15 Aralık 2015

magicalmoment

fotoğraf sayfamın tanıtımı amacıyla hazırladığım 3 tane videoyu buradan paylaşıyorum.. sitedeki fotoğrafçıların diğer fotoğraflarına da aşağıda linklerini verdiğim sayfalardan bakabilirsiniz...toplam iki sayfada;
60 ülkeden 410 fotoğrafçının 70.000' e yakın fotoğrafı bulunmaktadır.

Susan Sontag'ın "Fotoğraf Üzerine" adlı bir kitabı vardır, fotoğrafla ilgiliyim diyen herkesin okuması gereken bir kitaptır.. neredeyse dünyayı etkileyen bütün önemli fotoğrafçıların bir resmi geçidi gibidir kitap, siteleri hazırlamada başlangıçtaki amacım bu değildi ama kitabı okuduktan sonra bir his oluştu içimde, istedim ki orada ismi geçen bütün fotoğrafçılar olsun sitede ve sözünü ettiği fotoğrafları ve daha fazlasını internette tek bir yerde görebileyim..bunu yaptığımı sanıyorum eksik 1-2 fotoğrafçı kalmıştır ama onlarda zaman içerisinde eklenecektir..

"fotoğrafın yüzde yetmişi kadrajdır, enstantane, diyafram gibi teknik ayarlar ikinci derecede önemlidir, hele de bugün fotoğrafın her şeyine müdahale edebiliyorken, fotoğraf bir sanat değil, dil gibi bir araçtır.." (Susan Sontag)


World Kora Trio-So Boli



Album: World Kora Trio-2012-Korazon
Photographers 

01-Alexander Rodchenko
02-Lewis Wickes Hine  
03-George Grantham Bain
04-Gabriel Figueroa
05-Andre Kertesz
06-Aníbal Sequeira
07-Julian A. Dimock
08-Steve McCurry  
09-Isabel Muñoz
10-Rene Burri
11-Seamus Murphy  
12-Mark Riboud
13-Sebastiao Salgado
14-Billy Weeks
15-Marion Post Wolcott
16-Ralph Crane
17-Ihei Kimura    
18-Fernando Jorge
19-Henri Cartier-Bresson
20-Kristen Ashburn
21-Nasrollah Kasraian
22-Gilles Peress

download


Dulce Pontes-Cancao de Embalar



Album: Dulce Pontes-2009-Momentos
Photographers 

01-Benoit Court
02-Artur Pastor
03-Bill Perlmutter
04-Gérald Bloncourt
05-Ata Kandó
06-Arthur Siegel
07-Frank Horvat
08-George N.Barnard
09-Antanas Sutkus
10-Kathleen Laraia McLaughlin
11-Mark Steinmetz
12-Hemző Károly
13-Jure Kravanja
14-Samuel John Hood
15-Bert Hardy
16-Giulio Magnifico
17-Billy Weeks
18-Shomei Tomatsu
19-Kostas Balafas
20-Susan Meiselas
21-Vladimir Bazan
22-Christopher Anderson
23-George Harris and Martha Ewing
24-George Grantham Bain
25-Erdal Kınacı
26-Sergio Larrain

download


Iiro Rantala-Karma


Album: Iiro Rantala String Trio-2014-Anyone With a Heart
Photographers

01-Achim Katzberg
02-Jacques Henri Lartigue
03-Joel-Peter Witkin
04-Erol Ayyıldız
05-Suko Winadi
06-René Groebli
07-Jindrich Streit
08-Izidor Gasperlin
09-Tina Modotti
10-Renzo Tortelli
11-Thomas Hoepker
12-Hiroji Kubota
13-Pietro Donzelli
14-Tamas Dezso
15-Elliott Erwitt
16-Cristina Garcia Rodero
17-Gregory Colbert
18-John D. McHugh
19-Irma Haselberger
20-Josef Koudelka
21-Kiichi Asano
22-Tommy Ingberg
23-Sebastiao Salgado
24-Toni Frissell
25-Vadim Stein
26-Mark Riboud
27-Steve McCurry
28-Larry Towell
29-Russell Lee
30-Shadi Ghadirian
31-Man Ray
32-Ádám Gyula
33-Moises Saman
34-Nour-Eddine-El-Ghoumari

download


magicalmoment  /    photoreferans



10 Aralık 2015

Antoni Casas Ros

1972 doğumlu. Annesi İtalyan, babası Katalan, kendisi Fransızca yazıyor. Geçirdiği talihsiz kazayla matematik kariyerine son verip edebiyata yöneldi. İlk romanı Almodovar Teoremi (2009) Türkiyeli okurlardan da yoğun ilgi gördü. Fransa’da Prix Landerneau’ya aday gösterilen roman, İspanya’da 2008 yılının en iyi romanı seçildi (Premio Mejor Libro Novel). 2009’da öykülerden oluşan Mort au Romantisme adlı kitabı yayımlandı. İkinci romanı Enigma (2010) gizemli örgüsüyle dikkat çekti. Yazarın "Son Devrimin Güncesi" adlı son romanı (2011) yayımlanmıştır. Halen Roma’da yaşıyor.

  

Antoni Casas Ros-Son Devrimin Güncesi

Son derece tanıdık bir dünya: Demokrasi adına devlet eliyle gerçekleştirilen her gün daha fazla şiddet, baskı, kontrol; bozulan ekonomi, kriz halindeki borsalar, gerçekleri yansıtmayan medya, azami kâr'a dayanan kapitalist şirketler, yoksulluk içinde yaşayan milyonlar, mutsuz toplumlar…

Bütün bu sistemi çökertmek için son derece sıra dışı bir yöntem: Dünyanın her yerinde, beklenmedik anlarda toplanarak yüksek binalardan atlayan gençler karşısında hangi hükumet ne yapabilir? Bir anda şehirlerin ana caddelerine düşen, bedenleri yaşamın tüm renklerine boyanmış genç insanların parçalanmış gövdelerinin yaratacağı dehşet ve kaosu nasıl önleyebilir? Üstelik bütün bu anları kaydeden ve hızla yayan alternatif bir medya örgütlenmesi de oluşturulmuşsa…

Antoni Casas Ros, Almodovar Teoremi ve Enigma’dan sonra, gerçek ile gerçek üstünün iç içe geçtiği, sınırların, zamanın ve mekânın başka anlamlara büründüğü, hayal gücü, yaratıcılık ve cinselliğin otokrat rejimlere baskın çıktığı düşsel bir direniş romanıyla okur karşısında.

Sistemi ve yarattığı değerleri kılcal damarlarına dek sorgulayan, esinleyici bir macera… (Tanıtım Bülteninden)


kitaptan alıntılar...

../..
Akıl, evrenin ortasında camdan bir gözdür!..

../..
Tek bir hayatı, onunkini yaşamak, uzun bir can çekişmeye girmektir.
Ekoloji:  "Uçlarda yaşamıyorsanız gereksiz yer kaplıyorsunuz demektir." 
der. Ama, hiç durmadan yenilenen sessizliğin içinde, her şeyi kendine
indirgemeye çalışan düşüncenin bu merkezi düğümü nasıl olur da
gevşemeye, hayata sahip çıkmadan onun akıp gitmesine izin verir?

../..
Asla ve daima gibi olan vahşilik. Özgürlük ilk sayıya benzer, der Bolano. Bu dünya kötüye gidiyor. İyi ama yeterince kötü mü? Bir yüzyıl süren can çekişmesinde hiç yaratıcılık yok. Ya daha kötüsünü dilersek? Uçurumun kenarı, sütsü çarpıntısı içinde gökyüzüyle yeryüzünü ayıran solgun iz. Yeni Dünya'nın yuvarlak başının etrafındaki aşırı genIeşmiş bir vulva mıdır sıfır? Yarım çözümlerden bıktık artık, ahlakçı söylemlerden bıktık, dünyayı kaostan kurtarmak isteyen idealistlerden bıktık! İnsanın sapkınlığı, kibir, gurur, para ve iktidar dünyanın gerçek motorlarıdır. Tek çözüm: Son devrim! Kaos! Ardından, insan belki nihai yıkımdan yararlanıp yeniden doğabilir. Eğer başarısız kalırsa, dünya nihayet sessizliğe kavuşur ve filme çekecek uyduların olmadığı mavilikte yüzer. Okyanus gökyüzünün olur, ormanIar nehirlerin, buzlar koyu mavinin. Bütün insan bilgisi, bütün yaratıcılık, deha; volkanların uçurumunda kaybolan bir melodi gibi. İçimizdeki ateş bizi tüketiyor, böbürlenmemizi, söze gelmez olanı ararken gökyüzüne kaçan yavaş yavaş akan bir lava dönüştürüyor...

../..

DİKTATÖRLÜK: REÇETE

İşte, günümüzde her türden otokratın başarısını sağlayan reçete

İçindekiler:

-Çok yoksul milyonlarca yurttaş
-Derin eşitsizlikler.
-Müstehcen bir zenginlikle birlikte görülen hayal edilemez bir yoksulluk.
-Adaletsizlik, dışlama ve ırk ayrımcılığı.
-Her yerde mevcut bir çürüme ve yozlaşma.
-"Biz durumu kontrol ediyoruz, burada hiçbir şey olamaz' ,
diyen, ikna olmuş, küstah bir politik ve ekonomik seçkin grubu.
-Gözden düşmüş siyasi partiler.
-Demokrasiden, politikadan ve politika yapanlardan hayal kırıklığına uğramış, duyarsız bir orta sınıf.
-Uyuşukluk, israf ve yozlaşma temelli bir salamura içinde uzun süre marina edildiği için yumuşamış bir parlamento, adalet ve silahlı kuvvetler. Bir yargıç, senatör ya da general satın almak kolay olmalı.
-Sahiplerince kendi ekonomik ya da politik çıkarlarını güçlendirmek için kullanılan medya.
-Etkisizleştirilmiş, başka önceliklerle oyalanan ya da askeri maceralara fazlasıyla batmış yabancı bir süper güç.
-Uyanık olmakta zorlanan ve diğer ülkelerin nasıl yönetildiğiyle gerçekten ilgilenmeyen uluslararası kamuoyu.
-Parmakla gösterilebilecek bir dış güç. CIA ideal örnektir. Ama komşu bir ülke de olabilir. Ya da deri rengi farklı olan göçmenler. Eğer hiçbiri işe yaramıyorsa, Yahudileri ve Mossad'ı deneyin.
-İyi silahlanmış, iyi hazırlanmış ve rejime karşı koyanları parçalamaya hazır "halk milisleri." Bu milislerin çok kalabalık olması şart değil. Onları oluşturan kaba saba tiplerin, dayak atarak, öldürerek, kaçırarak ya da diğer şiddet biçimlerini uygulayarak halkı yıldırması yeterli...


Hazırlık: 

1.Bazı kesimleri diğerleriyle karşı karşıya getiren bir kampanya sayesinde en yoksul nüfusu iyice sarsın. Kin, seçim hıncı ve ekonomik popülizm serpin. Toplumsal tencereyi kaynatarak bütün uyumu buhar edip uçurun.

2-Demokratik seçimler sırasında iktidarı ele geçirin. Rakipleriniz yozlaşmış ve gözden düşmüşse ve oy satın almayı biliyorsanız bunu kolayca başarırsınız. Kampanya sırasında yozlaşmaya karşı mücadele ve yoksullardan çaldıklarını zenginlerden alma iradenizi ilan edin.

3. Seçimleri kazandıktan sonra başka seçimler örgütleyin ama sakın onları kaybetmeyin. Seçimler demokrasiyi savunmaya değil, tabağınızı süslemeye yarar.

4. Başkana sadık subaylar atayarak üst düzey askeri komutayı tazeleyin. Onlara her türden hediye vererek ödüllendirin, coşkusunu yitirmiş olanları cezalandırın. Onları sürekli ispiyonlayın.

5. Yargıçlara karşı da aynı şekilde davranın.

6. Referandum yoluyla anayasa değişikliği elde etmeyi hedefleyen bir kampanya başlatın. Kamu hizmetinde çalışanları oy kullanmaya mecbur edin ve bazı muhalefet üyelerinin bu inisiyatife karşı olduğundan emin olun. Muhalefetin geri kalanını, oylarının hiçbir ağırlığı olmadığı konusunda ikna edin.

7. Yeni anayasa yurttaşların bütün haklarını garanti etmelidir, özellikle de en yoksulların. Aynı zamanda da onların görev ve yükümlülüklerini asgariye indirgemelidir. Yoksulluğu azaltacağınıza ve eşitsizlikleri ortadan kaldıracağınıza dair söz verin. Anayasa metnine geçici maddeler ekleyin. Bunlar sokaktaki insan için anlaşılmaz bir dilde kaleme alınmış olsun, güçler ayrılığını zayıflatsın ya da ortadan kaldırsın, otoriteyi başkanın ellerinde toplasın ve onun kendini sonsuzca temsil etmesini sağlasın.

8. Muhalefeti gözden düşürün, alçaltın, içlerinden adam seçin, satın alın ve ezin.

9. Medyayı kontrol edin. Kimsenin dinlemediği birkaç eleştirel sese hoşgörü gösterin. Bu sizi basını susturmakla suçlayanları susturmanızı sağlayacaktır.

10. Üçüncü maddeyi sonsuza dek tekrarlayın.

Afiyet olsun !...

01 Aralık 2015

Henry Miller




















Henry Valentine Miller (1891-1980)  ABD'li yazar..

Henry Miller'in ismini Türkiye’de ilk defa 1985’te yayımlanan fakat sansüre takılan Oğlak Dönencesi adlı romanla duymuştum. Ve kitap sansür kurulundan üzeri kara bantlarla çizilmiş halde yayımlandığında, tam da kim okur böyle bir kitabı düşünürken bizim insanımıza özgü o yaratıcılığın gene devrede olduğunu anlamıştım. Kanunlarımıza göre yasaklanan kitaplarda ne için yasaklandığını gösteren mahkeme metnini kitabın sonuna ekleme hakkına sahiptiniz ve yayınevi de bu hakkı kullanmıştı:) ve tahmin ettiğiniz üzere kara bantlarla geçilen bütün satırları mahkeme kararından okuyabiliyordunuz..Ülkemize özgü bir karamizah örneğiydi..

(2014’te Siren Yayınları bu kitabı Avi Pardo çevirisiyle sansürsüz olarak tekrar yayımlamıştır.)


Alman göçmeni bir ailenin ilk çocuğu olarak 1891 yılında New York’ta dünyaya geldi. Başarılı geçen lise yıllarının ardından City College’a kaydolan Miller, sonraları ‘ıstırap, keder ve kargaşadan ibaret’ olduğunu söylediği eğitimini tamamlamadan üniversiteden ayrıldı. Bulaşıkçılıktan liman işçiliğine, barmenlikten gazeteciliğe varana dek pek çok farklı işte çalıştı. İş ve macera peşinde Amerika’nın bir şehrinden diğerine seyahat ettiği sırada Emma Goldman ile tanışmış ve Céline, Rabelais, Dostoyevski gibi büyük ustalardan, ayrıca Henry David Thoreau, Walt Whitman ve Jack London’ın özgürlük odaklı arayışlarından etkilenmiştir. Miller, etkilendiği tüm yazarlarla bağını kopartarak özgün sesini bulduğunu ve bir tür ‘umutsuzluk’ yüzünden yazar olduğunu söyler.

1917’de Beatrice Wickens ile evlenen Henry Miller, ikinci evliliğini -yazınında da etkisini gösteren- June Mansfield ile 1924 yılında yaptı. Oradan oraya sürüklendiği yıllarda yazmayı sürdürse de yazdıklarını yayımlatmakta büyük zorluklar çekti. Eşi June ile çıktığı dokuz aylık Avrupa seyahati ardından New York’a döndü, ancak kısa süre sonra tekrar Londra’ya ve ardından Paris’e gitti. Paris’te aylaklık ederek yaşadığı yıllar boyunca sanat ve edebiyat çevreleriyle içli dışlı olmuş, filizlenmekte olan gerçeküstücü lük akımını yakından takip etmiştir. İnsanlığa karşı bir hakaret olarak nitelediği Yengeç Dönencesi, bu yılların ürünüdür. Paris şehri, bir başka kalemde hiç böyle can yakıcı bir çerçevede hayat bulmamış, böyle capcanlı resmedilmemiştir. Kitap, ancak 1934 yılında dostu Anaïs Nin ve Otto Rank’in desteğiyle Fransa’nın Obelisk Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.


ABD’de 1961 yılına değin yayımlanamadığı gibi ülkeye sokulması da yasaklanmış, kitabı kuşatan yasaklar, suçlamalar ve tartışmalar alevlenerek sürmüştür. 1964’te hakkında açılan davalardan ‘beraat’ eden Yengeç Dönencesi, ABD’de yirmiden fazla eyalette altmışın üzerinde farklı davayla yargılanmış olmasıyla tarihe geçmiştir. Oğlak Dönencesi ise, Fransa yıllarından öncesini, yazarın New York'ta geçen çocukluk ve gençlik yıllarını konu eder ve Amerikan ideallerine, medeniyet fikrine ve insanlığın çıkmazlarına yönelttiği sert eleştirilerle dikkat çeker. Müstehcenliği üzerinden tartışmalar koparmış olan bu metin, esasen Henry Miller'ın gelişim, ilerleme ve çağdaşlaşma fikirlerine karşı ortaya attığı isyan çığlıklarıyla bezelidir. Yine Paris yıllarından yola çıkan Clichy'de Sessiz Günler ise, kaybedecek hiçbir şeyi olmadan yaşamanın kitabını yazmış yazarın iki kısa novellasından oluşan bir kitaptır.

Marcel Duchamp, Blaise Cendrars, Lawrence Durrell, Ezra Pound, T.S. Eliot, John Dos Passos, Karl Shapiro ve George Orwell gibi farklı görüşlere sahip aydınların ortak beğenisini kazanan Henry Miller, hakkında açılan davalar ve koparttığı fırtınalar bir yana, bugün çağdaş edebiyatın en sarsıcı ve güçlü kalemlerinden sayılır. Henry Miller, 1980 yılında hayata veda etmiştir.

Diğer eserlerinden bazıları: Seksus, Pleksus, Neksus, Cennette Bir Şeytan, Çılgın Üçlü, Big Sur ve Hieronymus Bosch’un Portakalları, Kara İlkbahar, Merdivenin Dibindeki Gülümseyiş.


 

Marousi’nin Devi-Henry Miller
Çeviri: Avi Pardo / 216 sayfa,
Siren Yayınları, 2015
Kapak Tasarımı: Nazlım Dumlu
Kitabın Orijinal Adı: The Colossus of Maroussi

1891 doğumlu Henry Miller genelde kendi deneyiminden yola çıkan romanlar yazmıştır. Kitaplarında kendisini, karısını, sevgililerini, dostlarını ve düşmanlarını anlatmaktan çekinmez. Kendi deneyimi üzerinden yaşam felsefesini kurar. Kendisinden sekiz yaş küçük Ernest Hemingway gibi Miller'da ilham kaynağını savaş öncesi Avrupa’da yaşadığı yıllarda iyice beslemiş, o yılların Paris sanat çevresini eserlerine yansıtmıştır. 1941 yılında yayımlanan Marousi’nin Devi adlı kitabı da diğer romanları gibi otobiyografik roman türüne girer ve yıllar içinde eleştirmenler (ve bizzat Miller) tarafından yazarın en değerli eserlerinden biri olarak görülmüştür. Marousi’nin Devi’nde Miller, bir süre yazmamaya karar verdiği, belki de hayatının tek tatilini geçirdiği Yunanistan günlerini anlatır.

Marousi’nin Devi, ilk başta bir seyahatname olarak okunuyor, kitapta yer alan kişiler, Seferis, Lawrence Durrell gibi dönemin dev yazarları ve şairleri ama hepsi savaş öncesi Avrupa’da yaşanan gerilimden uzaklaşmaya çalışan, kendi iç seslerine dönmüş şekilde yaşayan sanatçılar. Hayatı boyunca parasızlıktan, kazanamamaktan yakınan Miller 1939 yılında Yunanistan’a cebinde az bir parayla, orada dostlarının evinde kalmak üzere gider. Yolculukları onu Atina, Girit, Korfu, Poros ve Delphi’ye götürür. Kitabı bir şekilde hayran olduğu George Katsimbalis’e övgü olarak yazar, zaten kitabın başlığındaki Dev, ilginç kişiliğe sahip Katsimbalis’tir.

 Miller ve dostları burada antikçağdaki ozanlar gibi yaşarlar, minimum düzeyde eşyayla, güzel Akdeniz mutfağından yemekler yiyerek ve bol miktarda içerek. Henry Miller dünyanın en yoksul halkı olarak söz eder Yunanlardan, bunun ne denli doğru olduğunu bilemiyorum, belki biraz abartılı ama o dönemde çok sayıda dostu Asya’ya ve Kuzey Afrika’ya da seyahat ettiği için, dünya gerçeklerinden uzak olmadığını sanıyorum yazarın. Çok kereler yeni geldiği bu Akdeniz yöresini Paris’in züppe çevresiyle karşılaştırıyor ve burada bulduğu sadeliği coşkulu bir dille anlatıyor. 



Seyahatnamelerin en önemli özelliği yada bir seyahatnamede olması gereken en önemli şey, bireyde bir dönüşüme neden olmasıdır. Önyargılarla dolu gelinen yerde ruhun yeni bir boyuta geçmesidir. Henry Miller’de buna tanık oluyoruz. Kitabın sonlarında insanlığı daha önce hiç görmediği bir şekilde gördüğünü, savaş içinde kaynayan kıtanın bu ucunda çok barışçıl bir düşünceyle arındığını fark ediyoruz. 'Buranın ışığı gözlerimi açtı, gözeneklerime işledi, bütün benliğimi genişletti' diye yazıyor, “… devrimin gerçek anlamını buldum ve kendimi dünyanın üzerinde evimde hissettim. Dünya uluslarının arasındaki hiçbir çatışma bozamaz bu dengeyi.”



kitaptan alıntılar


(...)
Anlattığı hikaye ne kadar hazin, marazi veya acıklı olursa olsun bizi sürekli güldürürdü. Her şeyin mizahi yanını görürdü ki trajik algının gerçek sınavı budur...



(...)
Gün boyunca sessiz olmak, gazete okumamak, radyo dinlememek, dedikodu duymamak, dünyanın kaderine bütünüyle kayıtsız olmak insanın kendine sunabileceği en iyi ilaçtır. Kitaplardan edindiğin bilgiler giderek önemini yitirir, sorunlar eriyip çözülür, bağlar usulca kopar ve düşünme eylemi, lütfedip düşündüğünde, fazlasıyla ilkel bir hal alır; beden yeni, harikulade bir araca dönüşür; bitkileri, tasları ya da balıkları farklı gözle görüp insanların bu çılgın koşuşturmayla neyi başarmaya çabaladıklarını merak edersin: savaşın sürmekte olduğunu bilirsin, fakat neye dair olduğu ya da insanların birbirlerini öldürmekten neden haz duydukları hususunda en ufak bir fikrin yoktur...



(...)
"Ertesi gün diğerleriyle muhabbet ettim - bir Türk, bir Suriyeli, birkaç Lübnanlı öğrenci ve İtalyan asıllı bir Arjantinli. Türk bende neredeyse anında antipati uyandırdı. İnsanı çileden çıkaran bir mantık takıntısı vardı adamın. Çarpık bir mantık, üstelik. Şiddetle karşı çıktığım tüm o diğerleri gibi onda da Amerikan ruhunun en kötü yanlarının dışavurumuna şahit oldum. Gelişmeye takmıştı bu insanlar. Daha çok makine, daha çok verim, daha çok sermaye, daha çok konfor - başka şeyden konuşmuyorlardı. Amerika’daki milyonlarca işsizden haberleri olup olmadığını sordum onlara. Soruyu dikkate almadılar. Makine üretimi onca lüks ve konfora rağmen Amerikan halkının ne kadar kof, mutsuz ve sefil olduğunu bilip bilmediklerini sordum. Alaycılığım onlara işlemedi. 

Onların istediği tek şey başarıydı - para, güç, güneşin altında bir ev. Hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyordu; her nedense hepsi de buna rağmen ülkesine dönmek zorunda kalmıştı. Ülkelerinde onlar için hayat olmadığını söylediler. Hayat ne zaman başlar? Bunu öğrenmek istedim. Amerika’nın, Almanya’nın ya da Fransa’nın sahip olduğu her şeye sahip olduklarında başlayacağını söylediler. Hayat eşyadan ibaretti anladığım kadarıyla, daha ziyade makinelerden. Parasız bir hayat olanaksızdı; giysilere, güzel bir eve, radyoya, arabaya, tenis raketine falan ihtiyaç vardı. Bunların hiçbirini gereksinmediğimi ve onlarsız da mutlu olduğumu, Amerika’ya tam da bu gibi şeyler bana bir şey ifade etmediği için sırtımı döndüğümü söyledim. O güne dek tanıdıkları en tuhaf Amerikalı olduğumu söylediler.



(...)
Hikayemi ilginç buldular. Amerika’da böyle oluyor demek? Tuhaf bir ülke… her şey olabilir orada. 
“Evet,” dedim, “çok tuhaf bir ülke.” İçimden, iyi ki orada değilim ve umarım bir daha asla dönmem, diye geçirdim.
“Peki, Yunanistan'ı neden bu kadar çok seviyorsun?” diye sordu biri.
“Işık ve yoksulluk yüzünden,” dedim. 
“Sen romantik birisin,” dedi adam.
“Evet,” dedim, “insanın ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsa o kadar mutlu olacağına inanacak kadar deliyim. Buradaki gibi bir ışığın varsa bütün çirkinliklerin silindiğine inanıyorum. Ülkenize geldikten sonra ışığın kutsal olduğunu öğrendim: Yunanistan kutsal bir toprak benim için.” 
“Fakat halkın yoksulluğunu, sefaletini görmedin mi?”
“Amerika’da sefaletin daha kötüsünü gördüm,” dedim. “Yoksulluk, tek başına, insanları sefil kılmaz.”


(...)
Kent sınırına, dağların eteklerine ulaştığımda ışık daha da büyüleyici bir hal alıyor; birkaç dev adımla yamacı tırmanacakmış gibi hissediyorsun ve sonra da, evet, sonra ... eğer zirveye çıkarsan bir meczup gibi koşup gökyüzüne atlayacakmışsın gibi geliyor, balıklama bir dalış maviliğe, Amin, sonsuza dek. Dafni'den denize uzanan Kutsal YoI' da birkaç kez delirmenin eşiğine gelmişliğim var. Bir keresinde dağın yamacından yukarı koşmaya başladım gerçekten, ama yolun ortasında bir yerde durup dehşet içinde bana ne olduğunu düşünmeye başladım. Bir yanda mikroskobik bir berraklıkla durmakta olan taşlar ve çalılar; öte yanda Japon taşbaskılarında göreceğiniz türde, muhtemelen sarhoşluğun coşkunluğu sırasında tanrılar tarafından dikilmiş ağaçlar. Bu yolda motorlu bir taşıtla gidilmemeli - saygısızlık resmen. İnsan yürümeli, eski çağlarda insanların yürüdüğü gibi yürümeli ve bütün benliğine ışık dolmasına izin vermeli...


(...)
Yaşama sevinci barış sayesinde gelir, ki durağan değil, devimseldir. Barışı tatmamış biri yaşama sevincini bildiğini iddia edemez. Ve sevinç yoksa yaşam da yoktur: bir düzine araban, altı uşağın, bir şaton, özel şapelin ve bombaya dayanıklı bir kasan olsa bile. Hastalıklarımız bağlılıklarımızdan kaynaklanır; alışkanlıklarımızdan, ideolojilerimizden, ideallerimizden, iyeliklerimizden, fobilerimizden, tanrılarımızdan, tarikatlarımızdan, dinimizden... liste uzar gider. İyi maaş da kötü maaş kadar hastalıklı olabilir. Aylaklık da çalışmak kadar hastalıklı olabilir. Tutunduğumuz her ne varsa, umut ya da inanç bile, bizi öldürecek bir hastalığa dönüşebilir. Teslimiyet mutlaktır; en küçük bir kırıntıya tutunduğunda bile seni bitirecek mikrobu yutmuş olursun...


(...)
Büyük şeylerde ustalaşmanın yolu önemsiz şeyler yapmaktan geçer; büyük bir yolculuk yüce bir ruh için ne kadar heyecan vericiyse, küçük bir yolculuk da ürkek bir ruh için o kadar heyecan vericidir. Yolculuklar içe doğru yaşanır, en tehlikeli yolculukların bulunduğumuz yerden hiç kımıldamadan yaşandığını söylemeye gerek bile görmüyorum. Fakat yolculuk duygusu zamanla solup ölebilir...


(...)
Satürn bize ondan istediğimiz kadarını verir, fazlasını asla vermez. Sürekli dünyanın harikalarından söz edip zamanını en büyük harikayı, İNSAN'ı öldürmekle geçiren beyaz ırkın beyaz umududur o. Kendini Kader'in büyük yaratıcısı gibi sunan sahtekâr bir yıldızdır; Monsieur le Paris, uyuşturulmaya bayılan bir dünyanın otomatik baltacısı. Bırakın gökyüzü onun görkemini kutlasın öyleyse - bu lenfatik kuşku ve bıkkınlık gezegeni cansız kasvetinin süt beyazı ışınlarını saçmayı asla kesmeyecek... Satürn ancak insan onu bilincinden kustuğunda görünmez olacak...


(...)
 "Kendi olanaklarına terk edildiğinde insan her zaman Yunan usulü bir başlangıç yapar - birkaç keçi ve koyun, derme çatma bir baraka, küçük bir tarla, birkaç zeytin ağacı, bir dere, bir kaval ile."

(bu cümle, ne kadar etkileyici ..)


(...)
Aram Hourabedian'ın evi labirentin göbeğinde gömülüydü. Yerini bulabilmek için defalarca sorup dolanmak zorunda kaldık. Sonunda evinin küçük tabelasını bulduğumuzda vaktinden erken geldiğimizi anladık. Mahallede bir saat kadar gezindik. Sefalete bayılmamakla birlikte bu sefil barakaları süslemek ve güzelleştirmek için sarf edilen acınası derecedeki insani çabaya hayran kaldık. Çöp yığınından yaratılmış bu küçük köy uygar bir kentten daha fazla cazibe ve güzellik barındırıyordu. Kitapları, tabloları, düşleri, efsaneleri getiriyordu akla; Lewis Carroll, Hieronyrnus Bosch, Breughel, Max Ernst, Hans Reichel, Salvador Dali, Goya, Giotto, Paul Klee anımsattığı adların sadece birkaçı. 

O korkunç yoksulluğun ve acının ortasında her şeye rağmen bir ışık yayılıyordu ve o ışık kutsaldı: bir anne ve çocukla aynı odada bir keçi ya da inek görmenin şaşkınlığı insanda anında saygı uyandırıyordu. Teneke parçalarından yapılma doğaçlama bir solaryumu andıran sefil bir gecekondu karşısında gülmek de gelmiyordu insanın içinden. Var olan barınaklar paylaşılıyor ve bu, havadaki kuşları, tarlalardaki hayvanları da kapsıyordu. İnsan insana sadece üzüntülü ve acılı zamanlarda yakınlaşır; hayatı ancak o zaman güzelleşir gibidir...


(...)
Vermek ve almak temelde aynı şey, kişinin açık ya da kapalı yaşamasına bağlı olarak. Açık yaşayan kişi bir medyuma, bir vericiye dönüşüyor; nehir gibi yaşayan kişi hayatı tam yaşıyor, hayatın akıntılarıyla yüzüyor ve onu yeniden bir okyanus olarak yaşamak için ölüyor...


(...)
Yunanistan tanrıların ülkesidir ve tanrılar ölmüş olabilir, ama varlıklarını hissettirir. Yunan tanrıları insani oranlardaydı; insan ruhundan yaratılmıştı onlar. Fransa'da, bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi, insanla tanrı arasındaki bağ kopuktur. Bu bölünmenin insanın doğasında yarattığı kuşkuculuk ve felç çağdaş uygarlığımızın kaçınılmaz parçalanışının ipuçlarını barındırıyor. İnsan bir gün tanrı olacağı inancını yitirecek olursa solucandan farkı kalmaz...


(...)
Günümüzün Amerikan yaşam tarzı Avrupa yaşam tarzı gibi başarısızlığa mahkûm. Bir dünya görüşü belirlenmedikçe hiçbir ülke yeni bir yaşam düzeni doğuramaz. Acı hatalar sonucunda dünya halklarının birbirlerine hayatiyetle bağlı olduklarını öğrendik, fakat aklımızı kullanıp bu bilgiden yararlanmadık. İki dünya savaşı gördük, üçüncüyü ve dördüncüyü de göreceğiz kuşkusuz, belki daha da fazlasını. Eski düzen yıkılmadan barışın gelmesi mümkün değil. Dünya tekrar eski Yunan dünyasının oranlarına indirgenmeli ve herkesi kapsayacak kadar küçülmeli. Son insan da böylelikle kapsanıncaya kadar gerçek bir insan topluluğu var olamaz. 

Zihnim bana bu tür bir yaşamın başlamasının çok uzun zaman alacağını söylüyor, fakat daha azının insanı asla tatmin etmeyeceğini de biliyorum. İnsan bütünüyle insan oluncaya dek, dünyanın bir ferdi gibi davranmayı öğrenene dek kendisini mahvedecek tanrılar yaratmaya devam edecek. Yunanistan'ın trajedisi büyük bir kültürün yok olmasında değil, büyük bir vizyonun kesilmesinde yatıyor. Hatalı bir biçimde Yunanlıların tanrıları insanlaştırdığını söylüyoruz bizler. Oysa aksine, tanrılar Yunanlıları insanlaştırmış. Hayatın gerçek anlamının kavranmış gibi göründüğü bir an varmış, insan ırkının kaderinin tehlike altında olduğu soluk kesici bir an. O an, mest olmuş Yunanlıları saran iktidar ateşinin içinde solup gitmiş.

 İnsan aklına sığmayacak büyüklükte bir gerçeklikten mitoloji yaratmış Yunanlılar. Efsanenin cazibesine kapılırken, aslında gerçeklikten doğduğunu ve hayatın özüne dair olmanın dışında diğer yaratı biçimlerinden farklı olmadığını unutuyoruz bizler. Belki farkında olmadan biz de efsaneler yaratıyoruz, gel gelelim bizim yarattığımız efsanelerde tanrıya yer yok. Hayali bir materyalizmin küllerinden soyut, insanlığını yitirmiş bir dünya inşa ediyoruz burada. Kendimize dünyanın boş olduğunu kanıtlıyor ve bunu kendi boş mantığımızla doğruluyoruz. Fethetmeye kararlıyız ve niyetliyiz, fakat fethin kendisi ölüm demek...


(...)
Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. 

Güce güçle karşılık vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 


(...)
Yunanistan seyahatimin üzerimdeki etkisinden söz ettiğimde insanlar hayretler içinde kalıp büyüleniyor. Bana imrendiklerini, bir gün oralara gitmeyi umduklarını söylüyorlar. Neden gitmiyorlar ki? Çünkü kişi hazır olmadığı takdirde arzuladığı deneyimin tadına varamaz. İnsanlar söylediklerini nadiren kast eder. Yaptığından farklı bir iş yapmak için yanıp tutuştuğunu ya da başka bir yerde olmaya can attığını söyleyen kişi kendine yalan söylüyordur. Arzulamak sadece istemek anlamına gelmez. Arzulamak insanın aslına dönmesidir. Bu satırları okuyan kimileri kaçınılmaz olarak arzularını gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir yol olmadığını idrak edecektir. Maeterlinck'in hakikat ve eylem üzerine yazdığı tek bir cümle hayata bakışımı bütünüyle değiştirdi benim. O cümlenin anlamını tam olarak kavramak yirmi beş yılımı aldı. Bazı insanlar vizyon ile eylemi düzenlemekte daha hızlı. Demek istediğim şu ki ben Yunanistan'da o uyuma nihayet ulaştım. Havam söndü, uygun insani oranlara çekildim, yazgımı kabullenmeye ve aldığım her şeyi vermeye hazır hale geldim.

Agamemnon'un mezarında dururken gerçekten yeniden doğdum ben. Bu cümleyi okuyanların ne düşüneceği ya da diyeceği beni hiç ilgilendirmiyor. Bu dünyaya bir etkim olacaksa sözcüklerimden çok duruşumdan kaynaklanacağını biliyorum artık. Yolculuğumun bu tutanağını bilgiye katkı olması için değil -zira benim bilgim kısıtlı ve değersiz- insan deneyimine katkı olsun diye sunuyorum. Bu anlatıda muhtelif hatalar var kuşkusuz, ancak işin gerçeği şu ki benim başıma bir şey geldi ve onu elimden geldiğince doğru aktarmaya çalıştım...


(...)
Bu kitabı Katsimbalis için yazdım ona ve yurttaşlarına duyduğum minnetin bir ifadesi olarak. Umarım oranlarını abartıp onu bir deve benzettiğim için beni bağışlar. Amaroussion'u bilenler görkemli bir yanı olmadığını idrak edeceklerdir. Katsimbalis'in de görkemli bir yanı yok. Nihayetinde, bütün olarak ele alındığında, Yunanistan da görkemli bir tarafı yok. Fakat gerçekten ve bütünüyle insan olan herkesin görkemli bir yanı bulunur. Katsimbalis'ten daha insan birini tanımadım ben. Onunla Amaroussion sokaklarında yürürken yere bütünüyle yeni bir biçimde bastığımı hissettim. Yer daha candan, daha canlı, daha umut vericiydi sanki. Katsimbalis sıklıkla geçmişten konuşurdu, bu doğru, fakat ölü ve sonsuza dek unutulmuş bir şey olarak değil, içimizde taşıdığımız, şimdiki zamanı tomurcuklandırıp geleceği çekici kılacak bir şey olarak bahsederdi geçmişten. Küçük şeylerden de aynı saygıyla söz ederdi; onu duygulandıran şeylerden bahsetmek için yaptığı işe ara veremeyecek kadar meşgul değildi asla, sonsuz zamanı vardı ki, kendi başına yücelik işaretidir...

web sayfası

(not: kitapta Türkleri ve Türkiye'yi kötü gösteren yerler de var, ama sonuçta Miller bir tarihçi değil ve kendi ülkesini de acımasızca eleştirmiş. )

27 Kasım 2015

Sebastião Salgado

Sebastião Ribeiro Salgado ,
(8 Şubat 1944) Brezilyalı,
sosyal belgesel fotoğrafçısı ve
foto muhabiridir.

Şu an hayatta olan en iyi fotoğrafçılardan birisi Sebastiao Salgado, ilk fotoğrafını 26 yaşına kadar çekmedi. Bundan sonra memleketi olan Brezilya’dan ilk olarak Paris’te ekonomi üzerine doktora yapmak, daha sonra Londra’da Uluslararası Kahve Organizasyonu’nda mikroekonomist olarak çalışmak üzere ayrıldı. Bir gün mimarlık öğrencisi ve eşi olan Lelia eve bir Pentax kamerayla geldi. Bu konudaki görüşlerini Salgado bana şöyle aktarmıştı : ‘ İlk kez o makineye doğru baktığımda, nesnelerle ilişki kurabilmek için yeni bir yol bulduğumu anlamıştım.’ Paris’te aslında eski kömür deposu olan fotoğraf ajansının bodrum katında konuşuyorduk ve şöyle devam etti : ‘ Bir anı dondurma ve daha sonra onu elinde tutma yetisine sahip olmak harikaydı. İşte o anda fotoğraf benim hayatımın bir parçası haline geldi.'

 

Salgado dört dil bilmekte fakat “fotoğraf’ onun anadili. 40 yıl önce, işini bırakıp profesyonel olarak fotoğrafçılık kariyerine başladı, bundan hemen öncesinde üç yıl boyunca Afrika görevi üzerinde çalıştığı süreçte de kamerası hep yanındaydı. Bundan sonra Salgado’nun mesleği değişmişti ancak yaptığı şey aynıydı. Fotoğrafın üstün gücü ve cazibesini kullanarak politik, ekonomik ve eşitsizlik konusundaki soruları keşfediyordu. ‘Fotoğraf, tarafsız değildir. Tamamen özneldir, benim fotoğraflarım ideolojik ve etik olarak sadece bir kişiye bağımlı, o da benim.’ Eline bir kağıt parçası alır ve devam eder. ‘Bir fotoğraf sadece saniyenin 250’de biri kadardır.’ Bu oranı kağıda yazarak ‘Yani 250 fotoğraftan oluşan bir sergi açarsam, bu sadece 1 saniye eder. Yani tüm hikayeyi anlatabilmek için sadece 1 saniye kullanmış olurum.'



Salgado’yu daha iyi tanımak için yaklaşık 70 yıl önceye, Brezilya’nın tam bir yeryüzü cenneti olarak tanımlanmayı hak eden Minas Gerais bölgesine gitmek gerekiyor. 1940’lı yıllarda yüzde 70’ten fazlası ağaçlık alan olan bu bölge, bugün neredeyse tamamen ağaçsız durumda. İşte tam adıyla Sebastião Ribeiro Salgado, doğal yapısı ile dünyanın en güzel 25 yerinden biri olarak sayılan bu cennet parçasının Aimores isimli beldesinde 1944 yılında dünyaya geldi. Bölgenin yokluk ve imkansızlık durumu eğitimde de kaderdi ve Salgado’nun ailesi, çocuklarının eğitimi için 1960 yılında Espirito Santo’ya taşındı.


Şahit olduğu fakirlik, Sebastiao’nun bilinçaltında kendine ne kadar yer buldu bilinmez ama yükseköğrenimini ailesinin de yönlendirmesiyle ekonomi üzerine yaptı Salgado. 1967 yılında okulu bitirir bitirmez de eşi Lelia ile evlendi. Lelia, bir sanatçıydı mimarlık ve müzik eğitimi alıyordu. Bu evlilikten önce (daha sonra belgeselini çekecek olan) Juliano ve down sendromlu Rodrigo isimli iki erkek çocukları oldu. Eşinin çalışması ve kendisinin de doktora formasyonu için Paris’e taşınan ikili, bir süre sonra (1971) Londra’ya taşındılar.

Ara Güler ve dayak olayı

11 Şubat 1999 tarihinde Hürriyet gazetesinde bir haber yayımlandı, başlığı şöyleydi: “Ünlü fotoğrafçıya pazarcı dayağı!” Dayağı atan pazarcının ismi yazılı değildi ama Tarlabaşı semt pazarında ‘tezgâhın önünü kapattığı’ gerekçesiyle yüzü gözü kan içinde bırakılan Sebastiao Salgado’dan başkası değildi. Ayağından ciddi şekilde yaralanmıştı ve bir dizi ameliyat geçirdi. Bu olay üzerine Paris’e dönen Salgado, projesinden Türkiye’yi çıkardı ama buna rağmen ülkemize mesafeli durmadı. Ne ki bu sefer Göçler sergisi için bürokrasinin duvarına çarptı. ‘Kürtleri evsiz gösteriyor’ gerekçesiyle sergisinin açılışına izin verilmedi. Serginin sponsorunu da ‘bir şekilde’ çekilmeye ikna edilince Türk fotoğraf severlerin bu sanatçıyla buluşması, Ara Güler’e hediye ettiği fotoğraflardan oluşan ‘Sevgili Dostum Ara’ya’ sergisine kaldı. Serginin öyküsü de şu şekilde;

"Ben seni hep izlerdim, fotoğraflarını da çok severim. Senden fotoğraflarını istiyorum" der bir gün Salgado. "Kaç tane verirsen, ben de o kadar fotoğraf veririm" diye de ekler. "Seç on beş resim" deyince "On beş az, daha çok fotoğraf istiyorum, otuz tane olsun" der. Böylece Ara Güler hatırı sayılır bir Sebastião Salgado koleksiyonuna sahip olur. Ara Güler ile belgesel fotoğrafın bir başka ustası Salgado arasında geçen bu fotoğraf alış verişi, Salgado'nun da onayının alınmasıyla yıllar sonra bir sergiye dönüşmüş olur..Yandaki fotoğrafı Ara Güler çekmiştir..

  

Kitapları

1992-An Uncertain Grace
1993-Workers/ Trabalhadores  (26 ülkeden fotoğraf içerir)
1997-Terra
1999-Serra Pelada
1999-Outras Américas
2000-Êxodos / Migrations (39 ülkeden fotoğraf içerir)
2000-The Children: Refugees and Migrants
2004-Sahel: The End of the Road
2007-Africa
2013-Genesis
2014-From my Land to the Planet
2015-Perfume de Sonho

  

Fotoğraf dünyasında haklı bir yere sahip olan Salgado, çalışma yöntemleri ve hayat karşısındaki duruşuyla sıra dışı bir fotoğrafçı. aynı zamanda Unicef'in özel temsilcisi olan Salgado, yıllardan beri zor koşullar altında yaşam savaşı veren insanları anlatıyor. çalışmaları bugüne dek pek çok kitaba ve birçok sergiye dönüştü, ödüller aldı.

Salgado fotoğraflarında, varlığından haberdar olmadığımız, olsak bile mücadelelerinin zorluğunu, yoksulluklarının büyüklüğünü tahayyül edemeyeceğimiz binlerce insanı, kimileyin bulutların, dalların arasından, kimileyin fabrikaların küçük, kirli pencerelerinden sızan ışıkla kutsuyor.

Africa

Uluslararası Kahve Örgütü için ekonomist olarak çalışan Sebastiao Salgado, görevi gereği sıklıkla Afrika’ya gidiyordu. Ve onların hayatı bir akşam eşi Lelia’nın elinde Pentax marka fotoğraf makinesiyle eve gelmesiyle değişecekti. 30 yaşındaydı ve köklü bir değişim kararı aldı Salgado. Afrika’da çektiği fotoğraflarda,bir turist hassasiyetinden çok daha fazla ve derin şeyler vardı. Daha önemlisi Salgado sanki hayatın anlamını bulmuştu. Onun için fotoğraf çekmek, anı yakalamaktan çok daha fazla şeylerdi. Bu sebeple tası tarağı toplayıp eşiyle beraber tekrar Paris’e döndü. Sebastiao artık ‘serbest’ bir foto muhabiriydi… 1974 yılında Sygma fotoğraf ajansında çalışmaya başladı. Ancak bu iş birkaç aydan fazla sürmedi ve daha ünlü bir şirket olan Gamma’ya geçti ve Afrika, Avrupa ve özellikle Latin Amerika ülkelerinde çekimler yaptı.

  

1977 yılında Latin Amerika Yerlileri ve köylüler ile ilgili uzun bir fotografik kompozisyona başladı. 79’da Gama’dan da ayrılacaktı, sıradaki durağı
16 yıl sürecek olan Magnum Photos macerasıydı. Burada hayatını kökten etkileyecek olan meslektaşı ve aynı zamanda felsefeci olan Henri Cartier-Bresson ile tanışacaktı. Bresson, Magnum’un kurucuları arasındaydı.

Eylemin altını dolduran söylem eksikliği yavaş yavaş gidiyordu ve Salgado için fotoğraf çekmek daha da anlam kazanmıştı. Mesleğiyle ilgili ilk felsefî söylemin altyapısı burada oluşuyordu: “Bence fotoğraf, eşzamanlı tanımlamadır. Bir saniyeden kesit alınırken konunun önemi, sizin titiz bir organizasyonla şekilleri nasıl ifade ettiğinizle doğru orantılı olarak ortaya çıkar.’’ Bresson felsefesinde ‘kesin an’ denen şey, tam da buydu… Salgado’ya göre fotoğrafçı ile çektiği fotoğraf arasındaki ilişki neredeyse dokunacak kadar yakın ama birbirini etkileyemeyecek şekilde zarif, dramatik ve etkili olmalıydı.


Magnum zor durumdaydı ve tarih tam olarak 30 Mart 1981’di. ABD Başkanı Ronald Reagan, Washington Hilton Oteli’nin çıkışında silahlı saldırıya uğradı. Başkan dahil üç kişi ağır yaralanmıştı. Ertesi gün dünya medyasında Salgado’nun suikast anı ve sonrasında çektiği fotoğrafları yer alıyordu. Bu olay zor durumdaki ajansı da kurtarmıştı. Bu sansasyonel olay ilk ciddi çalışması olan (yaklaşık 18 aylık bir emeğin ürünüydü) ‘Çöl; ızdırap içindeki insan’ı bile geride bırakmıştı. 1986 yılında ‘Öteki Amerika’yı yayımladı ancak aynı yıl başladığı ‘İşçiler’ çalışması ona uluslararası şöhret kazandıracaktı. İşçiler’in bitmesi yaklaşık 7 yıl sürdü ve 26 ülke dolaşarak alabildiğince geniş bir işçi foto-profili çıkarmıştı sanatçı.

 Workers


Salgado endüstriyel devrimin ve küreselleşmenin temel sosyal haklardan mahrum kalmaya sebep olduğunu keşfetti ve kitabı Workers (İşçiler)’ı hazırlamak için 80’lerin sonları ve 90’ların başlarında olmak üzere 6 yıl boyunca 23 ülkeyi gezerek, maden işçileri, çay toplayıcıları, balıkçılar gibi büyük ölçekli sanayiye el emeğiyle katkı sağlayan insanları fotoğrafladı.

Güney Amerika’nın şeker kamışı işçileri, Brezilyalı maden işçileri, Fransız çelik işçileri, Bangladeş’in gemi söken işçileri, Hong Kong’un artık hayvanat bahçelerinde bile rastlanmayan kafeslerde yaşamaya mahkum ettiği Vietnamlı çocuklar, traktör kepçelerinde taşınan Ruandalı mülteci cesetleri…

 

Eduardo Galeano, Serra Paleda’nın maden işçilerini görüntüleyen fotoğraflar için “Bir madenciler ordusu mu bu, dağı tırmanan? firavunlar zamanında piramitleri kuran işçilerin bir görüntüsü mü? Bir karınca ordusu mu yoksa?” demiş. Salgado’nun fotoğraflarına bakarken ilk düşünülen bu oluyor gerçekten de: ne kadar da çoklar! açlıkla terbiye edilmiş, çamura, petrole, cürufa bulanmış kalabalıklar, yaşamlarının ve ekmeklerinin peşinde koşuyorlar, acı ve yoksulluğu, inatla çatılmış kaşlarda, yorgun, gülümseye çalışan yüzlerde, ağır yük altında gerilmiş bedenlerde üretmenin ve yürümenin gururuna dönüştürüyor kamerası.



1995 yılında Magnum’u bırakıp kendi ajansı Amazonas Images’i eşi Lelia ile birlikte kurduğunda Amazonas, aynı zamanda dünyanın en küçük foto ajanslarından biriydi. 1997 yılında Brezilya’da ‘Vatansızların Mücadelesi’ adında bir fotoğraf projesine imza attı ve ardından, 2000 yılında vatansız insanlar/ göçmenlerin ve mültecilerin yaşamını fotoğrafladı. 2002 yılında çocuk felci üzerine bir çalışma gerçekleşti.

Êxodos / Migrations

Migrations (Göç) için 35 ülkeyi dolaşarak Amerika Birleşik Devletlerine kaçak olarak gelen Meksikalıları, Sovyetler Birliği’ni terkeden Yahudileri ve Avrupa’ya ulaşmak için hayatlarını riske atan Afrikalıları belgeledi.

'Migration’ı bitirdiğimde gördüğüm şey insanoğlunun çok güçlü, çok acımasız ve çok agresif olmaya başladığıydı, hastalandım.’ diyor Salgado. Tüm vücudunu saran su çiçeği benzeri bir hastalık sebebiyle yataklara düşmüştü. Doktoru iyileşmesi için yedi kız kardeşi ve babasıyla birlikte yaşadığı, Brezilya’daki çiftliğe bir süreliğine geri dönmesini önerdi. Ancak çiftliğe vardıklarında karşılaştıkları şey kuraklık ve erozyon sebebiyle tahrip olmuş, kendine bile faydası olamayan bir topraktı. 



Eşim bana şöyle dedi ‘Bana her zaman cennette büyüdüğünü anlatırdın, ama burası adeta cehennem. Neden bir yağmur ormanı yetiştirmeyi, burayı eski haline geri döndürmeyi denemiyorsun?’’. Birkaç sıra ağaç diktikten sonra -hesapladığına göre iki milyondan fazla- daha önce orada yaşayan kuşlar ve hayvanlar geri dönmeye başlamış. Doğanın kendini yenileme konusundaki bu başarısını görmek, onu Genesis projesine başlatan sebeplerden biri oldu.



2000 yılında eşiyle beraber doğal toprakları koruma amaçlı Instituto Terra’yı kurdu. Kuruluş etapta 500 binden fazla ağaç dikti. Bugün milli parka dönüşen topraklar kaybettiğimiz toprakların nasıl yeşerip cana can katıldığı hikayesidir. Kolay bir hikaye değildir, on seneye yakın bir süre alır. ama sonuçta toprak, doğa kendini yenilemeye her zaman hazırdır yeter ki fırsat verin. 

Genesis

Salgado’nun son hikayesini hazırlaması 8 yıl sürdü. Bu süreçte 32 ülkeyi dolaştı ve bunların çoğu dünya üzerindeki en ücra köşelerdi. Hem Natural History Museum (Doğal Tarih Müzesi)’daki sergisinin ve hem de kitabının adı olan Genesis’te Salgado’nun amacı insanoğlu tarafından en az keşfedilmiş yerleri fotoğraflamaktı. Genesis İncil’e değil ama Salgado’nun havaya, suya ve ateşe yani hayat veren şeylere duyduğu aşkı temsil ediyordu.

Genesis’teki fotoğraflar Galagapos Adasındaki dev kaplumbağaların saldırısından, Ruanda’daki dağ gorillalarına, Sibiryalı göçebelerden, Antarktika’daki buz tarlalarını geçerek Büyük Kanyon’a oradan da kuzey Habeşistan’a kadar uzanıyor ‘Evde oturup, iyi bir yazar olabilirsiniz.’diyor Salgado, ‘Ama fotoğraf çekiyorsanız eğer, hikaye her zaman kapının dışındadır, dışarı çıkmalısınız ve evden olabildiğince uzaklaşmalısınız...

 

Salgado, Genesis projesine ilk başladığında filmli bir makine kullanıyordu, ancak daha sonra X-ray makinasının geleneksel filmli makine üzerindeki bozucu etkisi, kendi deyimiyle ‘Havaalanı Güvenliğinin Hışmı’ nedeniyle dijital makineye geçiş yapmak zorunda kaldı. Dijital makineyle yarattığı görüntülerin daha iyi olduğunu kabul etmekle birlikte, dijital makinenin getirdikleri konusunda dikkatli davranmaya çalışıyordu. ‘Deklanşöre bastıktan sonra ne çektiğime asla bakmam. Her zaman nasıl yaptıysam şimdi de aynı şekilde fotoğraf çekiyorum. Bazı fotoğrafçılar binlerce fotoğraf çekiyorlar ve birçoğunu siliyorlar. Ben hiçbir şeyi silmem. Benim için her zaman izlediğim yolu takip etmeye devam etmek çok önemli.’ 



Bu, Salgado’nun sadece siyah-beyaz fotoğraf çekmesinin sebebini de açıklıyor. Şu açıklamayı da ekliyor. ‘Gri tonları asla dikkat dağıtmaz, eğer şu masayı çekiyor olsaydım, bu kırmızı kitap her şeyden daha çok dikkat çekecekti. Kırmızı her zaman tüm gücü üstüne alıyor.’

Salgado, Genesis projesine Galapagos’ta dev kaplumbağaları fotoğraflamaya çalışarak başladı. ‘Fotoğraf çekmek için ayağa kalktım ve kaplumbağalar utanıp, benden uzaklaşmaya başladılar. Ben de dizlerimin üzerine çöküp omuzlarımı alçaltmaya çalıştım. Onlarla aynı seviyeye gelene kadar onları fotoğraflamama izin vermediler. O an itibariyle anladım ki, diğer türlere de kendime duyduğum gibi saygı duymam çok önemli. Sonuçta fotoğrafladığım şey bir canlı.'

Genesis için yaptığı 50’den fazla gezide, 50 yıldır birlikte olduğu, eşi Lelia yanındaydı. Amazonas fotoğraf ajansını da birlikte yürütmekteydiler.

Salgado Genesis projesini ‘yeryüzüne ve doğanın kendin yenileme özelliğine atfedilen bir aşk mektubu’ olarak tanımlıyor.’ Fotoğraflara bakıp Genesis’in ağıt mı yoksa ilahi mi olduğunu merak etmemek elde değil. ‘Ben Genesis’i bir haberci, antropolog ya da biyolog gözüyle yapmadım. Sadece zevk için yaptım. Benim için eğlenceli bir fikirdi. İki ay boyunca yürümek, Himalayalar’a ve Antarktika’ya gitmek bana büyük bir zevk verdi, bende bunu paylaşmak istedim. Bu projeyi tamamladığımda gezegenin geleceğine olan umudum daha da arttı, ilk başladığımda bu kadar umutlu değildim.

Genesis projesiyle, günümüzün en kayda değer fotoğrafçılarından biri olduğunu gösteren Salgado şöyle diyor : ‘Fotoğrafçılar için en büyük tehlike önemli olduklarını düşünmeye başlamalarıdır.’ Salgado 2005 yılında, Genesis projesine daha yeni başlamışken, verdiği bir röportajda Genesis’in büyük ihtimalle son büyük fotoğraf projesi olduğunu söylemişti. Fikrini değiştirip değiştirmediği sorulduğunda; Salgado kafasını salladı ve şöyle dedi ‘Genesis projesine başladığımda 59 yaşındaydım ve çok yaşlı olduğumu düşünüyordum. Şimdi 70 yaşındayım ve gayet iyi hissediyorum. Tekrar başlamaya hazırım. Hayat bir bisiklettir: İleri doğru gitmeye ve düşene kadar pedal çevirmeye devam etmelisin.’


Onun nesneleri renk ve tonun tarifi kadar muhteşem ve eşsizdir. Fakat gene de tüm fotoğrafları insanoğlunun çilesini anlatır. "Fotoğraflarıma bir sanat objesi gibi bakılmasını istemem" diyecek kadar cesur eserlere imza atan sanatçı, bir o kadar da politik duruş gösterir. Hemen hemen tüm eserleri bir başyapıttır. Her biri en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm insanoğlunun serüvenini bizlere yansıtır. Bu esnada tüm yapıtlarına yüreğinden bir parça koymayı ihmal etmez.

Salgado’nun fotoğrafları bizi Salgado’yu asil, kahraman, kabilesinden uzaklara göç eden, balinaların yanında yüzen, buzullar arasından yelkenlisiyle geçen, tüm diğer ruhlardan uzaklarda, yalnız biri olarak hayal etmeye itiyor. Ama gerçekte Salgado’nun yalnız kaldığı çok nadirdi. ‘Bazen yanımda bir asistan ve bir kaç yerli insan olur, diğer zamanlarda ise neredeyse 20 kişi.’ diyor Salgado. ‘Toplumumuzda kahraman hep yalnız kovboy olmalı diye düşünülüyor, tamamen özgün birisi, Ama aslında özgün olmak için çevrende bir çok insan olmalı, çünkü kendi kendinle hiçbir şey yapamazsın.’ 



Salgado’nun dış görünüşüne baktığınızda 69 yaşında kel, mütevazi bir adam, ancak fotoğraflarına baktığınızda yerküre üzerinde yaşayan, tanrısal bakış açısına sahip olan birini görürsünüz. SALT OF THE EARTH Felsefesi, sanatında ve çalışma alanında mütevazılığı beraberinde getirmişti. 4 dil bilmesine ve ciddi eğitim almasına rağmen bu yönünü çektiği fotoğraflarda ve meslek yaşamında hiçbir zaman ön plana çıkarmadı Sebastiao Salgado.

UNICEF İyi Niyet Elçisi ve ABD’de Sanat ve Bilim Akademisi’nin fahri üyesi olan sanatçı,  çalışmaları nedeniyle çeşitli doktora ve pek çok akademik ödülün de sahibi oldu. Meslek yaşamına sayısız sergi ve fotoğraf ve fotoğraf kitapları da sığdıran Sebastiao Salgado için en son ünlü yönetmen Wim Wenders kolları sıvadı. Sanatçının oğlu Juliano ile beraber ‘The Salt of the Earth / Toprağın Tuzu’ isimli bir belgesel çeken Wender, bu önemli sanatçının fotoğraf ile kurduğu o gizemli ilişkiyi perdeye yansıttı. Wenders, filminde Salgado için yapılan, ‘Acıyı dramatikleştiriyor’ eleştirilerine de cevap veriyordu adeta. Toprağın Tuzu, Oscar’a adaydı ve Cannes dahil 7 önemli festivalde ödüller aldı.

Wim Wenders-2014-The Salt of the Earth

 

Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth), Amazon’un ağzındaki Serra Pelado altın madeninde, uzaktan birer karınca gibi görünen, çamurlara bulanmış yüzlerce insanın Sebastião Salgado tarafından çekilmiş fotoğraflarıyla açılır. Her meslekten, her sınıftan insanın bulunduğu bu mahşeri ortam, gerçeküstü bir atmosfer gibi görünse de herkes o fotoğraflarda biraz kendi insanlığına bakabilir. “Köle gibi görünüyorlar ama değiller, sadece zengin olma fikrinin kölesi onlar,” der Salgado.

Toprağın Tuzu, fotoğraflarıyla insanlık hallerini ve yaşadığımız gezegeni bize hatırlatan bir fotoğrafçıyı anlatır. Bir fotoğrafçı nedir ki? “Dünyayı ışık ve gölgeyle yeniden yazan kişidir,” der Wim Wenders. Bu filmi de Salgado’nun oğlu Juliano Ribeiro ile birlikte çeker.


Brezilya’da bir çiftlikte dünyaya gelir. Çocukken babasıyla 4-5 saat yürüyerek gittiği geniş bir düzlük vardır. Oraya gidip babasıyla güneşin dağların üzerinde yükselmesini seyreder. “Her dağın ötesinde bir hikâye, görülecek bir şey vardır,” der ve oradaki ışığı unutmaz, o büyülü ışık o zamanlardan içine yerleşir. Askeri rejim yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalınca karısı Lélia’yla Paris’e yerleşir. Lélia’nın mimarlık öğrenimi için aldığı fotoğraf makinesiyle gitgide daha çok ilgilenir. Dünya Ekonomi Bankası’nda bir ekonomist olarak çalışmaktan vazgeçip kendini makinesiyle birlikte dünyanın türlü köşelerinde bulur.



Lélia ile birlikte türlü insanlık hallerine tanıklık edecek fotoğraf projeleri geliştirir. Katliamlar, savaşlar, kuraklık, açlık yüzünden göç etmek zorunda kalan insanları; el emeğiyle çalışan işçileri fotoğraflar. Kuveyt’te petrol kuyularının yanmasına tanıklık eder. Dumanın yoğunluğundan günışığı süzülemez, tüyleri yapışan kuşlar uçamaz, başıboş bırakılmış atlar delirir. Yugoslavya’da nefretin nasıl bulaştığını görür. Bütün dünyanın mülteci çadırlarıyla kaplanmış olduğunu düşündürtecek manzaralarla karşılaşır. Aylarca Afrika’da kalır. İnsanların ağır ağır ruh sağlıklarını kaybedip yok olup gitmelerine tanık olur. Çoğu zaman makinasını bırakıp çaresizce ağlar. “Bizler insafsız hayvanlarız, tarihimiz savaş tarihi, bir delilik öyküsü.” Ruanda deneyiminden sonra insanlığın kurtuluşuna, bunun ardından bir hayat inşa edilebileceğine inanmaz, buna hakkı olduğuna da. Kendi deyişiyle “ruhu hastadır” artık. Fotoğrafçının umutsuzluğa düştüğü noktada seyirci de koyu bir umutsuzluk hisseder. Wenders arka arkaya bu dehşet verici görüntüleri paylaşmaktan çekinmez. Fakat bir söyleşisinde “bu filmi Ruanda’da bitiremezdim,” der, “umutlu bir şeylerin olması gerekti.”

Salgado daha sonra çocukluktaki çiftliğine döner. Tropik bir ormandan geriye kıraç bir arazi kalmıştır. Burada Lélia devreye girer, muazzam bir ağaçlandırma projesine (Instituto Terra) ön ayak olur. Bu proje hem o topraklara hem de Salgado’ya hayat verir. O çorak arazi tekrar tropikal bir evrene dönüşür. Bu arada Salgado, insan eli değmemiş toprakları, modern hayatın sızamadığı toplulukları fotoğraflamak üzere Genesis isimli projesine başlar. Çeşitli kabileleri ziyaret eder, Amazon’un derinliklerindeki anaerkil Zo’e’leri, Sibirya’da soğuktan çizmeleriyle uyuyan Nenetleri, Ob nehri’ni ve dünyanın kıyısını keşfe çıkar. “Yeryüzüne bir aşk mektubu” olan bu projeyle gezegenin daha iyimser bir çehresiyle karşılaşır. Brezilya’daki çiftliğe döndüğünde artık ağaçların arasındadır. “Ağaç herkesin evidir. 400-500 yıl yaşayacaklar. Ne müthiş bir güç ama! Belki sonsuzluk ölçülebilir bir şeydir,” der Salgado filmin sonunda

Toprağın Tuzu, fotoğrafçının siyah beyaz fotoğraflarıyla, aile hikayeleriyle ve Wenders ve oğluyla birlikte yaptığı gezilerle ilerler. Wenders, Salgado’yu karanlık bir odada, siyah fon önünde çeker, onun rahat olmasını istediğini ve onun alışkın olduğu karanlık odada karar kıldığını söyler bir söyleşisinde. Bu gerçekten işe yaramış gibidir, kimi çevrelerce fotoğrafları “fazla güzel” bulunduğu için eleştirilen Salgado’nun samimiyetini bize hissettirir. Wenders’in filmin başında da dediği gibi insanları, insanlığı önemseyen biridir o, yaşamı sırasında bir değer yaratmayı başarmış kişilerdendir ve film sırf bu ilhamı verdiği için bile seyredilmeyi hak eder.

*(Toprağın tuzu: insan oluyor..)

filmi izlemek için

filmin altyazısı yeniden düzenlenmiştir.

fotoğrafları için de

i) 500'e yakın fotoğrafına buradan bakabilirsiniz
ii) magicalmoment sayfası


son olarak 

‘Benim fotoğraflarımın tek başına bir şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Ancak şu an sahip olduğumuz bilgi dağarcığıyla birlikte belki bir şeyler değişebilir.’



Related Posts with thumbnails