01 Aralık 2015

Henry Miller




















Henry Valentine Miller (1891-1980)  ABD'li yazar..

Henry Miller'in ismini Türkiye’de ilk defa 1985’te yayımlanan fakat sansüre takılan Oğlak Dönencesi adlı romanla duymuştum. Ve kitap sansür kurulundan üzeri kara bantlarla çizilmiş halde yayımlandığında, tam da kim okur böyle bir kitabı düşünürken bizim insanımıza özgü o yaratıcılığın gene devrede olduğunu anlamıştım. Kanunlarımıza göre yasaklanan kitaplarda ne için yasaklandığını gösteren mahkeme metnini kitabın sonuna ekleme hakkına sahiptiniz ve yayınevi de bu hakkı kullanmıştı:) ve tahmin ettiğiniz üzere kara bantlarla geçilen bütün satırları mahkeme kararından okuyabiliyordunuz..Ülkemize özgü bir karamizah örneğiydi..

(2014’te Siren Yayınları bu kitabı Avi Pardo çevirisiyle sansürsüz olarak tekrar yayımlamıştır.)


Alman göçmeni bir ailenin ilk çocuğu olarak 1891 yılında New York’ta dünyaya geldi. Başarılı geçen lise yıllarının ardından City College’a kaydolan Miller, sonraları ‘ıstırap, keder ve kargaşadan ibaret’ olduğunu söylediği eğitimini tamamlamadan üniversiteden ayrıldı. Bulaşıkçılıktan liman işçiliğine, barmenlikten gazeteciliğe varana dek pek çok farklı işte çalıştı. İş ve macera peşinde Amerika’nın bir şehrinden diğerine seyahat ettiği sırada Emma Goldman ile tanışmış ve Céline, Rabelais, Dostoyevski gibi büyük ustalardan, ayrıca Henry David Thoreau, Walt Whitman ve Jack London’ın özgürlük odaklı arayışlarından etkilenmiştir. Miller, etkilendiği tüm yazarlarla bağını kopartarak özgün sesini bulduğunu ve bir tür ‘umutsuzluk’ yüzünden yazar olduğunu söyler.

1917’de Beatrice Wickens ile evlenen Henry Miller, ikinci evliliğini -yazınında da etkisini gösteren- June Mansfield ile 1924 yılında yaptı. Oradan oraya sürüklendiği yıllarda yazmayı sürdürse de yazdıklarını yayımlatmakta büyük zorluklar çekti. Eşi June ile çıktığı dokuz aylık Avrupa seyahati ardından New York’a döndü, ancak kısa süre sonra tekrar Londra’ya ve ardından Paris’e gitti. Paris’te aylaklık ederek yaşadığı yıllar boyunca sanat ve edebiyat çevreleriyle içli dışlı olmuş, filizlenmekte olan gerçeküstücü lük akımını yakından takip etmiştir. İnsanlığa karşı bir hakaret olarak nitelediği Yengeç Dönencesi, bu yılların ürünüdür. Paris şehri, bir başka kalemde hiç böyle can yakıcı bir çerçevede hayat bulmamış, böyle capcanlı resmedilmemiştir. Kitap, ancak 1934 yılında dostu Anaïs Nin ve Otto Rank’in desteğiyle Fransa’nın Obelisk Yayınevi tarafından yayımlanmıştır.


ABD’de 1961 yılına değin yayımlanamadığı gibi ülkeye sokulması da yasaklanmış, kitabı kuşatan yasaklar, suçlamalar ve tartışmalar alevlenerek sürmüştür. 1964’te hakkında açılan davalardan ‘beraat’ eden Yengeç Dönencesi, ABD’de yirmiden fazla eyalette altmışın üzerinde farklı davayla yargılanmış olmasıyla tarihe geçmiştir. Oğlak Dönencesi ise, Fransa yıllarından öncesini, yazarın New York'ta geçen çocukluk ve gençlik yıllarını konu eder ve Amerikan ideallerine, medeniyet fikrine ve insanlığın çıkmazlarına yönelttiği sert eleştirilerle dikkat çeker. Müstehcenliği üzerinden tartışmalar koparmış olan bu metin, esasen Henry Miller'ın gelişim, ilerleme ve çağdaşlaşma fikirlerine karşı ortaya attığı isyan çığlıklarıyla bezelidir. Yine Paris yıllarından yola çıkan Clichy'de Sessiz Günler ise, kaybedecek hiçbir şeyi olmadan yaşamanın kitabını yazmış yazarın iki kısa novellasından oluşan bir kitaptır.

Marcel Duchamp, Blaise Cendrars, Lawrence Durrell, Ezra Pound, T.S. Eliot, John Dos Passos, Karl Shapiro ve George Orwell gibi farklı görüşlere sahip aydınların ortak beğenisini kazanan Henry Miller, hakkında açılan davalar ve koparttığı fırtınalar bir yana, bugün çağdaş edebiyatın en sarsıcı ve güçlü kalemlerinden sayılır. Henry Miller, 1980 yılında hayata veda etmiştir.

Diğer eserlerinden bazıları: Seksus, Pleksus, Neksus, Cennette Bir Şeytan, Çılgın Üçlü, Big Sur ve Hieronymus Bosch’un Portakalları, Kara İlkbahar, Merdivenin Dibindeki Gülümseyiş.


 

Marousi’nin Devi-Henry Miller
Çeviri: Avi Pardo / 216 sayfa,
Siren Yayınları, 2015
Kapak Tasarımı: Nazlım Dumlu
Kitabın Orijinal Adı: The Colossus of Maroussi

1891 doğumlu Henry Miller genelde kendi deneyiminden yola çıkan romanlar yazmıştır. Kitaplarında kendisini, karısını, sevgililerini, dostlarını ve düşmanlarını anlatmaktan çekinmez. Kendi deneyimi üzerinden yaşam felsefesini kurar. Kendisinden sekiz yaş küçük Ernest Hemingway gibi Miller'da ilham kaynağını savaş öncesi Avrupa’da yaşadığı yıllarda iyice beslemiş, o yılların Paris sanat çevresini eserlerine yansıtmıştır. 1941 yılında yayımlanan Marousi’nin Devi adlı kitabı da diğer romanları gibi otobiyografik roman türüne girer ve yıllar içinde eleştirmenler (ve bizzat Miller) tarafından yazarın en değerli eserlerinden biri olarak görülmüştür. Marousi’nin Devi’nde Miller, bir süre yazmamaya karar verdiği, belki de hayatının tek tatilini geçirdiği Yunanistan günlerini anlatır.

Marousi’nin Devi, ilk başta bir seyahatname olarak okunuyor, kitapta yer alan kişiler, Seferis, Lawrence Durrell gibi dönemin dev yazarları ve şairleri ama hepsi savaş öncesi Avrupa’da yaşanan gerilimden uzaklaşmaya çalışan, kendi iç seslerine dönmüş şekilde yaşayan sanatçılar. Hayatı boyunca parasızlıktan, kazanamamaktan yakınan Miller 1939 yılında Yunanistan’a cebinde az bir parayla, orada dostlarının evinde kalmak üzere gider. Yolculukları onu Atina, Girit, Korfu, Poros ve Delphi’ye götürür. Kitabı bir şekilde hayran olduğu George Katsimbalis’e övgü olarak yazar, zaten kitabın başlığındaki Dev, ilginç kişiliğe sahip Katsimbalis’tir.

 Miller ve dostları burada antikçağdaki ozanlar gibi yaşarlar, minimum düzeyde eşyayla, güzel Akdeniz mutfağından yemekler yiyerek ve bol miktarda içerek. Henry Miller dünyanın en yoksul halkı olarak söz eder Yunanlardan, bunun ne denli doğru olduğunu bilemiyorum, belki biraz abartılı ama o dönemde çok sayıda dostu Asya’ya ve Kuzey Afrika’ya da seyahat ettiği için, dünya gerçeklerinden uzak olmadığını sanıyorum yazarın. Çok kereler yeni geldiği bu Akdeniz yöresini Paris’in züppe çevresiyle karşılaştırıyor ve burada bulduğu sadeliği coşkulu bir dille anlatıyor. 



Seyahatnamelerin en önemli özelliği yada bir seyahatnamede olması gereken en önemli şey, bireyde bir dönüşüme neden olmasıdır. Önyargılarla dolu gelinen yerde ruhun yeni bir boyuta geçmesidir. Henry Miller’de buna tanık oluyoruz. Kitabın sonlarında insanlığı daha önce hiç görmediği bir şekilde gördüğünü, savaş içinde kaynayan kıtanın bu ucunda çok barışçıl bir düşünceyle arındığını fark ediyoruz. 'Buranın ışığı gözlerimi açtı, gözeneklerime işledi, bütün benliğimi genişletti' diye yazıyor, “… devrimin gerçek anlamını buldum ve kendimi dünyanın üzerinde evimde hissettim. Dünya uluslarının arasındaki hiçbir çatışma bozamaz bu dengeyi.”



kitaptan alıntılar


(...)
Anlattığı hikaye ne kadar hazin, marazi veya acıklı olursa olsun bizi sürekli güldürürdü. Her şeyin mizahi yanını görürdü ki trajik algının gerçek sınavı budur...



(...)
Gün boyunca sessiz olmak, gazete okumamak, radyo dinlememek, dedikodu duymamak, dünyanın kaderine bütünüyle kayıtsız olmak insanın kendine sunabileceği en iyi ilaçtır. Kitaplardan edindiğin bilgiler giderek önemini yitirir, sorunlar eriyip çözülür, bağlar usulca kopar ve düşünme eylemi, lütfedip düşündüğünde, fazlasıyla ilkel bir hal alır; beden yeni, harikulade bir araca dönüşür; bitkileri, tasları ya da balıkları farklı gözle görüp insanların bu çılgın koşuşturmayla neyi başarmaya çabaladıklarını merak edersin: savaşın sürmekte olduğunu bilirsin, fakat neye dair olduğu ya da insanların birbirlerini öldürmekten neden haz duydukları hususunda en ufak bir fikrin yoktur...



(...)
"Ertesi gün diğerleriyle muhabbet ettim - bir Türk, bir Suriyeli, birkaç Lübnanlı öğrenci ve İtalyan asıllı bir Arjantinli. Türk bende neredeyse anında antipati uyandırdı. İnsanı çileden çıkaran bir mantık takıntısı vardı adamın. Çarpık bir mantık, üstelik. Şiddetle karşı çıktığım tüm o diğerleri gibi onda da Amerikan ruhunun en kötü yanlarının dışavurumuna şahit oldum. Gelişmeye takmıştı bu insanlar. Daha çok makine, daha çok verim, daha çok sermaye, daha çok konfor - başka şeyden konuşmuyorlardı. Amerika’daki milyonlarca işsizden haberleri olup olmadığını sordum onlara. Soruyu dikkate almadılar. Makine üretimi onca lüks ve konfora rağmen Amerikan halkının ne kadar kof, mutsuz ve sefil olduğunu bilip bilmediklerini sordum. Alaycılığım onlara işlemedi. 

Onların istediği tek şey başarıydı - para, güç, güneşin altında bir ev. Hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyordu; her nedense hepsi de buna rağmen ülkesine dönmek zorunda kalmıştı. Ülkelerinde onlar için hayat olmadığını söylediler. Hayat ne zaman başlar? Bunu öğrenmek istedim. Amerika’nın, Almanya’nın ya da Fransa’nın sahip olduğu her şeye sahip olduklarında başlayacağını söylediler. Hayat eşyadan ibaretti anladığım kadarıyla, daha ziyade makinelerden. Parasız bir hayat olanaksızdı; giysilere, güzel bir eve, radyoya, arabaya, tenis raketine falan ihtiyaç vardı. Bunların hiçbirini gereksinmediğimi ve onlarsız da mutlu olduğumu, Amerika’ya tam da bu gibi şeyler bana bir şey ifade etmediği için sırtımı döndüğümü söyledim. O güne dek tanıdıkları en tuhaf Amerikalı olduğumu söylediler.



(...)
Hikayemi ilginç buldular. Amerika’da böyle oluyor demek? Tuhaf bir ülke… her şey olabilir orada. 
“Evet,” dedim, “çok tuhaf bir ülke.” İçimden, iyi ki orada değilim ve umarım bir daha asla dönmem, diye geçirdim.
“Peki, Yunanistan'ı neden bu kadar çok seviyorsun?” diye sordu biri.
“Işık ve yoksulluk yüzünden,” dedim. 
“Sen romantik birisin,” dedi adam.
“Evet,” dedim, “insanın ne kadar az şeye ihtiyaç duyarsa o kadar mutlu olacağına inanacak kadar deliyim. Buradaki gibi bir ışığın varsa bütün çirkinliklerin silindiğine inanıyorum. Ülkenize geldikten sonra ışığın kutsal olduğunu öğrendim: Yunanistan kutsal bir toprak benim için.” 
“Fakat halkın yoksulluğunu, sefaletini görmedin mi?”
“Amerika’da sefaletin daha kötüsünü gördüm,” dedim. “Yoksulluk, tek başına, insanları sefil kılmaz.”


(...)
Kent sınırına, dağların eteklerine ulaştığımda ışık daha da büyüleyici bir hal alıyor; birkaç dev adımla yamacı tırmanacakmış gibi hissediyorsun ve sonra da, evet, sonra ... eğer zirveye çıkarsan bir meczup gibi koşup gökyüzüne atlayacakmışsın gibi geliyor, balıklama bir dalış maviliğe, Amin, sonsuza dek. Dafni'den denize uzanan Kutsal YoI' da birkaç kez delirmenin eşiğine gelmişliğim var. Bir keresinde dağın yamacından yukarı koşmaya başladım gerçekten, ama yolun ortasında bir yerde durup dehşet içinde bana ne olduğunu düşünmeye başladım. Bir yanda mikroskobik bir berraklıkla durmakta olan taşlar ve çalılar; öte yanda Japon taşbaskılarında göreceğiniz türde, muhtemelen sarhoşluğun coşkunluğu sırasında tanrılar tarafından dikilmiş ağaçlar. Bu yolda motorlu bir taşıtla gidilmemeli - saygısızlık resmen. İnsan yürümeli, eski çağlarda insanların yürüdüğü gibi yürümeli ve bütün benliğine ışık dolmasına izin vermeli...


(...)
Yaşama sevinci barış sayesinde gelir, ki durağan değil, devimseldir. Barışı tatmamış biri yaşama sevincini bildiğini iddia edemez. Ve sevinç yoksa yaşam da yoktur: bir düzine araban, altı uşağın, bir şaton, özel şapelin ve bombaya dayanıklı bir kasan olsa bile. Hastalıklarımız bağlılıklarımızdan kaynaklanır; alışkanlıklarımızdan, ideolojilerimizden, ideallerimizden, iyeliklerimizden, fobilerimizden, tanrılarımızdan, tarikatlarımızdan, dinimizden... liste uzar gider. İyi maaş da kötü maaş kadar hastalıklı olabilir. Aylaklık da çalışmak kadar hastalıklı olabilir. Tutunduğumuz her ne varsa, umut ya da inanç bile, bizi öldürecek bir hastalığa dönüşebilir. Teslimiyet mutlaktır; en küçük bir kırıntıya tutunduğunda bile seni bitirecek mikrobu yutmuş olursun...


(...)
Büyük şeylerde ustalaşmanın yolu önemsiz şeyler yapmaktan geçer; büyük bir yolculuk yüce bir ruh için ne kadar heyecan vericiyse, küçük bir yolculuk da ürkek bir ruh için o kadar heyecan vericidir. Yolculuklar içe doğru yaşanır, en tehlikeli yolculukların bulunduğumuz yerden hiç kımıldamadan yaşandığını söylemeye gerek bile görmüyorum. Fakat yolculuk duygusu zamanla solup ölebilir...


(...)
Satürn bize ondan istediğimiz kadarını verir, fazlasını asla vermez. Sürekli dünyanın harikalarından söz edip zamanını en büyük harikayı, İNSAN'ı öldürmekle geçiren beyaz ırkın beyaz umududur o. Kendini Kader'in büyük yaratıcısı gibi sunan sahtekâr bir yıldızdır; Monsieur le Paris, uyuşturulmaya bayılan bir dünyanın otomatik baltacısı. Bırakın gökyüzü onun görkemini kutlasın öyleyse - bu lenfatik kuşku ve bıkkınlık gezegeni cansız kasvetinin süt beyazı ışınlarını saçmayı asla kesmeyecek... Satürn ancak insan onu bilincinden kustuğunda görünmez olacak...


(...)
 "Kendi olanaklarına terk edildiğinde insan her zaman Yunan usulü bir başlangıç yapar - birkaç keçi ve koyun, derme çatma bir baraka, küçük bir tarla, birkaç zeytin ağacı, bir dere, bir kaval ile."

(bu cümle, ne kadar etkileyici ..)


(...)
Aram Hourabedian'ın evi labirentin göbeğinde gömülüydü. Yerini bulabilmek için defalarca sorup dolanmak zorunda kaldık. Sonunda evinin küçük tabelasını bulduğumuzda vaktinden erken geldiğimizi anladık. Mahallede bir saat kadar gezindik. Sefalete bayılmamakla birlikte bu sefil barakaları süslemek ve güzelleştirmek için sarf edilen acınası derecedeki insani çabaya hayran kaldık. Çöp yığınından yaratılmış bu küçük köy uygar bir kentten daha fazla cazibe ve güzellik barındırıyordu. Kitapları, tabloları, düşleri, efsaneleri getiriyordu akla; Lewis Carroll, Hieronyrnus Bosch, Breughel, Max Ernst, Hans Reichel, Salvador Dali, Goya, Giotto, Paul Klee anımsattığı adların sadece birkaçı. 

O korkunç yoksulluğun ve acının ortasında her şeye rağmen bir ışık yayılıyordu ve o ışık kutsaldı: bir anne ve çocukla aynı odada bir keçi ya da inek görmenin şaşkınlığı insanda anında saygı uyandırıyordu. Teneke parçalarından yapılma doğaçlama bir solaryumu andıran sefil bir gecekondu karşısında gülmek de gelmiyordu insanın içinden. Var olan barınaklar paylaşılıyor ve bu, havadaki kuşları, tarlalardaki hayvanları da kapsıyordu. İnsan insana sadece üzüntülü ve acılı zamanlarda yakınlaşır; hayatı ancak o zaman güzelleşir gibidir...


(...)
Vermek ve almak temelde aynı şey, kişinin açık ya da kapalı yaşamasına bağlı olarak. Açık yaşayan kişi bir medyuma, bir vericiye dönüşüyor; nehir gibi yaşayan kişi hayatı tam yaşıyor, hayatın akıntılarıyla yüzüyor ve onu yeniden bir okyanus olarak yaşamak için ölüyor...


(...)
Yunanistan tanrıların ülkesidir ve tanrılar ölmüş olabilir, ama varlıklarını hissettirir. Yunan tanrıları insani oranlardaydı; insan ruhundan yaratılmıştı onlar. Fransa'da, bütün Batı ülkelerinde olduğu gibi, insanla tanrı arasındaki bağ kopuktur. Bu bölünmenin insanın doğasında yarattığı kuşkuculuk ve felç çağdaş uygarlığımızın kaçınılmaz parçalanışının ipuçlarını barındırıyor. İnsan bir gün tanrı olacağı inancını yitirecek olursa solucandan farkı kalmaz...


(...)
Günümüzün Amerikan yaşam tarzı Avrupa yaşam tarzı gibi başarısızlığa mahkûm. Bir dünya görüşü belirlenmedikçe hiçbir ülke yeni bir yaşam düzeni doğuramaz. Acı hatalar sonucunda dünya halklarının birbirlerine hayatiyetle bağlı olduklarını öğrendik, fakat aklımızı kullanıp bu bilgiden yararlanmadık. İki dünya savaşı gördük, üçüncüyü ve dördüncüyü de göreceğiz kuşkusuz, belki daha da fazlasını. Eski düzen yıkılmadan barışın gelmesi mümkün değil. Dünya tekrar eski Yunan dünyasının oranlarına indirgenmeli ve herkesi kapsayacak kadar küçülmeli. Son insan da böylelikle kapsanıncaya kadar gerçek bir insan topluluğu var olamaz. 

Zihnim bana bu tür bir yaşamın başlamasının çok uzun zaman alacağını söylüyor, fakat daha azının insanı asla tatmin etmeyeceğini de biliyorum. İnsan bütünüyle insan oluncaya dek, dünyanın bir ferdi gibi davranmayı öğrenene dek kendisini mahvedecek tanrılar yaratmaya devam edecek. Yunanistan'ın trajedisi büyük bir kültürün yok olmasında değil, büyük bir vizyonun kesilmesinde yatıyor. Hatalı bir biçimde Yunanlıların tanrıları insanlaştırdığını söylüyoruz bizler. Oysa aksine, tanrılar Yunanlıları insanlaştırmış. Hayatın gerçek anlamının kavranmış gibi göründüğü bir an varmış, insan ırkının kaderinin tehlike altında olduğu soluk kesici bir an. O an, mest olmuş Yunanlıları saran iktidar ateşinin içinde solup gitmiş.

 İnsan aklına sığmayacak büyüklükte bir gerçeklikten mitoloji yaratmış Yunanlılar. Efsanenin cazibesine kapılırken, aslında gerçeklikten doğduğunu ve hayatın özüne dair olmanın dışında diğer yaratı biçimlerinden farklı olmadığını unutuyoruz bizler. Belki farkında olmadan biz de efsaneler yaratıyoruz, gel gelelim bizim yarattığımız efsanelerde tanrıya yer yok. Hayali bir materyalizmin küllerinden soyut, insanlığını yitirmiş bir dünya inşa ediyoruz burada. Kendimize dünyanın boş olduğunu kanıtlıyor ve bunu kendi boş mantığımızla doğruluyoruz. Fethetmeye kararlıyız ve niyetliyiz, fakat fethin kendisi ölüm demek...


(...)
Barış arayan milyarca insan köleleştirilemez. Dar, sınırlı hayat görüşümüzle köleleştirdik biz kendimizi. İnsanın hayatını bir davaya adaması olağanüstüdür, fakat ölüler hiçbir işe yaramaz. Hayat daha fazlasını talep eder - şevk, gönül, zekâ, iyi niyet. Doğa ölümün açtığı boşlukları onarmaya her zaman hazırdır, fakat zekâyı, iyi niyeti ve ölümün gücünü yenmek için gerekli hayal gücünü sağlayamaz. Doğa onarır ve yeniler, o kadar. Sonsuz biçimlerde dallanıp budaklanan öldürme içgüdüsünü içinden söküp atmak insanın işidir. 

Güce güçle karşılık vermek ne kadar anlamsızsa Tanrı’ya bel bağlamak da o kadar yararsızdır. Her savaş insan ruhu için bir yenilgidir. Savaş, sözde barış dönemlerinde bile, her gün her yerde olagelen çatışmaların dramatik biçimde muazzam bir göstergesidir sadece. Her insan kıyımın sürmesi yolunda kendi küçük katkısını yapar, ilgisiz gibi görünenler bile. Hepimiz içindeyiz, hepimiz katılıyoruz, zoraki olarak. Dünya bizim eserimiz ve eserimizin meyvelerini kabullenmek zorundayız. 


(...)
Yunanistan seyahatimin üzerimdeki etkisinden söz ettiğimde insanlar hayretler içinde kalıp büyüleniyor. Bana imrendiklerini, bir gün oralara gitmeyi umduklarını söylüyorlar. Neden gitmiyorlar ki? Çünkü kişi hazır olmadığı takdirde arzuladığı deneyimin tadına varamaz. İnsanlar söylediklerini nadiren kast eder. Yaptığından farklı bir iş yapmak için yanıp tutuştuğunu ya da başka bir yerde olmaya can attığını söyleyen kişi kendine yalan söylüyordur. Arzulamak sadece istemek anlamına gelmez. Arzulamak insanın aslına dönmesidir. Bu satırları okuyan kimileri kaçınılmaz olarak arzularını gerçekleştirmeye çalışmaktan başka bir yol olmadığını idrak edecektir. Maeterlinck'in hakikat ve eylem üzerine yazdığı tek bir cümle hayata bakışımı bütünüyle değiştirdi benim. O cümlenin anlamını tam olarak kavramak yirmi beş yılımı aldı. Bazı insanlar vizyon ile eylemi düzenlemekte daha hızlı. Demek istediğim şu ki ben Yunanistan'da o uyuma nihayet ulaştım. Havam söndü, uygun insani oranlara çekildim, yazgımı kabullenmeye ve aldığım her şeyi vermeye hazır hale geldim.

Agamemnon'un mezarında dururken gerçekten yeniden doğdum ben. Bu cümleyi okuyanların ne düşüneceği ya da diyeceği beni hiç ilgilendirmiyor. Bu dünyaya bir etkim olacaksa sözcüklerimden çok duruşumdan kaynaklanacağını biliyorum artık. Yolculuğumun bu tutanağını bilgiye katkı olması için değil -zira benim bilgim kısıtlı ve değersiz- insan deneyimine katkı olsun diye sunuyorum. Bu anlatıda muhtelif hatalar var kuşkusuz, ancak işin gerçeği şu ki benim başıma bir şey geldi ve onu elimden geldiğince doğru aktarmaya çalıştım...


(...)
Bu kitabı Katsimbalis için yazdım ona ve yurttaşlarına duyduğum minnetin bir ifadesi olarak. Umarım oranlarını abartıp onu bir deve benzettiğim için beni bağışlar. Amaroussion'u bilenler görkemli bir yanı olmadığını idrak edeceklerdir. Katsimbalis'in de görkemli bir yanı yok. Nihayetinde, bütün olarak ele alındığında, Yunanistan da görkemli bir tarafı yok. Fakat gerçekten ve bütünüyle insan olan herkesin görkemli bir yanı bulunur. Katsimbalis'ten daha insan birini tanımadım ben. Onunla Amaroussion sokaklarında yürürken yere bütünüyle yeni bir biçimde bastığımı hissettim. Yer daha candan, daha canlı, daha umut vericiydi sanki. Katsimbalis sıklıkla geçmişten konuşurdu, bu doğru, fakat ölü ve sonsuza dek unutulmuş bir şey olarak değil, içimizde taşıdığımız, şimdiki zamanı tomurcuklandırıp geleceği çekici kılacak bir şey olarak bahsederdi geçmişten. Küçük şeylerden de aynı saygıyla söz ederdi; onu duygulandıran şeylerden bahsetmek için yaptığı işe ara veremeyecek kadar meşgul değildi asla, sonsuz zamanı vardı ki, kendi başına yücelik işaretidir...

web sayfası

(not: kitapta Türkleri ve Türkiye'yi kötü gösteren yerler de var, ama sonuçta Miller bir tarihçi değil ve kendi ülkesini de acımasızca eleştirmiş. )

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails