16 Ekim 2012

Onat Kutlar



Onat Kutlar (1936-1995) 

Alanya doğumlu Türk şair, yazar, düşünce adamı.
Hakkında geniş bilgi için bakınız

  

Bahar İsyancıdır./ 73 sayfa
İş Bankası Kültür Yayınları. İstanbul. 2003

Kitaptan hoşuma giden bir öyküsü...Günlük hayatlarımızda hepimize bir "Çevirmen" gerekiyor artık sanırım..



Çevirmen

Bu özelliğimi ilk kez, çocukken fark ettim. Evimizin avluya bakan ikinci kat odasının penceresi önünde oturmuş, garip bir olayı izliyordum. Avluda, çiçekten meyveye dönüşmek üzere olan bir zerdali ağacı vardı. Meyveleri serçelerden korumak için dallarına örümcek ağı gibi ince bir iplik ağı geçirilmişti. Ama gene de çok sayıda serçe vardı ağaçta. İçlerinden bir bölüğü, iplere ve dallara çarparak kalkıyor, yüksek avlu duvarının ortasındaki bir deliğe doğru uçuyor, delik çevresinde bir süre çırpındıktan sonra yeniden ağaca konuyordu. Tam o sırada pat diye bir tüfek patlıyordu yanı başımdan  Ağaçtaki serçelerden birinin cansız yere düştüğünü görüyordum. Ağacın yanında, elinde porselen bir tabakla, Ticaret Mahkemesinin yaşlı odacısı duruyordu. Düşen serçeyi alıp, usulca tabağa koyuyordu. Tabak ölü serçelerle doluydu. Karşıda, kullanılmayan ahırın karanlık kapısı önünde, elleri ceplerinde öylece duran küçük erkek kardeşim dikkatle odacıyı izliyordu. Gökyüzü, ikindi güneşiyle aydınlık, avlu gölgeliydi. Küçük kuşların ölümü için epeyce elverişli bir saat.

Düzenli aralıklarla, serçelere, odacıya ve yanı başımda bir iskemleye ters oturmuş, bir tektüfeğin gez ve arpacığından dikkatle nişan alan aile dostumuz Ticaret Mahkemesi Yargıcı'na bakıyordum. Namluyu hafifçe oynatıyor, sonra bir noktaya gelince gözlerini kısarak tetiği çekiyordu. Pat!.. Bir serçe daha. Odacı, ölü serçeyi, olgunlaşarak düşmüş bir meyve gibi tabağa koyuyordu.

Anam kahve fincanlarını topluyordu. Sürekli hareket halindeydi. Bir yolculuğa çıkacakmış gibi. Oysa yolculuğa çıkacak olan babamdı. Onu akşam olmadan çiftliğe ulaştıracak olan at, kapıda sabırsız kişniyordu. Babam konuğun gitmesini bekliyordu. Sadece ablam, duygularını saklayamadı. On dört yaşındaydı. Tırnaklarını kemirirken birden bağırdı: "Vuracaksanız yılanı vurun. Serçeleri niçin vuruyorsunuz?" Yargıç gözlüklerini bir an alnına kaldırdı. Ablama baktı: "Bu yezitler yarın tek çağla bırakmaz ağaçta kızım..." dedi. Serçeleri vurmaya devam etti. Bu tuhaf düğümü çözme si için babama baktım. O, pencereden kardeşime seslendi, "Oğlum, ahırdan kolanı getir." Kardeşim sızlanarak karşılık verdi: "Ben yılandan korkuyorum. Getiremem." Annem, "Babanı duymadın mı?" diye seslendi kardeşime, "yola çıkacak." Sonra Yargıç'..a döndü. "Yoruldunuz..." "Yok canım" diye karşılık verdi Yargıç, "Kalemi kırdık bir kere..." Yeniden nişan aldı. Pat. Bir serçe daha. Konuşmaları garip bir tedirginlikle dinliyordum. Bu insanların hepsi aynı dili konuşuyorlar ama birbirlerinin söylediklerini anlamıyorlardı. Sanki odada bir Japon, bir İngiliz, bir Macar, bir İspanyol vardı ve hiç biri ötekinin dilini bilmiyordu. Bir şey yapmalıydım. Çünkü serçeler ölüp duruyordu. Pencereye dayanmaktan uyuşan kolumu sallayarak odanın ortasına yürüdüm. Beni bile şaşırtan yüksek bir sesle konuşmaya başladım:

"Yani ablam diyor ki, serçeler duvardaki yuvalarına gizlenmiş yılandan korktukları için ağaca konuyorlar. Serçeleri vuracağınıza o yılanı vurun. Hem serçeler kurtulsun, hem de ağaç... Babam konuğuna git diyemediği için yola çıkamıyor. Atın kolanını istemesi bu yüzden. Belki konuk anlar diye... Küçük kardeşim kolanla yılanı karıştırıyor. Bu yüzden korkuyor. Hakkı da var. Çünkü geçenlerde babam, karanlıkta kolan sanıp bir yılanı tutan birinden söz etmişti. Şimdi unuttu herhalde bunu anlattığını... Annem konuğun yorulmadığını biliyor. Bunu söylerken, artık gitseniz demek istiyor. Yargıç amca ise serçeler için verdiği idam kararından dönmeyeceğini söylemek istiyor... Odacının da hiç sesi çıkmıyor, çünkü korkuyor..."

Rahatladım ve sustum. Herkesin ne demek istediğini söylemiştim. Ama odadakilerin yüzüne bakınca bir korku doldu içime. Anlaşılan ciddi bir pot kırmıştım. Babamın durumu kurtarmak için söylediği gönül alıcı cümlelere rağmen Yargıç izin isteyip gitti.

O anda, yaptığım işin sadece bir çeviri olduğunu, kimseyi kızdırmak istemediğimi elbette anlatamadım. Çünkü açıkçası, yaptığımın ne olduğunu da iyice bilmiyordum. Özelliğimi kavramam ve adlandırmam için yılların geçmesi gerekti.

Çevirmenlik, bilinen bir iştir. Güçlükleri olduğu doğrudur. Ama, eninde sonunda, yaptığımız iş, bir dilde yazılan ya da söyleneni bir başka dile aktarmaktır. Benimki ise bambaşka bir olaydı. Aynı dili konuşan insanların söylediklerini gene aynı dile çevirmek. Bana öyle geliyordu ki, evde büyüklerle küçüklerin, okulda öğretmenle öğrencilerin, sokakta köylülerle kentlilerin, ülkede yönetenlerle yönetilenlerin birbirlerini anlamaları için birinin çıkıp bir tür çeviri yapması gerekiyordu. Ve başka konularda olduğu gibi, bu konuda da sorumluluk duyuyor, hatta çoğu kez bu sorumluluğun altında eziliyordum. Gene de bir başkası üstlenmediğine göre, bu görevimi yerine getirmeliydim. Yılmak bilmez bir bağlılıkla işimi sürdürdüm.

Çevirmenlik görevim kimi zaman mutlu sonuçlar doğuruyordu. Beyazıt Kitaplığı'nın avlusunda, sevgilisi delikanlıya aşktan söz etmek isterken kimya formülleri anlatan genç kızın sözlerini Türkçe'ye çeviriyordum örneğin. Genç kız, mutluluktan bayılmış gözlerle bakıyordu bana. Ya da bir felsefe kitabını bir türlü anlayamayan arkadaşıma yeniden ve gene Türkçe anlatıyordum Eflatun'un dediklerini. Bu kez anlıyor ve çok sevdiği felsefe konularında ilerliyordu. Ama kimi zaman da kolayca tahmin edebileceğiniz gibi, inanılmaz karışıklıklara, kızgınlıklara neden oluyordum.

İnsanların konuşmalarındaki ikiyüzlülükten mi kaynaklanıyordu acaba benim bu mesleğim diye düşündüğüm çok olmuştur. Bir ölçüde doğrudur bu. Ama tümüyle değil. Söylediğinin tersini düşünen birinin yüzünden maskesini sıyırmak bu anlamda bir çeviridir elbette. Ama iki ayrı insanın, aynı sözcüğü, örneğin özgürlük ya da masa gibi biri soyut, öbürü somut iki sözcüğü tümüyle ayrı ayrı kavradıklarına da tanık oluyordum. Böyle durumlarda, elbette bir ikiyüzlülük söz konusu değildi. Ama gene de bir çeviri gerekiyordu.

Beni en çok şaşırtan olay, günün birinde, iki insanın sözlerini aynı dilde birbirine çevirirken, benim kullandığım sözlerle yeni ve üçüncü bir dil oluştuğunu görmem oldu. çünkü eninde sonunda iki taraf arasında bulunan ben de, bir dille konuşuyordum. Ve bu dil, öbür ikisinden farklıydı. İki insan, iki topluluk ya da yeryüzü ile insan arasında yeniden üretilen bir dil.

Şimdi kimi zaman düşünüyorum: Acaba edebiyat denen şey bu mu? Bu konuda bir yazı yazmayı da bu yüzden düşündüm.

...

13 Ekim 2012

The Heart Is a Lonely Hunter-1968-Robert Ellis Miller




Directed by: Robert Ellis Miller
Genre: Drama
Country: USA
Language: English,American Sign Language
Plot Outline: Sentimental story centers around a deaf-mute, Singer, and Mick, a teenager who lives in the house where he rents a room...
Runtime: 123 min
Awards: Nominated for 2 Oscars. Another 5 wins & 6 nominations
Cast (first 10): Alan Arkin, Sondra Locke, Laurinda Barrett, Stacy Keach, Chuck McCann, Biff McGuire, Percy Rodrigues, Cicely Tyson, Jackie Marlowe, Johnny Popwell

IMDB: http://www.imdb.com/title/tt0063050/




Yürek Yalnız Bir Avcıdır 

İnsan yüreğinin yalnız bir avcı olduğunu anlatır. Hayata tutunmaya çalışan sağır dilsiz ve ama her şeyi yüreğiyle duyan bir adamın hüzünle yüklü öyküsünü aktarır. Edebiyat dünyasının erkenden tuhaf hastalıklar neticesinde yitirdiği Carson McCullers’ın 1940 tarihli bu ilk romanından uyarlanmıştır. Film de romanı kadar başarılı olmuştur. Sevgiyle koşut giden hüznün öyküsü...




Carson McCullers (1917-1967) 

ABD'li yazar. Roman, kısa öykü, oyun, deneme ve şiir türlerinde eserler üretmiştir. 

İlk romanı The Heart Is a Lonely Hunter (Yalnız Bir Avcıdır Yürek), Amerika Birleşik Devletleri'nin güney eyaletlerindeki toplumdan dışlanmış, uyumsuz karakterlerin manevi yalnızlıklarını konu alır. Yazar diğer eserlerinde de benzer mekanları ve temaları kullanmıştır.

McCullers 1917 yılında Columbus, Georgia'da orta sınıf bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldi. Asıl adı Lula Carson Smith idi. Annesi Amerika Konfedere Devletleri'nde savaş kahramanı olan zengin bir arazi sahibinin torunuydu. Babası ise tıpkı Yalnız Bir Avcıdır Yürek romanındaki Wilbur Kelly karakteri gibi bir saatçi ve kuyumcuydu. McCullers on yaşından itibaren piyano dersleri almaya başladı. Babası ilk daktilosunu 15 yaşındayken hediye etti.

1934 yılında, 17 yaşındayken New York'taki Juilliard School of Music'de piyano eğitimi almak üzere evden ayrıldı. Fakat şehre varmasının ardından okula hiçbir zaman devam etmedi. Hizmetçilik yapmaya ve Dorothy Scarborough'un Columbia Üniversitesi'nde geceleri verdiği yaratıcı yazarlık derslerine katılmaya başladı. 

Yazar olmaya karar verenMcCullers'ın otobiyografik öğeler taşıyan Wunderkind isimli hikâyesi 1936 yılında Story dergisi'nde yayınlandı. Bu öykü yazarın The Ballad of the Sad Cafe isimli kitabında da yer almaktadır.



Eserleri

Romanları 

1940-The Heart Is a Lonely Hunter - Yalnız Bir Avcıdır Yürek 
1941-Reflections in a Golden Eye - Altın Gözde Yansımalar 
1946-The Member of the Wedding - Düğünün Bir Üyesi 
1961-Clock Without Hands 

Diğer 

1951-The Ballad of the Sad Cafe-öykü
1958-The Square Root of Wonderful-oyun
1964-Sweet as a Pickle and Clean as a Pig -şiir
1972-The Mortgaged Heart 
1999-Illumination and Night Glare-otobiyografi
Related Posts with thumbnails