11 Kasım 2017

Annemin Öğrettiği Şarkılar


1988 yılında, bir Hollywood aktörünün karısı, yetenekli bir yazar ve aktrist olan eski bir arkadaşımdan bir telefon geldi. Arkadaşlarından birine özel telefon numaramı verip veremeyeceğini sordu, ama isteyenin kim olduğunu ve niçin istediğini açıklamadı. Birkaç dakika sonra telefonum tekrar çaldı ve tanıdık bir ses yavaşça, "Ben Marlon Brando," dedi. 

Aslında kendini tanıtmasına hiç gerek yoktu. Hayatlarının belirli bir kısmını karanlık sinema salonlarında geçiren milyonlarca kişi gibi ben de sesini tanımıştım. Son kırk yıldır, başka milyonlarca kişi gibi onun sesiyle büyümüştüm. 

Benden, hayatının, sevdiği bir kişinin büyük haksızlığa uğratıldığına inandığı bir bölümü hakkında bir kitap yazmamı istediğini söyledi.

Birkaç gün sonra Beverly Hills'de, Mulholland Yolu üzerinde kilitli bir bahçe kapısının önündeydim. Kapı içeriye doğru açıldı ve biber ağaçlarıyla çevrelenmiş dolambaçlı bir yolda nereye gittiğimden emin olmadan ilerledim. Derken hayalet gibi bir şeyin varlığını hissettim: yakınımdaki bambu ormanının bir bölümü sanki kımıldanmaya başlamıştı. Bu yaprak örtüsünde sık yeşilliklerle kamufle edilmiş bir otomatik kapı ansızın içeriye doğru açılınca, ortaya bir geçit çıktı. Tıpkı Binbir Gece Masallarında karşınızda aniden granit bir duvarın belirmesi gibi. 

Ormandaki geçit iyice aralanıp, beni sadece Marlon Brando'nun bir dağın tepesindeki evine değil, hayatına da davet etti. İlk ziyaretimden sonra Mulholland Yolu'ndaki bu eve defalarca uğradım; sonuçta Brando'yla çok yakın arkadaş olduk. Garip bir ikili oluşturuyorduk: ben sıradan bir geçmişi olan ve otuz yılı aşkın süredir aynı kadınla evli, The New York Times'in muhabiri olarak Los Angeles'da çalışırken karşılaştığım çoğu aktörün sığ ve benmerkezci bencilliği ve çocukça davranışlarını alabildiğine hor görmeyi huy edinmiş, burnu havalarda bir gazeteciydim; o ise elli yıla yakın sosyal hayattan sonra basını küçük gören, hayatından yüzlerce kadın geçmiş ve söylediğine göre hiçbiri için "iki dakikadan fazla zaman ayırmamış", sıradışı, dünyadan elini ayağını çekmiş bir aktördü.



İlk yirmi dakikalık buluşmamız sırasında ayakkabılarımı çıkarttırmış, kemerimi gevşettirmiş ve parmaklarımı kablolarla, tenimin elektriksel tepkisini ölçen bir cihaza bağlamıştı. Bütün bunları yaparken bir yandan da bunun, sorular sorarak ve cihazın göstergesinin verdiği tepkiye bakarak kişilik tahlili yaptırmak için ara sıra kullandığı bir teknik olduğunu açıklıyordu. Bu olup bitene sinirlenmekten çok afallamıştım. Bu ilk karşılaşmamızda, onun, hayatımda rastladığım en acayip insan olduğunu ve bir film yıldızı olarak anılmaktan rahatsızlık duyduğunu, hatta belki de utandığını keşfettim. Sinemanın, hayatının en önemsiz yanını oluşturduğunu söyledi; bunu defalarca tekrarlayacaktı. Yazar olarak insanlara sorular yöneltmeye alışkındım, ama o bunu tersine çevirdi ve beni ailem, çocukluğum, evliliğim ve düşüncelerim hakkında sonu gelmez bir soru yağmuruna tuttu. Sanki CIA'de sorguya çekiliyordum. Her şeye karşı büyük bir merakı vardı ve tartışabileceğimizi düşündüğü daha başka birçok konuda (fizik, Shakespeare, felsefe, satranç, din, müzik, kimya, genetik, gübrecilik bilimi, psikoloji, ayakkabı imalatçılığı vb. bilgi sahibiydi.

Hiç beklemediğim kadar çok ortak yönümüz bulunduğunu şaşkınlıkla fark ettim ve böylece dostluğumuz derinleşti. Hakkında konuşmayı sevmediği tek konu gösteri dünyasıydı. Ben gündeme getirmedikçe bu konuya hiç değinmedi. Her seferinde saatlerce konuşurduk -bazen gecenin geç saatlerine kadar şehirlerarası telefonla, bazen de San Fernando Vadisi'ndeki biçilmiş geniş tarlalara bakan evinin oturma odasında karşılıklı oturarak. Bazı sohbetlerimiz gün ağarıncaya kadar sürüp, ısıtılmış yüzme havuzunda sona ererdi ya da aşırı sıcak saunasında tartışmalarımız dostça devam ederdi.

İlk konuşmamızın konusu olan kitabı hiç yazmadım. Değişmeye başlamıştı ve bana olaylara uçlardan bakma alışkanlığını terk etmeye başladığını ve artık bir zamanlar olduğunun aksine düşmanlarından öç alma ihtiyacı duymadığını söyledi. 

Hakkımdaki her şeyi bilmek istediği kadar, kendine sakladığı düşünceleri, yaşadığı deneyimler ve zaafları konusunda da samimiydi. Önceleri bu samimiyetten kuşku duymuştum ancak arkadaşlığımız ilerledikçe bunun gerçek bir samimiyet olduğunu gördüm. Başta otobiyografisini yazmaya hiç niyetlenmediğini söylüyordu: Halkın bir film yıldızına duyduğu, marazi merak dediği şeyi tatmin etmek için kişisel düşüncelerini ortaya dökmenin aptalca ve aşağılayıcı bir şey olduğu kanısındaydı. Ancak zamanla başka yönlerden değişime uğradıkça hayat öyküsünü anlatmak konusundaki tutumu da aynı şekilde değişti. 

Dediğine göre, "hayatının gerçeklerini yazmanın faydalı yönleri olduğuna" kendini inandırmıştı. Sonuçta Random House yayınevi için otobiyografisini yazmaya girişti. Ancak hemen hemen iki yılda çok az ilerleme kaydettikten sonra her şeyi içeren bir otobiyografiyi tamamlamak için gerekli heyecandan yoksun olduğunu söyledi ve benden yardım istedi. Önceleri reddettim. Bir gazetecinin arkadaşına profesyonelce yaklaşmaya çalışmasının akıllıca olmayacağını, çünkü bu şartlar altında nesnelliği sürdürmenin imkânsız olduğunu söyledim. Ancak hiçbir şeyi saklamayacağına, bana karşı tamamen dürüst olacağına, evlilikleri ve çocukları dışında soracağım bütün soruları cevaplayacağına söz verdi - bu sözünü de tuttu. 

Ona yardım etmeyi kabul ettim ve sohbetlerimizden notlar almaya, sonra da bunları teybe kaydetmeye başladım. Konuşmalarımız saatlerden günlere, sonra da haftalara uzadı. Ona, hayat öyküsünü anlatacaksa filmleri ile ilgili deneyimlerinden de bahsetmesinin kaçınılmaz olduğunu söyledim; bunu kabul etmesine etti ama bu konudaki isteksizliği hiçbir zaman değişmedi. Buna rağmen çocukları ve eski karıları hakkında hiçbir şey söylememe konusundaki kararlığından vazgeçmedi ve artık bu dünyada olmayan birkaçı dışında hayatından geçen hiçbir kadının kitabında gerçek isimleriyle yer almaması konusunda ısrar etti. Aksinin uygunsuz kaçacağını söyledi.

Konuşmalarımız, Marlon'un kendi yazıları ve rasgele kağıda döktüğü düşünceleri ile birlikte bu kitabın temelini oluşturdu. Anlattığı hikâyeleri, yazılarını, düşüncelerini, fikirlerini ve deneyimlerini birleştirerek hayat öyküsünü kısa, öz ve doğru biçimde aktarmaya çalıştım. Kitabın yapısının nasıl olması gerektiğine karar verirken ve içindeki kelimeleri, olayları, eğretilemeleri ve anekdotları seçerken Marlon'un hayatını kaçınılmaz olarak kendi algılayışımın, deneyimlerimin ve meraklarımın süzgecinden geçirdim. Kitabın ön taslağı tamamlandığında içindekilerin doğruluğundan emin olmak için tekrar tekrar kontrol etti, düzeltmeler yaptı, aklına gelen başka şeyleri, gözlemlerini ve görüşlerini ekledi. Ayrıca metinde nelerin kalacağına ve nelerin çıkarılacağına kendisi karar verdi.

Robert Lindsay


Marlon Brando (1924-2004) 
20. yüzyılın en önemli sinema oyuncusu
...

Hayatımla ilgili bir konunun sonuç bölümünü yazmam mümkün değil, çünkü bu hali hazırda süren ve gelişen bir süreç. Bundan sonra neler olacağını bilmiyorum. Geçmişteki halimden şimdiki halime nasıl geldiğimi düşününce şaşırmadan edemiyorum. Başarılı olmak için çalıştığımı hiç hatırlamıyorum. Bütün bunlar bir şekilde kendiliğinden oluverdi. Sadece geçimimi sağlamak için uğraşmıştım, o kadar. Eskiden yapmış olduğum şeylere şimdi, yumurtasından yeni çıkmış bir yavru kuşun etrafına bakışı gibi hayretle bakıyorum. Elli yıl kadar önce New York'taki evimde verdiğim bir parti sırasında, sırf muziplik olsun diye on birinci katın penceresinden çıkıp, parmaklıklara asılmıştım. Şimdi ise kendimi böyle bir şey yaparken hayal bile edemiyorum. O zamanki halimle şimdiki halimi kafamda bağdaştırmakta bayağı zorlanıyorum.

Hayat hikayem sanırım daha çok sevgi araştırması niteliğinde, ama ondan da öte, böyle bir şeye kalkışırken, hayatımın ilk devrelerinde çektiğim acıların yarasını saracak, kendime ve insanlığa karşı olan yükümlülüklerimi, tabii eğer böyle şey varsa, ortaya çıkartacak bir yol bulmaya çalıştım. Ben kimdim? Hayatımla ne alıp veremediğim vardı? Bu soruların cevabını bulduysam da, benim için şurasına burasına neşe ve gülücükler serpiştirilmiş sancılı bir yolculuk oldu bu. Shattuck'tan yolladığım mektupların birinde annemlere şöyle yazmıştım: "Sophokles'in 'Antigone' adlı oyununun bir bölümünde şöyle bir söz geçer: 'Gelecek gelecekse gelsin: derdin bugünle olsun, gerisini bırak, gerisi düşünsün... bizi bugün yapacaklarımız ilgilendirir: bizi gelecekte bekleyen şeyler, beklemeleri gereken yerdeler.' Bizden iki bin yıl önce yazılmış olan bu satırlar o günlerde olduğu gibi bugün de geçerliliğini sürdürüyor, insan ırkının, ortaya çıkışından bu zamana kadar geçen on beş bin yıllık bir süre içinde hiç değişmediğini görmek akıl almaz bir şey."

Henüz on beşimdeyken, insanın yaşadıklarından çok az ders aldığını, yanlışları ve yapılan haksızlıkları sorumlu olmadığı bir geleceğe havale etmeye eğilimli olduğunun farkındaydım. Hayatımın ondan sonraki elli beş yıllık dönemini işte bunun tam tersini yapmaya çalışmakla geçirdim. Annemin ilgisini çekememiş olmamın bende yaratmış olduğu hayal kırıklığının boşluğunu sanırım Kızılderililere, Siyahlara ve Yahudilere yardım ederek doldurmaya çalışmıştım. Sevginin, iyi niyetin ve olumlu hareketlerin haksızlıkların, ön yargıların, saldırganlıkların ve soykırımın üstesinden gelebileceğini düşünmüştüm, insanlara gerçekleri - örneğin, Hindistan'da çektiğim ve oradaki açlığı konu alan filmi -gösterirsem, bunlardan etkilenip oradakilerin acılarını hafifletmede bana yardımcı olurlar yanılgısına düşmüştüm. 

Merhametin ve sevginin sorunları çözeceğine olan kesin bir inançtan yola çıkarak, daha iyi bir dünya yaratılmasına katkıda bulunmam gerektiği konusunda kendimi sorumlu hissediyordum. Birtakım kişisel girişimlerle elde edilen değişikliklerin kalıcı bir etkisi olacağını artık düşünmüyorum. Yakın zamanlarda doğruluğundan artık iyice emin olduğum bir şey var: başkaları adına acı çekmek onlara hiçbir yarar sağlamıyor. Etrafıma yardımcı olmak için hâlâ elimden geleni yapıyorum, ama bunun için ayrıca acı çekmemin gereksiz olduğunu artık biliyorum. Eskiden bahtsız insanların duygularını paylaşırdım. Gerçi şimdi de paylaşıyorum, ama artık bunu daha farklı bir tarzda yapıyorum. Meditasyon yaparak ve kendi kendimi gözleyerek insan olmanın ne demek olduğunu keşfetmeye başladığımı, hissettiğim şeylerin herkesin hissettiği şeylerle aynı olduğunu sezinleyebiliyorum. Sevmek de, nefret etmek de hepimizin içinde var olan duygular.


İnsanların inandıkları biçimde inanıp da neden başka biçimde inanmadıkları sorusu hayatım boyunca aklımı sürekli meşgul etmiştir. Bazı şeyleri neden yaptığınızı veya davranışlarımızın, genetik kodlarımızın ya da çevremizin yahut da her iki etkileyici faktörün ne mene bir ürünü olduğunu içimizden birinin çıkıp da tam bir kesinlikle cevaplaması olanaksız. Hayatta olmamın sebebi hikmetini bugüne kadar anlayamadım ve bildiğim şeylere dayanarak böyle bir anlayışa hiçbir zaman sahip olamayacağımı da rahatlıkla söyleyebilirim. Gözlerimiz, yanlış algılamaların pusuyla perdelidir.

Dünyayı kurtarmak gibi bir yükümlülüğümün olduğunu artık düşünmüyorum. Böyle bir şeyin mümkün olamayacağını öğrendim. Eskiden bunun farkında değildim, ama galiba tavrım Hindistan'daki kıtlıkla ilgili çektiğim o filmden sonra değişmeye başladı. Yurda dönerken, Hintli sinema yöjnetmeni Satyajit Ray'i ziyaret etmek için Kalküta'ya uğramıştım. Birlikte öğle yemeği yediğimiz lokantadan çıktıktan sonra partal giysili, kör, sakat, çarpık, hastalıklı bir grup çocuk bahşiş isteğiyle yolumuzu kesti. Bu hastalıklı çocukların arasından geçerken Satyajit'in onlara karşı ilgisiz, hatta umursamaz davrandığını fark etmiştim. Kayıtsızca onları nazik bir şekilde elinin tersiyle itti; böyle yaparken başak tarlasında önüne çıkan başakları eliyle kenara çekerek kendisine yol açar gibiydi. 

Böyle bir şeyi nasıl olup da yapabildiğini sorduğumda bana, "Hindistan'da yaşayan biri böyle şeylerle hayatı boyunca her gün karşılaşır. Bu çocuklara yardım olsun diye sahip olduğum her şeyi verecek olsam, bir milyar rupi bile kişi başına bir rupi edeceği için, devede kulak kalacak ve ertesi gün tekrar karşıma çıkacaklardır. Bu sorunu çözmek benim harcım değil; bazı sorunlar çözümsüzdür," dedi. 

Hayatım boyunca yardımsever biri oldum, fakat sonunda Satyajit'in Kalkütalı çocuklar hakkında söylediği sözlerin doğru olduğunu öğrendim: bazı sorunlar konusunda elimden hiçbir şey gelemeyeceğini anladım.

İnsan davranışlarının tabiatıyla ilgili bazı görüşlerim de değişikliğe uğradı. Gençliğimde, Yahudi-Hristiyan geleneğinin iyi-kötü anlayışını ve bunun sonucu olarak yaptıkları seçimlerden dolayı, insanların her birinin kendi davranışlarından sorumlu olduğu inancını benimsemiştim. Artık buna inanmıyorum. Eflatun, Sokrates, Kant ve Spinoza gibi filozoflar özgür iradenin ve iyi ile kötünün tabiatı üzerinde binlerce yıl tartışmışlar. Epikür, Tanrıya kayıtsız olduğu için kötüyü görmezden gelir veya kötüyü engellemekten acizdir, bu yüzden de her şeye kadir değildir der. Saint Augustus ise Hristiyanlığın, iyiliksever addedilen bir Tanrı'nın kötünün varlığına nasıl izin verdiğiyle ilgili paradoksunu çözmeye çalışırken, kötünün Tanrı'nın bir eseri olmadığını, iyinin yokluğundan kaynaklandığını, ilk olarak göze kötü görünen bir şeyin değişen zamanla birlikte iyi nitelemesini kazanabileceğini söyleyerek, bu paradoksun varlığını gerekçelendirir. Yahudi katliamı ile Kızılderililere yapılan zulümler ve benzeri olaylara böyle bir açıklama getirilir. 

Oysa, "kötü" diye adlandırdığımız davranışlar bence genetik. Bugüne kadar hiçbir sistem - dini, toplumsal, felsefik, etik, politik veya ekonomik - görmedim ki, inançları, menfaatleri, nefretleri veya coşkuları uğruna insanları, yaşadıkları topluluklardan farklı toplulukları yok etmeye yönelik hareketler gerçekleştirmek üzere bir araya getiren fesadın ve tarafçılığın önüne geçsin. Bir dogmanın savunusu ve din adına öldürülen insanların sayısı, başka nedenlerle öldürülen insanların sayısından kat kat fazla. Davranışların genetik kodlarla belirlenip, çevresel özelliklerle olan etkileşimlerine göre farklılıklar gösterdiği varsayımı, sanırım insan davranışlarıyla ilgili son sözü söyleyecektir. 

Genetik güdülerimizin, alt edemeyeceğimiz kadar güçlü olduklarına inanıyorum. Beyinsel faaliyetlerimiz ne kadar gelişmiş olursa olsun, aklımız doğrudan doğruya duygularımızın hizmetinde, öyle ki, İncil ve Talmud'daki iyi ve kötü efsanelerine hâlâ sımsıkı sarılıyoruz. Ne para, ne dini coşku, ne siyasi devrim, hatta ne de bilgi insan neslinin temel tabiatını alt etmeyi başaramaz. Hiçbir şey insanları iyi yapmaya yeterli olmamıştır. Bunun için milyonlarca dolar harcayabilirdim, ama şimdi böyle bir amacın, insanlara hiçbir yararının dokunmayacağının farkındayım.

Elli yıldan fazla bir süre Soğuk Savaş, hayatlarımızın üzerine kara bir bulut gibi çökmüştü ve komünizm beterler beteri bir tehdit olarak değerlendirilmekteydi. Şimdi ise Soğuk Savaş sona erdi ve dünya paramparça olmanın eşiğinde; etnik savaşlar, yoksulluğun, cinayetin, şiddetin ve adaletsizliğin günlük bir olağanlıkla karşılandığı ABD'nin sokakları dahil, dünyanın dört bir yanında patlak vermeye başladı. Komünizmle meşgul olan zihinlerimiz, o öve öve bitiremediğimiz politik ve ekonomik sistemlerimizin içindeki çürümüşlüğün göz ardı edilmesine neden olmuştur. 


Bütün bir tarih boyunca insanoğlu "ilerleme" sağladıkça, teknolojik gelişmenin, çatışmalara ve yanlış anlamalara neden olan insanlar arasındaki sınırları ortadan kaldıracak şekilde daha iyi bir iletişim zemini hazırlayacağına dair yanlış bir kanı var ortada. Bugün uydu kanallarının, CNN'in global haberciliğinin, interaktif televizyonların, anında haberleşme olanaklarımızın, en karmaşık ekipmanlarımızın ve Rand Corporation'ın tartışma programlarının varlığına rağmen, durumumuz her zamankinden daha kötü.

İnsanlığın evrimiyle ilgili içimde hâlâ bir iyimserlik varsa bu, Hannah Arendt'in kötünün bayağılaştırılması diye tabir ettiği şeyi gidermenin en iyi yolunun, korkunç tehlikelerine rağmen, genetik değişim olduğuna inancımdan kaynaklanır. Neandertal insanından beri, insanlığın buluşları içinde - ateşin, silahın veya tekerleğin bulunuşu -hiçbirinin, Francis Crick ile James Watson'un DNA'nın yapısıyla ilgili buluşları kadar önemli olduğunu sanmıyorum. Bu buluşun toplumlar, dinler ve kendimizle ilgili anlayışlar üzerinde derin etkileri olacaktır. Birkaç yıl içinde bilim adamları Watson ve Crick'in buluşlarının ışığında insan geninin bütün bir haritasını çıkartmış olacaklar ve bununla birlikte insan tabiatını değiştirecek yeni bir imkân doğmuş olacak.

Bilimadamları kızgınlık ve sinirlilik, öldürme isteği ve savaşların nedeni olan düşmanlık duygularını yaratan sinirsel bozuklukların nedenlerini açığa çıkartmaya başladılar bile. Saldırganlık ve şiddet içeren hareketlere neden olan bazı genetik kusurları daha şimdiden ortaya çıkarmış durumdalar; genlerin davranışlarımızı nasıl etkilediğini daha iyi anlamamızı sağlamakla beraber, o davranış biçimini nasıl değiştireceğimiz konusunda da yeni ufuklar açacak olan biyogenetik ve nörogenetik alanlarında olağanüstü ilerlemeler kaydediyorlar. Davranış genetiği biliminde muazzam değişimlerin doruk noktasındayız. Bir şempanzeye, genlerinde değişiklikler yapılıp konuşma yeteneği kazandırılacağı zaman pek de uzağımızda değil, insan davranışlarıyla ilgili genetik mühendisliği de buna benzer bir yolda ilerleyecektir, insan ırkında sapkın davranışlara veya kendi kendini yıpratmaya yönelik bir genetik bozukluk olduğunda, kolayca giderilecektir.

Anlayamadım, hayal mi diyorsunuz? Bence bu kaçınılmaz - ve eğer insanoğlunu kendi türünden varlıkları öldürmekten alıkoyacaksa, aynı zamanda da gerekli -bir şey.

Bilimadamları insanları inşa etme gücüne eriştikten sonra, kiliselerden de sesler yükselmeye başlayacaktır tabii, insanın tasarımının sadece ve sadece Tanrı'ya ait olduğu söylenecektir. Davranış genetiği biliminin işleyişini geçici de olsa durduracak tepkiler olabilecektir, ama bir şeyin olacağı varsa zaten er ya da geç olur. Dünya, eskilerin değişip, yerine yenilerinin gelmesini sağlayan devrimci olayların örnekleriyle doludur ve yeni keşifler hiçbir şekilde durdurulamazlar. Yirmi birinci yüzyılda biyolojik bilimler alanında gerçekleşecek devrim, yirminci yüzyılda fizik alanında gerçekleşen devrimden daha büyük olacak. Kendime ve başka insanlara zarar veren şeyleri yapmaktan kendimi alıkoymak ve toplum içinde sapkın davranışlara neden olan duygusal çatışmalarımı çözmek için yetmiş yıl harcamam gerekti. O zamanlar mümkün olsaydı da, bana genetik operasyon yapılmış olsaydı, hayatımın çoğunu duygusal çatışmalar içinde geçirmeme neden olan duygusal bozukluklarımla bu kadar uğraşma zahmetine katlanmama da gerek olmazdı belki de. Gelecekte uzmanlar, çocukluğumda çektiğim acıya neden olan sorunu bulup, bu konuda bir şeyler yapacak konuma gelecekler. 


Farklı bir sevgi görüp, farklı bir şekilde bakılsaydım, bugünkünden farklı bir insan olurdum. Hayatımın büyük bir kısmını reddedilme korkusuyla yaşayıp, bana sevgi gösteren insanları, onlara güvenemediğim için reddetmekle geçirdim. Basında hakkımda yalan yanlış haberler çıktığında, bunlara kayıtsızmışım gibi bir tavır geliştirmiştim, oysa gerçekte içim kan ağlıyordu. Şimdi artık hakkımda kimin ne düşündüğü gerçekten umurumda değil. Sevdiğim ve her şeyin üstünde tuttuğum kişiler dışında diğer insanların düşüncelerine karşı art niyetsiz bir kayıtsızlık geliştirdim.

Clifford Odets bir seferinde bana, "Beethoven'in söylemek istediğini kırkıma gelene kadar hiç 'duymamıştım'," demişti. İnsan yeterince yaşlanmakla, sırf bu yüzden, çok şeyler öğrenebiliyor. Bazı açılardan hiç değişmediğimi söyleyebilirim ama, her zaman duyarlı, kendime ve başka insanlara karşı her zaman ilgiliydim, insanlara ilişkin sezgilerim her zaman güçlüydü, iyi kitapları ve her türlü espriyi her zaman sevdim; esprilere karşı duyduğum bu ilgi bana, ikisi de şen şakrak olan annem ve babamdan geçti sanırım. Fakat diğer açılardan bakıldığında, çocukluğumdakinden çok daha farklı bir insanım şimdi. Hayatımın büyük bir kısmında, öyle olmadığım halde güçlü görünmek durumunda kaldım ve en fazla istediğim şey, ipleri elimde tutmaktı. Bir yanlışımı bulduklarında veya kendimi küçültülmüş hissettiğimde, öç almak isterdim.

Artık istemiyorum. Otoriteyi ve bayağılık derecesindeki konformizmi hâlâ eskisi gibi hor görüyorum, ancak artık bu tür şeylere sert ve ani tepkiler vermiyorum. Yirmili yaşlarımda hep en iyi ben olayım isterdim, ama şimdi buna zerre kadar önem vermiyorum. Kendimi başkalarıyla kıyaslamayı bıraktım artık. Birinin benden daha yetenekli olmasına veya hakkımda dedikodu çıkarılmasına hiç aldırış etmiyorum; onların benden pek farklı olmayan, dünyada tıpkı benim gibi kiracı olan ve yaptıkları şeylerin çirkinliğine gözlerini kapamış insanlar olduklarını anlayabiliyorum. Bütün bunları, doğru bildikleri için yaptıklarının farkındayım.Bu arada, bu kitapta hayatımı anlatırken bazı insanları hakir gördüğüm için suçlu olduğumu da itiraf etmeliyim.

Annemle babamın o zamanlar ölmelerinin bir anlamda talihli bir tarafı var bana göre; çünkü, aksi takdirde, kendime doğru dürüst bir yol çizene kadar büyük bir ihtimalle hayatlarının geri kalan kısmını karartabilirdim. Şimdi hiç olmadığım kadar mutluyum. Birbirimize yardım ederek ben ve ablalarım beraberce fırtınayı atlattık, ikisi de büyüyüp aklı başında, koca kadın oldular, alkolizmi yenip, kendilerine yeni bir hayat kurmayı başardılar. Frannie bu yıl öldü, hayatımda yeri asla doldurulamayacak büyük bir boşluk bırakarak göçüp gitti aramızdan. Fakat ölmeden önce o da mutlulukla tanıştı; ellisine doğru koleje geri döndü ve çok başarılı bir öğretmen oldu. Tiddy ise önce oyunculuğu, ardından iş hayatını denedikten sonra harika bir terapist oldu ve o olağanüstü anlayış yeteneğini başkalarına yardım etmede kullandı.



Büyükannem, hayatın, "tırmanışı uzun ve meşakkatli olan bir Ahmaklar Tepesi"olduğunu söylerdi, oysa Tiddy, Frannie ve ben o tepenin doruğunun da doruğuna çıktık.

Uzun süreden beridir doldukça dolan bir şeylerin boşalması diye niteleyebileceğim bu kitaba, benim özgürlük ilanım da diyebiliriz. Nihayet kendimi özgür hissediyorum ve insanların hakkımda neler düşündüklerine zerre kadar değer vermiyorum. Yetmişimde, öncekinden de fazla eğleniyorum. Ufacık bir şey bile beni eğlendirmeye yetiyor - bir şeyler inşa etmek veya keşfetmek, çocuklarımla beraber olmak veya köpeğim Tim'le oynamak, arkadaşlarımla laklak etmek veya banyoma doğru yollanan bir karıncayı seyretmek. Dr. Harrington'a, kişisel çabalarıma ve sadece geçmekle bana yardımcı olmuş olan zamana, hiç yaşamadığım bir çocukluğu bana sonunda yaşattıkları için sonsuz minnet duyuyorum.

Yakınlarda Kevin Costner'ın Dances with Wolves'ini (Kurtlarla Dans) seyrettim ve filmin ortalarında dayanamayıp ağladım. Önce bunun nedenini anlayamamıştım. Sonra genç Kızılderili oğlanın perdede yansıyan görüntüsü; nedenini anlamamı sağladı: bu sanki bir tür yuvaya dönüştü, çünkü o sırada bir iki yıl öncesinde temiz, saf ve içten bir yanım olduğunu ve bu yanımın çocukluğumdan beri gizli kaldığını keşfettiğimi yeniden hatırladım. Bir şekilde bütünleştiğimi ve özgürlüğümü hissettim. 

Sonra bir de babamı affetmem gerektiğini, aksi takdirde hayatımın geri kalan kısmını nefret ve kederin pençesinde geçirmek durumuyla karşı karşıya kalabileceğimi fark ettim. Bize yaptıklarını affetmeseydim, yaptığım şeylerden dolayı kendimi de affetmeyecek, bu yüzden suçluluk ve sorumluluk duygularıyla içim içimi yiyecekti. Artık hem onu, hem de kendimi affetmiş bulunuyorum; her ne kadar insanın birini kafasında affetmesinin, yürekten affettiği anlamına gelmediğini bilsem de.

Bu hikâyede son yok. Sonunu bilseydim seve seve anlatırdım. Hayatımın sonu da, Otuz ikinci Sokağın sonundaki karaağacın altına oturup, o büyülü tohumları yakalamak umuduyla ellerimi uzattığım zamanların öncesi gibi bir bilmece benim için. Bu yüzden hayatımın bundan sonraki seyrini, beni şaşırtmaya devam eden bir dünyada süren bir bilmece olarak görüyorum. Hayat bile anlaşılmazlığını hâlâ sürdürüyorken, benim "zamanın dışındaki bilinmezler ülkesi"nin neresinde olacağım konusunda kafa patlatmaya hiç gerek yok. Ancak yine de diyebilirim ki, son nefesimi verirken kendimi tekrar Otuz ikinci Sokakta bulacağımdan eminim.

Kendimi, Güney Denizleri'ndeki Ada'mda, geceleyin efil efil rüzgârda, başımı geriye yaslamış ve ağzım açık bir şekilde, kırpışan noktacıklı ışıkların altında ne zaman geleceği belli olmayan o sessiz ışık yolunun göğü yırtıp beni tekrar şaşırtacağı anı beklerken hayal ettikçe zihnim yatışır ve durulur. Artık küçükken yaptığım gibi elimi uzatmıyorum, ama büyülü anları eskisi kadar hiç bıkmadan, usanmadan bekliyorum.

Marlon Brando'nun cennet adası Tetiaroa



Tetiaroa  adasıyla ilgili bir yazıya buradan ulaşın



Filmleri

1950-The Men 
1951-İhtiras Tramvayı  
1952-Viva Zapata! 
1953-Julius Caesar 
1953-The Wild One 
1954-On The Waterfront 
1954-Désirée 
1955-Guys and Dolls  
1956-Operation Teahouse-short
1956-The Teahouse Of The August Moon 
1957-Sayonara  
1958-The Young Lions 
1959-The Fugitive Kind  
1961-One Eyed Jacks-Yönetmen/Oyuncu
1962-Mutiny on the Bounty  
1963-The Ugly American 
1964-Bedtime Story  
1965-Morituri 
1966-The Chase  
1966-The Appaloosa  
1966-Meet Marlon Brando-short
1967-A Countess From Hong Kong 
1967-Reflections in a Golden Eye 
1968-Candy 
1968-The Night of the Following Day
1969-Queimada 
1970-King: A Filmed Record...Belgesel
1972-The Nightcomers 
1972-The Godfather
1972-Last Tango in Paris
1976-The Missouri Breaks 
1978-Raoni-Belgesel
1978-Superman 
1979-Apocalypse Now 
1980-The Formula
1989-A Dry White Season
1990-The Freshman 
1991-Hearts of Darkness-Belgesel
1992-Christopher Columbus 
1995-Don Juan DeMarco
1996-The Island of Dr Moreau
1997-The Brave 
1998-Free Money
2001-The Score
2006-Superman Returns  (eski görüntüleri kullanıldı)
2006-Superman II  (eski görüntüleri kullanıldı)
2015-Listen to me Marlon-Belgesel

web sayfası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails