31 Ocak 2018

Vincent Van Gogh-Theoya Mektuplar


Vincent Van Gogh (1853-1890) 

Vincent Van Gogh, 30 Mart 1853'te Hollanda'nın güneyinde, Belçika sınırı yakınlarındaki Groot Zunder'de doğdu. Protestan papaz Theodorus Van Gogh ve Anna Van Gogh-Carbentus'un altı çocuğunun en büyüğüydü. Ailesi ona tam bir yıl önce aynı gün ölü doğan abisinin adını verdi. 
1 Mayıs 1857 de erkek kardeşi Theodorus doğdu. 
Van Gogh hayatı boyunca özellikle Theodorus'la yakın bir ilişki kurdu ve ikili hiç bağlarını koparmadılar... 
On yedi yıl boyunca, intiharından iki gün önceye dek kardeşi Theo'yla mektuplaştılar..O yüzden mektuplar çok önemli çünkü Vincent Van Gogh'un yazdıkları, sanatçının bütün yaşamından ve yaratım sürecinden bir kesiti sunuyor.


Theoya Mektuplar 'ın orijinali 6 ciltten oluşan yaklaşık 2500 sayfa tutan 900 den fazla mektuptan oluşuyor, (Van Gogh'un, Theo'ya yazdığı mektup sayısı 600'den fazla iken; Theo'nun, Van Gogh'a yazdığı sadece 40 mektup bulunabilmiştir.) Ülkemizde ise bu mektuplardan seçmeler yapıldı, ilki Azra Erhat tarafından yapıldı sonra Pınar Kür tarafından...

En kapsamlı kitap  Yapı Kredi yayınlarından 265 mektuptan oluşan bir derleme şeklinde yayınlandı..Mektupların seçiminde Van Gogh’un yazgısını bulmak için giriştiği ve onu bir sanatçı olmaya yönelten sonu gelmez arayışa, kardeşi Theo’yla yakın bağına, babasıyla rahatsız edici ilişkisine, kabul görme yönündeki doğuştan arzusuna, müthiş sanat ve edebiyat tutkusuna ağırlık verilmiştir. Yazışmalar sadece Van Gogh’un karmaşık iç dünyasını kavramayı sağlayacak ayrıntılı ipuçları vermiyor; Paris’te kökleşmekte olan ve onun da içinde yaşadığı avangard sanat akımını da gözler önüne seriyor.



Yıl 1990.
Dr. Gachet portrem 82 milyon dolara alıcı bulmuş.
Hayatımda tek bir satış yapabilmiştim.
Şimdi ise resimlerim tüm büyük müzelerde sergileniyor.
İnsanlar, onları görmek için her yerden geliyorlar.
Efsanevi resimleri görmeye, benim etrafımda oluşan efsaneyi görmeye.
Kulağını koparmış, deli adamı.

Öldüğümden beri kadınların bana ilgi duyduklarını fark ettim.
Yaşarken onlardan fazlasıyla korkardım. Benim için yorucu ve eziyet olmuşlardı.

Auvert Sur Oise, Paris'in Kuzeyi.
Hayatımın son iki ayını burada geçirmiştim
37 yıllık yaşamım ise burada son buldu.

Adıma bir müze bile var : Van Gogh Müzesi 
Müzenin alt katında bir odada...
...kardeşim Theo'ya gönderdiğim
tüm mektuplar bulunuyor.
900 fazla  mektup. Theo'ya neredeyse her gün yazmıştım.
Her gün, bıkıp usanmadan benim sefaletimi ve aksiliğimi anlamaya çalıştı.
Üstelik benim yazımı okumak oldukça güçtür. 
Yazım cidden okuyanı çıldırtabilir. Kötü Fransızcam hemen görülebilir.
Evet. Ressamlığa başladığımdan itibaren Fransızca yazmaya karar verdim.

 
                 Theodorus Van Gogh             Johanna van Gogh-Bonger

Theo, kardeşimdir. Kardeşten de öte. 
Bazan çalışmalarımı sadece ona söyleyebildim.
Theo olmadan asla bu kadar resim yapamazdım.
Theo iyi bir sanat simsarıydı.
Sanatımı, onun bana kendisini adaması yarattı diyebilirim.
Bana para, tuval, dosya ve boya tüpleri gönderdi.
Çokça boyamam gerekiyordu, çalışmam için.
Bu bizim antlaşmamızdı.
Ürettim ve iyi çalışmaya kendimi mecbur hissettim.
Genelde çalışmlarımın taslaklarını Theo'ya göndermiştim.
Resimi bitirdiğimde de ona gönderiyordum.

Dünyaya, sonuna kadar resim yapmak için gelmiştim.

Ve daha yüzyıl olmadan ben bir efsane oldum.
İsteğine kavuşmuş bir ressam oldum.
Onlar için kolay değildi gerçi bu. Beni bulmak için hayli uğraştılar.
Beni. Hollandalı, bir vaizin oğlunu.
16 yaşında yolunu bulmaya çalışan..
Amsterdam, Londra ve Paris'te sanat için dolaşan beni.

Ardından Belçika'da babam gibi vaiz oldum. Sefillere, işçilere ve emekçilere vaazlar verdim. Onlarla dertleştim ve onlara İncil okudum. Bundan hoşnut olmuştum. İnsanları severim çünkü. 
Ama sürmedi. Yaptığım iş fazla göze battı...ve abartılı bulunarak olağan yolu takip etmemi istediler. Elimden geleni yaptım. 
Cidden yapmaya çalıştım. Uğraşmaya, tutunmaya çabaladım. 
O zamana kadar 27 sene geçmişti zaten. 

Talihimi değiştirmek istedim.

doğduğu ev

 Öncelikle hayran olduğum ressamların eserlerini kopya ettim.
Özellikle Millet'inkileri. Evet, Millet için çok kopya yaptım.
Sonra ivme kazandım. Yağlı boya yapmaya başladım.
İlk başta istediğim gibi resimler yapamadım.

Akademik şekilde çalıştım.
Amacıma ulaşmak için pek çok çalışma yaptım.
Adım adım ilerledim.
Fakat beni asıl üne kavuşturacak renkler hâlâ çok uzağımdaydı.
Karanlıkta yolumu bulmaya devam ettim.
1886'da Paris'te Theo ile bir araya geldim. 32 yaşımdaydım.
O zamana kadar dört yıldır ciddi şekilde düşünür olmuştum.
4 yılda 200'den fazla resim yapabilmiştim.
Ve burada, Paris'te, hayatımı değiştirecek bir keşif yaptım.

Renkleri keşfettim.


Charles Blanc'ın tamamlayıcı renk teorisini kullanmaya başladım. Yani, renkleri tamamlayıcı bir şekilde kullanmak ve öne çıkarmak gerekiyor. Sarı ve mor birbirini tamamlıyorlardı. 
Tıpkı mavi ve turuncu, yeşil ve kırmızı gibi, Theo'ya yazdım:
Kırmızı dokunuşları, yeşil ile tamamladığımda...kırmızı daha yoğun oluyor. Boyanın bileşiminde böyle olmasa bile açıkça doğal bir denge oluşuyor.

Arayıştaydım. Kendimi aşmak istiyordum.


Ah, Peder Tanguy. Seni tekrar görmek istiyorum
Theo'ya gönderdiğim resimlerden satılan birisi..İki kez düşündüm.
Japon baskılarının perspektifi hâkim. Japon sanatı tutkum olmuştu.
Japonya ne kadar uzun tecrit edilmiş ve uzakta kalmıştı.
Bulduğum Japon dünyası narin ve hassas olmuştu.
Buna sadelik adı veriliyor.
Bana gereken buydu. Renkler ve çizim uyumu.
Yumuşak yüzeyler olmadan, sadece fırça darbeleri.
Evet. Evet, bunun cazibesiyle resim yapacaktım artık.
Ve ne kadar heyecanlanmıştım!
Nihayet yolumu bulmuştum.

Resmime ulaşmıştım.

Sadece arka tarafı bu mektubun çok daha güzel.
İnsanların bunları okuyacağı gibi bir düşüncem yoktu.
hem mektuplar herşeyi söylerler mi? 
Tamam. Theo'ya resimlerimi
ucuz fiyattan satmak istemediğimi söylemiştim.

Kim onları ucuza satmak için verirdi ki?

Arkadaşlarımla her zaman resim üzerine konuşurduk.
Renkler, resim işleri..Gauguin ve Signiac hakkında.
Toulouse-Lautrec ile Theo'yla Pan'ın Yeri'nde buluştuk.
İzlenimci meşaleyi taşımak istiyorduk.
Tüm Güney Fransa ışığının dalgalanış sevincini anlattım.
Yani 1888 yılında. 35 yaşında 400'den fazla çizim yapmıştım.
O andan itibaren makine gibi hızlanmaya başladım.
Yılda istemeden çalışamadığım kısa süreler dışında...
...bu üretimim aynı hızda sürmeliydi.


Bu yüzden kalkıp Güney'e gittim. Aries isminde bir kente. 
Aries rengârenkti. Geceleri sarı ve...derin bir mavi ışıkla bezeli, 
etrafa bal sarısı yayılmaktaydı. Karanlıkta parlayan altın külçeleri gibi. Mavi sarı ile iç içe geçmişti. Gündüz, sarıya bürünürdü. Kükürt sarısı, limon sarısı, soluk sarı ve altın sarısı.

Durmadan resim yaptım. Her zaman parlaklığı yakaladım. Her zaman.
Ve bu şiddetli sarı ben de bir tür saplantı oldu. Giderek ona yaklaştım, çizdim ve paletime aldım. Ta ki parlayıp sönene kadar. Bu yerlerde dolaştım. Sabah, öğle, akşam. Kavurucu güneşin altında,
hep yapayalnız ve delirmiş halde. Her zaman.

Hiç kimse benim gibi yalnız değil.


Haa bir de  kesilmiş kulak vakası var. Bu konuda çok konuşulmuş olsa da
bu olayı anlatmak zorundayım.

Gauguin ile ilk kez Paris'te buluştuk. Otoportresini bana verdi.
Bir ressam olarak onu takdir ettim. Ve bir sanatçı komunü kurmak için onu Aries'e davet ettim. Kiraladığım yerde ona da bir oda olduğunu yazarak belirttim. Theo'dan da destek istedim. Biraz para göndermesi için. Gauguin'in gelmesi zaman aldı. Gelmek istiyordu. Yakında gelemeyeceğini söyledi. Ama geleceğine dair bana güvence verdi.

Zaman geçti. Nihayet Aries'ye geldi. Daha önce hiç bu kadar mutlu olmamıştım. Bir arada olmamızdan memnuniyet duyuyorduk.
Yan yana, çok iyi işler yapıyorduk. Yan yana. Bazen aynı hedefe yoğunlaşıyorduk. Bununla birlikte...bazı sorunlar vardı. O, çok sertti.
Çok fazla tüttürüyor ve kahve içiyorduk. Ve ayrıca şarap.

O gece tam olarak ne olduğunu bilemiyorum. Belki yine kafamız güzeldi. Kesinlikle tartışmıştık. Sonra kulağımdan bir parça kestim.
Ve gecenin ortasında onu Rachelle'e götürdüm.
Rachelle'i sevmiştim. Sıcak kalbi ile bana yakın olmuştu.

Bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmadı. 


İnsanlar, deli olduğumu söyledi. Deli Kızıl'ı her yerde aramaya başladılar.
Saint-Rémy-de-Provence bakımevine beni götürmeye kalkıştılar.
Tımarhane'ye yani. Gönüllü olarak gitmeyi kabul ettim.

(Şizofren ve katarakt, sanatçının en bilinen hastalıklarının başında geliyor. Resimlerinde ağırlıklı olarak sarıyı kullanması ve ışığı hareli olarak göstermesi, kataraktın etkisi olarak açıklanıyor. Meniere sendromu ise sanatçının bilinen bir diğer problemi; baş dönmesi, kulak çınlaması, işitme kaybı ve daimi olarak kulaklarda yüksek bir basınç hissetme gibi belirtileri olan bir içkulak hastalığıdır, ki sanatçı bu rahatsızlıklarından sıkça şikâyet eder. Ataklarının neredeyse 24 saatten uzun sürdüğü hastalığın tedavisi henüz bulunamamıştır. 
Hatta ünlü ressamın bu çınlamalara katlanamayarak kulağını kestiği de iddia edilir.Diğer bir iddia ise  ise abisi Theo'nun kendisine maddi desteği olan tek kişi olduğu ve ona kalpten bağlı oluşu nedeniyle Theo'dan kendisine gelen mektuplar arasında bir düğün davetiyesi olduğu ve artık kendisiyle ilgilenmeyeceğini düşünüp kriz geçirdiği sırada kulağını kesmiştir. Kulaksız portresi ile yakin zamanda yaptığı Çizim Tahtası ve Soğanlar isimli eserinde davetiye de masanın üzerinde davetiye görünmekte.
 Asperger bozukluğu, migren ve epilepsi ise sanatçının diğer rahatsızlıkları arasında. Ayrıca sanatçının digitalis tedavisi gördüğü; bu nedenle nesnelerin kenar ve köşelerinde sarı hareler gördüğü, resimlerinde sarıya ağırlık vermesinin asıl nedeninin de bu olduğu rivayet edilir.)

Resim yaptım. Resim yapmaya devam ettim.
Bir tür boyama makinesi gibi. Kendimi bundan alıkoyamıyordum. 
Bunu anlamıştım. Bu yüzden hep çalıştım, titiz bir işçi gibi. Oldukça çalıştım.

Sevgili Theo.. İşlerim çok iyi gidiyor. Boyama saplantım hasta olmadan bir iki gün önce başladı. Çalışmalarımda tamamen sarı renkler var.
Son derece ham boyandılar. Ama içeriği güzel ve sade oldu.
Onda ölümü görür gibi oluyorum. Ama bu ölüm de hiçbir üzüntü yok. 
Büyükçe bir ışık hakim. 

Güneşin saf altından rengi altında parlayan bir ışık ...

Bir otelde kalmaktansa, hastanede kalmak çok daha ucuzdu.
Ve bir başıma beni oraya bırakmışlardı. İstediğim yere gidebilirdim.
Ya da resim yapabiliyordum. Bazen görüntüler birden doğal halde görünüyorlardı. Tıpkı düş gibi. Ama bazen de korkunç karmaşık geliyorlardı. Sert bir elmastan veya inciden bakmak gibiydi.
Zeytin ağaçlarına karşı...Onları yakalamak için, onlara karşı mücadele verdim. Onları bazen daha koyu maviye boyadım...
...bazen de yeşil ve kahverengiye...Zorluydu...Çok zordu.
Ama açık alanda çalışmanın keyfini çıkarıyordum.
Bakımevindeki bir yıl sonunda, gelişmiş olduğumu hissettim.


Eski cinlerim beni yalnız bırakmadı. Her zaman olmasa da daha sık geliyorlardı. Ve daha uzun süre kalıyorlardı. Bu yüzden kendi kendime...
Orada, Güney'de yani, öğrendiklerimi...
renklerin kullanımını aynı şekilde Kuzey'de de yapabilirim, dedim. 
Biraz Kuzeyden, Güney de...boyanabilirdi.

Theo, Johanna ile evlenmişti. Küçük bir oğulları vardı. Benim adımı taşıyordu. Ama ben neydim? Kardeşim hayatımı ve kendi ailesinin...
...masraflarını bir arada gidermeyi göze alabilir miydi?

Theo, bana Auvert Sur Oise'e taşınmamı önerdi. Kabul ettim..
37 yaşındaydım. Ve hayatımın son iki ayına girmiştim.
Auvert, Theo ile oldukça güzeldi.
Onlar, resimden anlayan bir doktordan bahsettiler bana.
Doktor Gachet idi. Ev onundu ve tedaviyi evde yapıyordu.
Theo'yu tanıyordum. Doktor'u beni denetim için tuttuğunu biliyordum.
Yine de Dr. Gachet'yi hemen bir dost olarak kabul ettim.
Yaşadığı yerde birkaç portresini yaptım.


Ve Ravoux ailesi çok hoştu..Çok resim yapmak istedim.
Bir işçi gibi, münzevi bir yaşam sürmek istedim.
Odam sadece üç frank tutuyordu. Ve yemeğim onlardandı.
Auvert'de kendimi iyi hissetmiştim. Tüm bu doğanın yanıbaşında kendimi rahat hissediyordum. Tüm bu alanlar... Rüzgâr estikçe, güneyden doğru, ardında huzur bırakıyordu. Bütün düşüncelerim rahatlamak üzereydi.
Tabii ki resmin yolunu tuttum gene. Sürekli resimlerim için aklıma taslaklar geliyordu. Durmaksızın, 9 yıldır, sürekli düşünüyordum.
Her şey  bir sade çizimle başlayıp...çizgiden başka bir şey olmayana kadar sürüyordu. Bazen bir ayrıntı haline dönüşüyordu.. 
diğer zamanlarda ise boyama işine..

900'den fazla çizim yapmıştım. Estetik sahneler, portre, manzara.
Daha hızlı çalışır olmuştum. Benim en iyi resimlerim bu dönemde ortaya çıktı hep. Auvert'de yeni bir eşiği aştım. İki ay içinde 80'den fazla çizim yapmıştım. Matematiğe vurursam, günde üç resim demekti bu.
Yorucu ve yıpratıcı bir tempoydu. Erken kalkıp geç yatıyordum.
Boyuyordum, çalışıyordum. Ve bir başınaydım.
Çok fazla yalnızdım. Bu beni tüketmişti.

Böylece yazgım bir Temmuz günü belirlendi.


27 Temmuz 1890'da, hassas bir anımda...aşırı kaygılı olduğum günde...arkadaşlarımla şarap içip şakalaşırken, onlardan birinin elindeki silahla yanlışlıkla...göğsüme ateş edildi... Resim yapmaktan hoşlandığım, buğdaylarla çevrili...tarlaların ortasına yığıldım...İki gün sonra öldüm.

Hiç kimsenin suçu yoktu..ve ben bunu kimin yaptığını yada olayın nasıl olduğunu hiç kimseye söylemeyecektim..Herkes kendimi vurduğumu  düşünecekti...Bu da çok umurumda değildi açıkçası..

Ölmeden önce kardeşi Theo'ya iki mektup bıraktı. 
İlk mektubu, vücudu yaralı halde...kaleme almıştı. Bu mektupta kan lekeleri vardı. Ve çektirdiği acıyı Theo'ya anlatıyordu. 
Hayatını ve işini tehlikeye sokmasından bahsediyordu. 
Diğer mektup...son resimlerinden birisinden sözediyordu..
Benim canım ve kanım, kardeşim Theo...

...benden altı ay sonra vefat etti.


Theo'ya Mektuplardan benim altını çizdiklerim

** Üstelik her geçen gün daha iyi kavrıyor ki yaşam yalnızca bir ekme dönemidir, hasat mevsimi yoktur burada, insanın kimi kez başkalarının kendisi hakkındaki fikirlerine kayıtsız kalması, çok büyük bir baskı yaratırsa bunları silkip atabileceğini düşünmesi bu yüzdendir belki de...

 ** Oysa gerçeklik bambaşka, her şey sonsuz derecede karmaşık ve doğada siyah ve beyaz nasıl kesinlikle birbirinden ayrı değilse, yaşamda da doğru ile yanlış kolayca seçilebilecek gibi uzak değil birbirinden..Kapkara siyahın içine düşmemeli insan, bilinçli kötülük demek çünkü bu..Aynı şekilde, yeni badanalanmış bir duvarın bembeyazından da kaçınmak gerek, çünkü bu da iki yüzlülük ve sonsuz kendini beğenmişlik demek..

** Her geçen gün şuna daha çok inanıyorum ki, en önce doğa ile boğuşmayan insanlar hiçbir zaman başarıya ulaşamıyorlar. Günümüz eleştirmen ve koleksiyoncuları doğayı daha iyi tanısalardı, yargıları şimdi olduğundan daha iyi olurdu..


** Bizi Tarascon ya da Rouen'a nasıl bir tren götürüyorsa, yıldızlara da ölüm götürür. Bu düşüncede kuşkusuz doğru olan bir şey varsa, o da şu ; Yaşadığımız sürece yıldızlara varamayız, nasıl ki öldükten sonra trene binemeyiz öyle. Dolayısıyla, kolera, böbrek taşları, verem , kanser gibi şeyler göksel ulaşım araçlarıdır gibi geliyor bana...

** Sağlıklı bir insansan eğer, bütün gün çalışırken kuru ekmek yemeğe dayanabilecek, akşamları da sigaranı içip, kafa çekecek gücü bulabileceksin; bunlar yaşamak için. Hepsinin yanı sıra yıldızları, başının üstündeki sonsuz boşluğu da hissedebilmen gerek..İşte o zaman, yaşam neredeyse büyülü bir şey..Ah, asıl imansızlar, bu gördüğümüz güneşe inanmayanlardır.. Ne yazık ki, iyi tanrı güneşin yanı sıra, vaktin dörtte üçünde, karayel denilen o şeytan da var...



Theo'ya Mektuplar (pdf)
Azra Erhat / Pınar Kür çevirileri


Van Gogh Vincent-Yağlıboya (yüksek çözünürlüklü)

Yağlı boya resim yaparken, rivayetlere göre; boyayı paletin üzerine değil doğrudan tüpten tuval üstüne sıkıyor ve parmaklarıyla eziyordu. Bu tuhaf resim yapma tarzına ek olarak bazen boyayı yediği-yalnızca sarı renkli boyaları, pigmentleri patatesten üretildiği için... Ve resimlerinde genellikle sarı tonları kullanırdı. Bunun psikolojik ruhunu yansıttığını düşünüyordu. 


Van Gogh Vincent-Desen-Suluboya-Eskiz


Fransızca bilenler için mektupların mp3 şeklide mevcut
Van Gogh-Lettres a Son Frere Theo-French


Van Gogh hakkında bugüne dek 10 tane film yapılmıştır

Alain Resnais-1948-Van Gogh
Andrew Hutton-2010-Van Gogh-Painted with Words
François Bertrand-2009-Moi, Van Gogh
Maurice Pialat-1991-Van Gogh
Paul Cox-1987-Vincent
Robert Altman-1990-Vincent & Theo
Dorota Kobiela-Hugh Welchman-2017-Loving Vincent

(Andrew Hutton'un BBC adına yaptığı filmi çok iyi..İzlemenizi öneririm..BBC, mektuplarını baz alarak oldukça doğru bir karar vererek, ortaya Van Gogh'u ve idealizmini anlatan kaliteli bir yapım ortaya çıkarmış.)
...
Alexander Barnett-2005-The Eyes of Van Gogh
Phil Grabsky-2015-Vincent Van Gogh-A New Way of Seeing
Yu Haibo-Yu Tianqi Kiki-2016-China's Van Goghs

Bu son 3 film internette mevcut değil, diğerlerini bulabilirsiniz


Ayrıca çocuklara Vincent gibi boyamayı öğreten bir film daha var
Baby Van Gogh World of Colors   

Van Gogh müzesi

Sanatçının abisi Theodorus van Gogh’un eşi Johanna van Gogh-Bonger hakkında. Johanna, eşinin de ölmesi üzerine bütün hayatını sonsuz bir inançla Vincent van Gogh'un tanınmasına adar ve bu konuda da fazlasıyla başarılı olur. Hollanda’nın başkenti Amsterdam’da bulunan Van Gogh Müzesi de onun başarılı eserlerinden biridir.



son sözü kendisi söylesin yine:

'Şikayet etmeden acı çekebilmek...
Bu hayatta öğrenilecek en büyük ders budur. '

16 Ocak 2018

Anais Nin-Yeni Duyarlılık


Anaïs Nin ya da tam adıyla söylersek; 
"Angela Anaïs Juana Antolina Rosa Edelmira Nin y Culmell"

İspanyol, Küba ve Danimarka kökenli Fransız yazar. 
Onbir yaşından başlayarak ölümüne kadar 60 yıldan uzun bir dönemde günlük tutmuştur.
Eserlerinden 6 tanesi filme aktarılmıştır. En ünlüsü Henry Miller ile olan ilişkisinin anlatıldığı "Henry ve June" dır. Erotik diye tanımlanan kitaplarının çoğunu sipariş üzerine kaleme almış ve erkek dilinin dışına çıkan bir üslup kullanmıştır. Toplam on beş bin sayfadan ve yedi ciltten oluşan günlükleri henüz Türkçe'ye çevrilmemiştir..

Anaïs Nin 21 Şubat 1903’te Fransa’da doğdu. Yazılarında gerçeküstücülüğün ve Otto Rank’tan aldığı psikanaliz derslerinin etkisi görülür. 1914’te annesiyle birlikte New York’a gitti. Orada öğrenim gördükten sonra Avrupa’ya döndü. Edebiyat yaşamına D.H. Lawrence: An Unprofessional Study (1932) adlı yapıtıyla girdi. Bu yapıt Henry Miller ile arasında yaşam boyu sürecek bir arkadaşlığın oluşmasını sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında New York’a dönerek roman ve öykülerini yayımlamayı sürdürdü ama 1966’da günlüğünün ilk cildi yayımlanıncaya değin önemli bir yazar olarak görülmedi. 

Günlüğünün kazandığı başarının ardından Ateş Merdivenleri (1946), Albatrosun Çocukları (1947), Dört Odalı Kalp (1950), Aşk Evindeki Casus (1954) ve Minotor’u Kışkırtmak’tan (1961) oluşan İçsel Kentler adlı ırmak romanı ilgi uyandırdı. Birçok eleştirmen Nin’in kadınlıkla ilgili eşsiz anlatımına, lirik üslubuna ve psikolojik sezgisine hayranlık duyar. Kimileriyse narsistik olarak değerlendirdikleri kendine dönüklüğünü eleştirir. Bu konudaki tartışmalar Nin’in 14 Ocak 1977’de ABD’de ölümünden sonra yayımlanan Venüs Üçgeni (1977) adlı yapıtından sonra daha da arttı. Türkçe yayımlanan öteki yapıtları arasında Cam Fanusun Altında adlı öykü kitabı, 1931-1932 yıllarındaki güncesinin orijinal ve sansürsüz basımı Henry ve June sayılabilir.


Kadına ve Erkeğe Dair
Yeni Kadın

                    Neden yazılır sorusunu kolaylıkla cevaplayabilirim, çünkü bu soruyu kendime çok sordum. Galiba insan, içinde yaşayabileceği bir dünya yaratmak zorunda olduğu için yazar. Ben, bana sunulan hiçbir dünyada yaşamadım -ne ailemin, ne savaşın, ne de politikanın dünyasında. Kendime, kendi dünyamı yaratmalıydım -hayat beni yok etmeye başladığında nefes alabileceğim bir iklime, hüküm sürebileceğim bir yurda, kendimi yenileyebileceğim bir ortama gereksinimim vardı, işte, sanırım, her türlü sanat eserini doğuran neden de budur.

                     Yalnızca bir sanatçı, dünyanın sübjektif bir yaratı olduğunu, elementler arasından bir seçim, bir ayrım yapılması gerektiğini bilir. Eseri, iç dünyasının cisimleştirilmesi, enkarnasyonudur. Ve başkalarını da bu dünyaya çekmektir amacı. Kendi özel görüşünü başkalarına dayatmayı ve paylaşmayı umar. İkinci aşama gerçekleşmese de cesur sanatçı yılmaz. Dünya ile beraberliğin kısa anları bütün bu çabalara değer, çünkü son tahlilde bu dünya başkaları içindir, başkaları için bir mirastır, hediyedir.

                      Biz, hayat hakkında bilgimizi genişletmek için de yazarız. Başkalarını çekmek, büyülemek ve avutmak için yazarız. Sevdiğimize bir serenat sunmak için yazarız. Yaşamdan çifte tat almak için yazarız: İlki yaşadığımız anda, ikincisi geriye dönüp bakarken. Biz, Proust’un deyimiyle, önce şeyleri ebedileştirip sonra onların ebedi olduğuna inanmak için yazarız. Yaşantımızın sınırlarını aşıp onun da ötesine geçebilmek için yazarız. Kendimize, başkalarıyla konuşmasını, labirentler içindeki gezilerimizi anlatmasını öğretmek için yazarız. Kendimizi boğuluyor, daralıyor ya da yapayalnız hissettiğimizde dünyamızı genişletebilmek için yazarız. Biz, kuşların ötmesi gibi, ilkel kavimlerin dans etmesi gibi yazarız. Sizin için yazmak nefes almak, bir haykırış veya şarkı değilse -o zaman yazmayın, çünkü bizim kültürümüz onu değerlendire meyecektir! Yazmadığım zamanlar dünyamın daraldığını hissederim. Kendimi hapishanede gibi hissederim. Ateşimi ve rengimi kaybettiğimi hissederim. Yaratmak bir gereksinim olmalı, hani deniz nasıl yükselip alçalır, öyle. Buna benim verdiğim ad: Nefes almak


                      Yüzyıllardır kadınların amacı ilham perisi olmaktı. Ve biliyorum, bir sanatçının karısı, onun ilham perisi olmak istediğim dönemleri  'Günlüklerim ‘den izlediniz.  Ama aslında ben o sıralarda kendi gerçek görevimden kaçmaktaydım: Kendi işimi kendim yapmak!  Dr. Otto Rank’ın yaratıcının suçluluk duygusu diye adlandırdığı şeyin ifadesini o sıralar kadınlardan aldığım mektuplarda yakaladım. Bu çok garip bir hastalık: Erkekler yakalanmıyor-çünkü bizim kültürümüz erkekten yeteneklerini en sonuna kadar geliştirmesini ister. Kültürümüz onu en büyük doktor, filozof, profesör, yazar olması için cesaretlendirir. Her şey, onu bu yöne itmek için el birliği yapmış gibidir. Ama kadından böyle bir şey hiçbir zaman beklenmedi. Ve benim ailemde -herhalde sizinkinde de- benden beklenen sadece evlenmem, eş olmam ve çocuk yetiştirmemdi. Ama her kadın bu işe yatkın değildir ve zaman  zaman  -D.H .Lawrence’in  isabetle söylediği gibi -" Bu dünyada daha fazla çocuğa değil, umuda gereksinimimiz var".

                        Ben de bunu yapmaya karar verdim: Umutların hepsini nüfusuma geçirecektim. Çünkü Baudelaire bana uzun zaman önce her birimizin içinde bir erkeğin, bir kadının ve de bir çocuğun yattığını söylemişti  -ve çocuk sürekli zorlukla karşılaşır. Şairlerin uzun zamanlar önce söylediklerini şimdi artık psikologlar da onaylıyorlar. Bakın, bizim o yerden yere çalınan, zavallı Freud’umuz bile bir gün ne demiş:  "Nereye gidersem gideyim,  bir şairin benden önce oraya gitmiş olduğunu görüyorum." Ne diyorduk, Şair, üç kişiliğimizden bahsediyordu, bunlardan biri de erişkinde hâlâ kalabilmiş olan ve sanatçıyı belli ölçüde sanatçı yapan çocuksu fantezilerimizdir.

                     Bu kadar çok sanatçı lafı ederken, sadece bize müziği, rengi, mimariyi, felsefeyi hediye eden, bize dünyaları hediye ederek yaşantımızı zenginleştiren kişileri kastetmiyorum. Bütün görüntüleri içinde yaratıcı gücü kastediyorum. Annem ile babam -babam piyanist, annem şarkıcıydı- kavga etmiş olsalar bile müzik yapma zamanı geldiğinde her şeyin ne denli huzurlu ve güzel olduğunu çocuk halimle bile fark ederdim.  Ve biz çocuklar, müziğin, ailenin dengesini düzene sokup yaşamı dayanılır hale getiren sihirli bir güce sahip olduğu kanısındaydık.

                         Fransa’daki bir kadının hikayesini anlatmak istiyorum, çünkü bu örnek bize nasıl değişebileceğimizi ve yaratıcı olabilmek için nasıl her şeyden faydalanabileceğimizi çok iyi gösteriyor. Bu kadın, Utrillo’nun annesidir. Çok fakir olduğundan çamaşırcı ve gündelikçi olmaya mahkum edilmişti. Belki de gelmiş geçmiş en büyük ressamlar grubunun bir arada olduğu bir dönemde Montmartre’da oturuyordu. Onlara modellik yaptı. Onlara modellik yaparken seyrettiği için resim yapmasını öğrendi. Ve ünlü bir ressam oldu: Suzanne Valadon. Aynı şey on altı yaşında bir mesleğim olmadığı ve hayatımı nasıl kazanacağımı bilmediğim için modellik yaparken benim de başıma geldi. Ressamlardan renklere karşı duyarlılığı ve hayatım boyunca faydalandığım gözlemciliği öğrendim.


                     Kelimenin tam anlamıyla yoktan var eden sanatçıdan çok şey öğrendim. Örneğin, Varda, bana kumaş artıklarından kolaj yapmasını öğretti. Hatta beni, paltomun astarından bir parça kesmeye bile ikna etti; rengini beğenmişti ve bir kolajın içinde kullanmak istiyordu. Çok güzel cennet bahçeleri ve fantastik dünyalar yaratıyordu paçavralar ve zamkla. Yeterince uzun süre kumsalda bırakılan bir sandalyenin, hiçbir boyayla elde edilemeyecek kadar güzel bir solgunluğa erişebileceğini de öğreten Varda oldu.

                    Hurda yığınları arasında dolaşıp her tür makine parçası toplayan Tinguely bana, teknolojinin karikatürlerini oluşturan harika makineler yapmasını öğretti. İntihar eden bir makine bile yapmıştı;  Collagen adlı kitabımda bu makineyi tarif ettim. Bütün bunlarla tek bir şey söylemek istiyorum: Sanatçı bir sihirbazdır; ondan, hangi durumda olunursa olunsun, her zaman bir çıkış yolunun bulunacağını öğrendim.

                 Bir gün kendimi sizin belki de çok ilginç olduğunu düşüneceğiniz bir yerde buldum; Paris’in bir banliyösünde. Paris’in bir banliyösü de New York’un veya Los Angeles’in veya San Francisco’nun bir banliyösü kadar kasvetli olabiliyor. O sıralarda yirmi yaşlarındaydım ve kimseyi tanımıyordum; eh, ben de yazarlara olan aşkıma sığındım. Bir kitap yazdım ve kendimi birdenbire bohemlerin, sanatçıların ve yazarların içinde buluverdim. Ve bu benim için bir köprü oldu. Bazen insanlar bana  " Bu iyi hoş da senin yazmaya zaten yeteneğin vardı." derler. Ben de derim ki, her zaman bu kadar belirgin bir yeteneğe hiç gerek yoktur.

                    Sıfırdan başlayan ve benim için büyük bir kahraman olan bir kadın tanıyorum. Ailesi çok fakir ve çok çocuklu olduğu için yüksek okula gidememişti. Saratoga’da bir çiftlikte oturuyorlardı, ama kız New York’a yerleşmeye karar verdi. Brentano’da çalışmaya başlamasından bir süre sonra kendi başına bir kitapçı dükkanı açacağını açıkladı. Herkes onunla dalga geçip tamamen deli olduğunu, yazın sonunu getiremeyeceğini söyledi.  150 dolar biriktirmişti;  New York’un tiyatro çevresinde ufak bir yer kiraladı -ve gece gösterilerinden sonra herkes ona gelmeye başladı. Bugün Gotham, Book Mart, New York’un en tanınmış kitabevi olmakla kalmıyor, herkes kitabevi partilerini orada yapmak için birbiriyle adeta yarışıyor. Tüm dünyadan konukları var; New York’a geldiğinde Edith Sitwell, Jean Cocteau ve daha niceleri. New York’ta başka hiçbir kitapçı, sahibinin insancıllığından ve sevecenliğinden yansıyan o büyüleyiciliğe sahip değil; üstelik orada durup 'kimse tarafından rahatsız edilmeden' bir kitabı okuyup bitirebiliyorsunuz da. Kadının adı Frances Steloff' dur; sınırlı, fakir bir hayattan kurtulmak için çok büyük bir yetenek gerektiğinin iddia edildiği her yerde ben onu anıyorum. Francis şu anda seksen altı yaşında  -beyaz saçlı, yaşlılığa isyan etmiş harika tenli güzel bir ihtiyar kadın.

                       Yaratıcı iradenin ilkelerini,  açlığa göğüs gerip bestelerinden elde ettiği parayı Paris’in banliyösündeki ufak odasında duran piyanosunu rutubetten korumak için harcayan Eric Satie gibi müzisyenlerden öğrenip benimsedim. Newton’un kuramını sorgulayan Einstein bile bugün artık ispat edilmiş olan şeye yürekten inanarak öldü. Bunu inanmaya bir örnek olarak anlatıyorum; şimdi de bu konu hakkında konuşmak istiyorum. Beni yazmaya iten -yirmi yıl boyunca mutlak bir suskunlukla karşılanmış olmama rağmen-  işte bu inanç, ne olursa olsun, kimse dinlemese bile bir sanatçı olma gerekliliğine olan inançtı.

                    Zelda Fitzgerald’dan bahsetmeme gerek yok. Sanırım, hepiniz Zelda hakkında, günlüklerini yayınlamayı yasaklayan Fitzgerald olmasaydı asla delirmeyecek olan Zelda hakkında kafa yordunuz, düşündünüz. Kocası Fitzgerald’ın bu günlüklerin yayınlanmasına karşı çıktığını, çünkü onları kendi yazılarında kullanmak istediğini hepimiz biliyoruz. Bence, Zelda’nın aklını yitirmesine neden de bu. Kendini bir sanatçı olarak ispat edemediğinden Fitzgerald’ın şöhreti altında ezildi. Ama kitabını okuyacak olursanız, onun kocasının asla başaramadığı kadar orijinal bir roman yazdığını, özellikle dili orijinal bir biçimde kullanma çabası içinde çok daha modern olduğunu farkedeceksiniz.


                     Tarih- tıpkı bir projektör gibi- görmek istediğini görmüştür ve çoğunlukla da kadını gözden kaçırmıştır. Hepimiz Dylan Thomas’ı tanırız. Çok azımız Caitlin Thomas’ı tanırız; kocasının ölümünden sonra aslında tek bir şiir olan bir kitap yazdı ve gücü, özdeki güzellik ve samimi duygular açısından Dylan’ın şiirselliğini yer yer oldukça aştı. Ama Dylan Thomas’ın yeteneği onu öylesine ezmişti ki, o ölene kadar yazı yazmayı aklına bile getirmemişti.

                       Bizim burada toplanmamızın nedeni inancımızın ve kendimize güvenin kaynaklarını kutlamak içindir. Pirinci altına, nefreti sevgiye, yıkıcılığı yaratıcılığa çeviren simyanın sırlarını vermek istiyorum size, kaba güncel haberleri yeni ilhamlara, çaresizliği sevince dönüştürmek için sürekli yapmamız gereken şeyin sırrını. Sakın dünyanın durumuna ya da kokuşmuş sistemin tahrip etme çılgınlığına dur diyecek eylemlere karşı kayıtsız kalma şeklinde anlaşılmasın bu. İnsanların ruhlarını zinde tutup bu dünyada eylem yapabilmeleri için gıdaya gereksinimleri olduğunda hepimiz hemfikiriz; ama bununla, ona sırt çevirmemiz gerektiğini söylemek istemiyorum. Benim demek istediğim, gücümüzü ve değerlerimizi kendi gelişmemizden ve büyümemizden almamız gerektiği. Bütün direnişlere, bütün engellere, tarih dediğimiz korku tüneline inat, insan, hayal kurmayı ve gerçekliğin öteki yüzünü tarif etmeyi elden bırakmamıştır. İşte yapmamız gereken de budur. Biz, felsefeye, psikolojiye, sanata sığınmıyoruz, oraya kırılmış  "ben"imizi onarmak, yeniden birleştirmek için gidiyoruz.

                Bugün doğan geleceğin kadını, yaratma süreci ve kendi kişisel gelişmesi karşısındaki suçluluk duygularından arınmış olacaktır. Kendi gücüyle barışık yaşayacaktır: Bunun için de illa erkeksi, eksantrik ya da gayrı tabii olması gerekmeyecektir. Kendi gücünden ve sükunetinden emin olacağını sanıyorum: Kendisinden zaman zaman korkacak çocuklarla ve erkeklerle konuşmasını bilen bir kadın. Erkek, kadının kendini gerçekleştirmesinden huzursuz, ama buna hiç gerek yok, çünkü artık karşısında bağımlı biri değil, bir ortak olacak. Kadın ona öyle bir duygu verecektir ki, erkek artık her gün çocuk ve karı -ya da çocuksu bir kadın- beslemek adına tüm dünyaya savaş açmak gerektiği düşüncesini üzerinden atacaktır. Geleceğin kadını erkeğini hiçbir zaman kendisinin temsilcisi olarak görmeyecek, aslında kendisinin yapması gereken şeyleri erkeğin gerçekleştirmesi için onu çıldırtana dek ısrarlarda bulunmayacaktır. Onun hakkında çizdiğim ilk model yani şöyle: Saldırgan değil soğukkanlı, güvenilir, güvenli, kendi yeteneklerini geliştirebilen, kendine yer açabilen bir kadın.

                     Kadınların insana duyguyla yaklaşmak, dolaysız ilişkiler kurmak gibi yeteneklerini kaybetmemelerini isterdim; bunu kötülük olsun diye değil, aksine entellektüel yetenekleri sezgiler ve kişisel olana duyarlılıkla birleştirerek tamamen başka bir dünya yaratabilmemiz için yapmalılar. Günlükler’i ve romanlarımı yazarken bazı insanlar hakkında en az ayrıntılı bilgi kadar iç dünyalarına da gereksinimimiz olduğunu göstermeye çalıştım. Bizim efsanelere ve şiire de gereksinimimiz vardır, yalnız onlar biraz uzakta, sanat ise her zaman kadının tam anlamıyla kişisel dünyasının çok daha uzağındadır. 


                  Size Colette’ten söz etmek istiyorum. Academi Française’e aday gösterildiğinde- bir yazarın erişebileceği en yüksek onurlandırma-kızılca kıyamet koptu: Colette savaş veya herhangi önemli bir olayı konu almamış, yalnızca aşk üzerine yazmıştı. Ona yazar olarak hayranlık duyuluyordu, biçem ustasıydı -içimizde biçem açısından en iyilerimizden biriydi -ama her nedense Colette’in kişisel dünyasının pek de öyle önemli olmadığına inanılıyordu. Ama kanımca çok önemliydi, çünkü onun yeryüzünde daha az dolaşarak kendini iyice kısıtladığı için geliştirebildiği o içsel dünyayı, insanlararası sezgilerdeki o duyarlılığı biz yitirdik. Onun için ise, aile çok önemliydi, konu komşu, arkadaş, hepsi önemliydi.

                Erkeklerin de bu gelişmeye ayak uydurmaları ne kadar iyi olurdu. Ve Jung’un terimiyle, kendi içlerindeki kadını keşfettikleri anda tam da bunu yapacaklardır. Bir keresinde bana, ağlayan erkekler hakkındaki düşüncelerim sorulmuş, ben de onları sevdiğimi söylemiştim. Çünkü ağlamaları onların da duyguları olduğunu kanıtlıyordu. Kadının erkeksi, erkeğin de kadınsı yanlarını onayladığı gün, bizim iki cinsliliğimiz, çok yönlü kişiliğimiz, yaşatmamız gereken birçok yanımız kabul edilmiş olacaktır. Kadın cesur, maceraperest olabilir -bunların hepsi olabilir. 

Ve tarihin sahnesine çıkmakta olan yeni kadın olağanüstü, büyüleyici. 
Onu seviyorum...



Related Posts with thumbnails