20 Temmuz 2013

Italo Calvino




Yazar, denemeci ve bir kültür adamı olarak İtalyan edebiyatının belki de son aydını olarak değerlendirilebilecek Italo Calvino, 15 Ekim 1923'te Küba'da Santiago de Las Vegas'ta doğar. Tarım mühendisi olan babası Mario, deneysel bir tarım merkezi ve okulunu yönetmek üzere, Küba'da bulunmaktadır. Annesi Evelina da botanikçidir. 1925 'te aile İtalya'ya döner. Calvino'nun çocukluğu San Remo'da geçer. 

Calvino, sol görüşlü, ilkeli ve güçlü birer karakter olan bir ana babanın çocuğudur. Ailede onurlandırılan tek şey bilimsel araştırmadır. Bir evlat için ezilmemenin tek yolunu, savunma düzeneği oluşturmak olarak gören Calvino'ya, bu edindikleri; faşizm İtalya'sında, İkinci Dünya Savaşı'nın patlak vereceği yıllarda, siyasal konulara yönelik seçimlerinde etkili olacaktır. Ancak gençliğinde 'asık yüzlü' bulduğu bilimsel araştırmacılık da ister istemez onun kılı kırk yaran yazarlığında bir biçimde uçlarını verecek, renkli bulduğu anlatı karakterlerinde, özellikle de Calvino'nun gözlerini tümüyle dış dünyaya çevirdiği Palomar (1983) kitabında Bay Palomar'da etlenecektir. 

Yeniyetmelik yıllarında edebiyatın yanı sıra karikatürler, çizgi romanlar, mizahın ince alaylı gücü ve sinema ilgisini çekmektedir. Savaş patlak verince, o güne dek gözüne 'farklı ahlâk ve görenek tonlarından oluşan bir yelpaze' gibi görünen, herhangi bir zıtlığın değil, öylece yan yana konmuş bir tablo olarak açıkladığı dünya algısı kökten bir değişime uğrar, ideolojik konumundaki belirsizlik yerini kesinkes seçimleri gerektiren bir tavra zorlar onu. 

Ailesinin de etkisiyle Torino Üniversitesi Tarım Fakültesi'ne yazılır. Bu arada liseden arkadaşı, ileride La Repubblica gazetesinin kurucusu ve milletvekili olacak sosyalist gazeteci Eugenio Scalfari'nin dostluğu, Calvino'ya kültürel ve siyasal konularda etki eder. Artık faşizm karşıtıdırlar. Calvino, 1943 yılında Salï Cumhuriyeti'nin çağırmasına karşın askere gitmez, birkaç ay gizlenir. 1944'te İtalyan Komünist Partisi'ne girer, yirmi ay boyunca partizan mücadelesinde, Deniz Alpleri'nde çarpışır. Bu arada annesiyle babası, Almanlar tarafından tutuklanır ve zorlu, uzun bir rehinelik dönemi yaşarlar. 

Direnişçilere katılmanın 'dünyanın çatışık gerçeğinde yolunu bulabilmek için' eşsiz bir insancıl davranış olarak bir ömür boyu insani olgunlaşma adına kendisine çok şeyler kattığının bilincinde olacaktır. Aydınlanmacı akılcılık, iyi ile kötü arasındaki dindirilemez çatışma (İkiye Bölünen Vikont, 1952), insan ve aydın ideali (Ağaca Tüneyen Baron, 1957) onun felsefi 'takıntıları'nın kurucu öğeleridir. Bütün değerlerin altüst olduğu savaş sonrası, gerçeğin belgelenmesi ve toplumsal sorumluluk adına, sanatta başgösteren yeni gerçekçi tavır, onun da sanatında bir eğilim olarak belirleyici olur. Dünyanın kaynaklarının çarçur edilmesi, insanlık yararının gözetilmemesi ve adaletsizliğe karşı mücadele etmek her şeye 'yeniden sıfırdan başlamaya hazır olmak anlamına da' gelmektedir çünkü. 
Savaş sonrası Torino Üniversitesi Edebiyat Fakültesi'ne yazılır ve bu kente yerleşir. Komünist Parti'nin bir eylemcisi olarak çeşitli gazetelerde yazılar yazar. 'İlk okurum' dediği Cesare Pavese ile tanışır. Elio Vittorini ve Pavese gibi aydınlarla kurduğu dostluk, önemli bir yönlendirici güç olur hayatında. Vittorini'nin dergisi Politecnico'da yazmaya başlar. 1948'de uzun yıllar çalışacağı Einaudi Yayınevi'ne girer. Unitâ'da da öyküleri yayımlanır. Torino dönemi, Esther Judith Singer ile evlenince kapanır, 1980'e dek yaşayacakları Paris'e yerleşirler. 1980'de hayatının son beş yılını geçireceği Roma'ya taşınırlar. 

Calvino'nun akılcılığı bir gizem olarak 'canlılık ve süreklilik' üstüne kuruludur: yaşama ve eyleme aşkı, insanın kendini kurması, her tek tek zihinsel inşanın serüveni onu yakından ilgilendirir. Doğanın ve tarihin tanrısal özelliğinin temsilidir bu onun gözünde... Bu temsilin öğeleri de verili olanın reddi, etken ve bilinçli olmaktır. Calvino'nun özelinde bu, yazma eyleminde düğümlenir: Bireyin ve toplumun yaşamında bütün bunların anlamının izini romanlarında sürer. Bu durumda yeni gerçekçilik, etik-politik bir tavırdır: endüstri toplumunun gelişimi, ideolojilerin sonu, değerlerin değişimi öncü bir entelektüel çıkışı gereksinmektedir. 

Yeni bir toplum idealinin oluşturulmasında yeni bir edebiyatın, yeni bir anlayışın etkili olacağını; bu edebiyatın etkin olarak bir tür 'tarih' yazacağını düşünür Calvino. Bu, yalnızca belgeleyen bir edebiyat anlamına gelmez; 'ifade özgürlüğü'nü teşvik eder, ki Calvino'nun eğilimi bu yöndedir. Kendi toprağından manzaralar okumayı biraz da Montale'den öğrendiğini söyleyen Calvino, epik anlatımı önemsese ve Verismo bölgeciliğinin kimi yöntemlerini kullansa da söylemi bölgesel-lokal değildir. Calvino için bir diğer önemli öğe de stilistik araştırmadır: Diyalektlerin etkisindeki bir sözcük kullanımından anlatının ve yazının ritmine, (iki İtalya'yı birleştiren bir eğilimle) Giovanni Verga'yı Vittorini ve Pavese'ye, Kuzey Amerika romanına bağlayan çizgide, bölgeciliği aşma eğilimiyle varılabilir. Calvino, tarihsel malzeme ve deneyimleri, ortak ruh hallerini ve insanlık değerlerini simgelemek için, ortak temsil güçleri nispetinde kullanır. 

Yazarlığının olgunlaştığı 1950'lerde fantastik-alegorik bir damar tutturur; bu dönemde yazdıkları birer toplum eleştirisidir. Yine bu dönemde yazınsal antropolojik ve folklorik bakış açısından masalları ele alır. Bu dönemin önemli kitapları: İkiye Bölünen Vikont, İtalyan Masalları (1956), Ağaca Tüneyen Baron, Varolmayan Şövalye (1959), Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler'dir (1963). 

1950 sonları ve 1960 başlarında yaptığı yolculuklar, çağımız insanının 'sakatlanması', bilinç parçalanması, post-endüstriyel dönemin kaosu üstüne odaklanmasına neden olur. Bir tür 'kombinasyon' sayılan, postmodern olarak da nitelenen bu döneminin ilk ürünleri iki kısa anlatısı Kozmokomik Öyküler (1965) ve Sıfır Zaman'dır (1967). Diğer önemli kitapları ise Kesişen Yazgılar Şatosu (1969), başyapıtı sayılan Görünmez Kentler (1972) ve çoksatan kitabı Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu (1979) ve yaşarken yayımlanan son kitabı Palomar'dır.
Türkçede ilk kez yayımlanan Paris'te Münzevi, Calvino'nun değişik yerlerde daha önce yayımlamış olduğu on iki yazıyla, yayımlanmamış bir metni-Diario Americano (Amerika Güncesi) - ve Lugano'da sınırlı sayıda basılmış, İtalya'da yayımlanmamış olan Eremita a Parigi (Paris'te Münzevi) metnini bir araya getiriyor. Paris'te Münzevi'de yer alan 'Amerika Güncesi (1959-1960)', yukarıda sözü edilen yolculukları sırasında, Calvino'nun Einaudi Yayınevi'ndeki arkadaşı Daniele Pochiroli'ye yazdığı, Amerika izlenimlerini aktaran bir dizi mektuptur. Bir kültür endüstrisinin nasıl yapılandığını, biraz da melankoliyle aktaran gözlemler, yazarın kendisi için tuttuğu notlardır. San Remo, Torino, Roma, Paris, New York arasında kendini 'göçebelik illeti'ne tutulmuş biri olarak niteleyen Calvino'nun aktardığı hem içsel manzaralar, hem de bir tür bellek dökümü. Onu, belki de Görünmez Kentler'e hazırlayan adımlar... Yolculuktan nefret eden ustası Pavese'nin tersine yolculuğu sevmiştir Calvino. 

Özyaşamı üstüne bir şeyler yazmaktan oldum olası sıkıntı duyduğunu, buna her kalkıştığında hep doğumundan da gerilere gittiğini belirtir yazar. Calvino severler için çok önemli detaylar içeren Paris'te Münzevi, aslında arka planında bir aydın yazarın oluşumunu, bir insan olarak neleri, ne tür itkilerle seçtiğini anlatan bir metinler bütünü. "İnsanlar her zaman fikirlerden önce gelir. Benim gözümde fikirlerin hep gözleri, burunları, ağızları, kolları, bacakları olmuştur. Benim siyasal öyküm her şeyden önce insan varlıklarının öyküsüdür." 'Ben de Stalinci Oldum mu?' gibi dürüst bir özeleştiriye giriştiği, 'Duçe'nin Portreleri' gibi gözlem kıvraklığını denemeciliğinde gösterdiği metinleriyle çatılmış bir kitap Paris'te Münzevi... Esther Calvino'ya göre ise, Calvino'nun 'en içten ve dolaysız tarafından' 'kendi portresi'...(Filiz Özdem arşivinden..)



Tüm Eserleri

Yapı Kredi Yayınlarından çıkanlar

2002-Görünmez Kentler
2003-Palomar
2004-Marcovaldo ya da Kentte Mevsimler..
2005-Paris'te Münzevi
2005-Sandık Gözlemcisinin Uzun Günü
2007-Öyküler-Arjantin Karıncası,Emlak Vurgunu
2007-Jaguar Güneş Altında
2007-Amerika Dersleri
2007-Bütün Kozmokomik Öyküler..
2007-Kesişen Yazgılar Şatosu 
2007-Örümceklerin Yuvaladığı Patika
2007-Sen "Alo" Demeden Önce 
2008-Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu
2008-Atalarımız
2008-Klasikleri Niçin Okumalı?
2008-San Giovanni Yolu
2008-Kum Koleksiyonu
2008-Yeni Bir Sayfa

Doğan Kardeş Serisi

2009-Ağaca Tüneyen Baron
2009-İkiye Bölünen Vikont
2009-Var Olmayan Şövalye 
2009-Dere Tepe Ters
2013-Afacan Resimler
2013-Ejderha ile Kelebekler

Diğer Yayınevleri

-Gözlemci
-Savaşa Giriş 
-Zor Sevdalar
-Karga Sona Kaldı 
-Sıfır Zaman 



Italo Calvino/ Görünmez Kentler

Marko Polo'nun Tatar imparatoru Kubilay Han'a sunduğu bir dizi düşsel gezi notundan oluşan kitapta Calvino, her birine birer kadın adı verdiği kentleri anlatmış ve bu kentleri, Marko Polo ile Han'ın söyleşileriyle birbirine bağlamış. Calvino'nun kelimeleri kullanışındaki ustalık, Görünmez Kentler'e farklı farklı anlamlar yüklüyor; okuru her seferinde başka yolculuklara sürüklüyor. Bu yolculuk sırasında, Görünmez Kentler'in kapısını okura, Işıl Saatçıoğlu'nun özenli çevirisi aralıyor...



Kitaptan hoşuma giden alıntılar..


"Yaşanmamış gelecekler geçmişin dallarıdır yalnızca: kuru dalları..."


"Hiçbir dil yoktur ki aldatmasın..."


Böyle bir kent var, ve de basit bir sırrı var; yalnız gidişleri bilir, dönüşleri bilmez..."


"Biz canlıların cehennemi gelecekte var olacak bir şey değil, eğer cehennem varsa, burada, çoktan aramızda; her gün içinde yaşadığımız, birlikte, yan yana durarak yarattığımız cehennem. İki yolu var acı çekmemenin: Birincisi pek çok kişiye kolay gelir: cehennemi kabullenmek ve onu görmeyecek kadar onunla bütünleşmek. İkinci yol riskli: sürekli bir dikkat ve eğitim istiyor; cehennemin ortasında cehennem olmayan kim ne var, onu aramak ve bulduğunda tanımayı bilmek, onu yaşatmak, ona fırsat vermek..."



11 Temmuz 2013

Tomris Uyar



1941 yılında İstanbul’da doğan Tomris Uyar, kendisinin ifadesiyle “bağnazlıkla ilişkisi olmayan bir toplumda, İstanbul’da ve rahat bir aile ortamında yetişti” ( ‘İzm’lere Girmeyen Bir Yazar”). Arnavutköy Amerikan Kız Koleji’ni ve daha sonra İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Enstitüsü’nü bitirdi. Dost, Papirüs, Soyut ve Yeni Dergi gibi dönemin belli başlı edebiyat dergilerinde İngilizce’den çevirilerinin yanı sıra öykü, deneme ve eleştiri yazılarını yayımlamaya başladı. 1969’a kadar olan yazılarında “R. Tomris” imzasını kullanan yazarın, yaşamda ve edebiyat dünyasındaki yeri aydın kimliğiyle örtüşerek belirlendi. Yazarın öyküleri çeşitli yabancı dillere çevrilerek birçok antolojide yer aldı. 

Tomris Uyar, altmışı aşkın çevirisi ile de bugün bu alandaki yetkinliğiyle takdir topluyor. Turgut Uyar’la birlikte Lucretius’tan çevirdikleri Evrenin Yapısı Türk Dil Kurumu’nun 1975 yılı Çeviri Ödülü’nü aldı. Ayrıca yazar Hiawatha çevirisiyle 1986-87 Avni Dilligil Tiyatro Ödülü’ne çeviri oyun dalında lâyık görüldü. Tomris Uyar’ın sonuncusu 1998’de olmak üzere bugüne kadar on öykü kitabı yayımlandı. Belirli bir tema ya da belli bir tarihsellik anlayışı, gündelik hayattan esinlenen bu öykülerin dikkati çeken özelliği oldu hep. 

1969 yılında evlendiği Turgut Uyar'dan bir çocuğu bulunan Tomris Uyar'ın, Tagore'den ''Şekerden Bebek'' adlı ilk çevirisi 1962'de Varlık, ''Kristin'' adlı ilk öyküsü de 1965'te Türk Dili'nden çıktı. Tomris Uyar'ın, öykü, deneme, eleştiri, günlük ve çevirileri, Varlık, Dost, Papirüs, Yeni Dergi, Soyut, Yeni Edebiyat, Yeni Düşün, Gösteri, Gergedan, Argos, Adam Öykü gibi belli başlı dergiler de yayınlandı. Özellikle 1966'dan sonra Papirüs'te yayınladığı eserleriyle adını duyurdu.


Tomris Uyar Eserleri

Öykü

1971-İpek ve Bakır 
1973-Ödeşmeler ve Şahmeran Hikayesi
1975-Dizboyu Papatyalar  
1979-Yürekte Bukağı (Sait Faik Hikaye Armağanı)
1981-Yaz Düşleri Düş Kışları   
1983-Gecegezen Kızlar   
1985-Rus Ruleti- Dön Geri Bak  
1986-Yaza Yolculuk  (Sait Faik Hikaye Armağanı)
1990-Sekizinci Günah 
1992-Otuzların Kadını   
1997-Aramızdaki Şey 
2002-Güzel Yazı Defteri

Günlük-Söyleşi

2003-Gündökümü I-II
2011-Kitapla Direniş-Yazılar / Söyleşiler / Soruşturmalar


Bir Öykü-Güneşli Bir Gün

Ne zamandı, kimseler tam bilmiyor, ama toprağın üstlerine ince bir torba geçirilmişti. Göğün hemen altında serilmiş, sınırlardaki son ağaçların kalın köklerine sıkıca kıstırılmıştı. Seyrek dokulu, nerdeyse saydam bir bir örtüydü, dışarının görünürlüğünü kısıtlamıyordu, çağdaştı, uygardı, ne var ki ona değip süzülen ışıkta, bütün renkler bulanıklaşıyor, parlaklıklarını yitiriyor, sonunda tek düze bir bozlukta, tiz bir alacakaranlıkta donuyordu. İnsanların yüreklerinin daralması, boğazlarının sık sık düğümlenmesi bu yüzdendi.

Dışarda kalan gökyüzü, belki yine masmavi, güneşliydi. Eskiden olduğu gibi. Bir yerlerde çingeneler, eski çağlardan bu yana yaptıkları gibi, alacalı çergilerini kentten kente taşıyorlardı.
    Kadınlar, parlak yeşiller, derin maviler, kayısılar sürünüyorlardı yine. Belki çocukların resim defterlerindeki uzak adalar yine uçuk mordu, güneş yine kocaman ve turuncuydu, çayırlar yine al gelinciklerle doluydu.
    Sokaklarda plastik eşya satıcıları -rüzgar cambazları- arabalarına ustaca yerleştirdikleri oynak kovaları, bidonları, boy boy tasları, tel sepetleri, renkli topları, savrulan fırdöndüleri yokuşlardan iniyor, yokuşlar aşıyor, kentlerin, kasabaların kuytularına bir uçurtmanın renklerini püskürtüyorlardı.
    Kimsenin renkleri gördüğü yoktu.
    Günışığında ya da geceyarısı, sokaklara uğrayıp soluk almaya çalışanlar, paçaları, etekleri çamurlara bulanmış asık yüzlü insanlar, eskimiş dış görünüşleri, boşalmış yürekleriyle bir zaman kendilerinin olan yorgun kalıplarını güçlükle sürüklüyorlardı.
    Akşamları, iş dönüşü, erkekler, yumruk beresi morunda ezik laleler, ölü dudağı kızılından kuzgun kılıçları, camgöbeği aşılarla renk değişimine uğramış kağıtımsı karanfiller götürüyorlardı sevdiklerine. Bitimsiz, alacakaranlıkta, çiçek sanıyorlardı ellerindeki yükü.
    Pencerelerde onları bekleyenler oluyordu o saatte. Okul dönüşleri, kızlarını oğlanlarını bekleyen analar, geç saatlerde bu nöbeti babalara devrediyorlardı. O arada, balkonlarda, pencerelerde suskun duruyor, birbirleriyle konuşmaktan bile kaçınıyorlardı.
Çünkü alanların duvarlarında, geçitlerde, köprülerde, apartman aralıklarında, taraçalarda, bahçelerde, ağaçlıklarda, otellerin girişlerinde, fabrikalarda, aydınlık yazıhanelerde, tozlu devlet kurumlarında kol geziyordu ölüm. Yazılı ölümle gerçek ölüm, gündüz-gece nöbetini bölüşmüşlerdi. Yüzleri ve kimlikleri belirsizdi.

Kentlerde kimseler birbirini tanımıyordu. O güne kadar tanımayı pek düşünmemişlerdi, ama artık önemliydi; tanınmayanlar kuşkuyla süzülüyordu. Bıyıktan, saçın taranış biçiminden, kısalığından ya da uzunluğundan, giyiniş özelliklerinden, bir düşmanlık, bir dostluk belirtisi çıkarılmaya çalışılıyordu. Her yerde; dolmuş motorlarında, arabalarda, kamyonlarda, otobüslerde, uçaklarda.

Raylara gelişigüzel atılmış bir pamuk paketi, apartman aralığına bırakılmış bir gazete tomarı, biraz sonra patlayacak bir bombayı anımsatıyordu. Yıllardır cepleri ısıtan sigara paketlerinde kötü belirtgeler, eski söylenceler aranıyordu: kurt kulakları, gamalı haçlar, orak çekiçler.

Kentleri, kimliği belirsiz kişiler tuttuğundan başka hiçbirşey bilinmiyordu artık. Fısıltıların, söylentilerinin, haberlerin gerdiği kalın umutsuzluk ağından korkanlar (birileri gidiyor, dönmüyordu; birileri ölüyor, bulunmuyordu), don vurmasından korkan ser çiçeklerinin telaşıyla, kendilerine düşen bölümüyle yetinmeyip torbaya sıkı sıkı yapışıyor, onu çekiştirip duruyorlardı. Ne de olsa çağdaş bir torbaydı bu, güneşin kızgın ışınlarını, bir süredir gökten yağan çamuru ince bir elekten geçiriyor, daha damıtık bir çamur, daha incelmiş bir ışın sunuyordu.

Torbanın böyle iyice gerilmesinden pek ürkmeyenler de vardı. Yaşananların gerçek yaşama uymadığına, hiçbir zaman uymayacağına inananlar. Dokusu ve boyutları çağdan çağa değişse de özü hep aynı kalan bu torbanın patlaması sonucunda renklerin eski parlaklığına, seslerin eski tınılarına kavuşacağına inananlar.

Gelgelelim, torbanın etkisiyle düşünceler de çarpılıyordu bir süre sonra. Torbanın, uyuza, sıtmaya, tifoya, uzak illerde koleraya, büyük kentlerde kalp yetmezliğine yol açtığı söyleniyordu. Damarları sertleştiriyormuş, yürekleri çürütüyormuş, gerçekleri silip yerine yanılsamalar yerleştiriyormuş. Ortaçağların ilkel hastalıklarıyla, salgınlarıyla, yeni çağların kanserini el ele çalıştıracak güçteymiş. Deniliyordu. Korkuluyordu.
    Belki de o yüzden havada asılı kalıyordu sözcükler, bir yere ulaşmadan yok oluyordu.
    Sabahları yataktan kolay kalkılamıyor, akşamları sofralarda uzun süre oturulamıyordu. Bir gazete haberi, bir fotoğraf, yaşamayı haksız kılmaya yetiyordu.
    Sevişmenin sonunda, büyük can boşluğuna  düşmeden önce kalakalıyordu sevgililer.
    Anaların çocuklarını okşayan ellerinde korku okunuyordu.
    Kimse, bir gün sonrayı bilemiyordu.
    Öldürülenler, pusuya düşürülenler, kaçırılanlar, kan davası güdenler, soyanlarla soyulanlar ve bekçilerle veznedarlar, basılı kağıda geçtikten hemen sonra gerçekliklerini yitiriyorlardı. Yaşanılan acılar, büyük bir hızla simgesel acılara, okunulan, düşünülen, yazılan acılara dönüşüyordu. 

Toplu bir sanrı gibiydi, olamazdı, bir sürçmeydi sanki. (Şu öykü bir başka şeyin simgesiydi sözgelimi, masal mıydı neydi? Öylesine kaçılıyordu.)
En sonunda, iletilmeyen sözcüklerin küfünden, akan kanlardan, yıllardır dışarı sızdırılmayan işkence çığlıklarından, duvarlardaki aşı boyası yazılardan bir salgın yayıldı kente. 
    Çamur yağdı, pusu koyulaştırdı.
    Derken, güneş açtı bir gün.
    Çamur birikintilerini kuruttu, renklere canlılık, yüreklere açıklık bağışladı.


Tutuklu, iki jandarmanın arasında yürüyordu. Elleri kelepçeliydi. Solmuş bir kot pantolon vardı üstünde. Ayaklarında çamurlu çizmeler. Kemerinden taşan adamlı gömleğiyle fanilası, alelacele hazırlandığı, bu yolculuğa birden bire çıktığı izlenimini uyandırıyordu. Dalgındı, ama her gün geçerken tökezlediği bu taşları bozuk yolda, bugün özellikle tökezlememeye çalıştığı belliydi. Gerçeği gözleriyle görmesine az kalmıştı. On-onbeş metre sonra jandarma kışlasına varacaklardı. Tutuklu, kendisine bağışlanan bu kısacık sürede, gerçekle yüz yüze geliş denen o kutlu olayı, kendi değerlerine tıpatıp uyan bir törenle kutlamaya hazırlıyordu içini.
    Az kalmıştı.
    Şu duvarlara, epeski yıkıntılara, saraylara, ağaçlara baktıkça. Devraldıklarının, yaşadıklarının ve geleceğe aktardıklarının ödentisini vermeye hazır birinin cömertliğiyle yürüdükçe.
    Adımlarını kesinliğe, kaçınılmazlığa doğru ilerledikçe. Önünde korku uçurumları açılmıyor değildi. Ama her uçurumu her atlayışında o adamının anlamını daha iyi kavrıyordu.
    Kimler geçmemişti ki buralardan?
    Buralardan çürük kokusu alınan kıyıdaki şu hareli deniz, şu günlük yaşama karışmış görünen deniz, ne cesetler sürüyüp götürmüş, kuyulardan, zindanlardan gizlice atılmış ne ölümleri kendine katmış, tortulanmış, ağır ağır akmaya alışmıştı. Yüzyıllardır.
    Beş-on adım kalmıştı.
    Tutuklu, yüreğinin bir yanıyla geriye, tepelerde, bir yokuşun başında bıraktığı evine koştu:
    "Yeterince para var mı acaba?"
    "Kimden borç alabilir?"
    "Çamaşırlarımı ne zaman değiştirmişim?"
    O, sessizce sorduğu soruların yanıtlarını arayadursun, biraz sonra demir bir kapı, bu güneşli günü, yıkıntılar, ahşap evler, eski çınarlar, konak yavruları ve saraylarla dolu bu yolu ve taşlardan yükselen buğuyu, kara bir leke gibi örtüverecekti.

Sağındaki jandarmadan bir cigara istedi o zaman. Jandarma, çocuk yüzlü, genç irisi bir delikanlıydı. Neler düşündüğünü kimse bilmiyor; belki yalnızca tutukluyla birlikte yürüdüğü bu yolu düşünmüştü. Ama hayır demedi, yaktığı cigarayı tutuklunun dudakları arasına sıkıştırdı. Tutuklu, geniş, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti, tam kapıdan girecekken bir daha döndü güne doğru. Bir otobüs geçiyordu.
Cam kenarında, babasının kucağında oturan oğlan, o kısa geçiş anında, kendisini görmeyen tutukluyu gördü, zaten biraz önce yol tıkandığında başlamıştı onu izlemeye. Çocuğun yüzünde sağır-dilsizlere özgü o uysal, anlamsız iyilik. Ağzı yarı aralık. Anlamlı bir sözcüğü söktüğü ilk günden bu yana kimseye soru sormasına izin verilmediği, hiçbir soruyla karşılaşmadığı için olağan sayılabilir suskunluğu.

Otobüs sarsıldıkça, durup durup ilerledikçe, çocuk abartılmış bir biçimde sallanıyor, babasını gizliden tedirgin etmenin tadını paylaşmak için anasına bir göz atıyordu. Yanıbaşında uyuklayan anası, bu yaşama hilelerini unutmuş gibiydi. Başını yana eğmişti, yüzü görünmüyordu. Kınalı, şişkin, iş gören parmaklarını öndeki koltuğun demirine geçirmiş, uykuya tutunmuştu sıkı sıkı. Uyandırılamazdı.

Baba, her sarsıntıda, her duruşta, her kalkışta, ellerini beceriksizce oğlunun omuz başlarında gezdiriyordu. Okşamaya değil, tespih çekmeye alışkındı parmakları. Gözleri, dalgın bir saldırganlıkla ötelere, dışarıya bakıyordu. Çember sakallıydı, ön dişlerinden biri çürüktü, yaşı belli değildi. Doğduğu gün, bu yaştaydı sanki.
    Oğlunu okşarken, kendisine atalarının devrettiği çok gizli bir sözleşmenin koşullarını yerine getiriyordu. Yine de tetikteydi.
    Otobüsün yolcuları, içlerinden konuşmayı sürdürüyorlardı.
    Fötr şapkalı, elleri karaciğer lekeleriyle kaplı bir işadamı:
    -Anarşistin biri olmalı, dedi içinden, tutukluyu görünce.
    Taşıdığı kitaplara renkli bir karak geçirmiş üniversiteli:
    -Evinde yasak kitap bulmuşlardır garanti, dedi içinden. Sonra, fötr şapkalıyı öfkeyle süzdü. Fötrlünün yüzündeki hıncı okuyan ana:
    -Yazık, dedi, çok da genç.
    Ama bunları içinden söylediğinden, üniversiteliyi mi, tutukluyu mu demek istediği anlaşılmadı.
    İzninin tadını çıkarmaya çalışan er, en arkada, geniş pencerelerden izliyordu kenti, geri geri giderek.
    -Belki de asker kaçağıdır, dedi, burası jandarma kışlası.
Tutuklu, tam o sırada kışlanın kapısından giriyordu.Döndü, derin, doyurucu dumanı tutkuyla içine çekti.
    -Ağabeye bak! diye haykırdı çocuk ansızın.
    Otobüstekiler, bir yerde bir bomba patlamışçasına yerlerinden fırladılar. Sessizlik bozulmuştu.
    Baba, yaşadığı onca yılın kirini tırnaklarında barındıran kıllı ellerini oğlunun yüzüne indirdi. Ceketinden tutup silkeledi onu. Sonra karanlık kollarının arasına kıstırdı.
    Babayla oğul arasındaki tek bağı oluşturan ceket, o anda açığa çıktı. Aynı kumaştandı. Pantolonu artık eskimiş, bez edilmiş, unutulmuş bir ceketti. Babanın ceketinin kumaşından artırılıp oğluna dikilmiş, uydurma bir ceketti. Ama dokusu seyrelmişti artık. Eski koyuluğu kalmamıştı...




Kitapla ilgili Ayşegül Nazik'in hazırladığı bir kritik..

Susan Lohafer’e göre, “kısa öykülerin en başarılı örnekleri, toplumlarda rahatsız edici çalkantıların oluştuğu zamanlarda ve insanların dışlandığı yerlerde yazılmıştır. Kısa öykü yalnızların çığlığıdır” 

Tomris Uyar da bütün öykü kitaplarının “arka plan”ında bir “toplumsal baskı dönemi”nin yattığını söyler. Bu dönem genellikle yaşanan günlere hatta kitabın yayımlandığı tarihe denk düşer.  1979’da, yazarın dördüncü öykü derlemesi olan Yürekte Bukağı, toplumsal gerilimin had safhada olduğu bir zamanda ortaya çıktı ve Uyar’a 1980 Sait Faik Hikaye Armağanı’nı getirdi.  Yazarın, Gündökümü (1975-1980): Bir Uyumsuzun Notları’na göre “ ‘Faşizm ve Aşk’ anlamına gelmeli”ydi bu kitabın adı; öyleyse Yürekte Bukağı’nın arka planında bu anlam aranmalı. 

“Faşizm ve Aşk” izdüşümleri taşıyan bu kitapta, bir sıkıyönetim döneminde, Doğan Hızlan’ın deyişiyle, “hastalıklı bir toplum[da] çürümüşlüğü, yozlaşmışlığı bile görkeme dönüştüren bir kentte” yüreğine bukağı vurulmuş sıradan insanların gündelik öyküleri anlatılır. “Barışta” yaşansa daha farklı olacak ilişkiler için iç geçirilir. Bıkkınlıklar, kırgınlıklar, kaybolmuş idealler, yıkılan ümitler, iç hesaplaşmalar arka plandaki toplumsal huzursuzlukla beraber daha çok acı verir. 
  
Uyar’ın bu öyküsü bu parçalanmış resimlerin çerçevesi gibidir. Yaşanan günlerin kıstırılmışlığı, di’li geçmiş zamanda bir simgenin eşliğinde dile getirilmiştir. Oysa ki aslolan “şimdi” apaçık ortadadır ve simge kendini hemen ele verir. Tomris Uyar, masal, ironi ve karabasan öğeleriyle bir “dönem öyküsü” yazmıştır bu öyküde.

Göndermelerini anlamakta zorlanmadığımız bu öykü, Füsun Akatlı’nın ifade ettiği gibi, “çağcıl bir masal havasına büründürülmüş, günden güne yapaylaşan, yaşamasızlaşan, ölümün kol gezdiği bir kent-bir dünya-karabasanı” olmaktan çıkıyor, günü yakalayan gerçekliğin “ta kendisi” oluyor. Öyle ki yazar, 1980 yılının ilk günlerinden birinde, o gün yaşadıkları hakkındaki izlenimlerini, üç yıl önce yazdığı bu öyküye gönderme yaparak dile getiriyor: “Yeni bir yıl mı bu?  Sanmıyorum. İşte o torba hala duruyor, gerildi ama patlamadı, verdiği soluksuzluk her gün biraz daha artıyor yalnız” (Gündökümü-1975-1980)

Yazarın öykülerindeki “toplumsal baskı” anlayışı bu türden değer değişimleri ve yitimlerine bağlanarak bundan sonraki kitaplarda da yerini alacaktır.  Çünkü terörü hissetmek için mutlaka sıkıyönetim dönemlerini yaşamak ve öyküleştirmek gerekmez ve yetmez.  Yürekte Bukağı için Atilla Özkırımlı şöyle diyor:  

Biçimi değişmiştir bukağının.  Görünürde özgürdür insan. Ayaklarındaki bukağıyı çıkarıp atmıştır. Ama yeni bir bukağı geçirilmiştir yüreğine. Yeni toplum düzeninin yeni egemenlerince...Düzmece değerlerle kuşatılarak yoz bir yaşama itilmiş, koşullandırılmış; sevgiyi, tutkuları, her şeyi metalaştıran bir ilişkiler düzeninde bayağılaştırılmış, yani insanlığına yabancılaştırılmıştır. Ama yazar, yine de umudu elden bırakmaz. 
Yürekte Bukağı’da yazarın, yeni anlatım olanaklarını araştırdığı ama temelde toplumsal baskının gölgesinde geçen yaşamlara yönelttiği bakışlarıyla kendini belli eden öyküleri var. Füsun Akatlı’nın, “Tomris Uyar’ın Öykü Dünyası” başlıklı incelemesinde tespit ettiği gibi, İpek ve Bakır’dan Yürekte Bukağı’ya kadar olan dört kitapta aynı duyarlık çerçevesinde biriktiriliyor öyküler.  

Tomris Uyar Öykücülüğünde Toplumsal Güncellik ve Biçimsel Arayışlar
Ayşegül Nazik

20 Haziran 2013

Alper Canıgüz



Kendisini şöyle tanımlamış Alper Canıgüz:

1969´da İstanbul´da doğdum. Çocukluğum Acıbadem´in çeşitli mahallelerinde, uydurduğum hikayeleri arkadaşlarıma anlatarak geçti. Kalan zamanlarımda da mahalle savaşlarına katılıyordum. Zannediyorum yalancı ve kötü huylu oluşum bundan ileri gelmektedir. 1980´de Dârüşşafaka´ya girdim. Orada, fazla konuşmak zayıf biri olduğunuzu düşündürebileceğinden hikayelerimi anlatmayı bırakıp yazmaya başladım. Bir ara Franz Kafka isimli şahsiyetin benim kadar iyi uydurabildiğini fark edip küçük bir hayal kırıklığı yaşadım. Ama çabuk toparlandım. Ne de olsa ben daha gençtim ve o ölmüştü. 

Boğaziçi Üniversitesi´ndeki Psikoloji eğitimim bana Japon bıldırcınlarından pek de akıllı sayılamayacağımızı öğretti. Otuz yaşına geldiğimde, başladığım bir romanı nasıl olduysa bitirebildim: "Tatlı Rüyalar, psiko-absürd romantik komedi. " Bugünlerde 11 aylık kızım Ada´yla birlikte yeni romanım üzerinde çalışıyoruz. Jules Verne, Michel Zevaco, Dostoyevski, Calvino, Nabokov ve Fowles hayatımın farklı dönemlerinde beni etkilemiş, büyük uydurukçulardır.



Söyledikleri:

"Benim için roman yazmak hayatta yaptığım en değerli iştir. Teknik olarak yazı uğraşı içinde hoşuma giden bir pasaj, bir buluş olduğunda bundan heyecan duyuyorum elbette. Öte yandan bütününe baktığınızda yazmak epeyi meşakkatli bir iş, hatta deli işidir. Tatmin ve huzur duygusunun geçici, sıkıntı ve rahatsızlığın daimi oluşu bu işlerle uğraşan herkes için geçerlidir sanırım. Yazarlık yolunda neredeyim diye düşünmedim hiç, bu konuda bir “üst bakışım” yok kendime. Yazdıklarıma öyle bakmaya gayret ediyorum ama..."

"Birinci ya da üçüncü tekil şahıs anlatıcı romanda seçimi kuşkusuz çok önemli bir karar. Benim birinci tekil şahıs anlatıyı sevmemin nedeni, yazara daha öznel olma şansı vermesi. Kahramanın kafa karışıklığını, edimlerinin düşünsel temel ya da temelsizliğini, duygularını daha güçlü ifade etme olanağı sağlıyor. Samimiyeti bilemiyorum ama okurun anlatıcıyla özdeşleşmesini de galiba daha bir kolaylaştırıyor. Üçüncü tekil şahıs kullanımı biraz daha nesnellik iddiası ya da çağrışımı taşıyor sanki. Öte yandan elinizdeki malzemeye göre her ikisi de iyi tercihler olabilir. Hatta duruma göre Italo Calvino’nun Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu kitabında yaptığı gibi ikinci tekil şahıs kullanmak gibi çılgın denemelere dahi girişebilirsiniz. Bundan sonraki romanlarımda da -yani eğer yazabilirsem- bu konuda doğru kararı vermeye çalışacağım işte..."


Kitapları

2000-Tatlı Rüyalar
2004-Oğullar ve Rencide Ruhlar
2008-Gizliajans
2013-Alper Kamu Cehennem Çiçeği
2017-Kan ve Gül 
2021-Kıyamet Park

 

02-Tatlı Rüyalar-2000
İletişim Yayınları / 186 sayfa

Hikayemiz, bir pazar sabahı gazetesini okumakta olan Hector Berlioz'un -ki kendisi Türkiye'de yaşayan bir Fransız Türk'üdür- şu ilanı görmesiyle başlar: "25 yaşında, iyi eğitimli, iki yabancı dil bilen, sağlıklı genç, geri kalanını temin edebilmek amacıyla hayatının bir bölümünü satıyor."

Kıvrak bir kalemden saçma-komik bir psikolojik serüven romanı. Gerçekten saçma, gerçekten komik, gerçekten psikolojik, gerçekten serüven, gerçekten roman! (Arka Kapak)

Kitabın girişinde bulunan gülümseten o yazı;

 "Zeki Müren'in Zeki Müren rolünde olduğu filmlerde canlandırdığı karakterlerin gerçek Zeki Müren'le ilgisi ne kadarsa, bu kitapta sözü edilen kişi ve olayların gerçekle ilgisi o kadardır".

 

02-Oğullar ve Rencide Ruhlar-2004
İletişim Yayınları / 204 sayfa


“Beş yaş insanın en olgun çağıdır; sonra çürüme başlar."

Ben Alper Kamu, birkaç ay önce beş yaşına bastım. Doğum günüm yaklaşırken vaktimin büyük kısmını pencerenin önünde, dışarıdaki insanları izleyerek geçiriyordum. Hızlanarak, yavaşlayarak, türlü sesler çıkararak ve bir yerlere bakarak yaşayıp gidiyorlardı. Bir gün onlardan biri haline geleceğimi düşünmek beni hasta ediyordu. Ne yazık ki bundan kaçış yoktu. Zaman acımasızdı ve ben hızla yaşıyordum.

Hayatımdaki tek iyi şey artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışımdı. Zarardan kar. Uzun süre annem ile babama anaokulunun bana göre bir yer olmadığını anlatmaya çalışmıştım aslında. Bütün rasyonel dayanaklarıyla.

Hiçbir işe yaramamıştı maalesef. İlla ki uykumda kan ter içinde tepinmek, servis minibüsü kapıya geldiğinde küçük çaplı bir sinir krizi geçirmek gibi yöntemlere başvurmam gerecekti derdimi anlamaları için. Kepazelik. İnsanı kendinden utandırıyorlardı.” (Tanıtım Bülteninden)



"Alper Kamu, basit anlamıyla ileride mahalle ağabeyliğine aday bir mahalle çocuğu olmasının yanında pek çok şeydi; “gerçek” ve “resmi” olarak ise hiçbir şey. Dedektifti, kitap kurdu bir bilgindi, kabadayıydı, hazır cevap bir fırlamaydı, babasının bira şişelerinin dibini içerek hafiften alkolizme bulaşmıştı ama bu sayılanların hiçbiri “olamaması” için çok geçerli bir sebebi vardı; henüz beş yaşındaydı. O zamana kadar yaşadığı en talihli olay da artık anaokuluna gitmek zorunda olmayışıydı. Böyle bir kahramanın gerçekliğini koruması ya da gerçeklere dokunarak yol alması, yazarının ona biçtiği kader doğrultusunda elbet zordu ama garip bir şekilde Alper Kamu yadsınmadı, aksine alabildiğine benimsendi. Kendine özgü bir çevrede “afili” bir kahraman haline dönüştü.

Özgünlüğü Alper Kamu’nun en büyük özelliğiydi ama bu özgünlüğü meydana getiren kahramanın beş yaşında olması değildi sadece. Alper Kamu çocukluk ve olgunluk arasında gezinen halleri, kendi espri anlayışınızı sorgulamanıza sebep hareketleri ve sözleri, yaşama dair fikirlerinizi tekrar ele almaya itecek duruşu ve vuruşları... kısacası her şeyiyle özgünlüğü yakalamıştı. Bunun yanında çok önemli bir olgunun yeniden düşünülmesinde de dişe değer adımlar attırmıştı. “Fantastik” olmadan da fantastik bir hikâye anlatılabileceğini ortaya koymuştu Alper Kamu’nun yaratıcısı Alper Canıgüz ve böylece “Fantastik mi? Böyle de olur!” kontenjanında ön sıralarda sağlam bir yer edinmişti.." (Eray Ak)



03-Gizliajans / 2008
İletişim Yayınları / 204 sayfa

"Patronunuz Şeytan Bey'dir ve sizden de çok hoşlandığını söyleyebilirim."
Neydi bu şimdi? şaka mı? "Öyle mi?" dedim bu manyakça oyuna bir tur ayak uydurmaya karar vererek. "Nereden biliyorsunuz?"
"Kendisi söyledi."
Elimden geldiğince aptal gibi görünmemeye çalışarak gülümsedim. 
"Ben kaçırmışım o kısmını."
"Sizin hatanız değil. Telepatik olarak iletti düşüncelerini."
"Evet anlıyorum," diye kestirip attım, yeni işimi daha başlamadan bırakmak zorunda kalmamak için. "Öyleyse kendisine teşekkürlerimi de iletin."
"Ona kendiniz de teşekkür edebilirsiniz," dedi Tunçay Bey bıyık altından gülerek. 
"Şeytan Bey görüşmenin başından beri burada, aramızda bulunuyor." Bardağına iki buz attıktan sonra pipetini uzun uzun emdi ve boş bakışlarıma yanıt olarak, o kocaman işaret parmağıyla, masanın üzerinde psikopatça beni kesmekte olan kara kediyi işaret etti.

Dünyanın, şahsına karşı kurulmuş bir komplo olduğuna inanan, genç ve avare metin yazarı Musa... Onun, hayatın her alanına derin ve samimi bir merakla yaklaşan, temiz kalpli ev arkadaşı Şaban... Diğer tarafta, gaddar bir kedi tarafından yönetilen, birbirinden tuhaf çalışanlarıyla bir reklam ajansı: Menekşe gözlü sanat yönetmeni Sanem, esmer ve seksi sekreterler Mehtap ile Sevilay, durmaksızın ağlayan yaratıcı yönetmen Çeşme, psişik-sismograf çaycı Ercan... Ve şöhretler: Tesla, Prens Charles, Kaan Sezyum, Küçük Prens, Süpermen ve diğerleri... Özgün üslubuyla, ilk kitabı Tatlı Rüyalar'dan itibaren geniş bir hayran kitlesi edinen Alper Canıgüz'den yine eğlenceli, heyecanlı ve kışkırtıcı bir absürd macera...(Tanıtım Bülteninden)




04-Alper Kamu - Cehennem Çiçeği-2013
April Yayınları / 222 sayfa

"Bilirsiniz, insanlar doğar, ölür ve sonra büyür."

Dünyanın en küçük dedektifi geri döndü.

Alper Kamu 9 yıl sonra, hâlâ 5 yaşında.

Alper Canıgüz'ün eşsiz kahramanı Alper Kamu'yla birlikte her türlü şiddetin hüküm sürdüğü bir atmosferde, kırık hayatların, küllenmiş aşkların ve daha nice esrarın peşinde kara mizahla yüklü yeni bir yolculuğa çıkıyoruz.

Kahramanımız, bu kez bir çocuğun ölümü ve eski bir aşk hikayesinin ardındaki gerçekleri ortaya çıkarmak için uğraşırken, "İnsanlığa dair kavrayışımızı biraz daha ileri götürmeyecekse bir cinayeti çözmenin ne anlamı var ki?" diyen bir dedektife yakışacak şekilde, adalet kavramımızı sorguluyor. 

Alper Kamu Cehennem Çiçeği; ilk üç romanıyla edebiyatımızda kendine özgü ayrıcalıklı bir yer edinen Alper Canıgüz'den kahkaha ve gözyaşının iç içe geçtiği büyülü bir serüven.  (Tanıtım Bülteninden)


"Çocukluğumda kendi kendime kurduğum hikayelerde iki farklı çocuk karakter oluşturmuştum. Biri biraz daha içine kapanık ve duygusal, diğeri daha girişken, kavgacı, anasının gözü bir tipti. Yıllar sonra nasıl olduysa bu çocukları hatırlayıverdim. Alper Kamu ikisinin bir karışımı gibi ortaya çıktı sanki..." (Alper Canıgüz)

"Varoluş sorunu yaşayan, bunalımlı bir velet işte Alper Kamu. Üstelik oyunbaz da. Yani gerçek adı bu olmasa bile, bize kendini böyle tanıtabilir. Zaten bunu fark edince kahramanıma bu ismi verebileceğime ikna oldum, o bunu yapabilir ve biz bunun doğru olup olmadığını bilemeyiz. Yoksa, tam da benimle adaş olması nedeniyle hikayenin otobiyografik okunacağından çekiniyordum aslında. Bu kısmen gerçek olsa bile öyle bakılmasını istemiyordum yani. Neticede bir karar vermek gerekiyordu, bu ismi kullanmaya karar verdim..."  (Alper Canıgüz)

Canıgüz’ün “insan odağının” en büyük besleyicisi ise mahalle kültürü. Yarattığı kahraman da bunun en önemli göstergesi. Katışıksız bir “mahalle çocuğu” Alper Kamu. Yazar tarafından kurulan dünyasında Alper Kamu’nun hallerinden yaşadığı atmosfere kadar da bu “mahalle çocuğu ruhunun” öne çıkması için çaba harcanmış. Bu ruhun hem roman hem de yazar için getirisi ise çok fazla. Özellikle de kahramanın yakaladığı dilin, mizahın ve yazardan yadigâr zekâsının şekillenmesinde bu mahalle çocuğu etkisinin baskın yansımalarını görüyoruz. Yansımaların öne çıkan ve dikkat çeken hali ise kahramanın mizahi duruşu.

Alper Kamu’nun “esprisi” karakterin kendisinde ve yaşamında yatıyor. Merkez Alper Kamu olunca yaşamın esprisi de en doğal haliyle kelimelerin arasına sanki kendiliğinden sızıyor. Karakterin yaratımı önemli olan, gerisinde hikâye kendini getiriyor. Bu hikâye de herkesin yaşamında iyisiyle kötüsüyle çok özel bir yeri olan çocukluğun kıyıda köşede kalmış ayrıntılarında geziniyor. Bu ayrıntılardaki en önemli yeri ise yine mahalle yaşamının ilgi çeken yanları alıyor. Aslına bakıldığında “okura güzel” ayrıntılar bunlar. Olaya Alper Kamu açısından baktığımızda bambaşka bir tablo bizi karşılıyor. Çünkü Alper Kamu yan sokakla kavgaya giriyor, arkadaşlarıyla tartışıyor ya da misketini kaptırabiliyor… Alper Kamu her ne kadar büyümüş bir küçük de olsa hikâye, çocukluğun getirdiği “doğal komik” hallerin yörüngesinde ilerliyor. Hikâyenin bu doğal akışına Alper Canıgüz’ün sürükleyici dili de eklenince roman kendini bir solukta okutuyor.

Aslında Alper Kamu için ne söylesek fayda etmeyecek çünkü tanımlanması ve belli bir sınır içinde ele alınması zor bir kahraman. Sonuçta tıpkı sayfalarında gezindiği romanın kedisi gibi o da: Hem karmaşık hem yerli yerinde... (Eray Ak)

10 Haziran 2013

Gezi Parkı-31 Mayıs 2013



Gün doğmadan,
Deniz daha bembeyazken çıkacaksın yola. 
Kürekleri tutmanın şehveti avuçlarında, 
İçinde bir iş görmenin saadeti, 
Gideceksin 
Gideceksin ırıpların çalkantısında. 
Balıklar çıkacak yoluna, karşıcı; 
Sevineceksin. 
Ağları silkeledikce 
Deniz gelecek eline pul pul; 
Ruhları sustuğu vakit martıların, 
Kayalıklardaki mezarlarında, 
Birden 
Bir kıyamettir kopacak ufuklarda. 
Denizkızları mı dersin, kuşlar mı dersin; 
Bayramlar seyranlar mı dersin, 
Şenlikler cümbüşler mi? 
Gelin alayları, teller, duvaklar,  
Donanmalar mı? 
Heeey 
Ne duruyorsun be, at kendini denize: 
Geride bekleyenin varmış, aldırma; 
Görmüyor musun, Her yanda hürriyet; 
Yelken ol, kürek ol, dümen ol, balık ol, su ol; 
Git gidebildiğin yere...  

Orhan Veli



"Gizlenmeyenler yani, gözden çıkanlar, vericiler; sağlıklarını umursamayanlar, aşırılıktan korkmayanlar, soğuktan kaçmayanlar, rüzgârda hırpalananlar, bozkır güneşine katlanabilenler, kendilerini sürüp gitmesi gereken bir soy değil, doğada bir birim olarak görebilenler; beden harcayıcıları. Başka türlü davranamayacakları için o türlü davrananlar, inançlarını bedenlerine böylesine sindirenler..."

Tomris Uyar


  

"Çözülür sağlam sanılan simyası bir duruşun
sesini yitirmeyen bir güçlü hızar kalır..."

Turgut Uyar


 


"Diyor 
kırılırsa kanadı sevginin
nasıl uçar göklerde,
diyorum
o bir umuttur
bilesin 
havalanır yinede.."

Ali Püsküllüoğlu 





"Bu ne bitmez yolmuş deme
bitmedik yol yok
Bu ne aşılmaz dağmış deme
aşılmadık dağ yok
Bu ne erişilmez ülkeymiş deme
erişilmedik ülke yok
kendini kapıp koyuverme..."

A.Kadir




''Ölüm geliyor aklıma birden ölüm
Bir ağacın gövdesine sarılıyorum...'

Cemal Süreya


  

"Salın mavide
görün meydanda
seslen türküde
geceye inat şöyle bir..."

Arif Damar


 

"Hiçbir kent vermez
sevgilisini
bir sevgiliyle dolaşmadan
içinde,
öpüşmeden kuytularında... "

Güven Turan 




Konuyla ilgili 169 Karikatür-Afiş-Kapak içeren görselleri PC nize indirmek için tıklayın..

13 Mayıs 2013

The Secret of Santa Vittoria-1969-Stanley Kramer



Yönetmen: Stanley Kramer
Senaryo: Robert Crichton, Ben Maddow, William Rose
Tür: Komedi, Dram, Savaş
Müzik: Ernest Gold
Görüntü Yönetmeni: Giuseppe Rotunno
Ülke: USA
Süre: 139 dakika
Oyuncular (ilk 10): Anthony Quinn, Anna Magnani, Virna Lisi, Hardy Krüger, Sergio Franchi, Renato Rascel, Giancarlo Giannini, Patrizia Valturri, Eduardo Ciannelli, Leopoldo Trieste

IMDB


  

Konu:

2.Dünya Savaşı sırasında İtalyanın bir dağ kasabası olan Santa Vittoria'da Kasabanın ayyaşı İtalo Bombolini bazı tesadüfler sonucu Faşistlerden kurtulan kasaba halkının da teşvikiyle bir anda kendisini Belediye Başkanı olarak bulur. Tek gelir kaynağı şarapları olan kasaba, bir müddet sonra şaraplarını almaya gelecek olan Almanların işgaline uğrayacaktır. Şarapları Almanlara kaptırmamak gibi büyük bir sorumluluk ise Ayyaş Bombolini'nin omuzlarına binecektir. 

 

Kasabanın Sırrı 1969 ABD yapımı savaş komedi filmidir. Özgün adı The Secret of Santa Vittoria dır.

Amerikalı romancı Robert Crichton'ın 1966 yılında yazdığı aynı adlı ilk romanından senaryosunu Ben Maddow ve William Rose'un birlikte uyarlayıp yazdıkları filmi Stanley Kramer yönetmiş, başlıca rollerinde ise Anthony Quinn, Anna Magnani, Virna Lisi, Hardy Krüger ve Giancarlo Giannini oynamışlardır. Stanley Kramer'ın aynı zamanda yapımcılığını da üstlendiği film United Artists tarafından dağıtılmıştır. Filmin Oscar'a aday gösterilen özgün müziğinin bestecisi Ernest Gold'dur. Filmin görüntüleri ise Federico Fellini'nin gedikli görüntü yönetmeni Giuseppe Rotunno'ya aittir.

Filmde 2. Dünya Savaşı'nın sonlarına doğru İtalya'da şaraplarıyla ünlü Santa Vittoria kasabasının ahalisinin, ürettikleri 1 milyon şişe kaliteli şarabı, geri çekilmekte olan Alman askerlerinden saklamalarının öyküsü mizahi bir dille anlatılmaktadır. Bu bir direnişin öyküsüdür.

 

Çekimleri tamamen İtalya'da, Lazio bölgesinde Roma'ya bağlı Anticoli Corrado beldesinde gerçekleştirilen filmin oyuncu kadrosunun büyük bir kısmı İtalyan oyunculardan seçilmiştir.

"The Secret of Santa Vittoria" çevrildikten iki yıl sonra "Kasabanın Sırrı" adıyla Türkiye'de de gösterime girdi. Bu iki yıl, Avrupa ve ABD kökenli filmlerin bazen çevrildikten çok uzun yıllar sonra Türkiye'de gösterim şansı bulabildiği o dönemler için oldukça kısa bir süre sayılmaktadır.

Film "En iyi kurgu" ve "en iyi özgün müzik" dallarında Oscar'a aday gösterildi, ayrıca 6 dalda birden aday gösterildiği Altın Küre ödüllerinden de "En İyi Müzikal Film" ödülünü kazandı. Filmde kullanılan müzik parçalarından biri de ünlü mambo Sway'dir (Quién Será).


03 Nisan 2013

Balaban



İbrahim Balaban 1921 Bursa doğumlu, Ressam

Bir sanatçının sanatında başarılı olup olmadığının ölçüsü, kendi sesini, tarzını bulmasıyla doğru orantılı bence. Eğer binlerce resim arasından bu resim "şu sanatçınındır" diyebiliyorsak, bu tezi de doğrulamış oluyoruz. Bir şey daha var, üniversitede okurken hep kafama takılan bir şeydi. 4 yılda okuduğumuz tüm derslerin adedi 54 tane kitaba karşılık geliyordu. 54 kitabı bitirdiğinizde size yaşam boyu yakanıza yapıştıracağınız bir unvan veriyorlardı..Oysa okuduğunuz belki de binlerce kitabın hiçbir değeri yoktu, hatta tam tersi "çok okuma kafan bulanır" gibi inciler duyabilirdiniz etraftan..Bunu niye anlattım, iyi resim çizmenin akademik eğitim almakla çok ta ilgisi olmadığını göstermek için..Balaban'ın da zaten içinde var olan resim aşkının Nazım Hikmet'in de yüreklendirmesiyle bir şekilde açığa çıkması ve bize bugün bakmaya doyamayacağımız yüzlerce resme dönüşmesidir aslolan...

    


1921 yılında Bursa’nın Seçköy’ünde nakışların içinde doğdu. Köyün üç sınıflı okulundan mezun olduktan sonra, daha üst okullara yollanmadı.

Okuma isteğini varlıklı olan ailesine iş görmeyerek dayattı, avunması için onu on beş yaşına kadar serbest bıraktılar. İşte bu özgürlük yıllarında her gün resimler çiziyor, günceler tutuyordu. Ressamlığı ve yazarlığı o yıllarda gelişmiş  kök salmıştır.

1941: Bursa mapushanesinde yattığı sırada Nazım Hikmet’i tanıdı, aynı  yıl hapisten çıktı. O’ndan resim ve sanat tarihi dersleri yanında; felsefe, sosyoloji ve ekonomi politik dersleri alarak kendisini geliştirdi.


      


1943: Mapushanede, Baba’sının cinayete kurban gittiğini öğrendi ve daha sonra da doğum sırasında ilk karısının ve kısa bir süre sonra da bebeğinin öldüğü haberini aldı.

1944: İmralı’ya yollandı; 1947’de, bu kez “komünist’likten” Bursa damına sürüldü ve altı aylık cezası 4 yıla çıktı. Fakat Usta’sı Nazım’a tekrar kavuştuğu için mutluydu.

1950 Affıyla, Nazım’la birlikte mapushaneden çıktı. Çıkarken elinde Nazım’ın her biri adına şiir yazdığı “Bahar” , “Mapushane kapısı”, “Harman” adlı üç tablo ile ayrıca “Doğum”, “Cinayet” ve “Suda Donbaylar” adlı tablolar vardı.


   


1950 sonu ve 51 başlarında Nazım’la birlikte İstanbul’u gezdi ve onun evinde altı ay kaldı. O sürede “Ekin Biçenler” adlı tablosunu Usta’sının evinde yaptı.

1951’de “şüpheli zat” olarak jandarmalar eşliğinde Sivas’ta başladığı askerliğini 1952 yılında bitirdi. Burada kendisi gibi “şüpheli zat” olarak sürgün olan Şair Hasan Hüseyin Korkmazgil, Mehmet Kemal ve Hakkı Torunoğlu ile tanıştı.

Askerden dönüşünde “çocuklarının anası”nı kaçırarak evlendi. İki oğlu bir kızı oldu; ve beş de torunu vardır.


   


1953 yılında ilk kişisel sergisini İstanbul’da açtı.

1961 yılında resimlerinden dolayı altı ay tutuklu kaldı.

1962 yılında “Yeni Dal Grubu” sergisi kapatıldı ve ressam arkadaşlarıyla birlikte tutuklanarak Balmumcu Kışla’sına kapatıldı ve Askeri Mahkeme’ce yargılandı.

1969 yılında Adana Sergisi bir gurup gerici-yobaz tarafından basılarak resimleri tahrip edildi.

Sonraki yıllarda da defalarca gözaltına alınıp sorgulandı ve yargılandı.


      


O, bu güne kadar “Şair Baba”sının istediği gibi “kan gütmeden” 2000 den fazla tablo ve bunun birkaç katı kadar desen üreterek 50 den fazla  kişisel sergi açtı, birçok karma ve gurup sergilere katıldı. Eserleri yurtdışında Amerika dahil birçok ülkede sergilendi.


Kitapları

1962-Balaban
1965-İz
1969-Şair Baba ve Damdakiler (Anı-Roman)
1969-İzdüşümü
1990-Dağda Duruşma (Roman)
1997-Kalıba Sığmayanlar(Roman)
1998-Nazım Hikmet Ve Biz
1999-Avrupa'da Dolaşanlar (Gezi Notları)
2000-Tahliyeci Yusuf (Hikayeler)
2002-Tek Bıyık (Hikayeler)
2007-Nazım Hikmet'le Yedi Yıl


Ayrıca adına yayınlanmış; "Balaban-yaşamı, sanatı, anılar ve yankılar (Ahmet Köksal ) Bilim Kitapevi 1990, Balaban / Yaşamın çizgileri-Desenler (Remzi Oğuz Yılmaz) Bilim Sanat Yayınları 2004, Balaban / Yaşantının İzdüşümü (Zafer E.Bilgin) Bindallı Sanatevi 2008, Balaban /Bir Ressam Yunus Emre ( H.Nazım Balaban- Zafer E.Bilgin) Bindallı Sanatevi 2009" 4 adet kitap vardır.


   


“Sanat yaşantının izdüşümüdür. Konu bir özdür, her öz kendi kabuğunu yapar.

"Ben insanı santimetrik ölçülerle değil, diyalektik yöntemlerle resmediyorum."

"İnsan-doğa ilişkisinde üretim araçlarının insana bir kimlik kazandırdığını ve bu nedenle benim resimlerimi de biçimlendirdiğini söyleyebilirim. Ben boyaları acık koyu leke endişesiyle değil, figürlerin özünde  çakmaklanan ışığı yakmak için kullanıyorum. Ata göre insan değil , insana göre at çiziyorum.” diye ortaya koyduğu kuram sanatının temelini oluşturmaktadır. (H.Nazım Balaban)

9 Haziran 2019 da 98 yaşında toprağa verdik..

Babasının yolundan giden oğullarından birini de burada tanıtmak istiyorum. Onunda resimleri çok güzel çünkü..




Hasan Nazım Balaban 1955 Bursa doğumlu, ressam

Kendi sözleriyle tanırsak;  İlkokul, Ortaokul ve Lise yıllarımda resim derslerinin hep en iyi öğrencisi oldum. Resim defterlerim vardı sürekli bir şeyler çizip, çizgi romanlar yapardım; kare kare sayfaları bölerek resimlerdim daha önce seyrettiğim kovboy filmlerini. Resim yaparak oynanan bu oyunlar benim bugünkü resimlerimin alt yapısını oluşturdu.

Köy kahvesinde isteyenlerin portrelerini yapardım, köy bakkalından kurşun kalem, silgi ve kağıt alıp gelirdi köylüler resimlerini yaptırmak için. Evimize gelen misafirlerin portresini de yapardım; öyle model falan durmadan, habersiz.

Kimler gelmedi ki evimize, adeta bir okuldu orası. Yazarlar, şairler, tiyatrocular, ressamlar, gazeteciler bazen tek başlarına bazen birkaçı beraber gelirlerdi; gece veya gündüz fark etmezdi. Uzun uzun sohbetler yaparlardı sanat, yaşam ve siyaset üzerine, ben de hiç sıkılmadan saatler süren bu sohbetleri dinlerdim. Yazmakta oldukları romanı veya hikayeyi nasıl kurguladıklarını, yeni resmini nasıl oluşturduklarını, yeni bir oyununu nasıl sahneye koyduklarını anlatırlar ve bunların üzerinde tartışılırdı; şiirler okunurdu.

Benim resimlerimi ilk keşfeden Nedim Günsür’dür, liseye gittiğim dönemde ödev olarak bir resim yapmıştım; çok beğenmişti resmi ve “Bu çocukta ressam hamuru var, bırakın ressam olsun.” demişti. Fakat ailem o zamanlar şiddetle karşıydı benim ressam olmama. Okuyup para getiren bir meslek sahibi olmamı istiyorlardı, haklı olarak. Resim yaparak geçinmek zordu; örneği bizim ailemizdi, zor şartlarda yaşıyorduk. Annem benim resim yapmamı önlemek için bütün resim defterlerimi toplayıp sobada yakmıştı.

  


Yaptığı resim biçimini kendisi şöyle açıklıyor: "Resim biçimime gelince: Minyatür gibi ve bir nakış titizliğiyle çalışılmış, Rönesans öncesi pirimitifleri anımsatan, biraz naif ve resmi resim yapan kompozisyon, perspektif, hafif soyutlama, renklendirme (yakıştırma-bezeme) gibi kurallarıyla yoğrulmuş kendi boyama tekniğini geliştirip kullanarak yapılmış bir biçim. Babamla benzerliğimiz aynı temaları kullanmamızdan, aynı kökten gelmemizden, aynı topraktan beslenmemizden, aynı sanat ve aynı hayat görüşünü paylaşmamızdan kaynaklanıyor.."


   

Çocukluğunun köyde geçmesi ve ilk gençlik çağlarında yaz ve kış tatillerini devamlı köyde geçirmesi, köylülerle beraber her türlü işi yapması nedeniyle resimleri de çocuksu bir coşku, bir oyun gibi, bir devinim bir hareket içindeler. Çocukluğun da yaşadığı bu egzotik, otantik, ilkel yaşam tarzı resimlerine masalsı bir hava olarak yansıdı.

Somut, figüratif toplumsal gerçeklik çizgisinde resimler yapıyor. ”Sanat yaşantının izdüşümüdür.” kuramına bağlı kalarak, doğup büyüdüğü toprakların ve insanlarının resmini yapıyor. Yani çocukluk ve ilk gençlik yıllarının Seçköy’ünü ve o dönemin kendisinde bıraktığı izleri, köye motorun girmesini ve onun getirdiği çelişkileri, köyden şehire giden insanlarını yolda, işte, fabrikada, atölyelerde  resmetti.

  

17 kişisel ve ortak sergi açtı ve birçok  karma sergiye katıldı. Eserleri İstanbul ve Ankara’da düzenlenen Sanat Fuarlarında sergilendi; ve bu eserlerin 70 den fazlası özel ve tüzel koleksiyonlara girdi.


web sayfaları

İbrahim Balaban   Hasan Nazım Balaban

resimleri için tıklayın

Balaban / H.Nazım Balaban

Related Posts with thumbnails