27 Kasım 2015

Sebastião Salgado

Sebastião Ribeiro Salgado ,
(8 Şubat 1944) Brezilyalı,
sosyal belgesel fotoğrafçısı ve
foto muhabiridir.

Şu an hayatta olan en iyi fotoğrafçılardan birisi Sebastiao Salgado, ilk fotoğrafını 26 yaşına kadar çekmedi. Bundan sonra memleketi olan Brezilya’dan ilk olarak Paris’te ekonomi üzerine doktora yapmak, daha sonra Londra’da Uluslararası Kahve Organizasyonu’nda mikroekonomist olarak çalışmak üzere ayrıldı. Bir gün mimarlık öğrencisi ve eşi olan Lelia eve bir Pentax kamerayla geldi. Bu konudaki görüşlerini Salgado bana şöyle aktarmıştı : ‘ İlk kez o makineye doğru baktığımda, nesnelerle ilişki kurabilmek için yeni bir yol bulduğumu anlamıştım.’ Paris’te aslında eski kömür deposu olan fotoğraf ajansının bodrum katında konuşuyorduk ve şöyle devam etti : ‘ Bir anı dondurma ve daha sonra onu elinde tutma yetisine sahip olmak harikaydı. İşte o anda fotoğraf benim hayatımın bir parçası haline geldi.'

 

Salgado dört dil bilmekte fakat “fotoğraf’ onun anadili. 40 yıl önce, işini bırakıp profesyonel olarak fotoğrafçılık kariyerine başladı, bundan hemen öncesinde üç yıl boyunca Afrika görevi üzerinde çalıştığı süreçte de kamerası hep yanındaydı. Bundan sonra Salgado’nun mesleği değişmişti ancak yaptığı şey aynıydı. Fotoğrafın üstün gücü ve cazibesini kullanarak politik, ekonomik ve eşitsizlik konusundaki soruları keşfediyordu. ‘Fotoğraf, tarafsız değildir. Tamamen özneldir, benim fotoğraflarım ideolojik ve etik olarak sadece bir kişiye bağımlı, o da benim.’ Eline bir kağıt parçası alır ve devam eder. ‘Bir fotoğraf sadece saniyenin 250’de biri kadardır.’ Bu oranı kağıda yazarak ‘Yani 250 fotoğraftan oluşan bir sergi açarsam, bu sadece 1 saniye eder. Yani tüm hikayeyi anlatabilmek için sadece 1 saniye kullanmış olurum.'



Salgado’yu daha iyi tanımak için yaklaşık 70 yıl önceye, Brezilya’nın tam bir yeryüzü cenneti olarak tanımlanmayı hak eden Minas Gerais bölgesine gitmek gerekiyor. 1940’lı yıllarda yüzde 70’ten fazlası ağaçlık alan olan bu bölge, bugün neredeyse tamamen ağaçsız durumda. İşte tam adıyla Sebastião Ribeiro Salgado, doğal yapısı ile dünyanın en güzel 25 yerinden biri olarak sayılan bu cennet parçasının Aimores isimli beldesinde 1944 yılında dünyaya geldi. Bölgenin yokluk ve imkansızlık durumu eğitimde de kaderdi ve Salgado’nun ailesi, çocuklarının eğitimi için 1960 yılında Espirito Santo’ya taşındı.


Şahit olduğu fakirlik, Sebastiao’nun bilinçaltında kendine ne kadar yer buldu bilinmez ama yükseköğrenimini ailesinin de yönlendirmesiyle ekonomi üzerine yaptı Salgado. 1967 yılında okulu bitirir bitirmez de eşi Lelia ile evlendi. Lelia, bir sanatçıydı mimarlık ve müzik eğitimi alıyordu. Bu evlilikten önce (daha sonra belgeselini çekecek olan) Juliano ve down sendromlu Rodrigo isimli iki erkek çocukları oldu. Eşinin çalışması ve kendisinin de doktora formasyonu için Paris’e taşınan ikili, bir süre sonra (1971) Londra’ya taşındılar.

Ara Güler ve dayak olayı

11 Şubat 1999 tarihinde Hürriyet gazetesinde bir haber yayımlandı, başlığı şöyleydi: “Ünlü fotoğrafçıya pazarcı dayağı!” Dayağı atan pazarcının ismi yazılı değildi ama Tarlabaşı semt pazarında ‘tezgâhın önünü kapattığı’ gerekçesiyle yüzü gözü kan içinde bırakılan Sebastiao Salgado’dan başkası değildi. Ayağından ciddi şekilde yaralanmıştı ve bir dizi ameliyat geçirdi. Bu olay üzerine Paris’e dönen Salgado, projesinden Türkiye’yi çıkardı ama buna rağmen ülkemize mesafeli durmadı. Ne ki bu sefer Göçler sergisi için bürokrasinin duvarına çarptı. ‘Kürtleri evsiz gösteriyor’ gerekçesiyle sergisinin açılışına izin verilmedi. Serginin sponsorunu da ‘bir şekilde’ çekilmeye ikna edilince Türk fotoğraf severlerin bu sanatçıyla buluşması, Ara Güler’e hediye ettiği fotoğraflardan oluşan ‘Sevgili Dostum Ara’ya’ sergisine kaldı. Serginin öyküsü de şu şekilde;

"Ben seni hep izlerdim, fotoğraflarını da çok severim. Senden fotoğraflarını istiyorum" der bir gün Salgado. "Kaç tane verirsen, ben de o kadar fotoğraf veririm" diye de ekler. "Seç on beş resim" deyince "On beş az, daha çok fotoğraf istiyorum, otuz tane olsun" der. Böylece Ara Güler hatırı sayılır bir Sebastião Salgado koleksiyonuna sahip olur. Ara Güler ile belgesel fotoğrafın bir başka ustası Salgado arasında geçen bu fotoğraf alış verişi, Salgado'nun da onayının alınmasıyla yıllar sonra bir sergiye dönüşmüş olur..Yandaki fotoğrafı Ara Güler çekmiştir..

  

Kitapları

1992-An Uncertain Grace
1993-Workers/ Trabalhadores  (26 ülkeden fotoğraf içerir)
1997-Terra
1999-Serra Pelada
1999-Outras Américas
2000-Êxodos / Migrations (39 ülkeden fotoğraf içerir)
2000-The Children: Refugees and Migrants
2004-Sahel: The End of the Road
2007-Africa
2013-Genesis
2014-From my Land to the Planet
2015-Perfume de Sonho

  

Fotoğraf dünyasında haklı bir yere sahip olan Salgado, çalışma yöntemleri ve hayat karşısındaki duruşuyla sıra dışı bir fotoğrafçı. aynı zamanda Unicef'in özel temsilcisi olan Salgado, yıllardan beri zor koşullar altında yaşam savaşı veren insanları anlatıyor. çalışmaları bugüne dek pek çok kitaba ve birçok sergiye dönüştü, ödüller aldı.

Salgado fotoğraflarında, varlığından haberdar olmadığımız, olsak bile mücadelelerinin zorluğunu, yoksulluklarının büyüklüğünü tahayyül edemeyeceğimiz binlerce insanı, kimileyin bulutların, dalların arasından, kimileyin fabrikaların küçük, kirli pencerelerinden sızan ışıkla kutsuyor.

Africa

Uluslararası Kahve Örgütü için ekonomist olarak çalışan Sebastiao Salgado, görevi gereği sıklıkla Afrika’ya gidiyordu. Ve onların hayatı bir akşam eşi Lelia’nın elinde Pentax marka fotoğraf makinesiyle eve gelmesiyle değişecekti. 30 yaşındaydı ve köklü bir değişim kararı aldı Salgado. Afrika’da çektiği fotoğraflarda,bir turist hassasiyetinden çok daha fazla ve derin şeyler vardı. Daha önemlisi Salgado sanki hayatın anlamını bulmuştu. Onun için fotoğraf çekmek, anı yakalamaktan çok daha fazla şeylerdi. Bu sebeple tası tarağı toplayıp eşiyle beraber tekrar Paris’e döndü. Sebastiao artık ‘serbest’ bir foto muhabiriydi… 1974 yılında Sygma fotoğraf ajansında çalışmaya başladı. Ancak bu iş birkaç aydan fazla sürmedi ve daha ünlü bir şirket olan Gamma’ya geçti ve Afrika, Avrupa ve özellikle Latin Amerika ülkelerinde çekimler yaptı.

  

1977 yılında Latin Amerika Yerlileri ve köylüler ile ilgili uzun bir fotografik kompozisyona başladı. 79’da Gama’dan da ayrılacaktı, sıradaki durağı
16 yıl sürecek olan Magnum Photos macerasıydı. Burada hayatını kökten etkileyecek olan meslektaşı ve aynı zamanda felsefeci olan Henri Cartier-Bresson ile tanışacaktı. Bresson, Magnum’un kurucuları arasındaydı.

Eylemin altını dolduran söylem eksikliği yavaş yavaş gidiyordu ve Salgado için fotoğraf çekmek daha da anlam kazanmıştı. Mesleğiyle ilgili ilk felsefî söylemin altyapısı burada oluşuyordu: “Bence fotoğraf, eşzamanlı tanımlamadır. Bir saniyeden kesit alınırken konunun önemi, sizin titiz bir organizasyonla şekilleri nasıl ifade ettiğinizle doğru orantılı olarak ortaya çıkar.’’ Bresson felsefesinde ‘kesin an’ denen şey, tam da buydu… Salgado’ya göre fotoğrafçı ile çektiği fotoğraf arasındaki ilişki neredeyse dokunacak kadar yakın ama birbirini etkileyemeyecek şekilde zarif, dramatik ve etkili olmalıydı.


Magnum zor durumdaydı ve tarih tam olarak 30 Mart 1981’di. ABD Başkanı Ronald Reagan, Washington Hilton Oteli’nin çıkışında silahlı saldırıya uğradı. Başkan dahil üç kişi ağır yaralanmıştı. Ertesi gün dünya medyasında Salgado’nun suikast anı ve sonrasında çektiği fotoğrafları yer alıyordu. Bu olay zor durumdaki ajansı da kurtarmıştı. Bu sansasyonel olay ilk ciddi çalışması olan (yaklaşık 18 aylık bir emeğin ürünüydü) ‘Çöl; ızdırap içindeki insan’ı bile geride bırakmıştı. 1986 yılında ‘Öteki Amerika’yı yayımladı ancak aynı yıl başladığı ‘İşçiler’ çalışması ona uluslararası şöhret kazandıracaktı. İşçiler’in bitmesi yaklaşık 7 yıl sürdü ve 26 ülke dolaşarak alabildiğince geniş bir işçi foto-profili çıkarmıştı sanatçı.

 Workers


Salgado endüstriyel devrimin ve küreselleşmenin temel sosyal haklardan mahrum kalmaya sebep olduğunu keşfetti ve kitabı Workers (İşçiler)’ı hazırlamak için 80’lerin sonları ve 90’ların başlarında olmak üzere 6 yıl boyunca 23 ülkeyi gezerek, maden işçileri, çay toplayıcıları, balıkçılar gibi büyük ölçekli sanayiye el emeğiyle katkı sağlayan insanları fotoğrafladı.

Güney Amerika’nın şeker kamışı işçileri, Brezilyalı maden işçileri, Fransız çelik işçileri, Bangladeş’in gemi söken işçileri, Hong Kong’un artık hayvanat bahçelerinde bile rastlanmayan kafeslerde yaşamaya mahkum ettiği Vietnamlı çocuklar, traktör kepçelerinde taşınan Ruandalı mülteci cesetleri…

 

Eduardo Galeano, Serra Paleda’nın maden işçilerini görüntüleyen fotoğraflar için “Bir madenciler ordusu mu bu, dağı tırmanan? firavunlar zamanında piramitleri kuran işçilerin bir görüntüsü mü? Bir karınca ordusu mu yoksa?” demiş. Salgado’nun fotoğraflarına bakarken ilk düşünülen bu oluyor gerçekten de: ne kadar da çoklar! açlıkla terbiye edilmiş, çamura, petrole, cürufa bulanmış kalabalıklar, yaşamlarının ve ekmeklerinin peşinde koşuyorlar, acı ve yoksulluğu, inatla çatılmış kaşlarda, yorgun, gülümseye çalışan yüzlerde, ağır yük altında gerilmiş bedenlerde üretmenin ve yürümenin gururuna dönüştürüyor kamerası.



1995 yılında Magnum’u bırakıp kendi ajansı Amazonas Images’i eşi Lelia ile birlikte kurduğunda Amazonas, aynı zamanda dünyanın en küçük foto ajanslarından biriydi. 1997 yılında Brezilya’da ‘Vatansızların Mücadelesi’ adında bir fotoğraf projesine imza attı ve ardından, 2000 yılında vatansız insanlar/ göçmenlerin ve mültecilerin yaşamını fotoğrafladı. 2002 yılında çocuk felci üzerine bir çalışma gerçekleşti.

Êxodos / Migrations

Migrations (Göç) için 35 ülkeyi dolaşarak Amerika Birleşik Devletlerine kaçak olarak gelen Meksikalıları, Sovyetler Birliği’ni terkeden Yahudileri ve Avrupa’ya ulaşmak için hayatlarını riske atan Afrikalıları belgeledi.

'Migration’ı bitirdiğimde gördüğüm şey insanoğlunun çok güçlü, çok acımasız ve çok agresif olmaya başladığıydı, hastalandım.’ diyor Salgado. Tüm vücudunu saran su çiçeği benzeri bir hastalık sebebiyle yataklara düşmüştü. Doktoru iyileşmesi için yedi kız kardeşi ve babasıyla birlikte yaşadığı, Brezilya’daki çiftliğe bir süreliğine geri dönmesini önerdi. Ancak çiftliğe vardıklarında karşılaştıkları şey kuraklık ve erozyon sebebiyle tahrip olmuş, kendine bile faydası olamayan bir topraktı. 



Eşim bana şöyle dedi ‘Bana her zaman cennette büyüdüğünü anlatırdın, ama burası adeta cehennem. Neden bir yağmur ormanı yetiştirmeyi, burayı eski haline geri döndürmeyi denemiyorsun?’’. Birkaç sıra ağaç diktikten sonra -hesapladığına göre iki milyondan fazla- daha önce orada yaşayan kuşlar ve hayvanlar geri dönmeye başlamış. Doğanın kendini yenileme konusundaki bu başarısını görmek, onu Genesis projesine başlatan sebeplerden biri oldu.



2000 yılında eşiyle beraber doğal toprakları koruma amaçlı Instituto Terra’yı kurdu. Kuruluş etapta 500 binden fazla ağaç dikti. Bugün milli parka dönüşen topraklar kaybettiğimiz toprakların nasıl yeşerip cana can katıldığı hikayesidir. Kolay bir hikaye değildir, on seneye yakın bir süre alır. ama sonuçta toprak, doğa kendini yenilemeye her zaman hazırdır yeter ki fırsat verin. 

Genesis

Salgado’nun son hikayesini hazırlaması 8 yıl sürdü. Bu süreçte 32 ülkeyi dolaştı ve bunların çoğu dünya üzerindeki en ücra köşelerdi. Hem Natural History Museum (Doğal Tarih Müzesi)’daki sergisinin ve hem de kitabının adı olan Genesis’te Salgado’nun amacı insanoğlu tarafından en az keşfedilmiş yerleri fotoğraflamaktı. Genesis İncil’e değil ama Salgado’nun havaya, suya ve ateşe yani hayat veren şeylere duyduğu aşkı temsil ediyordu.

Genesis’teki fotoğraflar Galagapos Adasındaki dev kaplumbağaların saldırısından, Ruanda’daki dağ gorillalarına, Sibiryalı göçebelerden, Antarktika’daki buz tarlalarını geçerek Büyük Kanyon’a oradan da kuzey Habeşistan’a kadar uzanıyor ‘Evde oturup, iyi bir yazar olabilirsiniz.’diyor Salgado, ‘Ama fotoğraf çekiyorsanız eğer, hikaye her zaman kapının dışındadır, dışarı çıkmalısınız ve evden olabildiğince uzaklaşmalısınız...

 

Salgado, Genesis projesine ilk başladığında filmli bir makine kullanıyordu, ancak daha sonra X-ray makinasının geleneksel filmli makine üzerindeki bozucu etkisi, kendi deyimiyle ‘Havaalanı Güvenliğinin Hışmı’ nedeniyle dijital makineye geçiş yapmak zorunda kaldı. Dijital makineyle yarattığı görüntülerin daha iyi olduğunu kabul etmekle birlikte, dijital makinenin getirdikleri konusunda dikkatli davranmaya çalışıyordu. ‘Deklanşöre bastıktan sonra ne çektiğime asla bakmam. Her zaman nasıl yaptıysam şimdi de aynı şekilde fotoğraf çekiyorum. Bazı fotoğrafçılar binlerce fotoğraf çekiyorlar ve birçoğunu siliyorlar. Ben hiçbir şeyi silmem. Benim için her zaman izlediğim yolu takip etmeye devam etmek çok önemli.’ 



Bu, Salgado’nun sadece siyah-beyaz fotoğraf çekmesinin sebebini de açıklıyor. Şu açıklamayı da ekliyor. ‘Gri tonları asla dikkat dağıtmaz, eğer şu masayı çekiyor olsaydım, bu kırmızı kitap her şeyden daha çok dikkat çekecekti. Kırmızı her zaman tüm gücü üstüne alıyor.’

Salgado, Genesis projesine Galapagos’ta dev kaplumbağaları fotoğraflamaya çalışarak başladı. ‘Fotoğraf çekmek için ayağa kalktım ve kaplumbağalar utanıp, benden uzaklaşmaya başladılar. Ben de dizlerimin üzerine çöküp omuzlarımı alçaltmaya çalıştım. Onlarla aynı seviyeye gelene kadar onları fotoğraflamama izin vermediler. O an itibariyle anladım ki, diğer türlere de kendime duyduğum gibi saygı duymam çok önemli. Sonuçta fotoğrafladığım şey bir canlı.'

Genesis için yaptığı 50’den fazla gezide, 50 yıldır birlikte olduğu, eşi Lelia yanındaydı. Amazonas fotoğraf ajansını da birlikte yürütmekteydiler.

Salgado Genesis projesini ‘yeryüzüne ve doğanın kendin yenileme özelliğine atfedilen bir aşk mektubu’ olarak tanımlıyor.’ Fotoğraflara bakıp Genesis’in ağıt mı yoksa ilahi mi olduğunu merak etmemek elde değil. ‘Ben Genesis’i bir haberci, antropolog ya da biyolog gözüyle yapmadım. Sadece zevk için yaptım. Benim için eğlenceli bir fikirdi. İki ay boyunca yürümek, Himalayalar’a ve Antarktika’ya gitmek bana büyük bir zevk verdi, bende bunu paylaşmak istedim. Bu projeyi tamamladığımda gezegenin geleceğine olan umudum daha da arttı, ilk başladığımda bu kadar umutlu değildim.

Genesis projesiyle, günümüzün en kayda değer fotoğrafçılarından biri olduğunu gösteren Salgado şöyle diyor : ‘Fotoğrafçılar için en büyük tehlike önemli olduklarını düşünmeye başlamalarıdır.’ Salgado 2005 yılında, Genesis projesine daha yeni başlamışken, verdiği bir röportajda Genesis’in büyük ihtimalle son büyük fotoğraf projesi olduğunu söylemişti. Fikrini değiştirip değiştirmediği sorulduğunda; Salgado kafasını salladı ve şöyle dedi ‘Genesis projesine başladığımda 59 yaşındaydım ve çok yaşlı olduğumu düşünüyordum. Şimdi 70 yaşındayım ve gayet iyi hissediyorum. Tekrar başlamaya hazırım. Hayat bir bisiklettir: İleri doğru gitmeye ve düşene kadar pedal çevirmeye devam etmelisin.’


Onun nesneleri renk ve tonun tarifi kadar muhteşem ve eşsizdir. Fakat gene de tüm fotoğrafları insanoğlunun çilesini anlatır. "Fotoğraflarıma bir sanat objesi gibi bakılmasını istemem" diyecek kadar cesur eserlere imza atan sanatçı, bir o kadar da politik duruş gösterir. Hemen hemen tüm eserleri bir başyapıttır. Her biri en küçüğünden en büyüğüne kadar tüm insanoğlunun serüvenini bizlere yansıtır. Bu esnada tüm yapıtlarına yüreğinden bir parça koymayı ihmal etmez.

Salgado’nun fotoğrafları bizi Salgado’yu asil, kahraman, kabilesinden uzaklara göç eden, balinaların yanında yüzen, buzullar arasından yelkenlisiyle geçen, tüm diğer ruhlardan uzaklarda, yalnız biri olarak hayal etmeye itiyor. Ama gerçekte Salgado’nun yalnız kaldığı çok nadirdi. ‘Bazen yanımda bir asistan ve bir kaç yerli insan olur, diğer zamanlarda ise neredeyse 20 kişi.’ diyor Salgado. ‘Toplumumuzda kahraman hep yalnız kovboy olmalı diye düşünülüyor, tamamen özgün birisi, Ama aslında özgün olmak için çevrende bir çok insan olmalı, çünkü kendi kendinle hiçbir şey yapamazsın.’ 



Salgado’nun dış görünüşüne baktığınızda 69 yaşında kel, mütevazi bir adam, ancak fotoğraflarına baktığınızda yerküre üzerinde yaşayan, tanrısal bakış açısına sahip olan birini görürsünüz. SALT OF THE EARTH Felsefesi, sanatında ve çalışma alanında mütevazılığı beraberinde getirmişti. 4 dil bilmesine ve ciddi eğitim almasına rağmen bu yönünü çektiği fotoğraflarda ve meslek yaşamında hiçbir zaman ön plana çıkarmadı Sebastiao Salgado.

UNICEF İyi Niyet Elçisi ve ABD’de Sanat ve Bilim Akademisi’nin fahri üyesi olan sanatçı,  çalışmaları nedeniyle çeşitli doktora ve pek çok akademik ödülün de sahibi oldu. Meslek yaşamına sayısız sergi ve fotoğraf ve fotoğraf kitapları da sığdıran Sebastiao Salgado için en son ünlü yönetmen Wim Wenders kolları sıvadı. Sanatçının oğlu Juliano ile beraber ‘The Salt of the Earth / Toprağın Tuzu’ isimli bir belgesel çeken Wender, bu önemli sanatçının fotoğraf ile kurduğu o gizemli ilişkiyi perdeye yansıttı. Wenders, filminde Salgado için yapılan, ‘Acıyı dramatikleştiriyor’ eleştirilerine de cevap veriyordu adeta. Toprağın Tuzu, Oscar’a adaydı ve Cannes dahil 7 önemli festivalde ödüller aldı.

Wim Wenders-2014-The Salt of the Earth

 

Toprağın Tuzu (The Salt of the Earth), Amazon’un ağzındaki Serra Pelado altın madeninde, uzaktan birer karınca gibi görünen, çamurlara bulanmış yüzlerce insanın Sebastião Salgado tarafından çekilmiş fotoğraflarıyla açılır. Her meslekten, her sınıftan insanın bulunduğu bu mahşeri ortam, gerçeküstü bir atmosfer gibi görünse de herkes o fotoğraflarda biraz kendi insanlığına bakabilir. “Köle gibi görünüyorlar ama değiller, sadece zengin olma fikrinin kölesi onlar,” der Salgado.

Toprağın Tuzu, fotoğraflarıyla insanlık hallerini ve yaşadığımız gezegeni bize hatırlatan bir fotoğrafçıyı anlatır. Bir fotoğrafçı nedir ki? “Dünyayı ışık ve gölgeyle yeniden yazan kişidir,” der Wim Wenders. Bu filmi de Salgado’nun oğlu Juliano Ribeiro ile birlikte çeker.


Brezilya’da bir çiftlikte dünyaya gelir. Çocukken babasıyla 4-5 saat yürüyerek gittiği geniş bir düzlük vardır. Oraya gidip babasıyla güneşin dağların üzerinde yükselmesini seyreder. “Her dağın ötesinde bir hikâye, görülecek bir şey vardır,” der ve oradaki ışığı unutmaz, o büyülü ışık o zamanlardan içine yerleşir. Askeri rejim yüzünden ülkeyi terk etmek zorunda kalınca karısı Lélia’yla Paris’e yerleşir. Lélia’nın mimarlık öğrenimi için aldığı fotoğraf makinesiyle gitgide daha çok ilgilenir. Dünya Ekonomi Bankası’nda bir ekonomist olarak çalışmaktan vazgeçip kendini makinesiyle birlikte dünyanın türlü köşelerinde bulur.



Lélia ile birlikte türlü insanlık hallerine tanıklık edecek fotoğraf projeleri geliştirir. Katliamlar, savaşlar, kuraklık, açlık yüzünden göç etmek zorunda kalan insanları; el emeğiyle çalışan işçileri fotoğraflar. Kuveyt’te petrol kuyularının yanmasına tanıklık eder. Dumanın yoğunluğundan günışığı süzülemez, tüyleri yapışan kuşlar uçamaz, başıboş bırakılmış atlar delirir. Yugoslavya’da nefretin nasıl bulaştığını görür. Bütün dünyanın mülteci çadırlarıyla kaplanmış olduğunu düşündürtecek manzaralarla karşılaşır. Aylarca Afrika’da kalır. İnsanların ağır ağır ruh sağlıklarını kaybedip yok olup gitmelerine tanık olur. Çoğu zaman makinasını bırakıp çaresizce ağlar. “Bizler insafsız hayvanlarız, tarihimiz savaş tarihi, bir delilik öyküsü.” Ruanda deneyiminden sonra insanlığın kurtuluşuna, bunun ardından bir hayat inşa edilebileceğine inanmaz, buna hakkı olduğuna da. Kendi deyişiyle “ruhu hastadır” artık. Fotoğrafçının umutsuzluğa düştüğü noktada seyirci de koyu bir umutsuzluk hisseder. Wenders arka arkaya bu dehşet verici görüntüleri paylaşmaktan çekinmez. Fakat bir söyleşisinde “bu filmi Ruanda’da bitiremezdim,” der, “umutlu bir şeylerin olması gerekti.”

Salgado daha sonra çocukluktaki çiftliğine döner. Tropik bir ormandan geriye kıraç bir arazi kalmıştır. Burada Lélia devreye girer, muazzam bir ağaçlandırma projesine (Instituto Terra) ön ayak olur. Bu proje hem o topraklara hem de Salgado’ya hayat verir. O çorak arazi tekrar tropikal bir evrene dönüşür. Bu arada Salgado, insan eli değmemiş toprakları, modern hayatın sızamadığı toplulukları fotoğraflamak üzere Genesis isimli projesine başlar. Çeşitli kabileleri ziyaret eder, Amazon’un derinliklerindeki anaerkil Zo’e’leri, Sibirya’da soğuktan çizmeleriyle uyuyan Nenetleri, Ob nehri’ni ve dünyanın kıyısını keşfe çıkar. “Yeryüzüne bir aşk mektubu” olan bu projeyle gezegenin daha iyimser bir çehresiyle karşılaşır. Brezilya’daki çiftliğe döndüğünde artık ağaçların arasındadır. “Ağaç herkesin evidir. 400-500 yıl yaşayacaklar. Ne müthiş bir güç ama! Belki sonsuzluk ölçülebilir bir şeydir,” der Salgado filmin sonunda

Toprağın Tuzu, fotoğrafçının siyah beyaz fotoğraflarıyla, aile hikayeleriyle ve Wenders ve oğluyla birlikte yaptığı gezilerle ilerler. Wenders, Salgado’yu karanlık bir odada, siyah fon önünde çeker, onun rahat olmasını istediğini ve onun alışkın olduğu karanlık odada karar kıldığını söyler bir söyleşisinde. Bu gerçekten işe yaramış gibidir, kimi çevrelerce fotoğrafları “fazla güzel” bulunduğu için eleştirilen Salgado’nun samimiyetini bize hissettirir. Wenders’in filmin başında da dediği gibi insanları, insanlığı önemseyen biridir o, yaşamı sırasında bir değer yaratmayı başarmış kişilerdendir ve film sırf bu ilhamı verdiği için bile seyredilmeyi hak eder.

*(Toprağın tuzu: insan oluyor..)

filmi izlemek için

filmin altyazısı yeniden düzenlenmiştir.

fotoğrafları için de

i) 500'e yakın fotoğrafına buradan bakabilirsiniz
ii) magicalmoment sayfası


son olarak 

‘Benim fotoğraflarımın tek başına bir şeyi değiştirebileceğine inanmıyorum. Ancak şu an sahip olduğumuz bilgi dağarcığıyla birlikte belki bir şeyler değişebilir.’



13 Kasım 2015

Édouard Levé

 

1 Ocak 1965’te doğdu, 15 Ekim 2007’de intihar etti. École supérieure des sciences économiques et commerciales’de işletme okudu. 1991’de resim yapmaya başladı. Soyut resimler yaptıktan sonra bu sanat dalından tamamen vazgeçerek tablolarını yaktı. 1995’te çıktığı iki aylık Hindistan seyahatinden sonra fotoğrafla ilgilenmeye başladı. Çektiği fotoğraflar önemli dergilerde yer aldı ve bu fotoğraflardan yaptığı seçkiler on kitapta yayımlandı. Dört anlatı kitabı olan yazarın İntihar ve Otoportre adlı yapıtları SEL yayınları tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.


Otoportre-Édouard Levé
Çeviri: Orçun Türkay
Sel Yayıncılık-111 sayfa

‘Otoportre’ bir otobiyografi değil kesinlikle. Belirli bir zaman çizgisinde ilerlemediği gibi, dört beş cümleden daha fazla birbirini takip eden cümle de yok kitapta. Aklına geldiği şekilde kendini anlatmış Levé...

Dur durak bilmeden yazılan, bölüm başları ya da paragraflarla bölünmeye tahammülü olmadığı için bir solukta yazılıp tercihen de bir solukta okunan bu kitapta Levé, kendini okur karşısında tamamen çırılçıplak bırakıyor...













kitabın ilk 25 sayfası okumak, fikir verecektir:) 111 sayfa boyunca tam 1748 otoportre...

Ergenliğimde, Yaşam Kullanma Kılavuzu'nun yaşamama, İntihar Kullanma Kılavuzu' nunsa ölmeme yardımcı olacağını düşünürdüm. Üç yıl, üç ay yurt dışında kaldım. Soluma bakmayı yeğlerim. Arkadaşlarımdan biri ihanetten zevk alıyor. Yolculukların sonundan da bir romanın sonunun verdiği o hüzünlü tadı alırım. Hoşuma gitmeyen şeyi unuturum. Birini öldürmüş bir kişiyle konuşmuş olabilirim bilmeden. Gidip çıkmazlara bakarım. Yaşamın sonunda olan şey beni korkutmuyor. Bana söylenenleri gerçek anlamda dinlemem. İnsanların bana pek tanımamalarına karşın ad takmalarına şaşırıyorum. Birinin bana kötü davrandığını anlamam zaman alır, bunun olmasına da çok şaşırırım: Kötülük bir anlamda gerçekdışı bir şey. Arşiv yaparım. İki yaşımdayken, Salvador Dali’yle konuşmuştum. Rekabet bana kışkırtıcı gelmez. Yaşamımı tam olarak anlatmaya kalksam, yaşadığımdan daha uzun süre gerekir. Yaşlanınca gerici olup olmayacağımı sorguluyorum. Bacaklarım çıplakken yapay deriye oturunca tenim kaymıyor, gıcırdıyor. İki kadını aldattım, ikisine de söyledim, biri aldırmadı, öteki aldırdı. Ölümle şaka yaparım. Kendimi sevmem. Kendimden nefret etmem. Unutmayı unutmam. Şeytan'ın varlığına inanmam. Adli sicilim temizdir. Mevsimlerin bir hafta sürmesini isterdim. İki kişi baş başa sıkılmaktansa, tek başıma sıkılmayı yeğlerim. Boş alanlarda gezinir ıssız lokantalarda yemek yerim. Besin konusunda, tuzluyu şekerliye, çiği pişmişe, serti yumuşağa, soğuğu sıcağa, kokuluyu kokusuza yeğlerim. Buzdolabında yiyecek hiçbir şey olmadığında rahat rahat yazı yazamam. İçkiden de, tütünden de kolaylıkla vazgeçebilirim. Yabancı bir ülkede, karşımdaki konuşurken geğirirse, gülmeye çekinirim. Daha o kadar yaşlanmamış olmalarına karşın saçları ağarmış insanlar gözüme çarpar. Teknik tıp kitaplarını, özellikle de kimi hastalıkların belirtilerini anlatan bölümleri okumasam daha iyi olur. Varlıklannı öğrendikçe, o belirtilerin içimde çoğaldığını hissederim. Savaş bana öyle gerçekdışı bir şey gibi görünür ki, babamın savaştığına inanmakta güçlük çekerim. Yüzünün sol yanında sağ yanındakinden farklı bir ifade olan bir adam görüştüm. New York'u sevip sevmediğimden emin değilim. ‘A, B'den daha iyidir’ değil de ‘A'yı' B'ye yeğlerim’ derim. Durmaksızın karşılaştırma yaparım. Yolculuktan döndüğümde, en güzel an ne havaalanından geçiş, ne de eve varıştır, en güzel an ikisini bağlayan taksi yolculuğudur: Yine bir yolculuktur sonuçta, ama tam da değil. Yalan yanlış şarkı söylerim, o yüzden söylemem. Gülünç biri olduğum için, insanlar beni mutlu sanır. Umarım bir çayırda asla bir kulak bulmam. Sözcükleri bir çekiçten ya da bir vidadan daha çok sevmem. Yeşil oğlanları tanımam. Anglosakson ülkelerindeki vitrin yazılarını, Fransızca ‘sale’ olarak okurum. (Sale, İngilizce “indirim 'anlamına gelirken, Fransızcada ‘Kirli, pis’ demektir.) Kıpırdayan, horlayan, derin derin soluyan ya da örtüleri çekiştiren biriyle uyuyamam. Kıpırdamayan biriyle sarmaş dolaş uyuyabilirim. Bir Düş Müzesi kurmayı düşünmüştüm. Konuşmada rahatlık olsun diye, gerçekte öyle olmayan insanlara ‘arkadaşım’ demeye eğilimliyim; tanımama, sevmeme karşın aramızda özel bir bağ olmayan o insanları niteleyecek başka sözcük bulamıyorum. Trende, gittiğimiz yönün tersinde, şeylerin yaklaştığını değil, uzaklaştığını görürüm. Emekliliğimi hazırlamıyorum. Bence bir çorabın en iyi yeri deliğidir. Banka hesabımda ne kadar para olduğuna aldırmam. Banka hesabım seyrek eksiye geçer. Shoah, Numéro zéro, Mobutu roi du Zaire, Urgences, Titicut Follies, bir de La Conquête de Clichy beni en iyi kurgusal filmlerden daha çok etkilemiştir. Jean-Marc Chapoulie'nin çektiği ready-made filmler beni en iyi güldürülerden daha çok güldürmüştür. Bir kez intihara kalkıştım, dört kez de intihara kalkışmaya kalkıştım.Yazın uzaklardan gelen bir çim biçme makinesinin sesi güzel çocukluk anılarını aklıma getirir. Bir şeyleri atmakta zorlanırım. Büyük akrabalarımdan biri her şeyi saklamaya meraklıydı, o ölünce, üstündeki etikete özenli bir el yazısıyla ”Hiçbir İşe Yaramayacak İplik Parçaları” yazılmış bir ayakkabı kutusu buldular. Bilgelerin bilgeliğinin yiteceğine inanmam. Yerli yazı üstüne bir müze kitap hazırlamayı tasarlamıştım, kimliği belirsiz kişilerin elle yazılmış iletilerini kopyalayacak, türlerine göre sınıflandıracaktım: kaybolan hayvanlar için yazılmış duyurular, parkmetre ücretini ödememek için görevlilere yazılmış ön cama iliştirilmiş açıklamalar, vahşi tanık arama belgeleri, değişen mal sahibi bildirimleri, işyeri notları, ev içi notlar, insanların kendilerine yazdığı notlar. Yaşlı bir adam bana yaşamını anlatırken, ”Bu adam kendi kendisinin müzesi” diye düşünmüştüm. Amerikalı siyah bir militanla Fransız bir toplumbilimcinin oğlunun konuşmasını dinlerken, ‘Bu adam bir ready-made,’ diye düşünmüştüm. Solgun bir adam görünce, ‘Bu adam kendi kendisinin hayaleti,’ diye düşünmüştüm. Annemle babam bir televizyon edinene dek her Cuma akşamı sinemaya gitti. Kâğıt torbanın katışıksız sesini severim, buna karşılık poliüretan torbanın kıpır kıpır sesinden hoşlanmam. Bir meyvenin dalından düştüğünü duyup da göremediğim olmuştur. Özel adlar, anlamlarını bilmediğim için beni büyüler. Bir arkadaşım insanları evine yemeğe çağırdığında, yemekleri sofraya koymayıp, tabakları lokantalarda olduğu gibi dolu getirir, dolayısıyla bir tabak daha almak söz konusu bile olmaz. Yıllarca sosyal güvencesiz yaşadım. Nazik birinin yanında kendimi kötü yürekli birinin yanında olduğundan daha rahatsız hissedebilirim. Kötü yolculuk anılarımı anlatmak iyilerini anlatmaktan daha eğlencelidir. Bir çocuğun bana ‘beyefendi’ demesi karşısında ne yapacağım şaşırırım. İnsanların karşımda sevişmelerine ilk kez bir eş değiştirme kulübünde tanık oldum. Bir kadının önünde mastürbasyon yapmam. Resimlerdense anılarımla mastürbasyon yaparım. Gerçekten düşündüğüm şeyi söyledim diye asla yerinmedim. Aşk öyküleri beni sıkar. Kendi aşk öykülerimi anlatmam. Birlikte olduğum kadınlardan pek söz etmem, ama arkadaşlarımın kendi yaşadıklarını anlatmalarını dinlemekten hoşlanırım. Bir kadın, bir buçuk aylık bir ayrılıktan sonra uzak bir ülkeye, yanıma gelmişti, onu özlememiştim, birkaç saniye sonra artık onu sevmediğimi anladım. Hindistan'da, tanımadığım İsviçreli bir adamla bir gece boyunca yolculuk ettim, Kerala Ovalarından geçiyorduk, kendimle ilgili en iyi arkadaşlarıma yıllar içinde anlattığım şeyleri ona birkaç saat içinde anlattım, onu bir daha görmeyeceğimi biliyordum, önemsiz bir kulaktı yalnızca. Kuşkucu davrandığım olur. Eski fotoğraflara bakmak bana bedenin evrildiğini gösterir. Başkalarında onların bende eleştirdiği şeyleri eleştiririm. Elim sıkı değildir, tam gerektiği kadar harcamaya bayılırım. Kimi üniformaları, simgeledikleri şeyden ötürü değil, işlevsel ölçülülüklerinden ötürü severim. Beni ilgilendiren iyi bir haberi sevdiğim birine söyleyince, kıskandığını görüp şaşırdığım olmuştur. Annemle babamın ünlü olmasını istemezdim. Yakışıklı değilim. Çirkin değilim. Güneşte yanıp, siyah gömlek giydiğimde, kimi açılardan kendimi yakışıklı bulabilirim. Kendimi yakışıklı bulduğumdan daha çok çirkin bulurum. Kendimi yakışıklı bulduğum anlar öyle olmak istediğim anlara denk düşmez. Yandan görüntümü karşıdan görüntümden daha çirkin bulurum. Gözlerimi, ellerimi, alnımı, kıçımı, kollarımı, tenimi severim; uyluklarımı, baldırlarımı, çenemi, kulaklarımı, boynumun arkasındaki eğriliği, alttan göründüklerinde burun deliklerimi sevmem, cinsel organımla ilgili bir düşüncem yok. Yüzüm çarpıktır. Yüzümün sol yanı sağ yanına benzemez. İçki içtiğim bir geceden sonra ya da gripken uyandığımda, sesimi severim. Hiçbir şeye gereksinim duymuyorum. Birkenstock giyen birini tavlamaya çalışmam Ayak parmaklarını sevmem. Tırnağım olmasın isterdim. Tıraş edilmesi gereken bir sakalım olmasını isterdim. Saygınlığın ardında koşmam, seçkinliğe değer vermem, ödüller umurumda değildir. Tuhaf insanlara meraklıyım. Zavallılar bana cana yakın gelir. Babacılığı sevmem. Yaşlıların yanında, gençlerin yanında olduğundan daha rahat hissederim kendimi. Bir daha asla görmeyeceğimi düşündüğüm insanlara sayısız soru sorabilirim. Bir gün, mor kadife bir takım elbisenin altına siyah kovboy çizmeleri giyeceğim. Gübre şerbetinin kokusu bana eski bir dönemi anımsatır, yaş toprak kokusuysa aklıma özel herhangi bir zamanı getirmez. Az önce tanıştırıldığım insanların önadlarını belleğimde tutamam. Ailemden utanmıyorum, yine de sergi açılışlarıma çağırmıyorum. Sık âşık oldum. Kendimi sevildiğimden daha az seviyorum. Birilerinin beni sevmesine şaşırıyorum. Bir kadın yakışıklı olduğumu düşününce, öyle olduğuma inanmam. Zekâm inişli çıkışlıdır. Âşıkken içinde bulunduğum haller hem birbirine, hem de başkalarınınkilere benzer, oysa yaptığım işler ne birbirine, ne de başkalarınınkilere o kadar benzer. Sona eren bir aşkın acısında hoş bir şeyler bulurum. Kimseyle ortak harcama yapmam. Bir arkadaşımın söylediğine göre, evime konuk geldiğinde de, kalkıp giderlerken de mutlu görünüyormuşum. Bitirdiğimden çok başlarım. Benim için insanların evine gitmek, oradan ayrılmaktan daha kolaydır. Canımı sıkan birinin sözünü kesmeyi beceremem. Kendimi hemen açık büfeye atıp midem bulanana dek yerim. Sindirimim iyidir. Yaz yağmurunu severim. Başkalarının başarısızlığı kendiminkilerden daha çok üzer beni. Düşmanlarımın başarısızlığı beni sevindirmez. Birilerine aptalca armağanlar verilmesini anlamakta güçlük çekerim. İster vereyim, ister alayım, armağanlar beni rahatsız eder, tabii doğru armağansa başka, ama ona da seyrek rastlanır. Aşk bana çok büyük hazlar verir, ama çok zamanımı alır. Aşk, organlarımı açığa çıkaran bir cerrah neşteri gibi, benliğimin müstehcen yenilikleriyle gözümü korkutan başka başka yüzlerini gösterir bana. Hasta değilim. Doktora yılda bir kez den fazla gitmem. Miyobum, biraz da astigmatım. Annemle babamın önünde hiç sevgilimi öpmedim. Korsika'da, arkadaşlarım beni dalış dersine sürükledi, bir eğitmen birkaç saniye içinde altı metre derinliğe indirdi beni, sol kulağım patladı, yüzeye çıktım, denge duyumumu yitirmiştim, ondan beridir uçakla inerken, bir iğnenin kulağımın içini eşelediğini, sonra birden havanın kulak zarından geçip dışarı çıktığını hissediyorum. Çiçek adlarını pek bilmem. Atkestanesi ağacını, ıhlamur ağacını, kavağı, söğüdü,salkım söğüdü, meşeyi, kestane ağacını, çamı, köknarı, kayını, çınarı, fındık ağacını, elma ağacını, kiraz ağacını, leylağı, erik ağacını, armut ağacını, incir ağacını, sediri, sekoyayı, baobabı, palmiyeyi, hindistan cevizi ağacını, mantar meşesini, akçaağacı, zeytin ağacını tanırım. Dişbudağın, titrek kavağın, karaağacın, taflanın, kocayemişin, begonvilin, katalpanın adını bilirim ama görünce tanımam. Lepisteslerim, tetrazonlarım, ışıklı tetralarım, yılan biçiminde sarı-siyah çizgili bir balığım, adlarını unuttuğum daha bir sürü akvaryum balığım oldu. Içinde fırıl fırıl dönecek denli hızlı koştuğu turkuaz mavisi plastik çarkına düşkünlüğü nedeniyle Topaç adını verdiğim dişi bir Hamsterim vardı. İngilizcesi çok iyi olmayan bir kız arkadaşım, Boogie Wonderland şarkısındaki ‘Set in your shoes’ sözünü ‘C'est quelque chose’ anlardı. Arada sırada karanlık yollarda koşarım. Bir amcam bana Soorlipochon bir iki üç dört beş altı yedi sekiz dokuz on oynatırdı, o beni gıdıklayıp engel olmaya çalışırken Scorlipochon bir iki üç dört beş altı yedi sekiz dokuz on demeyi başarmam gerekiyordu. Bir amcam rezalet çıkarmaya, bir de kumara düşkündü, yalnız eğlence olsun diye mağazalardan bir şeyler çalar, Hara-Kiri dergisini alıp bana okutur, kumsalda akıl hastası numarası yapar, güneşlenen bir kadının üstüne atlardı, avaz avaz bağırıp salyalarını akıta akıta, komşu bir çiftçi kadına var olmayan sözcüklerle sorular sorar, tanımadığı insanları telefonla arayıp Orly'de onları bir yılanın beklediğini söyler, kumarhanede bile isteye, kendini bir daha içeri alınmayasıya kovdurana dek kumar oynar, babasının pokerde kazandığı gece kulüplerinin kirasını toplamaya kalkar, sonra da kendisini şampanyayla kandıran mafya üyesi kiracıların yanından körkütük sarhoş ayrılırdı. Ben kumarhanede kumar oynamam. İşkence altındayken nasıl davranacağımı düşünürüm. Müzede dünyaya sanatçı bakışıyla, sokaktaysa kendi bakışımla bakarım. Tanrı'nın dört adını biliyorum. Bir arkadaşım dört kez esnemenin on beş dakika uyumayla eşdeğer olduğunu söyledi bana, birçok kez denedim, o öğüdün yararını göremedim. Hava sıcaklığının eksi yirmi beş derece olduğunu da gördüm, artı kırk beş derece olduğunu da. Katolikler, Protestanlar, Mormonlar, Yahudiler, Müslümanlar, Hinduistler, Budistler, Amishler, Yehova Şahitleri, Scientology üyeleri tanıdım. Toprağı, dağı, denizi gördüm. Göller, ırmaklar, çaylar, dereler, seller, çağlayanlar gördüm. Yanardağlar gördüm. Haliçler, kıyılar, adalar, anakaralar gördüm. Mağaralar, kanyonlar, peri bacaları gördüm. Çöller, kumsallar, kumullar gördüm. Güneşi, ayı gördüm. Yıldızlar, kuyrukluyıldızlar, bir tutulma gördüm. Samanyolu'nu gördüm. Artık on yaşında değilim. lnsanların 'dahu' (dağlarda yaşadığına inanılan düşsel hayvan) görebileceğine asla inanmadım. Şeytan'a inanmayanların bulunup bulunmadığını, gerek onun açısından, gerekse Tanrı açısından, ona inanmamanın günah olup olmadığını düşünürüm. Canavarlar ilgimi çeker. Ne zaman ‘code pin OK’ (şifre doğru) yazısını okusam, ‘code Pinoquet’ diye çınlar kafamda. Yalnızlık beni kararlı kılar. Annemlerin bir kadın arkadaşı, 'emek, alınteri' diye bir şeyin olmadığını elli yaşında öğrendi. Bir yetişkin bana, ‘Bu yalana inanayım mı?’ diye sorduğunda, ne diyeceğimi şaşırırdım. Bir yetişkin bana, ‘Bak bakalım ben orada mıyım?’ diye sorduğunda, gülümsemeye çalışırdım. Babam gülünç biridir. Annem beni bunaltmadan sever. Bir rahibin bana hangi günahları işleyebileceğimi anımsamam için ilk günah çıkarmamdan önce verdiği, kimi günahları anlatan, gök mavisi küçük bir kitapçıkta 'açık saçık resimler' in olduğunu görmüştüm. Bir sürü sübyancının kol gezdiği bir koleje gittim ama benim başıma bir şey gelmedi. Okul arkadaşlarımdan birini on iki yaşındayken, yaşlı bir adam merdiven boşluğuna dek izlemiş, oradan bir mahzene sürükleyip zorla öpmüştü. Arkadaşlarımdan birinin köpeği onun en iyi arkadaşının on dört yaşındayken yüzünü parçalamıştı. Uçuş sırasında patlayan bir uçağı kaçırmadım. Paris-Reims otoyolunda yüz seksenle giderken, torpidoda bir kaset arayacağım diye az kalsın yanımdaki üç kişiyi öldürüyordum. Babam bir kadınla sevişirken bastı beni, kapıyı tıklatınca düşünmeden, ‘Girin’ dedim, yüzü birden aydınlandı, kapıyı çabucak kapadı, birlikte olduğum kadın gizlice kaçmaya çalışınca da ona doğru koşup, ‘İstediğiniz zaman yine gelin küçük hanım,’ dedi. Ben de çoğu insan gibi oturduğum kentin neden o adla anıldığını bilmiyorum. Amcalarımdan biri varını yoğunu yatırdığı sanat galerisinin batmasından kısa bir süre sonra AİDS’ten öldü. Amcalarımdan biri açılan kırmızı arabasıyla Paris sokaklarında ağır ağır giderken hayatının erkeğiyle tanıştı; adam bir Macar göçmeniydi, umutlarını yitirmiş, intihara kalkışmadan önce gelişigüzel dolaşıyormuş, amcam yanında durup nereye gittiğini sormuş, ondan sonra da ölüm onları ayırana dek ayrılmamışlar. Amcamın arkadaşı televizyonda, ilk bakışta hiç de gülünç olmayan şeylere, örneğin Dallas'taki Bobby Ewing'in saç biçimine gülmeyi öğretti bana. Hiç bildiri imzalamadım. Aynada kendime bakarken dönersem, bir an kendimi göremiyorum. Raymond Poulidor bildiğim adlar arasında en az seksi olanlardan biri. Salatada en çok gevreği, bir de sirkeli zeytinyağı sosu severim. İnsanların ezberden nükteler, özellikle de Sacha Guitry'nin kileri söylemesini sevmem. Nesnenin kendisinden önce ambalajına bayılırım. Kiliseleri gezmekten sıkılırım, birkaç uzman dışında, kilise gezerken büyülenen insan var mıdır diye düşünürüm. Yıldızların adlarını bilmem. Belleğimi çalıştırmak için uzun metinleri ezberlemeyi düşünürüm düzenli olarak. Bulutlardaki düşsel varlıklara bakarım. Kaynaç, mercan adası, okyanus çukuru görmedim. Hapis yatmadım. Süzülen ışıkları severim. Karakola şikâyette bulunmadım. Soyulmadım. On iki yaşımda, üç sınıf arkadaşımla metroya binmiştim, benim yaşlarımda tanımadığım bir çocuk bana çelme taktı, aşağı yukarı on beş yaşındaki bir başka çocuk da yüzüme tekme attı, yere düşmüştüm, ayağa kalktığımda bir tekme daha atmaya hazırlanıyordu ki ellerimi avuçlarıma alıp, yüzüm parçalanmışçasına, hissettiğimden çok daha fazla acı çekiyormuşum gibi bağırmaya başladım, saldırganlar korkup kaçtı, birkaç metre geride duran üç arkadaşım da o zaman koşup yanıma geldi, onlardan birinin korkudan betinin benzinin attığını gördüm. Annemle babam bana çok soru sormaz. Bir keresinde New York eyaletindeki Rome kentinde bir hapishaneye girip çevrenin fotoğrafını çekmiştim, bir bekçi beni durdurdu, müdür yardımcısına götürdü, makinemdeki filme el kondu, o filmde aynı zamanda New York eyaletindeki Paris kentinden Yehova Şahitlerinin fotoğrafları vardı. Fransız, Avusturyalı, İspanyol, Alman, İtalyan, Amerikalı, belki daha başka uyruklardan koleksiyonculara yapıt sattım. Birlikte olduğum bir kadın bir süre sonra kullandığım ifadeleri yinelemeye başlarsa, ona acıyabilirim. Her günün haftanın aynı günü olduğu bölgelerin olmasını isterdim, o zaman bir kentte beş Pazartesi, bir başkasında da sekiz Cumartesi geçirmeye karar verebilirdim. Herkesin adının Jean ya da Jeanne olduğu kentlerin olmasını isterdim, kentin adı da Jean-ville olurdu. Beni bir yerlere çeken şey adlardır, insanlara çeken şeyse bedenlerdir. Kimi nesne adlarının eylemlere gönderme yaptığını unuturum. El yazısını fetişleştiririm. Aynı yerden kartpostal seçerken, farklı farklı görüntüler almak geçer içimden, en güzelinden bir sürü almak bana saçma gelir, değil mi ki gönderilen kişiler farklıdır. Aynı gün bir sürü kartpostal yazdığımda, onlarda hep aynı olayları anlatmamaya çalışırım, hani gönderilen kişiler günün birinde aynı kartı birçok kez yazdığımı anlayabilirlermiş gibi. Ayağıyla orayı burayı yoklayarak yolunu bulmaya çalışan kör bir filin sırtında Altın Üçgen bölgesini gezdim. Ağabeyim inşaatçıdır. Hata edip, hiçbir işime yaramayan zorlu bir eğitimden geçtim, oysa yaşamımı hızlandıracak bir sanat eğitimini zevkle alabilirdim. Hoşnut olmaktan hoşnut olurum, üzgün olduğuma üzülürüm, ama aynı zamanda üzgün olduğumdan hoşnut, hoşnut olduğumdan üzgün de olabilirim. Hava güzelken az uyumak yağmur yağdığı günlerden daha az rahatsız eder beni. İnsanları andan bağımsız olarak güzel bulurum, kendimi her zaman güzel bulmam, demek ki güzel değilim. Cinsel organımla ona önadıyla seslenerek konuştuğum olur. Ham Levi's 501 kottaki kesilmiş ot kokusunu severim. Öykü anlatmam, çünkü insanların adlarını unuturum, olayları dağınık biçimde anlatırım, anlattığım şeyin sonunu beklenmedik kılmayı da beceremem. Yolculukta, kendime sürprizler yapar, örneğin önceden düşünmediğim bir anda yolculuğun sona erdiğine karar veririm. Diktafonla başka şeyler düşünerek rahat rahat yazarım. Aşkımı ilan etmek için birçok mektup yazdım, ama ayrılmak için hiç, o işi sesim yüklenir. Versailles'ı uzaktan resimleyeceğime, bir sakızı yakından resimlemeyi yeğlerim. Uğur getirsin diye beyaza dokunurum. Hafta sonları gidebileceğim bir evim yok çünkü bir sürü pencere kepengini iki gün için açıp, sonra yeniden kapamayı sevmem. Bir köy evini ben oraya gitmeden önce biri yaşıyormuş izlenimini yaratmak için havalandıracak, ısıtıp temizleyecek birine para vermeye hazırım. Çalışma ritmim yerleşik anlayıştan bağımsız olsa da, hafta sonuyla hafta içi benim için de farklıdır. Takma adım gülünçtür, ama ben severim, bilmeyenlere de söylerim. Yanımda götüreceğim şeylerin eksiksiz bir listesini yaparak hazırlarım bavullarımı, hep aynı şeyleri götürdüğüm için de o listeyi bilgisayarımdaki bir dosyada saklarım. Süpermarket torbalarını çöp torbası olarak kullanırım. Çöplerimi az çok ayırırım. İçki içmek uykumu getirir. Hong Kong'da, tanıdığım biri haftada üç akşam dışarı çıkardı, ne daha az, ne daha çok. Dünyada demokrasinin geliştiğini düşünüyorum. Çağdaş insanı överim. Yatarken ayaktayken olduğundan, ayaktayken de otururken olduğundan daha iyi hissederim. Soldaki Son Ev filminin adını bulan kişiye hayranım. Bir arkadaşım bana ‘Tuileries'deki Kırmızı Adam’dan söz etmişti, onun ne yaptığını anımsamıyorum, ama bu ad içimi ürpertiyor. Annemin beni götürdüğü çocuk hastalıkları uzmanı, aralarında benim de olduğum çocukları kuşaklar boyunca, sesinin tonunu hiç değiştirmeden sorduğu, 'Vincent eşeği çayıra bırakıp bir başka çayıra gitti, bu durumda kaç eşek vardır?' bilmecesiyle aşağılamıştır; sonra da 'Bir' yanıtını vermeyenlere, demek ki herkese, 'Yalnız bir eşek vardır, o da sensin,' derdi. 'Sonunda' sözüyle başlayan tümceler yazmak isterim. 'Bu son', 'Bu sonun başlangıcı', 'Bu başlangıcın sonunun başlangıcı', 'Bu sonun başlangıcının sonunun başlangıcı” sözlerini anlayabilirim de, 'Bu başlangıcın sonunun başlangıcının sonunun başlangıcı' ndan sonra, sözcükler yalnızca gürültü gibi gelir kulağıma. Arada sırada, karşımdakinin son söylediği şeyi yineleyerek onu sinirlendirdiğim olur. ‘La fifille û son pépêre’ (babasının ya da dedesinin kuzusu) demekten asla bıkmam. Arkadaşlarımdan biri eyaletlerin numaralarını ve adlarını bildiği için kimilerinde hayranlık uyandırır, kimileriyse buna aldırmaz. Kuzenim Véronique olağanüstü biridir. Kimi zaman doğru espri bir saat sonra gelir aklıma. Bir kez sofrada, bir arkadaşımın tertemiz gömleğine bir şey sıçrayınca durumu şöyle açıklamıştım: 'Sosumun önünde duruyordun.' Başkalarının üzüntüsü beni sevindirmez. Metal bir putun önünde eğilmem. Mirasımdan iğrenmiyorum. Toprağı işlemem. Klasik müzik alanında yeni harikalar bulmayı beklemiyorum, ama şu zamana dek bildiklerimden ölene dek zevk alacağıma eminim. Bach'ın müziğinden daha iyisinin yapılıp yapılamayacağını bilmiyorum, ama kimi bestecilerinkinden iyisi kesinlikle yapılabilir, şimdi burada adlarını saymayacağım onların. Yanıldığımı kabul ederim. Kavga etmem. Hiç yumruk atmadım. Paris evlerindeki şifreli giriş sistemlerinde 1 rakamının daha çabuk silindiğini fark ettim. Çok fazla kanıt ileri sürdüğümden, konuştuğum kişilerin bana karşı çıkmasına yol açtığım olmuştur. Caz dinlemem, Thelonious Monk, John Coltrane, Chet Baker, Billie Holiday dinlerim. Neden bilmem, kimi zaman başımdan savamadığım bir gölge üstümde geziniyormuş gibi, kendimi ikiyüzlü hissederim. Biriyle yolculuk ederken, gittiğim ülkeyi tek başıma yaptığım yolculuklara göre yarı yarıya daha az görürüm. Arkadaşlarımdan biri havaalanlarından, çöllerden, yollardan başka görecek hiçbir şey olmayan kimi Orta Doğu ülkelerini gezmeyi sever. Tek başıma yolculuk ettiğime hiçbir zaman yerinmedim, ama biriyle yolculuk ettiğim için yerindiğim oldu. Kutsal Kitap'ı düzensiz biçimde okurum. Faulkner'ı çevirisi yüzünden okumam. Bedenimden çıkan ya da üstünde biten şeylerden -kıllar, saçlar, tırnaklar, ersuyu, sidik, dışkı, tükürük, sümük, gözyaşı, ter, irin, kan -hareketle bir dizi tek renkli resim yaptım. Televizyon sessizken daha çok ilgimi çeker. Arkadaşlarımla birlikteyken, hiç de gülünç olmayan, tek başına olduğumda içimi burkan kimi televizyon programlarına kahkahalarla gülebilirim. Canımı sıkan insanların bana söylediği şeyleri tam olarak duymam. Yanıt olarak yalın bir ‘Hayır'ın kısalığı beni hoşnut eder, ama sertliğinden rahatsız olurum. Bir lokantada ses düzeyinin aşırı yüksek olması keyfimi kaçırır. Göç etmek zorunda olsaydım, İtalya’yı ya da Amerika'yı seçerdim, ama böyle bir şey söz konusu değil. Yabancı bir ülkedeyken, Provence'ta bir ev almayı düşlerim, geri döndüğümdeyse bu tasarı aklımdan uçup gider. Harekete geçtiğime nadiren yerinirim, geçmediğimeyse sürekli. Gerçekleşmemiş öykülerin acısını düşünürüm durmadan. Otoyoldan sıkılırım, yol kenarlarında yaşam yoktur. Otoyolda, görünümler imgelemimin onlara can katamayacağı denli uzaktır. Neyimin eksik olduğum bilmiyorum. Şeylerdense onların bende yarattığı algıyı değiştirmek isterim. Fotoğraflar çektim, çünkü şeyleri değiştirmeyi pek istemiyorum. Şeyleri değiştirmek istemiyorum, çünkü ailemde en küçük benim. Yolculuk tanışmalarını severim: Hem kısa, hem de sonuçsuz olduklarından, başlangıçların heyecanını da, ayrılıkların üzüntüsünü de barındırırlar içlerinde. Araba kullanırken bir diktafona kaydedilmiş düşüncelerden oluşacak, 'Arabada' adlı bir kitap tasarlamıştım. Gelişigüzel fotoğraf çekmek yapıma aykırıdır, ama yapıma aykırı olan şeyleri yapmayı sevdiğimden, gelişigüzel fotoğraflar çekmek için kendime bahaneler uydurmam gerekti; yalnızca başka ülkelerdeki kentlerle aynı adı taşıyan kentlere gitmek üzere Amerika'da üç ay dolaşmak gibi: Berlin, Florence, Oxford, Canton, Jericho, Stockholm, Rio, Delhi, Amsterdam, Paris, Rome, Mexico, Syracuse, Lima, Versailles, Calcutta, Bağdad. Sokakta gördüğüm birinin fotoğrafını çekmeye karar vereceksem, on saniye içinde o kişiyi fark etmem, fotoğrafını çekmeye karar vermem, sonra da gidip kendisine sormam gerekir, beklersem geç kalırım. Gözlük takarım. Ağzımın içinde, şekerlemenin zamanı ağır ilerler. İçimi durmaksızın eşelerim. Ben sanat görürken, başkaları birtakım şeyler görüyor. Annemin karnının yalnızlığıyla mezarımın yalnızlığı arasında, birçok insanla görüşmüş olacağım. Çayır ortasında araba kullanırken, aklıma şu sözcükler geldi: traktör, piliç ile fil çadır. Denemelerin bir kitap kadar değil de bir makale kadar olmasını yeğlerdim. ABD'de, adı Seneca Falls olan bir köyden geçtim, köyün adını yanlışlıkla Les Chutes de Sénêque (Seneca'nın Çağlayanları) diye çevirdim. Bir vejetaryen taşıt reklamı görmüştüm. Uygunsuz müziklerin eşlik ettiği filmler, gotik müzik eşliğinde bir güldürü filmi, cenaze müziği eşliğinde bir çocuk filmi, askeri marş eşliğinde bir aşk filmi, müzikal parçaları eşliğinde bir siyasal film, psikedelik müzik eşliğinde bir savaş filmi, dinsel müzik eşliğinde bir pornografik film izlemek isterdim. Kendimi haklı göstermeye daha az çalışır oldum gitgide. Bir zarfı yaladıktan sonra tükürürüm. Ansızın ölmek istemiyorum, ölümün ağır ağır gelişini görsem keşke. Sonumun cehennem olacağını sanmıyorum. Koku alma duyum çok kötü bile olsa bir kokuyu unutmak beş dakika sürüyor, oysa öteki duyularımın algıladığı şeyler için aynı şey geçerli değil. Beynimde silahlar var. Kerouac' ın şu tümcesini okudum: ‘The war must have been getting in my bones’ (Savaş iliklerime işlemiş olmalı)' Deer Hunter'ı her zaman 'geyik avcısı' diye çevirsem de, yanlış çeviriyle 'sevgili avcı' (dear hunter) hâlâ yankılanır kafamda. Bana söylenenleri, kendi söylediklerimden daha iyi anımsarım. Seksen beş yaşında öleceğimi düşünüyorum. Yazın, ayışığının aydınlattığı, inişli çıkışlı yollarda araba kullanırken zevkten tüylerim ürperebilir. Eski fotoğraflara çağdaş fotoğraflara göre daha yakından bakarım, hem daha küçüktürler, hem de ayrıntıları çok daha açık seçiktir. Dinle cinselliği bir kenara koyarsak, bir keşiş gibi yaşayabilirim. Soyadımla önadım bana bir şey ifade etmiyor. Bir aynaya uzun süre bakarsam an gelir yüzüm anlamını yitirir. Onlarca biçimde ayakta durabilirim. Kadınları kollarımda taşıdım, onlar beni hiç taşımadı. Herhangi bir erkek arkadaşımı kucaklamadım. Herhangi bir erkek arkadaşımla el ele gezmedim. Herhangi bir erkek arkadaşımın giysilerini giymedim. Bir arkadaşımın cesedini görmedim. Büyükannemle amcamın cesetlerini gördüm. Hiç oğlan öpmedim. Yaşıtım kadınlarla ilişkilerim oldu, ama ben yaşlanırken onlar gençleşti. İkinci el ayakkabı almam. Bir Amish Punk müzik gelmişti aklıma. Yalnızca bir kez bir dairede ilk ben oturdum. Az kalsın yaşamıma mal olacak bir motosiklet kazası geçirdim, ama aklımda kötü bir anı olarak kalmadı. Şimdiki zaman beni geçmişten daha çok, gelecekten daha az ilgilendirir. İtiraf edeceğim hiçbir şey yok. Ben sağken, Fransa'nın savaşa girebileceğine inanmakta zorlanıyorum. Teşekkür etmeyi severim. Aynaların vadesini algılamam. Anlatı sinemasını romandan çok sevmem. 'Roman sevmem' demek edebiyat sevmem demek değildir, 'anlatı sinemasını sevmem' demek sinema sevmem demek değildir. Zamana yayılan sanatlar zamanı durduranlar kadar hoşuma gitmez. Aynı yol boyundan ikinci kez geçerken, manzaraya daha az bakar, daha hızlı yürürüm. Telesekreter aramayı filtreleyene dek, çalan telefonları açmam. Bir arkadaşımla iki saat konuşurum, ama bir başka arkadaşımla beş dakika konuşmak yeter bana. Telefonda, yüzümü gözümü oynatmam. Önemli bir aramayı geciktirirsem, bekleyiş aramadan daha güç gelir. Telefon beklerken sabırsızımdır, ama benim aramam gerektiğinde öyle olmam. İyi anılarım kötülerinden daha fazla. Emin olduğum giysilerden bir sürü alırım. Göze çarpmak istemem. On altı yaşında, gövde kısmı deniz mavisi yünden, kolları bej deriden bir kolej ceketi almıştım, yalnızca iki kez giydim, hiç de öyle olmamasına karşın herkesin bana baktığını sanmıştım. ‘Estetik Yargının Eleştirisi'ni okudum. Eskiden yaptığım resimlerin çerçevesini de kendim üretirdim. Okulda, birçok arkadaşımın benden kopya çekmesine izin verdim. On üç yaşında, Galeries Lafayette'ten bir plak çaldım, onları önce koltuğuma sıkıştırdım, kadın iç çamaşırı bölümünde uyuşuk uyuşuk gezinirken çantama atıverdim, mağazadan çıktım, derken biri arkadan atkıma yapıştı, döndüm, karşımda elli yaşında bir kadın güvenlik görevlisi duruyordu, beni neonla aydınlatılan bir odaya götürdü, polisi çağırmakla korkuttu, hüngür hüngür ağlamaya başladım, annemle babamın işsiz olduğunu, üstelik yakında boşanacağını söyledim, oysa yalandı bunlar, üzülüp, neredeyse kendini suçlu hissedip beni bıraktı, ondan beri bir kez birkaç kitap, bir kez zımba teli çaldım, neden bilmem. Sevdiğim bir yazarın yaşamöyküsünü okuma düşüncesi beni heyecanlandırır, ama harekete geçince işin büyüsü kaçar. Yalnızca dört yaşamöyküsünü sonuna dek okudum: François Caradec'in ' Raymond Roussel'ini, Jacques Ponzio'yla François Postif' in Blue Monk'unu, François Porché'nin La Vie douloureuse de Charles Baudelaire'ini, bir de Ann Charters'ın, Kerouac, A Biography'sini. Okumaya çok zaman ayırırım, ama ‘büyük bir okur’ olduğumu sanmıyorum. Yeniden okurum. Kitaplığımda, okunmuş kitap kadar bitmemiş kitap vardır. Okuduğum kitapları sayarken, hile yapıp bitmemiş kitapları da sayarım. Kaç kitap okuduğumu asla tam olarak bilemeyeceğim. Raymond Roussel, Charles Baudelaire, Marcel Proust, Alain Robbe-Grillet, Antonio Tabucchi, André Breton, Olivier Cadiot, Jorge Luis Borges, Andy Warhol, Gertrude Stein, Gherasim Luca, Georges Perec, Jacques Roubaud, Roberto Juarroz, Guy Debord, Fernardo Pessoa, Jack Kerouac, La Rochefoucauld, Baltasar Graciân, Roland Barthes, Walt Whitman, Nathalie Quintane, Kutsal Kitap, Bret Easton Ellis benim için önemlidir. Marcel Proust'u Kutsal Kitap'tan daha çok okudum. Nathalie Quintane'ı Baltasar Graciân'a yeğlerim. Guy Debord benim için Roland Barthes kadar önemlidir. Roberto Juarrozbeni Andy Warhol'dan daha az güldürür. Jack Kerouac bana Charles Baudelaire'den daha çok yaşama isteği verir. La Roohefoucauld içimi Bret Easton Ellis'ten daha az karartır. Olivier Cadiot yüreğimi André Breton' dan daha çok sevinçle doldurur. Joe Brainard bence Walt Whitman'dan daha az yapıcıdır. Raymond Roussel beni Baltasar Gracian'dan daha fazla şaşırtır, ama Baltasar Gracian beni daha akıllı kılar. Gertrude Stein, Jorge Luis Borges'ten daha tuhaf metinler yazar. Trende, Bret Easton Ellis'i Raymond Roussel'den daha kolay okurum. Jacques Roubaud'yu Georges Perec'ten daha az tanırım. Gherasim Luca aralarında en umutsuzudur. Alain Robe-Grillet'yle Antonio Tabucchi arasında bir bağlantı görmüyorum Adları sıralarken, bir şey unutacağım diye korkarım. Işıkları söndürmeden önce bir saat okurum. Öğle sonrasından çok, sabahla akşam okurum. Gözlüksüz okurum. Kitabı gözlerimden otuz santimetre uzakta tutarak okurum. Beş dakika geçtikten sonra iyi okumaya başlarını. Ayakkabısız, pantolonsuz daha iyi okurum. Dolunaylı akşamlarda, nedensiz yere şen şakrak olurum. Kumsalda okumam. Kumsalda, başta canım sıkılır, sonra alışırım, sonra da gitmek bilmem. Kumsaldaki kızlar kütüphanedekilerden daha az arzu uyandırır içimde. Müzeleri severim, özellikle beni yordukları için. Öngörü ileri sürmem. Sırasıyla, denizde, gölde, ırmakta, havuzda yüzmeyi yeğlerim. Sinemaya gitmeyi düşünmem. André-Pierre Arnal'in bir sergisinin açılışında, Tarascon Şatosu'nun çatısında, biriyle ayakta seviştim. Hong Kong'daki bir yapının otuzuncu katının çatısında biriyle seviştim. Hong Kong' da gündüz, bir parkta biriyle seviştim. Paris-Lyon hattındaki hızlı trenin tuvaletinde biriyle seviştim. İçkinin bolca tüketildiği bir yemekte, biriyle arkadaşlarının önünde seviştim. Georges-Mandel Caddesi'nde, bir merdivende biriyle seviştim. Bir partide, sabahın altısında bir kızla seviştim, doğrudan söze girerek isteyip istemediğini sorduktan beş dakika sonra. Ayakta, oturarak, yatarak, dizlerimin üstünde, bir yana ya da ötekine uzanmış durumda seviştim. İkili, üçlü, daha da kalabalık cinsel ilişkilere girdim. Esrar da, afyon da içtim, poppers, kokain çektim. Temiz hava beni uyuşturuculardan daha fazla çarpar..

diye sürüp gidiyor....

Kendi kendine resim yapmayı  öğrenen, çağdaş resim sergileri açıp, pek çok resmini satan, sonra kalan resimlerini imha edip, yine kendi kendine öğrendiği fotoğrafçılıkla yaşamını kazanmaya devam eden bir sanatçı Levé. Dört anlatı kitabı olan yazarı ve de yazınını tanımak için ideal bir kitap ‘Otoportre’. Kitabı kapattığınızda en kısa zamanda yazarın tüm kitaplarını okumak istiyorsunuz. Hem böylesine parça parça yazarak okuru sıkmamayı, dahası okurun ilgisini sürekli uyanık tutmayı başarıyor, hem de kitabı kapattıktan sonra okurda kendi otoportresini yazma isteği uyandırıyor.

fotoğraflarından örnekler

 




diğer kitabı
















İntihar-Édouard Levé
Çeviri: Orçun Türkay
Sel Yayıncılık-81 sayfa

Édouard Levé, yirmi yıl önce intihar etmiş, belki hayali belki de gerçek çocukluk arkadaşına uzun bir mektup niteliğindeki İntihar'da, hayatı reddeden kahramanının gerçekçi bir portresini sunuyor. Yetenekleri, arzuları ve duyarlılıklarıyla yazıya taşıdığı kahramanının intihar etmeye karar verip bu eylemi gerçekleştirmesini tüm aşamaları ve en ince ayrıntılarıyla anlatıyor. Kitabı tamamlayıp yayıncısına teslim ettikten sadece on gün sonra ise kendi hayatına tıpkı arkadaşının yaptığı gibi intihar ederek son veriyor.

Kısa ömrü boyunca kurmacayla gerçeği birbirinden ayırmayan Levé, hayatına nasıl son vereceğini hem bir roman, hem de bir anı kitabı özelliği taşıyan İntihar'da anlatıp sonra uygulamasıyla dünya edebiyatının sonsuza dek genç kalacak, kült yazarlarından biri olmuştur.

(Tanıtım Bülteninden)


08 Kasım 2015

Myriam Alter




















Belçikalı besteci/piyanist...Bazı müzik sanatçılar vardır, yaptığı bütün çalışmaları gözü kapalı alır dinlersiniz. Myriam Alter'de onlardan biri..Yeni albümü için Eylül 2014' de stüdyoya giren Alter Mart 2015 de "Crossways adını verdiği çok güzel bir çalışmaya daha imza attı. albümdeki parçaların hepsi birbirinden güzel..


Sanatçının web sayfası ve onunla ilgili 
daha ayrıntılı bilgiyi bulacağınız bir link daha veriyorum.

web    /   kubaba

Myriam Alter-2015-Crossways

01. Again (4:41)
02. No Man’s Land (5:30)
03. Inviting You (6:39)
04. Weird Mood (2:18)
05. Dancing with Tango (4:11)
06. Back to Dance (4:47)
07. Don’t Worry (4:54)
08. How Life Can Be (3:20)
09. Above All (5:59)
10. Crossways (3:46)
11. No Room to Laugh (1:58)



ve albüme katkıda bulunan diğer sanatçılar da şöyle
John Ruocco : Klarnet, 
Luciano Biondini : Akordeon, 
Michel Massot : Tuba, Trombon, 
Michel Bisceglia : Piyano ve düzenlemeler; 
Nic Thys : Kontrbas, 
Landers Gyselinck : Davul


Related Posts with thumbnails