin yahu' ya kadar cümleler kurmuşlar adama. Sonunda Haydar Amca'nın karşısına geliyor adam. Haydar Amca'da oradaki 'yahu'nun kötü niyetle söylenmediğini anlatıyor. Eskiden işten eve dönen erkek kapıdan girince, 'Yaa huu' dermiş. Yani sadece kadınlara yönelik olarak kullanılırmış bu seslenme sözü, sen şimdi elin delikanlısına 'yahu' dersen alenen karın yerine koyuyor oluyorsun demek oluyor, ne hakkın var değil mi..

-Kendimi bildim bileli evimde ya da çevremde hep hayvanlar oldu. Evimizde kedilerimiz vardı; Zertop, Sarman ve Tekir, bir de komşumuzun köpeği Tonton. Tonton tramvayın altında kalarak öldü, kendimce çok güzel bir mezar yaptım Tonton'a. Karşı tepenin yamacında mezar kazdım ona, evden aldığım yeşil bir teneke kutuyu da mezarının başına diktim. İçine de bir mum yakıp bıraktım. O geceyi ağlaya ağlaya geçirip uyuyakalmışım. Ertesi gün annemin dayağıyla kendime geldim. Daha ne diye dayak yediğimi anlamadan annem beni pencerenin önüne götürdü, önce ne olduğunu anlamadım sonra baktım ki, tenekenin sadece üstü değil çevresi de mumlarla dolu. Fatih o gün de Müslüman semti. Hırka-i Şerif'i ziyarete gelen herkes, Sabire Sultan'a, Koyunbaba'ya mum dikmeyi ihmal etmezler, bizim Tonton'un da baş ucunda mum yandığını görünce, oraya da uğramayı ihmal etmemiş ziyaretçiler:)



-Hamlet'in ünlü oyuncular sahnesi vardır; biz oyuncu figüranlarız. Hisar'ın taa üst yamacından o meşhur araba ile sahneye giriyoruz. Arabanın her iki tekeri de masif keresteden, en aşağı elli kilo. Yaman'la çıkardık dingilin kamasını. Sahne sıramız geldi, arabayı hareket ettirdik, o koca tekerlek, o dik yamaçtan langur lungur seyircinin üzerine. Bir bağırma bir çağırma. Oyun mahvoldu, gülenler, kızanlar, bağıranlar. Bu işi kim yapabilir: Yaman, Müjdat, Savaş. Sahne Amiri Cela Balkır, ertesi gün Savaş'la beni, Sahne Amirliğine çağırdı. Yanan eski Dram Tiyatrosu'nun sahnesi döner sahneydi, sahne altı da çelik dolapların falan bulunduğu hangar gibi bir yer. Celal Bey çekti bizi sahne altına; 'Ulan, siz deli misiniz, tiyatroda bu yapılır mı, Konservatuar'da size bunları mı öğretiyor, Allah cezanızı versin, bir daha tekerrür ederse falan filan olur. Bu zılgıt yarım saat sürdü ve sonunda Celal 'İşte o kadar' diye sonladı ve çelik kapıyı açıp çıkacağı yerde, hemen kapının bitişiğindeki çelik dolabın kapısını açtı ve içine girdi. Biz Savaş'la ikimiz yerlerdeyiz. Adamcağız da ne otorite kaldı ne bir şey. Bunca lafın üstüne dolaba girilir mi.. Attılar bizi...

-10' lu yaşlarda filmlerde gördüğüm Kim Novak'a aşık olmuştum, hatta onun için Amerika'ya gitmeye karar vermiştim, fakat nasıl gidileceğini bilmiyorum, derken o sırada mahalleden benim yaşlarımda kız arkadaşlarım oldu, onlarla arkadaşlık ederken, Kim Novak'ı unuttum bile. Yıllar sonra Amerika'ya gittiğimde onun yaşadığı yere  evine gittim, Amerika'da yaşayan bir arkadaşıma dedim ki yıllar önce ben ona aşıktım hatta onun için Amerika'ya gelecektim, o da bana 'İyi ki gelmemişsin dedi' Niye dedim. 'Kim Novak, erkeklerden hoşlanmaz, onun bütün sevgilileri hanımdır' deyince dünya başıma yıkıldı:)



-Münir Özkul Tiyatrosu'ndayım. Muammer Karaca geceleri Lahmacun Cumhuriyeti diye bir komedi oynuyor, ömür bir oyun, arada bir de tiyatroya erken geldiği oluyor, bu arada bizi seyredermiş. Bir gün bana:
-'Sana tam 30 lira yevmiye, benim tiyatroma gel' dedi.
-'Münir Ağabey izin verir mi bilemem' deyince de:
-'O bir kaç gün sonra sarhoş olur, oyuna gelmez, sen şimdiden gel bize.'
Eh dediği de oldu sayılır Muammer Ağabey'in. Münir Ağabey sarhoş olup da bizi kovunca, ben de Muammer Ağabey'in Tiyatrosu'na girdim. Bana bir gece:
-'Şu rolü seyret' dedi. 'Yarın oynacaksın.'
-'Yarın mı?'
-'İstersen bu gece oyna'
-'Prova yapmayacak mıyız?'
-'Biz terzi miyiz oğlum? Oynarsın sen..'



-Bir gün konservatuvar öğrencisi bir arkadaşımız bizi ziyarete geldi. Sakal bırakmış. Muammer Ağabey bunu gördü:
-'O ne orandaki kıllar'
-'Sakal efendim'
-'Neden bıraktın'
-'Rol gereği'
-'Yok yahu, demek rol gereği. Öyleyse topal rolü oynaman gerekse bacağını kıracaksın. Öyle şey olmaz. Tiyatro 'gibi'dir. Eğer pis bir dilenciyi oynuyorsan bile önceden tıraşını olacaksın, yüzünü gözünü yıkayacaksın, sonra makyajla kirlenip, pis dilenci olacaksın'
Bunların tümü doğruydu. Ondan öğrendiklerimin başında gelen sahne kurallarındandır anlattıklarım.

-Lahmacun Cumhuriyeti'ni oynuyoruz. Oyunda üç tane paşa rolü var. Oynayanların tümü de şimdi rahmetli oldu. O gece Tevhit Bilge kulise konuk geldi.
-'Aman Tevhit ağabey dedik bu gece paşalardan birine sen çık, Muammer Abiyi güldürelim sahnede' Tevhit ağabey , Memduh Alpar'ın kostümünü giydi ve paşa olarak sahneye çıktı. Muammer ağabey, birden bire Memduh babayı beklerken, karşısında Tevhit Ağabeyi görünce önce biraz şaşırdı, sonra hemen kendini topladı ve:
-'Ulan bu bizim Tevhit Bilge değil mi be? Vah vaah..Tiyatroda iş bulamayınca Lahmacun Cumhuriyeti'nde paşa olmuş' dedi. Böylesine epik ötesi bir tiyatro anlayışına ilk kez tanık oluyordum. Büyük bir alkış koptu salondan.. Daha sonra bir gün Türkiye'de Brecht, yeni yeni tanınırken, Muammer Ağabey şöyle dedi:
-'Demek biz yıllardan beri epik tiyatro yapıyormuşuz da haberimiz yokmuş. Bu Brecht denilen zat epiği bizden almış bize satıyor.'



-Engin Cezzar-Gülriz Sururi Tiyatrosu'nda 'Kelepçe' adlı oyunda oynuyorum, üstelik 7 ayrı rolüm var oyunda. Tiyatro doğduğum yer olan Fatih'te, bizim çocukların hepsi gelmiş oyuna, daha sahneye adım atmaz alkış kopmuştu. Şimdi oyunda bir sahne var: Sahneye kurt olarak çıkıyorum. Bu sahneye sıra geldiğinde tiyatronun kedisini kucağıma aldım, sözde yavru yaptım kendime kediyi. Bu arada sevgili Gülriz Sururi'de beni başından savmak için sandviç atıyor bana. Sandviçi aldım ve yavrusunu besleyen bir baba şefkatiyle kediye yedirmeye başladım. Ama nasıl oldu bilmiyorum, kedi kucağımdan fırladı ve sandviçi de alarak sahnenin ortasına gidip orada yemek yemeye başladı. O sırada sahnede Ali, Engin ve Gülriz var. Üçünün de sinirleri bir anda bozuldu ve gülmeye başladılar, oyunun canına okumuştum. Biraz sonra yeniden sıra bana geliyordu ve yine kurt olarak girecektim sahneye. Ama biraz önceki bilmeden yaptığım sabotajın bedelini ağır ödedim. Gülriz Sururi elindeki şemsiyeyle bana bir vurmaya başladı ki sorma. Rolüm bitip sahneden çıktıktan sonra patronum olan Engin Cezzar'a gidip önce özür diledim sonra da istifamı verdim.



-Ben Şehir Tiyatrosu'ndan ayrılıp Münir Özkul Tiyatrosu'na girince aynı zarif adamla orada da karşılaştım. İşte Sadık Ağabeyi ilk keşfedişim orada başlar. Münir Ağabey'in oynadığı tüm rollerde tümcelere bir-iki sözcük ekleyip, bir-iki sözcüğün yerini değiştiriyordu. Görevi bu gibiydi. Ben böyle sihirli bir iş görmedim bugüne değin. Provalarda Münir Ağabey bir söz söylüyor, gülmüyoruz. Sadık ağabey alıyor aynı sözü, ya iki değişik vurgu, ya da bir yer değiştirme yapıyor, kırılıyoruz kahkahadan...

-12 Mart döneminde evimi askerler üç kez bastı. Evimin neden basıldığını hiç bilmedim. Bu arada karşı apartmanda da Yaman Tüzcet oturuyor. Yaman'ın yaptığı gözleri çekik palyaço resmini Mao'ya benzetmişler. Ayrıca evde suç aleti olarak beyaz eldivenler bulmuşlar. Yaman' da bu eldivenleri çocuk oyunlarında palyaço rolüne çıktığında kullanıyor, anlatmış ama dinleyen kim. Bu kadar suç unsuru bulununca Yaman'ı götürdüler tabi. Eşimin arkadaşı var Naciye. Naciye ve Yaman aynı günlerde Birinci Şube'de gözaltında kaldılar. Bunlar koridorda karşılaşıp selamlaşınca 'Örgüt' de ortaya çıkmış oldu. Aramadan sonra bize bir kağıt imzalattılar, bu kağıda göre, karım ve ben evimizi kendi isteğimizle aratmışız. Aslına bakarsan bunca yılda bu Devleti hala anlayabilmiş değilim. Halkıyla bir türlü barışmayan bir Devlet bu. Hepsinden aklandığım üç kez kısa sürelerle cezaevine kondum, suç saydıkları işlere bakalım: 'Kitap yazmak, sıkıyönetimi sevmemek, tiyatro oyunu oynamak...'



-Nazım Hikmet kitabını Moskova dönüşü Savaş Dinçel'le birlikte hazırlamıştık. Savaş'ın çizgileri gerçekten çok güzeldi. Ama 12 Eylül ateşi, bizi de bu kitaptan yakıyordu. 'Nazım' demenin kolay olmadığı devrelerdi, öyle kitap yazmış olmak belki başımızı derde soktu, ama onurlu bir dertti bu. Biz cezaevine hırsızlıktan ya da aşağılayıcı, yüz kızartıcı bir suçtan girmedik. Savaş'la birlikte orada geçirdiğimiz günlerin en matrağı, en unutamadığım anı, karantinaya gittiğimiz gündü. Tuvaletlerin kapısı açıktı, önlerinde kapı yoktu. Ben tuvalete girmek istedim ve Savaş'a 'Senden rica etsem, kapının önünde durur musun, kimse gelmesin, rahatsız etmesin' dedim. O da peki dedi ve sırtını döndü. Tuvalet kapısına yaslandı duruyor, kapı yok çünkü açık orası. Ben de çömeldim tuvaletimi yapacağım. Savaş'tan bir ses: 'Duyduk duymadık demeyin. 500 TL verene Müjdat Gezen'in poposunu gösteriyorum. Hatırladıkça güleriz.

-Ben televizyonu daima sevdim, ve bugün de çok seviyorum, televizyonda yapmadığım iş kalmadı diyebilirim. Hani boyuna derler ya, 'Televizyon tiyatronun yıkılmasına neden oluyor! diye. Bence bir o kadar da ayakta durmasına neden olduğunu unutmayalım. Çünkü orada çalışan pek çok kişi, televizyonda kazandıkları parayla tiyatro yapmayı sürdürebiliyor. Bu çelişki, bu ikilem nasıl çözülür, doğrusu pek bilemiyorum..



-Bir gün, sevgili Kandemir Konduk ile Köprü üstünde giderken, Kandemir; 'Bir projem var' dedi. Ekledi: GÜM. İlk anda pek birşey anlayamadım. Hemen açıkladı: Yani 'Güldürü Üretim 
Merkezi.' Kime söylediysem yanaşmadı pek, oysa bir araya geleceğiz, yazı üreteceğiz, espri üreteceğiz, karikatür, mizah.. uzun uzun anlattı. Bu sırada da Köprüyü de geçmiştik. Kabataş'a doğru yönlendirdim Kandemir'i, sonra da Noterin kapısından soktum. 'Ne oluyor' derken, 'Söylediklerini kabul ettim, şimdi de Noterde ortaklık anlaşmamızı yapacağız' dedim. Gerçekten de kuruldu bu ortaklık ve uzun zaman da çalıştık..

-Ulvi Uraz hoca, sahiden de çok gülerdi sahnede. Karşılıklı dakikalarca güldüğümüzü anımsıyorum. Hatta 'Kartal Teknesi' adlı oyunda bir arkadaşımıza öylesine güldüydü ki perdeyi kapatmak zorunda kaldık. Gözlerinden yaş gelene dek gülerdi. Sahnede bu denli içten gülme huyu bana, ondan mirastır. Ben de tıpkı seyirci gibi bazen kendi lafıma bile gülerim. Ulvi Uraz Tiyatrosu tam anlamıyla bir okuldu, her oyunda onun öğrencileriydik. Ben bu okulda çok şey öğrendim. Tümü de bana, o günden sonraki sahne yaşamımda yararlı olan şeyler...



-Venedik Film Festivali'ne Ali Özgentürk'ün çektiği 'Bekçi' filmiyle gitmiştik. La Republica ve Il Gazettino adlı gazeteler ilginç yazılar yayınlamışlardı filmle ilgili. Film gerçekten büyük ilgi görmüştü. Bu gazetelerdeki yazılarda Bekçi filmi, orada çok sükse yapan Jack Nicholson'un filmi ile karşılaştırılmıştı. Benim oyunculuğumu, o dünyaca ünlü yıldızdan daha çok beğendiğini belirten yazar, 'Nicholson gitsin, Türk yıldızı Gezen'den oyunculuk dersi alsın' demişti. Çok bekledim doğrusu, gelsin de bir şeyler öğreteyim, diye. Fakat gelmedi, kendi bilir!

-Kaç kişiye nasip olur, akmayan bir Niagara Şelalesini görmek. Ben onu gördüm işte. Ocak ayında soğuk rekorlarının kırıldığı sert bir kış günü, resimlerde, filmlerde  o büyük gürültüyle akan, muhteşem şelale de öksürsen herkesin duyacağı bir sessizlik vardı, çünkü soğuktan donmuştu, akmıyordu. 'Kısmetsiz Bedeviyi çölde, kutup ayısı öper.' atasözü aklıma geldi nedense..



-Bir film çekmiştik İsveç'te. Tuncel Kurtiz'in yönetmenliğini yaptığı 'Gül Hasan' isminde bir film. O filmle 'En İyi Yardımcı Oyuncu' ödülünü almıştım. Stockholm'de 1 ay kadar kaldıktan sonra Almanya'ya geldik. Berlin'de arkadaşımız Kemal İnci'ye uğradık. Daha kapıdan girer girmez espri yağmuru başlamıştı. Bir Türk kardeşimiz, çalışmak için Almanya'ya gelmiş, iş de bulmuş, ancak pek memnun görünmüyor sanki. 'Almanya'yı nasıl buldun' diye sormuşlar. Yüzünü buruşturmuş. 'Valla iyi hoş da... Çok Alman var burada.' Dakikalarca gülmüştük Almanya'ya ayak bastığımız bu ilk günde..

-İzmit'teyiz, Kocaeli Fuarı'nda. Çok büyük bir anfi yapmışlar. Muhteşem bir sahne. Beş tane folklör ekibini yan yana koyun, üç tane de Senfoni Orkestrası yerleştirin onların yanına, bana mısın demez yine de boş kalır, öyle büyük bir sahne. Ben smokin giymiş olarak geliyorum sahneye, 'Hoşgeldiniz sayın seyirciler' diyorum. Sonra da 'Karşınızda Perran Kutman' anonsunu yapıyorum. Perran geliyor, ama anlatılır gibi değil, sahne o kadar büyük ki, sahnede bir tek ben varım, gerisi göz alabildiğine boşluk. Perran çıktı o büyük sahneye yürümeye başladı, yürüdü yürüdü, yürüdü. Ve o dev boşluk içinde geldi ve bana çarptı. Çarpmasıyla da gülmeye başladı. Ben de gülmeye başlayınca seyirci de hakim olamadı kendisine, dakikalarca nasıl gülme. Ancak mizansen olarak hazırlansa bu kadar başarılı çarpışırdık...



-Muammer Karaca Tiyatrosu'nda oynuyorum, bir rol var, efemine bir genç, bir eşcinsel rolüydü bu. Oyun gereği Muammer Ağabeyin bana şöyle demesi lazımdı: 'Siz ne iş yaparsınız? Tabiatın size bahşettiği bu mevcut avantajdan başka?' Ben de, 'Ne iş olsa yaparım' cevabını vereceğim. Fakat ertesi akşam sahnede Muammer Ağabey, 'Adın ne senin' diye bambaşka bir soru sormaz mı. Ben de neden bilmem, birden 'Tanjuu' cevabını verdim hafiften kırıtarak. Muammer Ağabey 'Ne iş yaparsın' diye sorunca da, yine kırıtarak cevap verdim. 'Tanju dedik ya.' Nasıl bir alkış, ben de şaştım. Sahiden de benim sahnede uydurduğum seçme bir saçmaydı o. Bir tane daha var: 'Nasrettin Hoca'nın biri, bir gün kahveye girmiş demiş ki..' Ve her tarafta duyuluvermişti çok geçmeden, 'Nasrettin Hoca'nın biri, bir gün..' diye..

-Kandemir Konduk'la kurduğumuz GÜM' e sonradan Aziz Ağabeyiyi de aldık (Nesin), sonradan da Güneş gazetesinden, Hürriyet gazetesine şaşaalı bir geçişle transfer olduk, ama Aziz Ağabey'in hazırladığı diziye sansür uygulanmak istenince hepimiz ayrılıp Milliyet'e geçtik. Aziz Ağabey ne isterse onu yazardı. Bu olay Aziz Ağabeyle ilişkimizde bir dönüm noktası olmuştur. Birbirimizi daha çok sevmeye bu olayla başladık diyebilirim.




-Yaptığımız mizah sayfasında Perran Kutman'la bir de fotoroman yapıyorduk mizahi tarzda tabii. Bunların birinde gazeteci Perran bana, 'TRT ikinci bir kanal açacak, bu konuda ne düşünüyorsunuz' diye soruyor. İşte bu soruya verdiğim cevap neticesinde o dönem TRT'nin genel müdürü olan Tunca Toskay bana hakaret davası açtı. Perran'ın sorusuna ben, 'Herhalde bir kanal yetmemiş, ikinci kanalizasyonu açıyor' cevabını vermiştim. Bazı insanlar için mizahı hazmetmek zor, ben orada TRT çalışanlarını değil, politikayı hicvetmiştim aslında. Bu olaydan sonra tam 5 yıl ekran yasağı koydular bana...

-Yine benim yaptığım bir edepsizliği anlatayım. Bu yaptığımı Aziz Ağabey bir kitabında yazmıştı o yüzden rahatlıkla anlatabilirim. Bir gün Aziz ağabey, Sadık Ağabey, Kandemir ve ben bir yere gidiyoruz, direksiyonda ben varım, hergelelik işte lafı dönüp dolaştırıp edepsizliğe getirdim. Aziz Ağabey yanımda oturuyor, ona dönüp 'Aziz Ağabey, bu işi haftada kaç kez yapıyorsun' dedim. Utandı, duymazlıktan geliyor, bir taraftan da gülüyor. Biraz ısrar edince, 'İki' dedi. Bu arada hemen söyleyeyim Aziz Ağabey de, Sadık Ağabey de 70 yaşı artık geride bırakmışlardı. Sonra aynı soruyu Sadık Ağabeye sordum. O da biraz çekingen, 'İki-üç filan' dedi. 'Sahi mi' falan dedim. Sadık Ağabey dayanamadı; 'Vallahi evladım, Aziz Bey iki deyince, altta kalmak istemedim'



-Aziz Ağabeyin cimriliği konusu ne zaman açılsa, 'Fena mı, cimriyim diye kimse benden bir şey istemez' derdi. Her türlü eşyanın kullanımında son derece dikkatliydi. Bir keresinde Vakıf'a giderken ona bir top birinci sınıf hamur kağıt götürdüm, üzerine de 'Kullanılmak İçindir' diye yazdım. Bir taraftan şaka olsun diye yazılmış bir nottu, bir taraftan da bir gerçek..

-Aziz Ağabey bir ara 'Onbinler' diye bir şirket kurmuştu. Bir kültür şirketi, ben de ortaklarındandım şirketin. Bir gazete çıkartacağız,hazırlıklar yapıyoruz, bu sırada Torbalı'da bir panel için davet aldık. Panel sonunda soru-cevap kısmı var; dinleyicilerden biri Aziz Ağabey'e, Türk toplumunun mizaha olan yatkınlığının zekasından mı ileri geldiğini sordu, Aziz Ağabey'de cevap olarak; 'Ne zekası, bu milletin %91'i, 1982 Anayasasına evet demiştir. Geriye kalıyor % 9. Haydi biraz iyimser olalım ama % 60'ı aptal bir milletiz.' dedi. Bu cevap oradakilerden büyük alkış aldı ama kendini % 60'ın içinde sayanlar, hakarete uğradıklarını düşünerek dava açtılar. Aziz Ağabey tabii ki geri adım atmadı. 'Yapmayın, eğer mahkemeyi ben kazanırsam, aptallığımız tescillenmiş olur'dedi. Ve mahkemeyi kazandı da...




-Önce bir sokağa onun adının verilmesini sağladım, evimin bulunduğu sokağın adını sevmiyordum zaten. 'Mezarlık Yokuşu' idi, kim sever sabah akşam Mezarlık Yokuşundan inip çıkmayı, ben de epey uğraştıktan ve yetkililerin bu vefa çabamıza ortak olmalarıyla mutlu sona ulşatım. 1974 yılında sokağımızın adı 'İsmail Dümbüllü Sokağı' oldu. Sokağa adını verdikten altı yıl sonra da 'İsmail Dümbüllü Ödülü'nü gerçekleştirdim. 1980' deki ilk 'Dümbüllü' ödülünü Münir Özkul almıştı.

-MSM, 29 Ekim 1991' de kapılarını açtı. Tabi 29 Ekim benim doğum günüm olmaktan çok, Atatürk ve arkadaşlarının bu millete armağan ettiği, Cumhuriyetimizin kuruluş günü olduğu içindi. Konservatuarımız daha sonra 1993 yılında 'Müjdat Gezen Sanat Eğitim ve Kültür Vakfı' adıyla bir vakıf haline getirildi. Okulumuzun 5 temel ilkesi vardır: Özgür, Özgün, Doğal, Soru soran, Ömürboyu Eğitim. Tabii, 'Sevgi' bu beşin, beşinin içinde zaten olacak.

-Resim yaparak, çok dinlendiğimi hissediyorum, geçenlerde başım ağrıyordu, hem de müthiş ağrıyordu, resim yapmaya başladım, resim bitti başımın ağrısı geçmişti. Manisa'da işkence gören çocuklara söylediğim söz hatırıma geldi birden: 'Sanat, insanı onarır...' gerçekten de sanatın insanı onardığına, tedavi ettiğine çok tanık oldum..



-Kandemir Konduk'la yazdığımız Beyoğlu Beyoğlu adlı oyun Devekuşu Kabare Tiyatrosu'nda Zeki Alasya-Metin Akpınar ekibi tarafından enfes oynanmıştı. Daha sonra 'Yedi Kocalı Hürmüz' müzikalini sahhneye koymuştum. Bu müzikallerin Türk Tiyatro Tarihinde büyük renk oluşturduğunu önemle kaydetmeliyim. Hepsi çok hoştu, seyirci de salonları doldurarak, ne kadar mutlu olduğunu göstermiştir.

-Hırslı değilim sanıyorum. Devamlı çalışmak sağlığımı bozunca 'Sağlığım bozuldu' diyorum. Yorulunca 'Yoruldum' diyorum. Oysa meslekdaşlarımın çoğu, yorulsa da, sağlıkları bozulsa da hırsla üstüne üstüne gidebiliyorlar. Cimrilik ya da cömertliğe gelince..Ben hesap vereyim, siz de karar verin bu konuda. Her yıl 260-270 kadar öğrenciyi bedava okutuyorum. Bir küçük huzurevim var. Anadolu'dan getirip, dört yıl süreyle okuttuğum öğrencilerim var. MSM vesilesiyle orman kurduk, gazete çıkarıyoruz, konserler veriyoruz. Bunlara bakarak kararınızı verin..



-TRT'nin yasakladığı dönemde, benim reklamlarım bal gibi TRT ekranında da çıkıyordu. Daha sonra İş Bankası için bir de Ortaoyunu diye belgesel yaptım. Türkiye İş Bankası, bu belgeseli TRT'ye hediye etti.

-Biliyor musun Halit Ağabey, Can Yücel okuduğum zaman, hemen oturur şiir yazarım. Yine hep söylediğim bir şeyi tekrar edeyim: Onunkiler 'şiir', benimkiler 'miir'dir. Aziz Nesin, Sadık Şendil... Onlarla aynı dönemde yaşamanın hep bir ayrıcalık olduğuna inanmışımdır. Öyle büyük bir mutluluktu onlarla aynı imza günlerinde bulunmak, aynı sahneye çıkmak, aynı masalarda sohbet etmek. Bu ölümlerle aslında bende ölüyorum onlarla..



-Dürdane yengemin çocukları, bir gün Leyla'ya uğrayıp emrivaki yapmışlar, 'Hadi amcama gidiyoruz' diye. Öyle acele etmişler ki, Leyla'da sökülen pantolonunu eline geçirdiği ilk iplikle dikip, onlarla birlikte evden fırlamış. Geldiler, oturduk, sohbet ettik. Kırmızı ipliği gördüm ama hiçbir şey söylemedim, kapıdan çıkarken artık kendimi tutamadım, 'Siyah pantolonuna kırmızı iplik çok yakışmış' dedim. Suçüstü yakalanmış gibi mahçup mahçup gülümsedi. Gülme dinle! Bu kırmızı iplik meselesi önemli. Bir gün yine geldiler, pantolonumun söküldüğünü, dikip dikemeyeceğini sordum, 'Tabi' dedi 'Kırmızı ipliğiniz varsa neden olmasın' Bir kez daha aşık oldum, Düşünsene benim gibi biri için ideal bir kız, mizah duygusu var. Ben iyice Leyla diye tutturdum...

-Ocak ayında kendimize bir yaz tatili keyfi yaşatalım diye karar verdik ve eşimle birlikte Tayland'ın Pucket adasına gittik, İstanbul'un ayazından sonra otuşbeş derece sıcak bize çok güzel geldi, birer tek viski de içmişiz, keyfimize diyecek yok, kuytu bir yerde eşimi öptüm, daha doğrusu tam öpüyordum ki sırtıma bir el dokundu: 'merhaba Müjdat bey dedi' merhaba dedim bir taraftan da nerecen tanıyorum diye düşünüyorum , çıkaramayınca 'Nerdensiniz' diye sordum. Cevap kısa ve netti: 'İstanbul ,Kadıköy'den..' Eee bu kadar olur, bu bey bizim sokakta oturuyormuş, sen tut taa Tayland'ın Pucket adasına git, orada da komşunla karşılaş..



-Ben kimim ki başkalarını yargılayayım diye düşünüyorum. Okuduğum kitaplar bana böyle dersler veriyor. Üç şeyi sen yönetirsen sorun yok diyorum: Para, Şöhret, İçki-Sigara. Onları sen yönetirsen sorun yok. Fakat onlar seni yönetmeye kalktığında iş bitiyor...

-Nazım Hikmet, 'Analardır, adamı adam eden' demiş. Eğer bir toplumu çürütmek istiyorsan, önce anneleri bozacaksın, annelerin kültür yapısını, dünyaya bakışını, evladıyla ilişkisini. Bunun üzerinde duracaksın. Biz, televizyonların gündüz programlarına bakıyoruz. Kadınlardanbiri, 'Sabah saat 05:00'te kalktım, sizin programınıza gelebilmek için bilmem ne bey' dedi. Sabahın köründe, ellerinde pullu pullu mendiller, göbek atıyor, oynuyorlar. Sabah programlarında, sözde kadının sorunuymuş gibi inanılmaz, fındık kabuğunu ya da incir çekirdeğini doldurmayacak saçmalıklar. İnanılmaz şeyler bunlar. Bu toplumun anneleri nasıl oluyor da böyle davranıyorlar? Bu anneden ilerici, aydın ve de okuyan gelişmiş çocuklar nasıl çıkacak? Bu anne...Annelerimizi bozdular. Tabi iş bunula kalmadı. Çocuklar için yapılan programların içerikleri tamamen değişti. Tamamen dış kültüre bağımlı çocuk programları yapılmaya başlandı. Bu seferde çocukları bozdular. 12 Eylül'den bu yana niye gençlik iyi yetişmiyor, ben okulumdan biliyorum. Çocuklara kitap okutana kadar akla karayı seçiyoruz ki, birinci işleri kitap okumak olmalı onların..



-Aziz Nesin'i Anma Günü için eşim Leyla ile birlikte Frankfurt'a gitmiştik. Sahnede konuşurken, kenarda izleyen bir genç dikkatimi çekti. Söylediklerime gülüyor, alkışlıyordu. Ben programımı bitirdikten sonra, sahnede beni izleyen o küçük yanıma geldi:
-'Biraz sonra ben de çıkacağım sahneye..." dedikten sonra konuşmasını şöyle sürdürdü:
-'Sizin bir şiiriniz var. Acaip Şiirler Antikalojisi adlı şiir kitabınızı okudum da. O şiirinizi besteleyebilir miyim?'
Doğrusu epey şaşırmıştım. Benim şiirimi besteleme fikrinin nasıl doğduğunu öğrenmek için tam 'Nerden geldi bu aklına' diye soracakken 'Adın ne' dedim. 'Fazıl Say' dedi. Az sonra dinlediğimde, benim dudağım uçukladı. Yurda dönüşümde-o sırada Cumhuriyet gazetesinde yazı yazıyordum-gazetede, 'Almanya'da Fazıl Say diye bir Türk genci var, muazzam bir piyanist, bu çocuğa dikkat' diye nutuk attım. Hani derler ya, 'Falanca mı? Onu ben keşfettim' Fakat Fazıl Say'ı küçük bir çocukken, yurt dışında dinlemiş olmakla, büyük haz duyuyorum. Ülkemizi başarıyla tüm dünyada temsil eden bir Fazıl Say'la hepimiz övünmeliyiz, bu onuru paylaşmalıyız...



-Bak felsefe deyince, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük heykel ustalarından Rodin'in bir sözüyle nokta koyayım. Rodin demiş ki; 'Ben heykel yapmıyorum ki, taşın fazlalıklarını alıyorum', ikincisi daha anlamlı, Rodin hiçbir heykelini tamamen bitirmezmiş, ufacık bile olsa bir parça taşı filan bırakırmış. 'Üstat, neden her heykelinizin üzerinde bir parça taş bırakıyorsunuz? diye sorduklarında da 'Tamamlamıyorum, heykel oldukları anlaşılsın diye' yanıt verirmiş..



-Sabahları kalkar kalkmaz, üç gazeteyi muhakkak okurum. Bazen 2 saat sürer bu. Köşe yazarlarından beğendiklerimi okur, ötekileri es geçerim, daha doğrusu bazı yazarları ciddiye almam. Kahvaltımı yaparken, gazetelerin verdiği en büyük bulmacayı çözerim. Bulmaca çözmeden sokağa çıkmam ya da evde çalışmaya başlamam. Bulmacanın kafayı çalıştırmakta bir numaralı ilaç olduğunu duydum da, okudum da. Bunamam geciksin diye hergün bulmaca çözerim.



-Muammer Karaca, devrinin yöneticilerine yakınlığı ile tanınırdı. Bu yüzden genel sorunlar yerine daha çok yöresel, belediye sorunlarını taşlardı. Etnan Bey Duymasın oyununda halkın çoğu, 'Adnan Bey belki de kızar kapattırır bu tiyatroyu' diye kaygılanırken, Muammer Karaca ünlü gülüşüyle bunu espri olarak sahnede söylerdi bile, Etnan Bey Duymasın oyunundan sonra Demirel'e Söylerim oyunu da çok tutmuştu. Aslında Karaca bu oyunlarda, bazılarının sandığı gibi, dönemin büyük adamlarını yermek yerine, onların reklamını yapardı. Ama bu isimler, oyunun bir yerinde kullanılır, geçer giderdi. Oyunun içeriği ile adının pek ilgisi bulunmazdı bazen...



-Aydın Engin, Tuncer Necmioğlu ve Tuncel Kurtiz'de çalıştıkları tiyatrodan ayrıldılar ve birlikte ortak bir tiyatro kurmayı teklif ettiler. O sırada yedek subaylığını Tuzla'da yapan Umur Bugay'ı da alarak Halk Oyuncuları'nı kurduk. Halk Oyuncuları'nın kısaltması 'HO',  ya.., sonrasında inanılmaz şeyler oldu. O sırada Başbakan Demirel, İçişleri Bakanı da Faruk Sükan. Geri zekalı bir milletvekili bizim tiyatro'nun kısaltmasının aslında Ho Şi Minh'in kısaltması olduğunu söylemiş mecliste. Ondan sonra da bir sürü deliyle uğraş. Sonrasında hep korkuyla oynamak zorunda kaldık, taşlandık, baskı gördük, neler neler. Halk Oyuncuları benim için çok iyi bir ders oldu. Hep söylerim; Halk Oyuncuları, Sosyalizmi sevmeme, ama ülkemdeki bazı Sosyalistleri pek de o kadar sevmememe neden olmuş acı bir deneyimdir benim için..



Ali Poyrazoğlu nun ''Tamamla Bizi Ey Aşk'' kitabından Müjdat Gezen'le yaşadıkları tatlı bir anıyı da ekleyelim buraya..

''Bir tarihte yapıştı tiyatroma ha bire gelip gidiyor. Müdüriyette oturuyor. Anladım bir hergelelik peşinde. Odamda ressam Muazzez'in "Ortaoyunu" tablosu var ona takmış kafayı...

''Bunu bana ver,ben orta oyuncular, Karagözcüler Derneği başkanıyım'' diye tutturdu. Bütün direnmelerim boşa gitti. Sonunda dedi ki:

''Tamam vermek istemeyebilirsin, doğrusu bu resim bir tiyatro yöneticisinin odasına çok yakışıyor ama beni anla, orta oyuna büyük bir zaafım var. Değiş tokuş yapalım bu resmi bana ver, ben de sana Fikret Mualla'nın resmini vereyim'' başımdan gitsin diye anlaştım. Tabloyu kaptı vııınn...
Üç gün sonra tiyatroya bir paket geldi, Müjdat gezen yollamış dediler. Ha açın Fikret Mualla tablosu dedim. Açtık paketten çerçevelenmiş bir dosya kağıdı çıktı, üstüne tükenmez kalemle bir adam kafası çiziktirilmiş. Altında bir not :"Bu Fikret Mualla'nın portresi ben yaptım." Müjdat Gezen

Ne yapayım savcılığa mı vereyim. "Fikret Mualla'nın resmi demişti. Doğru, yapmış göndermiş. Adam nitelikli suç işliyor.''

Şiirleri



Şiirim geldi bırakın beni
Bir kibrit farz edin ve yakın beni
bir ceketmiş gibi askıya takın beni
bir çiviymiş gibi duvara çakın beni
şiirim geldi bırakın beni...


Şizoşems
Böyle zamanlar tehlikelidir şemsettin
ya gel cebime saklan, ya bırak şapkana saklanayım
kim vurduya gider insan
fırsat yok ki kendimi savurup aklanayım.
bi ara sen de, biliyorum, kedilerden korkuyordun
çünkü kendini işkembe zannediyordun
öyle bir şey ben de atlattım
iskemle sandım kendimi bi’ süre
üzerime oturacaklar diye korkulardaydım
ama sonra yırttım şemsettin
kendime telkinler yaptım sen iskemle değilsin diye diye
inandırdım kendimi.
sana hak vermiyo değilim ama şemsettin, zaman kötü,
aslında ne sen, ne ben ikimiz de deli filan değiliz
herkes oynatmış.
sadece sen ve ben normaliz.
aman şemsettin laf aramızda…
laf aramızda…
laf aramızda…
Şemsettin, laf aramızda kaldı çıkamıyor, 
kendini ifade edemiyor bir türlü
aman çok dikkatli olalım Şemsettin
sen de fark ettin
zaman kötü
en iyisi biz işi deliliğe vuralım
sen kedilerden kork, işkembesin diye
ben insanlardan korkayım, iskemleyim diye
ve iskemle üzerinde işkembe, çarşamba, perşembe…
gün say şemsettin gün say
çünkü nasıl olsa bir gün gelip bizi alacaklar
bu işten yırtmak için saat numarası yapalım
sen yelkovan ol, ben yengeç
sonra onlara tek cevap verelim
vakit çok geç,
vakit çok geç,
vakit çok geç Şemsettin, geldiler...


Deli Yüreğim
Oy benim deli yüreğim, az çektirmedin bana
gün geldi kuş oldun zıpladın daldan dala
artık yoruldun mu nedir yüz vermiyorsun dallara
oy benim deli yüreğim, ne diyeyim ben sana


Adam
Ne zaman adam gibi adam oluyor insan?
çok gezdiğinde mi? çok gördüğünde mi? çok bildiğinde mi?
çok ünlü, çok zengin olduğunda mı?
çok sevildiğinde mi ?
yoksa bunların hepsi bi kenara; adam gibi sevdiğinde mi?


Babam
Babam çok iyi adamdı
daha doğrusu babam adamdı...


İlke
İlkelerin olacak.
seni satın alamayacaklar.
aptalların uydurduğu atasözlerine inanmayacaksın.
“Paranın satın alamayacağı yoktur”, “herkesin fiyatı vardır” gibi sözlere kanmayacaksın
onurunla, kimliğinle ve beyninle akıllı yaşayacaksın.
üreteceksin, seveceksin, sevileceksin
inançlarının arkasında duracaksın
sevgilerin karşılıksız
yardımların gizli olacak
seni; attan, ottan ayıran özelliğin farkına varacaksın
çünkü sen insansın
ve bunu yakaladığın gün bembeyaz yaşayacaksın

şu dünyadan çekip gitmek var ya
bu ne ya...


anlam veremediğimiz ???
(Cem Karaca'nın da benzer bir fotoğrafı yayınlandığında 'Beni kategorize etmeyin' demişti.)

web sayfası

Related Posts with thumbnails