30 Eylül 2012

Sait Faik Abasıyanık



Ne zamandır ertelediğim bir işi yaptım ve bu yaz Sait Faik’in tüm kitaplarını okudum ve şimdiye dek okuduğum tüm öykülerinden farklı bir tat aldım, kendisi yazdıklarına öykü denmesine kızarmış nedenini okuduktan sonra anlıyorsunuz..Öykülerinden bir tanesi bana müthiş şiirsel geldi. Nette olmayan bu öyküyü paylaşmak istedim. Ayrıca Sait Faik’le ilgili diğer bütün şeylere “Dolandagel” sayfamızda yer verdim. Sait Faik’le ilgili hazırlanmış çok içten bir başlığa da buradan bakabilirsiniz.


Papaz Efendi

Evimiz kilisenin karşısındaydı. Bu, akşamüstleri lacivert kesilen gökyüzüne, neftileşen çamlara kırmızı tuğladan vücudu ile yaslanan, çan kulesi olmadığı için tepesine her zaman bir karga yahut da şair bir martı konan haçı ile Bizans'tan beri Rum kalfanın Ortodoks ve cahil kafasından restore edilmiş, kiliseden çok bir Bizans derebeyinin evine benzeyen bir binadır. Bir tek kubbesi vardır. Bina çirkin değildir. Ama güzel de değildir. Küçük kubbelerin bulunması lazım gelen yerlerde mazgala, burca benzeyen delikler, çıkıntılar vardır. Gündüzün kalın, -daha doğrusu görüle görüle bıkılmış haliyle-akşam olunca neftinin, koyu mavinin, elle tutulması kabil hale gelen renklerin içine kiremit rengiyle yapışıp kaldığı zaman, tepesindeki haçından tutup, kuşu bile kaçırtmadan, bir çıkartma gibi ıslatıp defterin koyu mavi zemini üzerine çıkarır da duvara asabilirseniz seyrine doyamazsınız.

Galiba kilise mayıs akşamlarında bu hale gelirdi. Ben de mayıs akşamlarında çıkartma çıkaran bir çocuk, belki de ressam olmadığıma hayıflanırdım. Kilisenin çan kulesi, ön taraftaki boş arsadaydı. -Buna çan kulesi demek de doğru değil a !-İki tane çanı vardı. Biri merasimle ölü günlerinde çalan büyük çan, ötekisi her günkü dua ve vapur vaktini köye haber veren küçük çan. Çanların biraz gerisindeki iki çam ağacı arasına konmuş kalasın üstünde o gün ilk defa papaz efendiyi gördüm. İki simsiyah gözü, simsiyah bir sakalı vardı. Ayak ayak üstüne atmıştı. Siyah şapkasını dizlerinin üstüne koymuştu. Sırtında elle dokunulmadan giyilmiş gibi sadakor bir gömlek parlıyordu. Yağlı saçları, çok beyaz, geniş alnının üstüne haşarı bir çocuğun ki gibi dökülmüştü.

-Merhaba, bey, dedi.

-Merhaba, papaz efendi.

-Nasılsınız efendim? Komşuyuz galiba?

-Komşuyuz.

İki sıra, sadakor gömleği gibi beyaz dişi, siyah sakalının arasından parlayıverince yüzünden o Bizanslı, Ortodoks mana uçuvermişti. Yemek yiyen bir amele kadar güzeldi şimdi. Bütün kilise havasını bir maske gibi çıkarıp atmıştı sanki.

-Sizin valideye söyler misiniz, dedi bu kış bahçeye ben bakayım.

-Söylerim, dedim.

Söyledim. Ertesi gün sabah sabah onu bahçede buldum. Elinde bel vardı. Uzun pardösüsünü elma ağacına korkuluk gibi germişti. Bembeyaz kolları adaleli idi. Uzun, ince parmaklı ellerini kazmanın sapına dayayıp durdu. Bir avuç topraktan aldı ellerine:

-Severim toprağı. Bu sessiz, mütevazi, sakin, deli şeyi, dedi. Hayat bundandır işte. Biz canlı mıyız bunun yanında. Onun için bundan yapıldık, derler.

-Filozofsunuz galiba , papaz efendi?

-Hayır ! Ne papazım ne filozofum. İnsanım. Topraksız, evsiz, barksız, hem de dinsiz.

-Dinsiz mi?

-Bir bakıma elbet dinsizim. Ama sanırım ki Allah varsa bizi yaşamak için yaratmış. Böyle olunca kabul.

-Vazgeçelim, dönelim toprağa, dedi.

-Kaç yaşındasınız papaz efendi?

-Altmış Üç

-Ne ?... 

Dimdik dikildi. Bir dirhem kötü eti, kötü yağı yoktu. Ahenkle dimdik duran vücudunda fazla hiçbir şey yoktu.

-Maşallah ! Olur şey değil ! Kırk yaşından fazla görünmüyorsunuz.

-Yaşamak için yerim. Bulursam bol şarap içerim. Sigarayı ağzımdan düşürmem. Yaprak yerim. Kuş yerim. Daha olmazsa toprak yerim. Ama insan eti yemem. Hep mideden. Sağlam bir midem var. Çok yemem. Makineyi döndürecek kadar yerim. Fazla istemem. Keyifle yerim. Keyifle içerim. Bu gençlik ondan. Hiçbir şeye aldırmam. Papaz rakı içiyor, sarhoş oluyor, papaz kızlara bakıyor, papaz gülüyor derler. Desinler, vız gelir. Hayatta bir şey yapmak istediğim halde yapamadım. Kumar oynamadım. O kadarına elim varmadı. Yoksa insanların yaptığı her şeyi yapmak isterim. Gençliğimde kuru ekmekle soğan yerdim. Ama genç kızları görünce tay gibi kişnerdim.

-Ne diyorsunuz papaz efendi?

-Öyleydim efendim. Neden? Papazım diye mi yapmayacağım. Güzel şeylere bayılırım. Güzel kızlara, iyi şaraplara, otlara, ağaçlara, çiçeklere, kuşlara...Güzel olan her şeye. 

Güzel de Türkçe konuşuyordu.

-Sonra yine görüşeceğiz, müsaade, dedi.

Ayağını belin üstüne hırsla vurdu. Kırmızı toprak, yumuşak bir sesle hafifçe nemli, yana döküldü.
Papaz:

-İşte bakın dedi. Bir avuç altından farkı ne? Altın neymiş sanki? İki büklüm vaziyette bir ayrık otunu çekerken kafasını bana doğru kaldırdı. O sapasağlam dişlerini gösterdi.

-Altınımız olmadığı için, toprağı sevdiğimiz, onu yediğimiz için dişlerimiz sağlam, dedi. İyi ki, altınımız olmadı. Onun yüzünden belki de ölürdük, şimdiye kadar pis yağdan, kara ciğerden...

Papaz efendinin küçük bahçemizle giriştiği kavga sona erdiği zaman, erkekle kadın arasındaki aşk muharebesinde galip çıkan erkeğin, hem mağrur hem müşfik hali papaz efendi de, kadının o çiçekli, o güzel, o pırıltılı -bir nevi galibiyetten başka bir şey olmayan- dişi mağlubiyeti de toprakta idi. Ne ağaçlarda fazla bir dal, ne de yerde zararlı bir ayrık otu kalmıştı. Domates fideleri boy atmıştı. Sarı sarı açmış kabak, hıyar çiçekleri ortasındaki bahçeye bakarak sigara içişi, kazanılmış, hak edilmiş bir sigara içişti.

Ben evin penceresindeydim. O, küçücük çekirdeklerin kabuklarını yırtıp koca toprağı iterek havaya fırlayışına keyifle bakıyordu. Bir taşın üstüne oturmuştu. Bir mayıs sonu ikindisi, göğe buğular halinde şimşekli, ağır bulutlar yığmıştı. Papaz efendi, beni pencerede gördü. Etrafına bakındı. Bahçeyi gösterdi:

-Nasıl? Dedi.

Bende etrafa bir göz attım.

-Güzel oldu. Muharebeyi kazandınız papaz efendi dedim.

Bir dakika düşündü.

-Tohum gibi askerim, toprak gibi cephanem olduktan sonra, dedi, kazanmasam ayıp olurdu. Aşağıya inin aşağıya. Aşağıya inince onu yine Kitabı Mukaddes çobanı gibi dimdik, bele dayanmış buldum.

-Galip bir generale benziyorsunuz, dedim.

Güldü.

-Evet, dedi. Paşa papaz Aleksandros !

Yine toprağı eline aldı. Kırmızı, nemli bir topraktı. Sakalına sürdü.

-İçinde bunun demin, manganez, fosfor, kireç, her şey var, dedi. Ben tohumu anlıyorum. Bir nevi ambar. Bir nevi yumurta. Ama bu toprak denilen şeyi anlayamıyorum. Kimyacı tahlil eder. İçinde şu, şu var, der. Ama bir tohum içine girince yalnız ona lazım olan şeyleri cömertçe vermesi ne demek? Kokuyu, rengi, madenleri, vitaminleri, çeliği, fosforu, arseniği, şekeri, bilmem ki daha neyi?

-Ama yalnız o mu? Ya su? Ya güneş?

-Onun kadar mütevazi olmadıkları için bana ikinci derecede imiş gibi geliyorlar. Yağmur, dua, rica bekliyor sanki yağmur. Şarıl şarıl toprağa aktığı zaman seviniyor, "Allah’ım, çok şükür !" diyoruz. Ne de güneş gibi pırıl pırıl parlayarak "Hepinize bir şeyler veriyorum, ben olmasam işiniz dumandır, ben olmasam yaşayamazsınız." der toprak. O sessizce çamur, balçık halinde ayaklarımın altında bütün kış, potinlerimizi, üstümüzü kirleterek cansız, kara kırmızı, sarı kül rengi simsiyah yatar. Sonra baharla beraber içinizdeki sevinci boşaltıverir. Hiç durmadan bol bol dağıtarak bize bir bayram gösterir. Çayırlar yoncalarla, bayırlar gelinciklerle, papatyalarla dolar. Çalı süpürgeleri bile gülerler. Karşılığı için hiçbir şey istemeden veriyor o. Cömerttir, cömert ! Sonra vakti gelince, bize yeter dereceye kadar bir bayram gösterdikten sonra, yine kır kurağına, çürütür, doğurur. Erkekler değil ama kadınlar muhakkak topraktan çıktı. Toprak ana ! Toprak ana ! Her mahlûkum dişisinde bir topraklık var. Biz erkek kısmı güneşin, havanın, suyun çocuklarıyız belki ama kadınlar muhakkak topraktan.

Elindeki toprağı patlıcan fidelerinin üstüne savurdu. Birdenbire:

-Sen benim sesimi dinledin mi? dedi.

-Hayır.

-Benim sesim çok güzeldir, bir dinle, dedi. İsa'yı babasını düşünerek değil, toprağı severek okurum ilahilerimi. Dinlemelisin. Bizans havası korkunçtur, acıdır, hakikatten kaçar, yalanların alemini, sıkıntıları, hasetleri, şehvetleri, esirleri, bir nevi uslu deliliği söyler. Ama ben onu başka türlü söylerim. Toprağı düşünerek okudum mu iş değişir. İki güzel sesli insan var bu adada. Biri benim, buna kimsenin şüphesi yok. Öteki de balıkçı Antimos'tur. Dinledin mi hiç onu? -Hayır, onu da dinlemedim.

-Dinlemişsindir, ama duymamışsındır. Balık ağı örerken, ağları tamir ederken okur o. Yakından dinlersen bu sesin güzelliğinin farkına varamazsın. Bir iniltiden başka bir şey değildir. Öyle hafif söyler ki, ancak işitilir. Onu dinlemek istiyor musun? O, deniz kenarındaki kulübesinde şarkı söylerken sen bir sandala bineceksin. Şöyle bir on dakika kürek çekeceksin. Deniz ortasında duracaksın. İşte o zaman balıkçının sesini duyabilirsin. Yanında iken duyulmayan bu ses denizin ne tarafına gitsen, ne tarafına gitsen duyulur. Hem öylesine duyulur ki...Uzun uzun dinlemelisin. İçine evvela bir eziklik gelir, sinirlenirsin. Sandalı hızlı hızlı çek. Kıyıdan biraz daha açıl. Daha uzaklara git korkma ! Ses seni kovalayacaktır. İşitilmemeye başladığı yerden sese doğru kürek çekmeye başlayacağına kalıbımı basarım. Balık tutmaya çıkmışsın, denizin içini, balıkları, yakamozları, denizin çırpıntılarını avuç avuç etrafına sepilmiş göreceksin, bu ses insanoğlunundur. Allah şarkısı değildir bu. Balıkçı ona söylüyorum sanır ama, ona söylemiyor, denize söylüyor. O, tam seksen yaşında bir adamdır. Kimseye fena muamele etmemiştir. Ömrünü balık ağı ile örmüştür. O, denizden yiyeceğini çıkarmıştır. İki gün balığa çıkmasa aç kalır ama yetmiş senedir her gün balığa çıkar. Her gün tuttuğu balık, yarının ekmeğine yetişecek kadardır. O, öylece hazine bulmuştur ki, o defineden her gün aldığı şey o kadardır. Bu kadar almak da kimsenin hakkını yememektir. Onun denize söylediği sevda, şükran şarkısını beğenirim bilir misin? Bilmezsin. Ben de toprağa söylerim kilisede. Ama benimkisi toprağa bir günahkârın iniltisidir. Ben hayatımı insanları asırlardan beri aldatan ilaçlarla kazanıyorum. Ben uyuyamayanların afyoncusu ! Sırmalı elbiselerimle toprağa şarkı söylediğim zaman dinleyenler işin böyle olduğunu bilseler, ne yapmazlardı? Beni aç bırakırlardı, aç !

Yine bir avuç toprak aldı eline:

-Ben toprağa ilahi okuyorum. Beni dinle, dedi. Balıkçıyı da dinle. O da denizlerin dibine şarkı okuyor. O hakikati bilmeden bularak yaşamış mübarek adam ! Ben, akıllı günahkâr. Ben dünyada balıkçıları, toprakla uğraşan rençberleri severim. Yalnız onları...O kadar...

Papaz efendiyi bir ayin esnasında dinledim. Balıkçıyı hem yakından hem uzaktan işittim. Bizans havalarının sırrına eremedim ama, günlerce içimi bir kara kurt halinde bu sesler kemirdi.

Kulaklarıma her zaman bu iki ses gelmiştir. Bu sesleri uyku tutmadığı geceler açık bir pencerenin önünde dinlerken o kadar kendime eğilmişimdir ki, kanımın damarlarının içinden akışının sesini duyar gibi olurdum.

Papaz efendiyi toprakla uğraşırken görmeliydi. Bu görülebilecek bir şeydi. Zevkle çalışırdı. Sakalından başka hiçbir şey papazlığını hatırlatmazdı. O sakal da ilk insanların en gencinin sakalı gibi siyahtı. Papaz efendiyi köylü sevmezdi. Papaz ise köylüye düşman değildi. Herkesle tatlı tatlı, dobra dobra konuşurdu: Hakkında yapılan dedikodulara aldırış etmez, kahvede:

-Kim demiş beni kadınlardan pek hoşlanır, diye geçen gün? diye sorardı.

Kimse cevap vermeyince, dedikoduyu çıkaranın gözünün içine bakarak:

-Kadınlardan pek hoşlanmak, nefes almaktır, nefes almayınca yaşanır mı çocuklarım, derdi.

Onu bir mehtaplı gecede adanın en yüksek tepesinde kızartılmış bir kuzunun başında bir takım genç Rumlarla beraber kadınlı, erkekli bir alemde buzlu rakılar çekerken gördüm. Siyah sof kumaştan setresinin ayda parlayan eteklerini beline sokmuş, eline bir peçete almış. Dolgun bir Rum kızıyla şakır şakır kasap oynamıştı. Rakı kadehi bir elindeydi. Öteki elinde genç kızın ufacık eli, bir de bembeyaz sakız gibi bir mendil vardı. Bu mendille ara sıra kızın alnındaki terleri siliyordu.

Kışın bazı cumartesileri Ada'ya gittiğim zaman, onu bahçede bulurdum. Ispanakları, soğanları gösterir:

-Yalnız gelmemeli bunların arasına, derdi. Havalar soğuk. Salatayı yapacak birisi lazım sana. Yalnız gitmediğim günler, pencerede bir kadın hayali gördüğü zaman, yazın öğle denize vurmuş güneş gibi parlak dişleri gülerdi.

Papaz efendi geçen yaz öldü. Hem de karaciğer hastalığından. Karnı Hüt dağı gibi şişmişti.

-Hastalığım sirozmuş, dedi. Bu hastalık bana gelmemeliydi. Hastalık diye bir şey yoktur. Bu dert de insanların yaptığından.

-Ne oldu papaz efendi? Bir şeyler duydum ben.

-Aldırma, dedi. Ben aldırmadım da gidiyorum. Namussuz köylü, dedi. İftira attı. Yalan olduğuna sen inanmalısın. Ama belki de ölmem. Ben bunu da atlatırım. 

Atlatamadı, öldü. Papaz efendinin bütün kabahati aptal bir kızı kandırmış olmasıydı. Ölmeden üç gün evvel bir kır kahvesinde gördüm. Yüzü, bembeyazdı. Sakalının arasından çiçek bozuğu yüzünü o gün farkettim. Ama hala genç, hala güzeldi. Yalnız fena zayıflamıştı. Karnı da belli belirsiz şişmişti.

-Dün su aldılar, dedi. Koşan yanık bacaklı taze bir kız gösterdi:
-Şöyle birisi ile şu dedikoduyu çıkarsalardı yüreğim yanmazdı, dedi.

-Sana vız gelirdi hani böyle şeyler papaz efendi?

-Bu sefer koydu, oturdu içime, dedi. Niye insanlar birbirleriyle bu kadar uğraşırlar...Hem artık ölüm de kapıyı çalmıştı herhalde ki, insanların hakkımdaki lakırdıları beni bu kadar sarstı. Yoksa aldırır mıydım? Bilmez miyim hepsi kalleş, budala, hırsız, yalancı? Birbirinin ekmeğine, karısına, kızına, dükkanına göz diktiklerini bilmez miyim? Ben yaşayarak, gülerek toprak anamızı, güzel kızları seyredip severek üç gün sonra öleceğim.

Üç gün sonra papaz efendi öldü.

(Varlık Dergisi, Ekim 1947)





Sait Faik, Burgaz Adadaki yazlık evinde( ki çoğu zamanını son dönemde orada geçiriyordu) penceresinden görünen kilisenin papazını bir çok öyküsünde yer vermiştir... Papaz efendi hikayesindeki kilise evin karşısındaki Aya Yani kilisesidir. Aynı hikayenin kahramanı olan papaz efendi kilisenin papazı idi. Anlatıldığı gibi evin bahçesine bakmıştır ve sirozdan dolayı ölmüştür. Sözünü ettiği diğer özelliklerin ona ait olduğu bilinmemektedir. Tuhaf bir ilgi duymuş o zaman papaza karşı, belki aynı hastalığın kendisinde de olmasından ileri geliyor. (1944-1945 yıllarında hastalığına siroz başlangıcı teşhisi konduktan sonra Burgaz’a çekilmiştir)

18 Eylül 2012

Gırgır

Gırgır

Gırgır Dergisini ablalarım alırdı ama her hafta değil öyle akıllarına esince bende okurdum tabi hoşuma giderek-sonra ilkokul 5.sınıfın ikinci yarısında artık her hafta kendim almaya başladım, 1977 yılıydı-bu durum düzenli olarak 1988 yılına kadar sürdü. (En son aldığım derginin sayısı: 851'miş)

Gırgır-Sayı-238_2 Gırgır-Sayı-238_3 Gırgır-Sayı-238_4

O zamanlar bir ansiklopedi furyası da vardı. Fasikül fasikül her hafta toplardım. Ve size inanılmaz gibi gelebilir ama o zamanlar 105 takım cilt yaptırmaya götürdüğümüzde babamla matbaacının gözleri ışıldamıştı. Bu 105 cilte sonradan 22 Ciltte Gırgır'ları (her yıla 2 cilt olacak şekilde) eklediğimde babam biraz rahatsız olmuştu;

"Oğlum ne işine yarayacak ki bu gırgır mıdır mırmır mıdır" diye..
Aradan yıllar geçti o ansiklopedilerin hepsi çöpe gitti bir kısmı tavan aralarında çürümeye bırakıldı ve elimde o dönemden bir tek Gırgır ciltlerim kaldı..

Gırgır-Sayı-238_5 Gırgır-Sayı-238_6 Gırgır-Sayı-238_7 Gırgır-Sayı-238_8

Bilindiği üzere dergi kapandı el değiştirdi ve sahip olduğu o çizgi ruhu da eski kadroyla birlikte çekip gitti. Tek yararı oradan ayrılan karikatürcülerin dağılıp bugün ki dergi bolluğunu yaratmaları oldu.

Gırgır-Sayı-238_9 Gırgır-Sayı-238_10 Gırgır-Sayı-238_11 Gırgır-Sayı-238_12

Yıllar sonra kendi paramla aldığım bu ilk sayıyı (238) bulduğumda çok sevindim nedense örnek olması açısından yeni kuşaklara paylaşmak istedim:) Pazar günleri çıkan 16 sayfalık bu derginin yayın yönetmeni Oğuz Aral’dı..

Kardeşi Tekin Aral’da o sıralar “FIRT” dergisini çıkarıyordu ve o dönem için büyük bir cesaret örneği göstererek ikinci sayfaya “yavrunuzun sayfası” adı altında her hafta çıplak bir kadın resmi koyarlardı.

Gırgır-Sayı-238_13 Gırgır-Sayı-238_14 Gırgır-Sayı-238_15 Gırgır-Sayı-238_16

Gırgırın ilk dört sayısını da cbr formatında buradan indirebilirsiniz. "cbr" formatını açmak için (ayrıca pdf dahil bir çok formatı okuyan çok kullanışlı bir program olan) StduViewer programını da buradan indirebilirsiniz.

Bir iyilik daha yapıp size ilk ve son GIRGIR’ın kapakları ile kapanmasına neden olan olaylı kapağı ekleyeyim. (Sanat elçimiz Müşerref Akay’ın üstüne giydiği Türk bayraklı elbiseyi kapaklarına taşıdıkları için..)

ilkgr songr GIRGIRKapatma

Son söz kendi sloganları olsun:

"Geçim derdini, can sıkıntısını, aşk yarasını, karı-koca kavgasını şipşak keser, her derde devadır. GIRGIR da GIRGIR.."

Related Posts with thumbnails