23 Eylül 2019

Azra Erhat


"Parlak ayın çevresinde sayısız yıldız
Rüzgarsızken duru gökyüzü
Nasıl yanarsa ışıl ışıl
Bütün doruklar, sivri kayalar ve çayırlar
Nasıl serilirse göz önüne
Gökler yırtılıp da açılır
Tekmil yıldızlar görünür 
Ferahlar yüreği çobanın... "

Endymion efsanesi Homeros'un bu birkaç dizesinden doğmuş gibidir. Ama bu efsanenin asıl kahramanı eski adıyla Latmos, bugün Beşparmak diye anılan dağdır. Beşparmak Dağının eteğinde Menderes Irmağı kendi ovasınca akarak bin bir dolanışla gümüşten aylar çizer. Koca ırmak Bafa Gölüne ve batıda Adalar Denizine pırıl pırıl boşanır. Geceleri Bafa Gölü tepsi dolusu gümüştür. 

Beşparmaklar'ın heybeti insan hayalini uzak geçmişlere, kıtaları sarsıp dağları birbirinin üzerine yığan büyük yer sarsıntıları çağına götürür. Beş doruğunu bir elin beş parmağı gibi göğe uzatan bu dağa bakarken o depremlerin gürleyişini duyar gibi olur insan. Ama ay ışığı bu dağların sertliğini şeker gibi eritir ve çatık kaşlarını çözer. O zaman insan bir dünya manzarası değil, yeryüzüne paldır küldür yıkılmış bir cennet görmüş gibi olur. 

Beşparmak Dağı'nın rüzgârı denizcileri boğmaz, ormanları söküp yamyassı etmez. O rüzgâr yel değirmenlerine üfleyince, en ağır taşları topaç gibi döndürür ve toz haline gelmiş ay ışığı gibi unlar öğütür. 

Beşparmak'ın suları sanki daha güzel hoplamak için en dik uçurumları seçerler, avuç avuç elmasları, pırlantaları sağa sola saçarlar. Denize kavuşmak aşkıyla kendilerini kayadan kayaya atan bu sular bağırlarını parça parça ederler, birbiri ardınca köpük tabanları gürleterek Büyük Menderes'e kavuşurlar. Irmağın kıyısında şafak renkli zakkum çiçekleri altın şamdanlar gibi dikilir. 

Beşparmaklar'da ağaçlar sert ve çıkıntılı kayaları avuç gibi kavrarlar. Bazıları uçurumun dibine bakmak için yarlardan eğilirler, başları yokuş aşağı inen atlılar gibi dimdik arkaya irkilirler. Pınarın tatlı suyunu içmek için kıyısına üşüşürler, çimenlerde halka olup yellerle hora teperler, sonra meralara gelip dinlenirler; kalkarlar geçit resmi yapıyorlarmış gibi Beşparmaklar'ın keskin doruklarından dizi dizi göklere doğru çıkarlar. Ağaç kalabalığının ne olduğunu asıl burada görmeli. Burası bir dal ve yaprak mahşeridir. 

Beşparmaklar'ın üstünde zikzaklayan şimşekler gelin telleri gibi çakar, bulut bulut yağmurlar boşanır, sonra da çevre çevre gök kuşakları salınır. 

Endymion efsanesi işte bu dekor içinde doğdu. Endymion, Beşparmak Dağı’nda sürülerini otlatan bir çobanmış. Kavalından başka bir varlığı olmayan yoksul bir çoban. Gündüz kayadan kayaya hoplayan boynuzlu, sakallı kara keçilerini gözler, yamacın misk kokulu kekiklerini yiyen sürünün titrek meleyişlerine kulak kabartırdı. Kavalı Endymion'un biricik dostu, sırdaşıydı. Dağlarda yapayalnız yaşamanın verdiği hürlük, açıklık duygusunu da kalabalık şehirlerde oturan hemcinslerine özlemini de hep bu kavala söylerdi. Kaval sanki onu biran dinler, sonra boğuk veya tiz, gülen veya ağlayan seslerle duygularını dile getirir, uzak doruklara kadar ulaştırırdı. Endymion'un kavalı yalnız çobanın sevincini, özlemini söylemekle kalmaz, kara dorukların, yeşil çimenlerin, bulut bulut yapraklarıyla sağa sola serpilmiş ağaçların, cıvıl cıvıl akan suların da seslerini duyururdu. 

Bu ıssız dağlarda Endymion'u ne gündüz kavalını üflerken, ne gece taze çayırın üstüne uzanıp sere serpe uyurken kimsecikler görmezdi. Yalnız, ay ışığı görürdü onun gürbüz bedenini, erkekçe güzelliğini. Ay tanrıçası Selene, Endymion'a baka baka, gönül vermişti ona. Her gece üzerine eğilir, gümüş ışığıyla onu sarıp bütün gövdesini içine alırdı. 

Sevişmeleri sabaha kadar süren ışıklı bir uykuda uzun, aralıksız, durgun bir birleşme idi. Endymion her gece serin çayırın üstüne yatınca kollarını sevgilisine açardı. 

Selene de gökte ne zaman doğarsa, nerede doğarsa, hemen çobanına koşar, gövdesini ışınlarıyla sarar, öperdi. 

Ne var ki, Selene bazı gece daha çok, bazı gece daha az kalırdı sevgilisinin yanında. Ayın Endymion'la hiç birleşemediği karanlık geceler de vardı. Onlar Beşparmaklar’ın dorukları gibi kara, korkulu bir bekleyiş içinde geçerdi. Ama bu bekleyiş uzun sürmez, ilk ay gökte gözüktü mü, Endymion'la Selene gene kavuşurlar, denizden yeni çıkmış balıklar kadar serin, diri, parıltılı gövdelerini birbirlerine değdirirlerdi. Her buluşmada ilk defa buluşuyormuş gibi olurlar, hiç tatmadıkları bir tadı dudaklarında eme eme doyamazlardı. Her öpüşte gövdeleri daha da aydınlanır, tepeden tırnağa nur kesilirdi. Endymion'la Selene için sevgi, ışığın ta kendisiydi. 

Ölümsüz tanrılar kimi zaman kıskanır insanların mutluluğunu. Sevgiyle insanların bir çeşit ölümsüzlüğe ermelerini, tanrılara denk gelmelerini istemezler de ondan. Ama tanrıların tanrısı Zeus, Selene ile Endymion'un bu hep yenilenen bitimsiz sevgilerinden hoşlanmış, Beşparmak Dağları’nın yoksul çobanına bir armağan vermeyi kurmuş. Dile benden ne dilersen, demiş ona. Endymion'da ne dilesin, ölümsüz bir uykuda uyumayı dilemiş. 

O gün bugün Beşparmak dorukları ay ışığında karlı gibi ağarır. Ulu çamları uyuyan ve ışıklı düşler gören insanlara benzer. Nerden geldiği belirsiz bir esintiyle yaprakları ürperir, fısıldaşır zaman zaman.  Ay ışığı göklere parmak uzatan doruklardan aşağı su şırıltısı gibi şarıl şarıl akar. Yamaçlarda çobanların yaktığı ateşler mavi mavi tellenen ince dumanlar salar. Endymion’un kavalı yankılanır kayadan kayaya. Hep aynı sestir o, dağların ıssızlığını, insanların özlemini söyler. Ayın çevresinde yıldızlar kıpırdaşır. Gökler sanki yırtılmış, açılmıştır. Beşparmaklar'ın çobanı Endymion'un ışıklı, ölümsüz mutluluğunu gözümüzle görebiliriz…

(Azra Erhat-Mavi Anadolu")


Azra Erhat
Yazar, Çevirmen

• İstanbul'da 6 Haziran 1915 tarihinde doğdu. Babası tütüncüydü. Annesiyle romantik mektuplaşmalar yoluyla evlenmişlerdi.
• Dedesi, ninesi ve teyzesiyle bir arada yaşıyorlardı. Evlerini İngilizler işgal edip yerleşince, 1922 sonbaharında ailece İzmir'e göçtüler.
•1923 yılında Cumhuriyet'in ilanının coşkusunu İzmir'de yaşadı.
•1925 yılında, babası Viyana’da iş bulunca oraya gitti.
•1927 yılında, Belçika'ya geçtiler.
•1932 yılında, babasını yitirdi.
•Liseyi bitirmesine bir yıl kaldığı için ailesi İstanbul'a döndü kendisi  Brüksel'de kaldı.
•1934 yılında, İstanbul Üniversitesi, Roman Filolojisi Bölümü’ne girdi. Kaydını  yaptırırken kendisine yardımcı olan kişi Orhan Veli'ydi.
•Prof. Leo Spitzer'in öğrencisi  oldu. Asistanı  Sabahattin  Eyüboğlu ile tanıştı.
•Öğretmeni  Prof. Leo Spitzer onu Ankara'da Klasik Filoloji okutan Prof. Georg Ronde ile  tanıştırdı.
•Prof. Ronde  onu DTCF’ye çevirmen olarak aldı.
•1936  yılında, Latince “Grammer”i çevirdi.
•Ankara'ya taşındı.
•1937 yılında, II.Türk Tarih  Kongresi’ne katıldı. Atatürk'ün  gözlerine  vuruldu.
•1941 yılında, Sophokles'den  “Elektra”yı çevirdi.
•1944  yılında, Platon'un “Devlet” adlı yapıtının üçüncü  bölümünü  çevirdi.
•Orhan Veli  ile birlikte Moliere'nin “Versailles Tuluatı” adlı oyununu Türkçeleştirdi.
•1947 yılında, Aristophanes'in “Barış” adlı yapıtını Türkçe’ye kazandırdı.
•Üniversite'de başlatılan kıyımın ilk kurbanı oldu. Doçentliğe yükseldiği üniversiteden Macar biriyle evlendiği bahanesiyle uzaklaştırıldı. Onun ardından Amerikalı bir kadın ile evlendiği gerekçesiyle Sosyolog Muzaffer Şerif'i üniversiteden attılar. Muzaffer  Şerif  ülkesine küserek ABD'ye yerleşirken Azra Erhat İstanbul'a döndü.
•1949 yılında, Ayşe Nur takma adıyla, Yeni İstanbul, Vatan gazetelerinde çalıştı.
•Sabahattin Eyüboğlu ve Halikarnas Balıkçısı ile yaşamını adadığı “Mavi Yolculuk” gezilerini başlattı.
•1950 yılında, BM Uluslararası Çalışma Bürosu’nda iş bulup çalışmaya  başladı.
•1953  yılında, Ayşe Nur takma adıyla günümüzün de çok beğenilen yapıtlarından olan Saint-Exupery'in "Küçük Prens"ini Türk okurlarıyla buluşturdu.
•1954 yılında, "Sophokles'in Hayatı, Sanatı ve Eserleri", A Gabriel'in "Türkiye, Tarih ve Sanat Memleketi" adlı çalışmasını, Colette'in "Dişi  Kedi" yapıtını Türkçeye çevirdi.
•1955 yılında Colette'in "Cicim" yapıtını Türkçe’ye çevirdi.
•1958 yılında,"Aristophanes" adlı özgün çalışması yayımlandı.
•Sevgi, aşk  konusunda baş kaynaklardan biri olan Platon'un "Şölen" adlı yapıtını Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Türkçeleştirdi.
•Çevirisi ve şiirsel uyarlaması 8 yıl süren Anadolu kültürünün en eski destanı olan "İlyada" destanını şair  A.Kadir Meriçboyu ile birlikte çevirmeye başladı.
•A.Kadir Meriçboyu ile birlikte Habib Edip Törehan Bilim Ödülü’nü aldı.
•1960 yılında, "Mavi Anadolu" adlı yapıtını yayımlattı.
•1961 yılında, Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü A.Kadir Meriçboyu ile  birlikte  kazandı.
•1962 yılında, "Mavi Yolculuk" günlerini kitaplaştırdı.
•1965 yılında, Vedat Günyol, Sabahattin  Eyüboğlu ile ortaklaşa J. Bruller'in "İnsanlar ve İnsanlar" adlı yapıtını Türkçeleştirdi.
•1966 yılında, "Küçük Prens"in ardından Saint-Exupery'in "Güney Postası" yapıtını Türk okuruna sundu.
•Sabahattin Eyüboğlu'yla birlikte Aristophanes'in "Kuşlar", "Kadınlar Savaşı" adlı yapıtlarını Türkçeye aktardı.
•1968 yılında, Van Gogh'un kardeşine duygu dolu mektupları  "Theo'ya Mektuplar" adlı yapıtı dilimize kazandırdı.
"İşte İnsan Ecce Homo" çalışması yayımlandı.
•1970  yılında, yıllarını verdiği yüzlerce yıl sonra doğduğu topraklarda  konuşturduğu İzmirli ozan Homeros’un "Odysseia" destanını A. Kadir Meriçboyu  ile çevirdi.
•1971 yılında, 12 Mart'ta Türk hümanizminin öncüleri Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte tutuklandı. Yargılanıp aklandı.
•Yeğeni  "Gülleyla'ya Mektuplar"ı kaleme aldı  (2002'de  ancak  yayımlanabildi).
•1972 yılında, Anadolu antik kültürleriyle köprünün kurulmasında önemli bir yeri olan "Mitoloji Sözlüğü"nü hazırlayıp sundu.
•1973 yılında, can yoldaşı Sabahattin Eyüboğlu'nun ölümüyle yarım kalan F. Rabelais'in "Gargantua" adlı yapıtını Vedat Günyol'la tamamlayıp yayımlattı.
•1974 yılında, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte hazırladığı "Yunus Emre" adlı çalışmayı yayımladı.
•Yüreğini paylaştığı diğer dostu Halikarnas Balıkçısı'nı "Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı" adlı kitapta anlattı.
•1976 yılında, çocuklar için Homeros'tan derlediği  "Gül  ile Söyleşiler" çıktı.
•Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında  Sabahattin  Eyüboğlu ile birlikte hazırladığı "Hesiodos, Eseri ve Kaynakları" basıldı.
•Sabahattin Eyüboğlu  ile  birlikte  derledikleri  "Pir  Sultan Abdal" adlı yapıt çıktı.
•1977 yılında, Cengiz Bektaş ile birlikte "Sapho Üzerine Konuşmalar-Şiirlerinin Çevirileri" adlı ortak çalışma yayımlandı.
•1978 yılında, yazılarını bir araya getirerek "Sevgi  Yönetimi"adlı kitabını okuruna sundu.
•1979 yılında, "Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk" yapıtı çıktı.
•1980 yılında, Sabahattin Eyüboğlu'nun “Bütün Yazıları'nın birinci cildini  "Mavi-I, Söz Sanatı Üzerine Denemeler, Eleştiriler" yayımladı.
•1981 yılında, "Mavi-II, Görsel Sanatlar Üzerine Denemeler ve Eleştiriler" adı altında yayımını  sağladı.
•1981 yılında, çocuklara yönelik Anadolu Kültürünün kendi öz kültürümüz olduğunu gösteren "Troya Masalları" adlı derlemesi çıktı.
•1982 yılında, “Mayıs Ölümün Pençesinde Vasiyeti”ni dostu Süha Umur'a yazdırdı.
•1982 yılının Eylül ayında gözlerini geride tamamlayamadığı çalışmaları bırakarak yumdu.
•1983 yılında Bodrum ve Ören'de adına Kültür Sanat Şenliği düzenlendi.
•Vasiyeti Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.
•YAZKO, adına Çeviri Ödülü koydu. Bir süre sonra hepsi unutuldu.
•1996 yılında, "En Hakiki Mürşit" kitabı çıktı.
•2002 yılının Haziran ayında Atatürk sevgisinin ürünü "Gülleyla'ya Anılar" adlı  yapıtı  Can  Yayınlarınca yayımlandı.


Çocukken adını hep duyduğu yaşamında görünmez, içgüdüsel yol göstericisi olan Atatürk'ü Ankara  Dil  Tarih  Coğrafya  Fakültesinde,  öğrencilik yıllarındayken görebilmişti ilk kez. Yazı geçirmek için  İstanbul'a  gelmişti.  Dolmabahçe Sarayı’nda ikinci Türk Tarih Kongresi toplanıyordu. "Atatürk  geliyor!"  haberi  bir alev gibi sıçramıştı,  sıradan sıraya.

Sonra  bir  hışırtı,  sert  adımlar, birçok  insan  ve  başlarında  bir adam.  İşte  o  büyük  an  gelmişti. "Bir  adam mı,  hayır,  kollarını,  bacaklarını,  bedenini  göremedim, yalnız  iki  göz  gördüm.  Bizi  gördü mü?  Belki  gördü,  belki  görmedi, ama  biz  gördük,  ben  baktım  ve gördüm,  bütün  benliğimle  baktım ve  gördükçe göreceğim  o  gözleri, ömrüm  oldukça  yeni  yeni  anlamlar  çıkaracağım  o  bakışlardan.  O gün  yirmi  yaşında  toy  bir  kızdım, ama o bir tek bakış uzun bir yolun ucundaki  ereği  aydınlatan  bir  ışık çizgisi oldu  bana"  diyordu bu  tarihi  karşılaşma  için Azra Erhat.

Bundan  sonraki  yaşamında  nasıl  bir  yol  izleyeceği  bir anda  netleşmişti.  Atatürk  ona  sanki  sihirli  bir  değnekle  dokunmuş her şey  yerli  yerine  oturmuştu. "Atatürk'ün gözleri ne renkti?" diye düşündü; "Renklerin hepsiydi, mavi,  yeşil, boz,  ak ve çelik  ışınlar  saçıyordu.  Hem  sert, hem  yumuşak, hem, nasıl diyeyim, bulanıktı bu bakış. Böyle  göz,  böyle  bakış  görmedim ömrümde,  anlamını  yorumlamaya ömrümün  yetmeyeceğini  de  bilirim, ama o göz bana bir bilinç  açısı  açtı, gün  geçtikçe  ne demek  istediğini daha  iyi  anlıyorum ve  anlayacağım, çünkü  o  kılavuz bakışın  uyarısına kulak vermekten  vazgeçmeyeceğim hiçbir zaman."

İstanbul'da  Şişli'de  üç  katlı  büyük ve kalabalık bir evde geçti çocukluğu.  Annesi  ve  babası  Selanikliydi.  Türkçe,  Rumca  ve  Fransızca  olmak üzere,  üç dil  konuşulurdu bu evde. Çocukluk  yılları  İstanbul'un işgal  günlerinde,  korku  ve güvensizliğin  hakim  olduğu  bir ortamda geçiyordu.

Akile,  Ehat,  Azra  ve  Fazıl,  bu dört  kardeş  arasında  tuhaf bir ikilik  sezerdi  küçük  Azra.  “Bizler akıllı,  onlar  güzeldi.  Çirkin  olduğumu  çocukluğum  boyunca  hep duydum.  ‘Akile güzel,  Azra  çirkin, ama  akıllı’  deyip  dururlardı.  Ben de  eziklikle  üstünlük  karışımı  bir duygu  duyardım ablama karşı"  diyerek anıyordu o günlerini. 

Evde  bir  telaş  başlamıştı.  İzmir'e  taşınma  söylentileri  dolaşıyordu  ortalıkta.  Son  zamanlarda daha bir sessiz ve durgun olan babasının  işleri  iyi  gitmiyordu  İstanbul’da.  "Çocukluğumda mutlu olamadığım  şehir"  diye  andığı  İstanbul'dan,  mutlu  olacağı  kente,  İzmir'e taşındılar.


İstanbul da  kapalı  ev  ortamının  sıkıntılı  boğuk  havasının tersine,  İzmir'de  günlük güneşlikti her şey.  Evlerinin birkaç adım ötesinde,  o  güne  dek  hiç  görmediği, ona  göre  sihirli  bir dünya  olan  sinema ile tanışmıştı. 

Karanlık  salona  gidip,  piyano eşliğinde  seyrettiği  “Atlantis”  filmi, birkaç Şarlo oyunu, tüm iç dünyasını  değiştirmeye,  gözlerini  unutulmaz imgelerle doldurmaya başlamıştı.  Bir  de  gramofon  vardı  evde. Şarkılar,  tangolar,  valsler  evin havasını  değiştiriyor,  ablasının komşu  kızlarla  yaptığı  dansları  bir kenardan izleyerek, “Acaba bir gün ben  de  dans  edebilecek  miyim?” diye hayaller kuruyordu. 

Bir gün İtalyan bir piyano hocası  çıkageldi.  Dört  beş  tuşa  bile uzanamayan minik  elleriyle,  notaları,  gamları  öğrenmeye  başladı. Hocası Signor Alfonso'nun gözüne girmeyi  başarmıştı.  "Corriere dei  Piccoli"  adında  bir  de  çocuk gazetesine abone  olmuştu.  Bu  gazetedeki  öykülerin  kahramanları çok  geçmeden,  uykularına  girmeye  başlamış,  hayal  dünyasını zenginleştirmişti. 

Evde  konuşulan  dillere,  hocaları, gazeteleri sayesinde,  İtalyanca da  eklenmişti.  İtalyanca  ve  Fransızca'nın ayrı ayrı diller olduğunun ayrımına varmadan, sanki konuşulan  her dili  anlıyordu.  İzmir'in  güneşli, sıcak, canlı havasında günler eğlenceli  geçiyordu.  Böylesi  günlerin birinde önemli  bir olay oldu. 29  Ekim de  Cumhuriyet  ilan  edilmişti.  “Kemal  Paşa,  Gazi  Mustafa Kemal! Yaşa!  Bin yaşa”  sesleri çınlıyordu  her yanda.

Cumhuriyet'in henüz ne olduğunu  bilmiyordu  küçük Azra. Gazi'nin  resimleri  gelmiş,  babasının yazıhanesine asılmıştı.  Üzerinde Atatürk'ün  kalpaklı  bir portresi bulunan,  küçük bakır bir plaka da Azra'ya verilmişti. 

Babası  bir  gün  Viyana'ya  gidiyoruz  haberiyle  çıkageldi. Ailede Viyana'ya  gitmek  bir  gelenekti. Kalbinde küçük bir kusurla doğan Azra'yı,  bebekliğinde  Viyana'ya götürerek,  Cottage  Sanatoryumu’na  yatırmışlardı.  "Çirkinliğim yetmiyormuş gibi, bu kalp sakatlığı  ayrıca  beynimi  kurcalardı. Koşmak  ip  atlamak,  fazla  yorulmak bana yasaktı,  daha kötüsü evlenemeyeceğini,  çocuğumun olamayacağı söylentileri  fısıltı  olarak  dolaşırdı büyükler arasında" diye yazacaktı Azra  Erhat o günleri.

Büyük  gösterişli  mağazaları,  caddeleri,  Gotik  kiliseleri,  fıskiyelerin  bulunduğu  parklarıyla  Viyana  karşısındaydı  ve yeni bir  dünyanın  kapılarını  aralıyordu.  "Çocukluğumdan  beri  her gördüğümü çabucak kapma, ortama  kolayca  uyma  yeteneğim  vardır"  diyen  Azra  Erhat  iki  üç  ay içinde  okuma  yazmayı  öğrenivermişti.  İlk  kez  okula  gitmiş,  gotik harflerle  hatıra  defteri  tutmaya başlamıştı.  Evlerindeki  dillere  bir de  Almanca  eklenmişti.  İki  üç  ay gibi  kısa  bir  sürede  bu  dili  öğrenerek,  günlüklerini  Almanca  yazdı o günden sonra. 


Çok  geçmeden,  Fraulein  Frida Nowi  adında,  bir matmazel  görgü eğitimi  vermek  üzere  eve  geldi. “Nowilein”  onlara,  yemekte Mathilde'nin  uzattığı servis tabaklarından en kötü  parçaları  almayı,  ağır ağır  yemek  yiyip,  tabaklarındaki yemeği  son  kırıntısına  dek  bitirmeyi, sofrada hiç konuşmadan büyükleri  dinlemeyi,  lafa  karışmayıp ancak  sorulan  sorulara  yanıt  vermeyi öğretmişti.  Öksürmek,  aksırmak,  esnemek  yasaktı.  

Azra  Erhat'ın  tüm  yaşamında  Nowilein'ın etkisi  sürecekti  ve  onu  anımsarken  şunları söyleyecekti: "Nowilein'dan öğrendiğim ahlak bugün de uyguladığım  ahlaktır.  Başkasını saymak,  sevmek,  kendinden önce başkasını  düşünmek,  almaktan çok  vermeyi  önemsemek,  gönül kırmamak,  cömert davranmak, kendi  çıkarım  ön plana almamak.  Nowilein'in  bir üstünlüğü  de, bu kurallara hiçbir din kaygısını karıştırmaması, bize hiçbir din ya da inanç  aşılamaya kalkmamasıydı."

Nowilein  ile  birlikte  her pazar öğleden  sonra,  Viyana'nın en büyük belediye  tiyatrosu  olan Burgtheater'daki  çocuk  piyeslerini  izlemeye gidiyordu.  “Tiyatro'nun  herhangi bir  eğlence,  gelişigüzel bir oyun sergileme  yeri  değil  de, insanlığın  çok  ciddi,  çok  önemli bir  törenin  kutlandığı  yer  olduğunu orada öğrendim"  diyordu.

Babasının  bulunduğu  iş kötüye gidiyordu.  Yeni işini Belçika'da sürdürecekti. Viyana'dan ayrılma  zamanı  gelmişti.  Aile  toplanıp  trenle  Belçika'ya  doğru  yola çıktığında  Azra  Erhat  için  kendi deyimiyle  "kültüre  açılış"  yolculuğu  başlamış oluyordu.

İlkokulun  son  sınıfında,  sınıfın en  iyi,  en  başarılı  öğrencilerinin klasik  liseyi  seçmedeki  kararlılıkları, Azra Erhat’ı da etkilemiş, seçimini  klasik  liseden  yana  yapmıştı. Babası:  "A  kızım,  senin  memleketinde Latince ve Yunanca’yı ne yapacaksın?  Dil öğren, bir mesleğe hazırlan daha iyi"  dese de, kızını seçiminde  özgür bıraktı. Böylelikle eski iki  katlı lise binasına  yazılmaya  gitti. Ama hiç de  kolay değildi  bu  kuraldışı  çekimler,  kipler, zamanlardan oluşan Latince’yi  öğrenmek. Pişman olmuştu ama rezil olmak  istemiyordu.  Öğrenecekti, sökecekti bu belalı dili başka yolu yoktu. Ama başarmıştı. Aşkla  başarmıştı. Marie-Anne Cosyn adında zayıf, ince, sivri burunlu, kocaman gözlüklü, yaşı  belirsiz,  solgun, kuru bir kadıncağız olarak tanımladığı Latince  öğretmenine âşık olmuştu.

"Cos'a  kendini  beğendirmek için  yalnız  iyi  bir  öğrenci  olmak yetmez"  diyordu Azra Erhat "Dünyanın  bütün  güzelliklerine  açılmak,  kitaptan,  müzikten,  resimden,  heykelden  anlamak  gerekirdi. Ona ulaşmak için okul dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık.

Tiyatro,  bale,  opera, bütün  sanatların  kapısını  Cos  açmıştır  bize.  Şimdi  düşünüyorum da,  dördüncü  yüzyıl  Atinası’nda Sokrates'e de aynı  biçimde bağlıydı  gibime  geliyor  öğrencileri.  Daha  da  ileri  giderek  diyebilirim  ki, hümanizmin her  görüldüğü,  her çiçek  açıp  filizlendiği  yerde  iyilik ve  güzellik  aşamasını  simgeleyen bir  kılavuza  bağlanmakla,  onun yolunda  yürümekle  varılır,  varılmıştır  bir  düzeye.  Öyle  güzel  bir sevgiydi  ki  bu  Latince'nin  de,  Yunanca'nın  da,  şiir,  sanat ve  edebiyatın da  sırlarını  açtı bana."

Azra  Erhat  Yunanca'yı  ilk  öğrendiği günleri anlatırken;  "Xenophon'un  Anadolu'daki  bir  askersel serüveni anlatan  ‘Anabasis’  (Onbinlerin  Yürüyüşü)  dil  ve  biçim bakımından  epey  sade  olduğundan Yunanca öğreniminde ilk okunan metindir. O zamanlar ben nerde,  Anadolu  nerde?  İstanbul’dan olduğumu  bilir,  bununla  da  övünürdüm, ama Xenohon'un anlattığı o  zorlu  seferin  bugünkü  Türkiye'den, yani benim ülkemden geçtiğinin ayrımında  bile  değildim. Yanarım,  Anadolu'nun  bilincine bunca geç vardığıma, Türkiye diye bir  kavram  olsaydı  kafamda,  bugün  okuduğumuz  metinler  benim için  canlanırdı.  Latince  çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca karşısında, grameri belalı,  çekimleri daha  da  kuralsız  ve  çetrefil,  yazını öyle zengin, öyle çok yönlü  ki, insan  bir yandan  bu  dile  vuruluyor, öte  yandan  bunca  çabaya  karşın bir  sonuç  alamayacağına  kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca,  karıştırıp duruyor,  birkaç satırlık  bir  metni  çözmek  için  akla karayı seçiyordum" diyordu. 


Lisede  ezberciliğe  yer  vermeyen  öğretim  sayesinde  kültürünü sağlam temeller üzerine oturtmuştu.  "Lisede  hep  duyduğum ve  gönülden  benimsediğim bir tümce de şu idi" diyordu. "Kültür insanda her şeyi  unuttuktan  sonra  kalan şeydir. İlk gününden bize bilgi değil  de  kültür  aşılamayı  amaç  gütmüştür öğretmenimiz.  İşte Brüksel Lisesi'ndeki mutluluğumun  asıl nedeni  bu.  Batılı  kafanın üstünlüğünü  burada  görürüm  ben.  On dört  yıl  çevirisine  uğraştığım  Homeros  destanlarının  on  dört  dizesini ezbere okuyamam."

Brüksel'deki lise  eğitimi babasının  beklenmedik  ölümüyle kesintiye uğradı.  Ailenin İstanbul'a dönmesi  gerekiyordu.  Azra  Erhat'ın  yarım  kalan  eğitimi  ne  olacaktı?  Lisedeki  klasik  eğitimi  kendisi seçmişti ve bu konuda aileden hiçbir  destek  görmemişti.  Yoluna devam  etmeliydi.  Annesi  ve  kardeşleri  İstanbul’da  kaldı.  Kendisi de  Brüksel'e  giderek,  "Eğitimimi borçlu  olduğum  iki  aile  var"  diye sözünü ettiği Menkesler ve evlerinde  kaldığı  Kesseler kardeşlerin desteği  ile  yarım  kalan  eğitimini tamamladı.

Yıl  sonu  geldiğinde  liseyi  en üstün  başarıyla  tamamlamıştı.  Belediye  meclisi  salonunda,  kalabalık bir topluluğun önünde,  alkışlar arasında diplomasını aldı.  İçindeki ağlamaklı  duyguyla, ömrünün  bir bölümünü  bitirdiğini  ve  bilmediği yeni bir yaşama doğru yola çıktığını düşünüyordu.

"Benim  tek  dileğim  sevmek  ve sevilmekti,  o  tadı  da tatmıştım  çocukluğumdan  beri,  ama  insan  olmak,  güzel,  yetkin  bir  insan  olmak,  işte  bu  ülküye  erişmekten uzaktım  daha"  diye yazıyordu  yeğeni Gülleyla'ya,  yıllar sonra  o  günleri. Gülleyla  aracılığı  ile Türk  gençliğine  yazıyordu. 

"Davranışlarım  kafamın  buyruğuna  uymuyordu. Bir  duyguya  kapıldım  mı,  dümdüz  gidiyordum  uçuruma doğru.  Kaç kez düştüm  de  çıktım  uçurumların  içinden! Şimdi şimdi kendimi yönetmeyi  başarıyorum,  Gülleyla,  o  ne rahatlıktır, ne mutluluktur  bir  bilsen!  Ellisinden  sonra  insan duruluyor,  saydam  bir  su  gibi  temiz ve  durgun  olmaya,  tepkilerini değil  de  etkilerini  dile  getirmeye alışıyor? İnsan mutluluğu nedir,  ne değildir  biliyorum  artık.  Mutluluğunu  insan kendi yapar,  bunu  anladım. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu  etmektir.  Ona  çalıştın,  hele başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur"  diyordu olgunlaşan düşünceleriyle.

Brüksel kültüre açılıştı onun için,  artık lise bitmiş ve bilime  açılmanın  zamanı  gelmişti. 1934 yılında  İstanbul'a  döndüğünde  ilk  işi  üniversiteye  yazılmak  oldu.  Edebiyat Fakültesi yazan  kapıdan  ürkek,  utangaç  adımlarla  girerken  henüz  19 yaşındaydı. Kayıt odasına  giderek,  diplomalarını gösterdi.  Uzun  yıllar  Türkçe'den uzak kalışı, konuşmasını güçleştiriyordu.  Bozuk  Türkçe’siyle  yazılmak  istediğini  söyledi.  "Nasıl  söylemiş  olacağım  ki  biraz  ötede  duran  uzun boylu,  yüzü  pütür pütür bir  genç  alaycı  bakışlarla  süzdü beni.  Memurun  sorularına  doğru dürüst  yanıt  veremediğimi  görünce,  yanıma  gelip  kayıt  işinde  yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli  imiş!  Kalem  memuru  sormuş: "Liseyi nerede okudunuz?" Ben de: "Beljika'da"  demişim.  Orhan  Veli sonraları bana  “‘L'Azros’  adını  takmıştı" diyordu Azra Erhat, nasıl kayıt olduğunu anlatırken. O günden sonra  ‘L'Azros’ adı  Orhan  Veli'nin bir anısı olarak sürüp gitti."

Üniversitelere o yıllarda Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri  toplanmıştı.  Leo  Spitzer de seçkin  profesörlerden biriydi. Geldiği  Marburg  Üniversitesi’nden  tüm  asistanlarını,  doçentlerini  ve  yardımcılarının  hepsini getirmişti.  Profesörler Yunanca  ve Latince bilen Azra  Erhat'ı  paylaşamıyorlardı. Ama o kararını vermiş, Spitzer'in  kürsü  başkanı  olduğu Roman  Filolojisine  yazılmıştı.  Latince-Yunanca  bilmesi  Arkeoloji bölümü  başkanı  Prof.  Helmut Bossert'in  de  dikkatini  çekmiş, "Latince-Yunanca  bilginizden  çok daha  verimli  bir  yolda  faydalanmak  elinizde"  diyerek  arkeolog olması  yönünde  ikna  etmeye  çalışmıştı.  Azra  Erhat  bir  türlü  karar verememişti.  Spitzer araya girerek Bossert'e,  "Benim  en  iyi  öğrencimi  alamazsınız"  diyerek  duruma el koymuştu.  Bu yerinde bir karar olmuştu  çünkü  Azra  Erhat  Spitzer'in  öğrencisi  olmaktan  hiçbir zaman  pişmanlık  duymayacağını kısa  zamanda  anlayacaktı.  Spitzer Batı üniversitelerindeki havayı  estiren,  öğrenci-öğretmen  birliğini sağlamayı  canla  başla  başaran  bir profesördü.  Bu  grubun  içinde Fransa'dan  yeni  dönen  ve  Spitzer'le  birlikte  çalışan  Sabahattin Eyüboğlu  da vardı. 

Azra  Erhat  ömrü  boyunca  hep sevip  saydığı,  ayrıcalıklı  bir  yeri olan  Sebahattin  Eyüboğlu’yla  bu yıllarda  tanıştı;  ömürleri  boyunca da uyum ve sevgi içinde çalıştılar.


Spitzer’in  evinde,  perşembe akşamları  düzenli  olarak  yapılan toplantılarda,  araştırmalar,  İspanyolca  seminerleri,  piyes,  şiir,  düzyazı  tanıtımları  ve  yorumları  yapılır, bunlar karşılıklı olarak tartışılırdı.  Spitzer bunun dışında eğlenceleri  de  esirgemez,  evinde  yaptığı büyük  toplantılara,  İstanbul'un  en seçkin  sanat,  müzik,  edebiyat adamlarını  çağırırdı.

1936  Temmuzu’nda  Spitzer Wahington'dan,  Johns  Hopkins Üniversitesi’nden  davet  almış  ve bu görevi kabul etmişti.  Bu haber bölümde  büyük  üzüntüyle  karşılanmıştı.  Azra  Erhat  Spitzer'in  yerinin  doldurulamayacağına  inanıyor,  kendi yaşamına  da  nasıl  bir yön  vereceğini  bilemiyordu.  Spitzer  gitmeden  bu  duruma  da  bir çözüm  bulmuştu. En gözde öğrencisini, hem Almanca, hem  Latince-Yunanca  bilen  bir  asistan aramakta  olan  Prof.  Rodhe  ile  tanıştırarak  şöyle  demişti:  "İşte  benim  Latince-Yunanca  bilen  tek öğrencim,  alın  işte Azra'yı size veriyorum,  aradığınız  asistan  odur, alın götürün  Ankara'ya!" 

Her şey iyi hoştu. Ama nasıl kabul ettirecekti ailesine? Tartışmalar,  uzun  konuşmalar sonunda karar verildi. 31  Ağustos 1936 akşamı Toros  Ekspresi’ne binerek, annesiyle birlikte yeni bir geleceğe yüreğini sonuna  dek açtı. 

İşi  100  lira  maaşla  Dil  Tarih Coğrafya  Fakültesi  Klasik  Filoloji Bölümü’nde  çevirmenlikti.  Ama görünen  manzara  böyle  değildi, yapılacak  çok  şey  vardı.  Profesöre yardım edecek kimse olmadığı için  her  iş  Azra  Erhat'a düşüyordu.  Kitaplığın oluşturulması,  daktilo,  sekreter,  çevirmen,  asistan hepsi  onda  toplanıyordu.  Almanca metinleri  Türkçe'ye  çevirmek hepsinden  zordu.  Verilen  metinlerin  Almanca’sını  çok  iyi  anlıyor, ancak  Türkçe’si yetersiz  geliyordu  çevirmek  için.  Bununla  ilgili bir  anısında,  "Bir  derste,  profesör geyikten  söz  edecek  oldu,  Almanca’sını  söyledi,  bense  unutmuşum Türkçe adını,  ne geyik  gelir  aklıma,  ne karaca,  ne  yapayım,  iki elimde  alnımın  sağından  ve  solundan  iki boynuz  uzattım  ‘şöyle bir  hayvan’  dedim.  Sınıfta  bir  kahkahadır koptu"  diyordu.  Ama zamanla  bu  zorlukları aşmış  ve  Türkçe  çevirilerden  büyük  bir  zevk duymaya  başlamıştı.

1940 'lı  yıllarda dünya  klasiklerinin  dilimize  çevrilmesi  bir  kültür  politikası  olarak  benimsendi.  Bu  politika için  "Çok  canlı,  inançlı, ülkücü  bir  hareket" diyen  Azra  Erhat,  Sabahattin  Eyüboğlu,  Nurullah  Ataç, Orhan  Veli' lerin bulunduğu  aydınlarla birlikte, genç Cumhuriyet kuşaklarının  büyümesi  gelişmesi, Batı  kültürünü  tanımaları  için, canla  başla  çalıştı. 

"Atatürk  Türkiye'si  gür  bir  ağaç gibi  büyüyor,  dal  budak  salıyordu" diyordu Azra Erhat. O da Atatürk'ün tanımladığı  bağımsız  ve  özgür  kadınlardan biriydi ve gür bir ağaç gibi büyüyor, dal budak salıyordu.

Kariyerinde  ilerleyerek,  bulunduğu  üniversitede  doçent  oldu.  Ama  iki  yıl  sonra  her şey  birdenbire  kesilerek,  üniversiteden bir grup arkadaşıyla birlikte uzaklaştırıldılar.  1947'de  evlenip 1948'de  boşandığı  eşinin  Macar olması,  bu  olaya  gerekçe  olarak gösterildi.  Üretkenliğine  İstanbul ve  Vatan  gazetelerindeki  yazılarıyla  devam etti.  Uzun  yıllar Uluslararası  Çalışma  Bürosu  Kütüphanesi’nde  çalıştı.

12 Mart döneminde, Sabahattin Eyüboğlu,  Vedat  Günyol,  Magdi Rufer,  Yaşar Kemal'in  eşi Tilda  ile birlikte  tutuklanıp,  4 ay  süreyle çeriye  alınmalarını  şöyle  değerlendiriyordu:  "Suç işlemek  şöyle dursun  56 yıllık ömrümü,  insanlık ve  özellikle  Türkiye  diye,  yalnız içinde  doğdum  için  değil,  bütün bilincim  ve  sevgimle,  kendime yurt,  biricik  vatan  olarak  seçtiğim bir  ülkenin  kültür  hizmetine  vermiştim.  Bunca çabanın tutuklulukla  sonuçlanması  ben yaşta  bir kadını kırabilir,  yıkabilirdi.” 

Kendini  bir  tutuklu  gibi düşünmeden,  Gülleyla'ya  anıları yazdı.  Gülleyla'ya  özgürlüğü  tanımlarken:  "Tutukluluk  gerçekte çok önemli bir şey değildir, özgürlük  görece  bir  kavramdır,  onu  oldum  olası  bilmişimdir.  Salt  özgürlük diye bir şey yoktur,  insan onurunu  az  çok  zedeleyen özgürsüzlüklerin  dereceleri  vardır.  İnsan dış  özgürlükten  yoksun  kalınca, yani  haklı  haksız  bir  suçlamaya uğrayıp  da  içeri  tıkılınca,  hani  o yüzme  gücünü  kazanmak  için  bir ölüm kalım savaşına girişir.  Çünkü insan  onurunu  korumak  baş  koşuldur,  onsuz yaşanmaz"  diyordu.

Homeros'un İlyada ve  Odysseia ile Herodot'u çevirmeyi bir borç ve  sorumluluk  olarak  görüyordu. Bu  başyapıtları  ne  yapıp  edip Türkçe'ye kazandırmak gerekiyordu.  Bir  program  hazırlayarak,  Sabahattin Eyüboğlu’na gitti. “Hangisini  önce  çevireyim?”  diye  sordu. O da “İlyada'dan başla" dedi. Ama nasıl  çevirecekti,  hepsi  şiirdi  bunların.  Sabahattin  Eyüboğlu  bir şair bulmasını  önerdi.  O  sıralarda Mevlana  çevirisini yapmış  olan A. Kadir’le  tanışarak,  önerisini  ona iletti.  On beş  yıla  yakın  sürecek olan  çeviriler  için  girişimlere  başladılar.  

A. Kadir  o  günleri  şöyle anlatıyordu:  "Beni  Homeros'un  o güzelim  havasına  Azra  soktu. Onun  sayesinde  İlyada  çevirisine aşk  ile,  şevk  ile  sarıldım.  Azra'nın derin bilgisi ve sınırsız enerjisi  bana hep güven ve güç verdi. Yoksa ben  o  on beş  yıla  yakın  çalışmayı göze  alamazdım  kolay  kolay... Çok uzun  süren  çalışmamızın  sonunda ben Azra'da  şu  üstünlükleri  gördüm:  Engin  bir  hümanist kültür,  hep  soran  araştırıcı  bir kafa  yapısı  ve  imrenilecek  bir  alçak gönüllülük."  İlyada'nın  birinci  bölümü  "Habib  Edib  Törehan  Bilim Ödülü’nü",  ikinci  bölümü  de  "TDK Çeviri  Ödülü’nü"  getirdi.

Ona göre,  Akdeniz  çevresi  ve efsaneler topluluğu vardı.  Bu efsanelerin  Yunanistan  ve  Roma'ya mal  edilmesinin  nedeni,  Yunanistan  ve  Roma  uyruklu  yazarların kalemiyle,  Yunanca  ve  Latince olarak  yazılmasından  kaynaklanmaktadır.  Oysa  bu  efsanelerin  çıkış  yeri  ne  Yunanistan'dır,  ne  de İtalya,  Anadolu'dur,  Girit'tir,  Mezopotamya'dır,  Fenike,  Mısır'dır, ya da  bütün  bu  yerlerdeki  sözlü geleneklerin karışımından  meydana gelmiş bir bütündür.


Bu  düşünceden  hareketle  hazırladı  Mitoloji  Sözlüğü’nü.  "Batı kaynaklı bir tek mitoloji  kitabını  çevirmektense,  kendi olanaklarımızla,  kendi  yazılı  kaynaklarımızdan  faydalanarak  özgün bir deneme yapmayı yeğ gördük"  diyordu  bu  kitap  için ve  şöyle  devam  ediyordu:  "Esin kaynağım  sevgili  ustam  ve  dostum  Halikarnas  Balıkçısı’dır.  Yurdumuzun eşsiz değerlerine saygıyı  ve  sevgiyi  o  aşıladı  bana...  Bu kitap  Homeros'la  doludur,  nasıl olmasın ki Batı uygarlığının ilk ve en  büyük  ozanı  yurttaşımız Homeros  burcu  burcu  Anadolu kokar."

Vasiyetinde  hep  üç  isim  beraber  gitsin"  diyordu.  "Sakın  beni Balıkçıdan  ve  Sabahattinden  ayırmayın.  Sabahattin  Eyüboğlu  benim  için  hem  bir  baba,  hem  bir kardeş  hem  bir  dosttu.  Balıkçı  da öyle.  Balıkçı  beni  yetiştirdi.  Ben balıkçının  çocuğuyum."  Bu  gönül bağının sonsuza dek sürmesini  istiyordu.  Onlara  göre  "Yunan  mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı biliminin  sandığı  ya  da  savunduğu gibi  Yunanistan'dan  doğmuş  değildir,  Yunan mucizesi diye birşey yoktur,  Ege mucizesi vardır.  Felsefe  burada doğmuş  gelişmiştir ve o Hellenistan'a göçtüğü  zaman  arılığını ve  yararlılığını  yitirmiştir.”  Bu  düşüncelerini hayata  geçirmeyi hedefleyen  "Mavi Yolculuk" adı  altında kültür  etkinliklerini  gerçekleştirdiler.  Tüm yurdun,  güzelliklerini,  doğasını, tarihini tanıtmak, canlı canlı ortaya koymak  amacıyla  yapılan  Mavi Yolculuk’un  ilk  fikir  temellerini Halikarnas  Balıkçısı  atmış,  Sabahattin Eyüboğlu'da isim babalığını yaparak, yıllarca uygulamış, yürütmüş, yaymıştı.

Balıkçının  ve  Sabahattin Eyüboğlu'nun  ölümünden  sonra ömrü  yettiğince  onları  yaşatmaya çalıştı.  Balıkçı  1957'den başlayarak ölümüne  dek  birçok  mektup  yazmıştı  kendisine.  Azra  Erhat'a  bir vasiyet bırakmış, ölümünden sonra mektuplarını  yayımlamasını  istemişti.  Azra  Erhat  tüm  mektupları derlemiş,  mektuplarıyla  çıkarmıştı Balıkçı’yı okuyucusunun karşısına. Sabahattin Eyüboğlu'nun yazılarını da büyük  bir  titizlikle  derleyerek, “Söz  Sanatları  Üzerine Denemeler ve  Eleştiriler”  ve  “Görsel  Sanatlar” başlıkları altında topladığı iki ciltlik kitabı hazırlayarak yayımladı.

Azra Erhat kurtuluşu olmayan  bir  hastalığa yakalanmıştı. (Kansere yakalandı. Londra'da tedavi gördü, ama sonuçsuz kaldı. 6 Eylül 1982'de 67 yaşındayken İstanbul’da vefat etti. İstanbul-Üsküdar Bülbüldere Mezarlığına defnedildi. Azra Erhat’ın vasiyeti üzerine; mezar taşında Füreya Koral ’nın yaptığı bir kuş vardır. 2016 yılında Erhat'ın mezar taşındaki kuş saldıra uğramıştır.) Bunu biliyordu. Ama yapmayı düşündüğü  hazırlık aşamasında çalışmaları vardı. Arkadaşı  Süha Umur'u  çağırıp  "Vasiyetimi  yazdıracağım  sana"  dedi.  İki  gün  boyunca  yazdırdı.  Noter  istememişti dostlar arasında bir vasiyetti bu. O güne  kadarki  tüm  birikimi  olan kültürel  mirasını  bırakacağı  kişileri  belirlemiş,  yarım  kalan  çalışmaları  ölüm  döşeğinde  bile  düşünerek,  arkadaşları  arasında  görev dağılımı yapmıştı.

"Asıl büyük çalışmam 'Osmanlı  Münevverinden  Türk Aydınına' adlı  kitaptır" diyordu. Fakat kitap henüz kaleme alınmamıştı. Ama yıllardır kafasında yazdığını  söylüyordu. Üç  bölümde düşündüğü  kitabı  için  notlar  tutmuş, dosyalamıştı. Vasiyetinde bu kitabı  için şöyle  diyordu:  "Kitabın kaynağında Atatürk'e olan sevgim yatar.  Atatürk ile aramda ta çocukluğumdan  başlayıp  hapishane aylarında ve sorgularım sırasında, başka  türlü  bir  ilişki  kurulmuştur. Bu  sevgiye  Sabahattin  Eyüboğlu'da eklenmiştir.  (Atatürk'ü İlyada kahramanlarından Hektor'a benzetmesinin bir dönem sebep olduğu tartışmalarla da gündeme gelmiştir.)

Bu  iki  insan adeta bir  bütün  olarak  benim  içimde yaşar.  Bu  çalışmayı Türk  aydınını anlamak  için  yapmaya  çalıştım. Asıl  amacım  Sabahattin Eyüboğlu’na  varmak  olduğunu  ve  kanımca Cumhuriyet  aydınını,  günahı  sevabı  ile  en  iyi simgeleyen  kişi  olduğuna inandığım için onu bu incelemenin sonunda anlamak,  incelemek  ve  elden  geldiğince  insan  ve sanatçı  olarak  eleştirmektir.  (Eleştirme  sözü bizde,  kınama,  tenkit  etme anlamına  geliyor,  oysa tam tersini istiyorum.)"  Vasiyetinde  adını  verdiği arkadaşları  tarafından  bu kitabın,  imece yoluyla tamamlanmasını istiyordu.

Ölüme giderken ardında  yarım  iş  bırakmak istemiyordu.  Yirmi  yaşında genç bir  kızken Atatürk'ün  gözlerini  görmüş ve  vurulmuştu.  Atatürk ona  öyle  bilinç  açısı  açmıştı ki, bu  bilinçle soluksuz  çalıştı.  Genç  Cumhuriyetimizin  gelişip  büyümesinde  bayrağı  en  önde  taşıyan örnek  bir  insan  ve  aydın  olarak, hiçbir  zaman  göremeyeceği  gençlere, Atatürk'ten aldığı bilinci en iyi  biçimde taşıdı...

Songul Saydam /Taha Toros Arşivi



07 Haziran 2019

Bent Hamer




















Bent Hamer, Norveç 1956 doğumlu, 
Yönetmen, Yazar ve Yapımcıdır.

Bent Hamer (Sandefjord) hukuk eğitimi aldı. 1986’da Stockholm Üniversitesi Film Kuramları ve Edebiyat eğitimini, Stockholm Filmskola’da da sinema yönetmenliği eğitimini tamamladı. Belgeseller ve kısa filmler yazdı ve yönetti. İlk filmi Eggs, 1995 Cannes Film Festivali'nde yönetmenlerin onbeş günü bölümünde gösterilmiştir. Aynı yıl Moskova Uluslararası Film Festivali'nde gösterildi ve en iyi film ödülünü kazandı. Yine aynı yıl Toronto Film Festivali'nde FIBRESCI ödülünü kazandı. 

2003 yapımı Kitchen Stories pek çok uluslararası festivalde Akademi Ödülüne en iyi yabancı dilde film dalında aday gösterilmiştir. 2004 yılında şair ve yazar Charles Bukowski'nin Factotum adlı romanını aynı adla sinemaya uyarlamak için Jim Stark ile birlikte senaryo haline getirmişlerdir, Christian Walker ile yapımını üstlenmiştir ve kendisi çekimini yapmaya başlamıştır. O’ Horten (2007) adlı filminin ilk gösterimi Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yapıldı. Home for Christmas (2010) adlı filmi ilk kez Toronto’da gösterildi, San Sebastian’da En İyi Senaryo ödülü aldı.

Hamer, Oslo'daki Bulbul Film Birliği'nin kurucusudur (1994).














Bu yıl altıncı kez düzenlenen Boğaziçi Film Festivali’ne davet edilen ve ‘Onur Ödülü’ne layık görülen Bent Hamer ile Berrin Somay'ın yaptığı röportajdan: 

-Sinemaya ilgim sanırım büyükannemin anlattığı hikayelerle başladı. Edebiyata olan ilgim ve gözlem yeteneğim de beni bu yola soktu. Ama bir anda “ben sinemacı olmaya karar verdim” demedim, her şey kendiliğinden oldu. Film yapımcılığı benim için hiç bitmeyen bir yolculuk; devam eden ve gelişen bir süreç. Her şey bana ilham verebilir. Hayatımda şahit olduğum olaylar, gördüklerim, işittiklerim ve farklı kültürler bana esin kaynağı oluyor.

-Genellikle insanlar filmlerimin komik olduklarını düşünürler. Bu görüşü kabul etmiyorum. Evet, filmlerimde mizah var ama kesinlikle komedi değiller; daha çok evrensel olaylara odaklanıyorlar. İnsanların hayatlarına değinmeyi seviyorum. Senaryolarımda diyaloglardan mümkün olduğunca kaçınıyorum. İyi bir diyalog yazmak gerçekten zor. Ama bazı durumlarda yazmak durumunda kalıyorum elbette. 

-İlk filmimden önce çok sayıda kısa film yaptım. İki tiyatro oyunum vardı, yazılar yazmıştım ama küçük bir şehirde yaşıyordum ve tanıdığım çok fazla yönetmen yoktu. Dolayısıyla sinema belli bir yaştan sonra aklıma geldi. Büyüdüğüm şehirde kabareler çok popülerdi. Kabarede oynayan bir kişi yıllarca bu işe devam ederdi. Ben o zamanlar futbol oyuncuydum. Kabareden birisi işi bırakınca bana teklifte bulundular ama babam “Hayır sen futbol oyuncususun,” diyerek reddetti. Fakat sonra yaptım. Kabarenin içinde küçük bir filmin olması gerekiyordu ve sinemayla ilk orada tanıştım.

-İskandinavya 2000’lerde polisiye ve komedi dizilerle dikkat çekmeye başladı. Bunlar yeni yeni popüler olan modern yapımlar. Aslında film endüstrisi için önemli olduklarını düşünüyorum, bizlerin popüler ve komedi türünde işler de yapabildiğimizi anlatmaları açısından. Özellikle Lilyhammer oldukça komik bir yapım ve dünya çapında ilgi çekti. Dizinin açılış sekansında O’Horten filmimin tren sahnesini kullandılar. Öyle bir sahneyi çekmekte zorlandılar ve rica ettiler. Ben de kullanabileceklerini söyledim. Okkupert dizisinin yazarını ise küçüklüğünden beri tanıyorum, aynı şehirde büyüdük. Bu yapımlara ilgi duyuyorum ve başarılarının önemli olduğunu, bölgenin sanat ve film endüstrisine olumlu katkılar sağladıklarını düşünüyorum.

-Aslında Norveçli yönetmenlerin çektikleri reklamlar oldukça komik. İngiliz mizahı ile birlikte anılıyorlar ama bu “Muza basıp düştü, ha ha ha” şeklinde bir mizah değil. Kendini açıkça ortaya koymayan bir mizah. Bir ülke ya da ulusla ilgili genelleme yapmak ne kadar doğru bilmiyorum ama biz bu konuda Finlilerin bizden daha kötü olduklarını düşünüyoruz. Şöyle bir espri var: İki Finli karşılıklı oturup kendi ayak uçlarına bakıyorlarmış. Eğer biri gözlerini kendi ayak uçlarından karşısındakinin ayak ucuna çevirirse bu “belki” konuşmak istiyor anlamına gelirmiş. Ama o da “belki.” 

-İzleme konusu benim için önemli. Karakterlere bir şeyi izletmeyi, izledikçe kendilerini anlatmalarını seviyorum. Sonra onları belli durumlara sokup hikayeyi açmak benim sevdiğim bir yöntem. Böylesine utangaç, mütevazı karakterler yaratmamın sebebi Nordik melankolisi olarak da görülebilir ama bu aynı zamanda kişisel bir zevk. Gerçi ben de bir Nordikim.




















Yeni projesi The Middle Man 

Aslında bu hikayeyi Norveçli yazar Lars Saabye Christensen’in kitabının orta kısmından uyarladım. Küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor. Bu kasabada iş ve endüstri yok, insanların geleceğe dair inançları yok; klasik bir Orta Amerikan kasabası. Trump gibi kişilere oy veren insanların aslında bir değişim aradıklarını, o kişiye değil de bir değişime oy verdiklerini düşünüyorum.


Yazar Amerika’da çok fazla bulunmuş ve kitabı Amerika’da gerçekten var olan bir kasabadan yola çıkarak yazmış. Amerika’da aslında fakirlik çok fazla. Üç iş birden yapan, iş için iki saat yol giden insanlar çok fazla. Bunu unutmak kolay oluyor çünkü çok agresif bir Amerika algımız var. Ama Amerika’nın böyle fakir bir kesimi de var. Bundan yola çıkarak reel bir film yapmaya çalışıyorum. Filmde üç kişi var: Şerif, Papaz ve Doktor. Bunlar bir komisyonlar ve kasabayı ellerinden geldiğince yönetiyorlar. Kasaba ise sürekli kazaların, ölümlerin olduğu bir yer. Suç işlenmese bile tren rayında yürürken ölenler oluyor. Dolayısıyla çok depresif bir kasaba aslında. Sonra bu komisyon ölümleri ve kazaları haber vermesi için bir “aracı” tutuyor. Ana karakterimiz de bu “aracı” kişi. Komik ama karanlık, yoğun kara mizah barındıran, günümüzde gerçekten var olan durumlarla ilgili bir film. Bugün Avrupa, İspanya ve İtalya’da da işsizlik oranları çok yüksek, siz de biliyorsunuzdur. Aynı zamanda umut da barındırıyor ve “Umut her zaman vardır” diyor. Kitabı başkası yazdığı için diyalogların çok iyi olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim.












Kısa Filmleri

1981-Rødvyn Aargang 81
1989-Longitude Latitude 
1990-Happy Hour
1990-Sunday Dinner
1992-Stone
1993-Applause
1995-Just for The Hell Of It 

Filmleri

1995-Eggs
1998-Water Easy Reach
2003-Kitchen Stories 
2005-Factotum
2008-O' Horten
2010-Home for Christmas
2014-1001 Gram


1001 Gram (2014) 

“Hayatın en ağır yükü, taşıyacak hiçbir şeyinin olmamasıdır”

Ağırlık ve ölçü sistemlerinde uzman Norveçli bir bilim kadınının hayatın ve aşkın ağırlığını bulmasının hikâyesi.

Hamer’in “alçak sesli” sinemasının ve bu sinemanın hafif acı ve alçak gönüllü mizahının tüm izlerini taşıyan çalışma, hiçbir anında sesini yükseltmemesi, diyalogları ekonomik olarak kullanması ve kadının uzmanı olduğu alanı onun hikâyesine akıllıca yerleştirmesi ile dikkat çekiyor.

Hamer’in biçimsel olarak da yalın ve hikâyesinin derdine çok uygun düşen bir mizansen anlayışına sahip olduğu filmin belki en önemli problemi yeterince bir şey olmaması (hatta ortalama bir seyirci için hiçbir şey olmaması) olarak gösterilebilir ama eylemselden çok düşünsel bir film bu ve bundan hoşlananlar için görülmesi gerekli bir çalışma.

Gerilim öğelerinin ilki tam da Hamer’den beklenecek biçimde mesafeli bir mizah ile anlatılan Norveç’in “Ulusal 1 Kiloluk”unun akıbeti ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelip kendi ülkelerinin standart bir kiloluklarını Fransa’da bir araya getiren bilim insanlarının yarattığı komik ve tuhaf durum. Yüksek iki binanın arasında ve yan yana iki insanın duramayacağı bir alanda sigara içenler, yağmurlu bir havada ellerindeki mavi şemsiyelerle ülkelerinin “kilo prototipleri”ni taşıyan bilimciler, kilitli kasalar altında tutulan uluslararası standart kilo ölçeğinin adeta bir kutsal emanet gibi ziyarete açılması, havaalanındaki arama sahnesi veya kadının boşandığı eşinin evdeki eşyaları birer birer alması gibi bölümler Hamer’i sevenler için hayli “eğlenceli” olabilecek anların sadece birkaç örneği.

Bir bilim adamının “Eskilerin dediği gibi, bir tane saati olan kişi zamanı bilebilir, iki saati olan asla bilemez” sözü üzerine düşünmemizi istiyor film adeta ve kendi tarafını da sanki iki saatli olmak olarak belirliyor: Değişim, farklılık ve heyecan orada çünkü.

Ağırlık ölçümü üzerine çalışırken, “bir hayatın ağırlığı nedir, ya da bir aşkın?” sorusu ile karşı karşıya kalan kadının insan ruhunun “gerçekten de” 21 gram olduğunu keşfettiği sahnedeki şaşkınlık ve mutluluğu için bile görmeye değen film açılıştaki gerilimini kapanıştaki dokunaklı havası ile değiştiren müziği ile de başarılı olan bir çalışma. Karakterleri ve hikâyesi ile mesafesini bir parça gereğinden fazla uzak tutmak ve bu nedenle de bir parça “hikâyesiz” görünmek gibi bir kusuru, hikâyenin kendisine baktığımızda pek de yeni bir şey anlatmamak gibi bir problemi ve öngörülebir bir finali olsa da tüm bunlar filmi görmeye engel olmamalı. Sonuçta öngörülebilir ama olmasını arzu edeceğiniz bir final ile bitiyor film ve siz de ana karakter gibi kendinizi iyi hissediyorsunuz ki bu da kusurlara takılmamak için yeterli bir neden kesinlikle.


Home for Christmas (2010) 

‘Noel filmleri' sinema sanatının popüler alt türlerinden biri olarak kabul edilebilir. Belki bugün Hollywood'un klasik çağındaki veya seksenli yıllardaki kadar popüler olmayabilir ama yine Aralık ayında Noel ruhuna sahip karlı ders filmleri karşımıza çıkabiliyor.

Noel zamanı batıda sadece sinemalarda değil, küçük ekranda da Noel filmlerinin klasikleşmiş örnekleri gösterilebiliyor. Hamer bu türe çok farklı bir şekilde yaklaşmış, gözümüze sokmadan küçük sevimli öykülerle..

Noel arifesinde küçük bir Norveç kasabasında, renkli Kuzey Işıkları’nın altında karların arasından eve dönmek için çabalayan insanları görürüz. Herkesin başka bir Noel hassasiyetiyle meşgul olduğu kasaba halkından çeşitli isimlerin (Doktor Knut, arkadaşı Paul, öğrenci Thomas, metres Karin, ayyaş Jordan) yolları mizah ve trajedi, şefkat ve çaresizlik, bağışlama ve umut, doğum ve ölümle dolu, birbiriyle iç içe geçen öykülerde kesişecektir.


O’ Horten (2007)

“Hayatta her şey geç oluyor gibi. Bu durumda aslında hiçbir şey geç olmuyor demektir”

Emekli olan bir tren makinistinin hayata karışma çabasının hikâyesi.

Norveç’ten yönetmen Bent Hamer’in yine küçük insanlara ve onların küçük hikâyelerine odaklanmış alçak gönüllü bir filmi. Hikâye boyunca karşımıza çıkan küçük tuhaflıklar da sıradan olaylar gibi sakin ve üzerinde durulmadan anlatılıyor ve yaşlı kahramanımızın yeni hayatını renklendiriyorlar.

Tanımadığı bir çocuğun uyuyana kadar başında beklemek zorunda kalması, topuklu kırmızı ayakkabı bölümü, havaalanında geçen tuhaf bölüm veya gözleri kapalı araba kullanan adam gibi gariplikler hafif komedi tonu taşıyan ve fantastik bir havadan çok sanki günlük normal tuhaflıkları gösterirmiş gibi bir atmosfer içinde anlatılan ilginç sahneler. Kahramanımız günlük hayatını sürdürürken, örneğin yemek yerken veya yolda yürüken, etrafında seyredeni güldürecek ve şaşırtacak küçük garip olaylar oluyor sürekli. Kırk yılı aşkın rutin iş hayatından sonra düştüğü boşluğa cevap olarak yönetmen hayatın eğlendiren, çekici ve garip küçük tuhaflıklarla dolu olduğunu ve bu küçük anlamsızlıklar bütünün hayatı anlamlı ve yaşamaya değer kıldığını söylüyor sanki kahramanımıza.

Bu tür filmlerde olduğu gibi oyunculuklar yine biz seyircilerin hayatındaki insanlar kadar doğal ve yalın. Başrol oyuncusu Baard Owe genellikle sessiz ve tepkisiz bir tavırla yaşayan ve sürekli bir değerlendirme içindeki kahramanı başarılı bir şekilde canlandırıyor. Bu oyunculuk üzerinden de yönetmen hikâyesini rahat, sakin ve sıcak bir biçimde aktarıyor. Annesine ve tüm kadın kayakla atlama sporcularına adadığı filmin sonlarında yaşlı adamın denediği kayakla atlamanın sonunda ne olduğunu belirsiz bırakıyor özellikle. Her ne kadar bu sahneden sonraki final sahneleri herhangi bir fantastik gelişme gibi değil de yine sıradan olaylar gibi aktarılsa da bu sahnelerde renklerin filmin bütünü ile kıyaslandığında daha sıcak tonlarda olması ve bu son karelerin filmin geneline göre daha olumlu bir hava taşıması bir soru işareti yaratıyor seyredende.

Gösterişli değil ama yalınlığı ile etkileyici olan kareleri, filme zaman zaman dinamizm katan sevimli müziği, sıradan tuhaflıkları ile ve karlı görüntülerinin aksine sıcak bir film. Demir yolu çalışanlarının işlerine olan aşklarını da karşımıza getirerek havaalanlarının soğukluğunu iyice vurgulayan ve insanların birbirlerine göstereceği ama göstermekten sakındığı incelikleri, ilgiyi ve özeni görünür kılan bu Bent Hamer çalışması sakin ve sıcak filmlerden hoşlananlar için.


Factotum (2005)

Factotum, özünde Bukowski'nin yirmili yaşlarında yaşadığı ve genellikle ucuz otellerde yaşam, üçüncü sınıf işlerde çalışma ve içki, kumar, kadınlarla olan ilişkilerini anlatan bir biyografi olarak da görülebilir. Pasaklı, günü gününe yaşıyan, içki yüzünden onlarca işten kovulan, evde ancak para verirse kalmasına izin vereceği bir babaya sahip, barda tanıştığı kadınlardan biri olan Jan'e (Lili Taylor) içki ısmarladıktan sonra Jan'in evine yerleşen birisi Henry Chinaski (Matt Dillon). Yaşamındaki kaosun içinde tek değişmeyen şey ise "her şey hakkında" yazma tutkusu.

Barbet Schroeder'in çektiği Bar Kelebeği (1987) adlı filmde bu filmin ilk versiyonu gibi diyebiliriz. Ama Hamer'inkine göre çok sıkıcı sayılabilir..

Factotum: Bir Bukowski kitabının adı. Sözlük anlamı ise bir çok işe girip çıkan, her türlü işte çalışan kişi demek.

Dadafon: Kirsten'in grubu. Norveçliler. "Slow Day" diye parçaları sırf bu film için Bukowski'nin bir şiirinden bestelendi.

Filmin konusu Bukowski'nin aşağıdaki kitaplarından senaryoya uyarlandı

-Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali
-Bir Tek Ben miyim Böyle yaşayan
-Kimse Bilmez Ne Çektiğimi
-Kaptan Yemeğe Çıktı
-Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi
-Factotum


Kitchen Stories (2003)

“İsveçli bir ev kadını yemek pişirmek için mutfağında bir yılda İsveç’ten Kongo’ya kadar olan bir yolu yürüyor”

Bekâr erkeklerin yemek alışkanlıklarını gözlemek için girişilen bir deneyde gözleyen ile gözlenen arasında gelişen arkadaşlığın hikâyesi.

İkinci dünya savaşı sonrasında verimlilik artışı peşinde koşan Batı dünyasının vardığı uç noktalar ile dalgasını geçen bir film bu. İsveç’li kadınlardan sonra Norveç’li bekâr erkeklerin mutfak alışkanlıklarını keşfetmenin peşine düşen bilim adamlarının başarısızlığını oldukça keyifli, esprili ve sıcak bir havada anlatan film Bent Hamer’in insan ilişkileri ve günlük hayattaki ironi ve küçük sıradışılıkların peşine düşen tarzının bir örneği. “Eggs” filminde olduğu gibi çoğunlukla kapalı bir mekanda ve ağırlıklı olarak iki kişi arasında geçen film, bu tanımın akla getirebileceği sıkıcılık ve monotonluk kavramlarının tam aksine kendisini rahat seyrettiren ve çekici bir atmosfere sahip.

Başrol oyuncularının ancak böylesine “küçük” filmlerde görebileceğiniz türden yalın ve doğal oyunculuğu filme çok şey katıyor ve özellikle sonu ile gerçekten yüreklere dokunmasını sağlıyor filmin. Dilleri, sınırları birbirine karışmış iki ülkenin, İsveç ve Norveç’in farklı karakteristikleri üzerine gözlemleri de içeren film, yine karlar altında bir evin içinde geçen bir Bent Hamer çalışması. İnsan ilişkilerinin denetlenememezliği, kapitalizmin “verim” maskesi altında mekanikleştirdiği insanların kalıpları reddetmesi ve iki insan arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerine fısıltılı bir tonda çok şeyler söyleyen film bir başkasının hayatını devam ettiren karakteri ile gerçek bir dostluk ve süreklilik mesajı da veriyor.


Water Easy Reach (1998)

1998 tarihli ikinci filmi Güneşli Bir Gün adını taşıyor Hamer’in. lk kez sefere çıkan Norveçli denizci Almar’ın kendisi için manevi değeri olan kol saatini tamir ettirmek için karaya çıkıp küçük bir İspanyol kasabasını ziyaret etmesiyle gelişen olayları konu alır.

Almar kasaba da birbirinden ilginç tiplerle karşılaşacak ve saatinin bozulmasıyla bu kasabada da zamanın durduğu gibi tuhaf bir izlenime kapılacaktır. Her zamanki gibi filmin içinde insanın içini ısıtan muziplikler ve duygu hallerini göreceksiniz

Sonra çekeceği iki başarılı filmi yine yaşlıları konu alıyor. Zaten Hamer yaşlıların dünyasını bu kadar iyi anlamasının ardında büyükbabası, özellikle de büyükannesiyle çok fazla birlikte olduğunu söylüyor. Yumurtalar filminden önce uzun süre onların yanında kaldığını da ekliyor.


 Eggs (1995)

Bent Hamer’ın 39 yaşında çektiği ilk filmi

Aynı hayatları boyunca evde yaşamış iki yaşlı kardeşin mizah mayınlarıyla döşenmiş olsa da son derece gerçekçi hikayesini her yaştan izleyicinin yüreğine dokunacak şekilde anlatıyor Hamer. Moe ve Pa’nın kemikleşmiş gündelik hayat rutinleri, Pa’nın özürlü oğlunun gelmesiyle sekteye uğrar. Konrad’ın gariplikleri, Moe’nun kıskançlığıyla çarpışınca evde gergin bir ortam oluşur.

Küçük ve sakin dünyalarında sessizce yaşayan iki kardeşin, uzun süredir hiç değişmemişe benzeyen günlük rutinleri içinde akıp giden hayatlarını buna çok uygun bir sinema dili ile aktaran film hemen tamamı sabit kamera ile çekilen ve tıpkı resmettiği hayatlar gibi sürprizsiz sahneler içeriyor. Televizyon seyreder gibi radyo karşısına geçen, nefes almak kadar sıradanlaşmış alışkanlıkları olan kardeşler söz konusu burada; musluktan su içme, piyango bileti, hava durumunun takibi, karşılıklı birbirini teyit eden ama yeni bir şey söylemeyen cümleler, küçük şeyler üzerinden kurulan uzun ve sıradan diyaloglar. Kardeşlerden biri daha çocuksu, diğeri daha ciddi ama anlaşılan çok uzun bir süredir içinde bulundukları bu birlikteliğe inanılmaz bir uyum getirerek yaşıyorlar. Ta ki Conrad gelene kadar.

Bir bölümünde nerede ise hiç diyalog olmayan, zaman zaman araya giren ara yazıların hareket(!) kattığı film küçük esprili anları ile ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor; aya inişi anlatan bir programın ses bandı ile tekerlekli sandalyedeki Konrad’ın arabadan indirilmesinin görüntülerinin eşleştirilmesi gibi. İki başrol oyuncusunun inandırıcılığın doruğunda gezinen oyunculukları ve baştaki ve sondaki çok kısa sahneler dışında hiç evin dışına çıkmamasına rağmen keyifli mizansenleri bulmayı başaran kamerası ile başarılı bir film. Elbette her ruha uygun bir film değil karşımızdaki ama “bir ortamda fazla olduğunu hissetmenin” hüznünü başarılı bir şekilde getiriyor karşımıza.

Filmin Türkçe altyazısı yok ne yazık ki..


12 Mayıs 2019

Ayşe Güren-Süreduran





















Ayşe Güren

1970’te Kayseri’de doğdu. Çocukluğunu İstanbul’da, zamanın işçi semti Ortaköy’de, Boğaz kıyısında geçirdi. Memleketin tüm renklerinin bir arada yaşadığı bu alçakgönüllü semtin sokaklarında özgürce geçirdiği çocukluğu, yazma sevgisinin temelini oluşturdu.

Çocukluk yıllarını uzatmanın yolunu, çocuk öyküleri yazmakta buldu. Çocuk kitaplarının dışında Süreduran isimli bir öykü kitabı var. Çalışmak Sağlığa Zararlıdır adlı incelemeyi ise Fransızcadan dilimize çevirdi. Bir tane de gene çocuklar için Dünya Gezgini Kuşlar adlı kitap çevirisi vardır..

Kitapları

-Kaptan Kazım’ın Sağ Yanağı-Can Çocuk Yayınları
-Şemsiyesine Saklanan Adam-Kuraldışı Yayınları 
-Uykusuz Ayılar Kahvesi-Kuraldışı Yayınları 
-Gökten Yağan İkizler Aşkına-Can Çocuk Yayınları
-Dinozor Kuşları-Can Çocuk Yayınları
-Dünya Gezgini Kuşlar-Fleur Daugey-Kuraldışı Yayınları-Çeviri
-Çalışmak Sağlığa Zararlıdır-Annie Thebaud-Mony-Ayrıntı Yayınları
-Süreduran Minik Öyküler-Çınar Yayınları




















Ayşe Güren-Süreduran Minik Öyküler
Çınar Yayınları / 2010 / 115 sayfa 

Çınar Yayınları tarafından yayımlanan ilk kitabı. Üç bölümden oluşan kitapta adı üstünde 77 minik öykü var. Hiç abartıya kaçmadan anlatılmış, canlı, vurucu öyküler...Kitaptan tadımlık alıntılar :

Filmciler Geldi

1
İçiyor mu baban, hadi söyle yavrucuğum, dedi filmci abla.
Güldüm. İçince çok tatlı oluyor, beni kucaklıyor, havada
döndürüyor, dedim. Stop, kestik, dediler. Annem indirdi
kafama bir tane.

2
Otur abilerin gibi annenin yanına, dedi. Oturmam, ben ona küsüm, 
daha demin vurdu bana, dedim. Otur yavrucuğum, dediler. 
Bak sana bisiklet alacağız. İstemem, bu bayırda
ne yapayım bisikleti ben, dedim. Annem elimi tutup öyle
bir çekti ki kolum kopacaktı.
Suratımı asıp oturdum, azıcık da ağladım.
En çok burasını çektiler.

3
Annem anlattı.
Adam dört aydır yok. İnşaata gitti sözde, 
ne ses var ne soluk. Beş çocuk, geçinemiyoruz. 
Büyükler su satıyor, selpak yatıyor ya, neye yetsin. 
Bu en küçük, çok yaramaz. 
Birkaç eve temizliğe gittim, ama bununla olmuyor. 
Burda bıraksam mahalleyi birbirine katıyor. Muhtacız. 
Allah razı olsun sizden, dedi. Ağladı.
Herkese ne istediğini sordular. Bana da sordular. 
Cip istiyorum, dedim, sizinkinden.
Stop, kestik, kestik, dediler.

4
Filmciler çıkarken annem dedi ki: 
Karşıki ev, bizden de kötü. 
Onların ikiz kızları var, felçli. 
Anneleri de şeker hastası.
Çalışan kimseleri yok evde. 
Bir de onlara gitseniz.
Ağlamaz onlar, öyle yatarlar, 
boşuna gitmeyin, stop, kestik,dedim...


Babamın Eski Yeni Karısı

Sevgili günlük,
Babamın en eski karısı, babamın en yakın arkadaşıyla evlenmiş; 
babam da kızmış. Kızınca yeni karısı babamla kavga etmiş; 
kavga edince babam başka kadına gitmiş. 
Şimdi bu kadın karısı olacakmış; 
hiç durmadan ağlıyor eski yeni karısı.

Sevgili günlük,
Peki, annem neden ağlıyor?

Sevgili günlük,
Babamın en yakın arkadaşı, annemin eski sevgilisiymiş.
Fulya Ablaya anlatıyor hep. Ama neden ağlıyor, anlamıyorum.

Sevgili günlük,

Ben anneannemle dedemi çok özledim.



Kovalar

Ayrılmamıza sebep olan şu kova. 
İşten gelip evi temizlediğim,
yorgunluktan koridorda bıraktığım kova. 
Oktay’ın kaldırıp banyoya götürmek yerine 
üstünden atlayıp durduğu kova. 
Arkadaşlarına onu denemek için mahsustan ortada
bıraktığımı söylediği kova. 
İçine arapsaçına dönen ilişkimizi,
bir türlü çözemediğimiz sorunlarımızı 
doldurduğumuz kova...

Şimdi düşünüyorum da o kova bir değil, 
iki taneydi aslında. 
Biri benim, biri Oktay’ın kovası.


Beyaz Sabun Kokan

Kalbim küt küt attı gene. 
Bu gece değilse yarın gece ben de...
Sadece çocuklarla olsak olmaz mı? 
İlla biri gerekiyorsa, yeni biri olmaz mı? 
Şöyle, efendi, kendi yağıyla kavrulan,
beyaz sabun kokan, 
bana, Şükran Hanımcığım, bu sabah
afiyettesiniz inşallah, diyecek biri, olmaz mı?

Ölümden korktuğum yok benim!

Maide Hanım dedi ki, 
herkes öte tarafta eşine varacakmış.


Anders Thomas Jensen





















1972 Frederiksværk doğumlu 
Danimarkalı senarist ve yönetmen.

İlk olarak Ademin Elmaları adlı filmini izleyip takibe aldığım bir yönetmendi. Etkisinde kaldığım, gülümsediğim ve damakta tad bırakan filmlerden biriydi.

Filmlerinin hepsinde yaşadığımız toplumun bizi ne hale getirebileceğinin örneklerini zeka dolu inceliklerle, mizahi bir şekilde, absürtlük dozunu çok iyi ayarlayarak sunan bir yönetmen..

Bütün filmlerinde, farklı dozlarda dinlerin o karanlık taraflarına eleştiri getirmiş ve genellikle hep aynı kişilerle çalışmıştır. Yönetmenlikten ziyade senaryo yazmayı daha çok sevmiştir. 5 tane yönetmenliğini yaptığı film varken 40 civarı senaryosunu başka yönetmenlerle paylaşmıştır. En fazla da Susanne Bier'le çalışmıştır.

Filmleri

1999-Valgaften
2000-Blinkende Lygter
2003-The Green Butchers
2005-Adams æbler
2015-Men & Chicken

Valgaften (1999)

Bütün çevresi ırkçı arkadaşlardan oluşan ve bu konuda arkadaşlarını düzeltmek için elinden geleni yapmaya çalışan Peter'in sonunda ırkçı diye hırpalanmasına kadar giden bir karamizah öyküsü..

Seçim gecesi oy kullanma süresinin bitmesine dakikalar kala oy kullanmayı unuttuğunu hatırlayan Peter'ın (Ulrich Thomsen) oy kullanmak adına çırpınışları anlatılır bu 11 dakikalık kısa filmde. Filmin ülkemiz adına enterasan 2 sahnesi bulunmakta. Peter oy kullanmaya yetişebilmek için bindiği taksilerden birinin şoförü Türktür ve arabada "kara üzüm habbesi" isimli güzide eser çalmaktadır. Filmin sonundaki yazılar akmaya başladığında ise Ankaralı Turgut'un sesi duyulur.

==========================================

Blinkende Lygter (2000)

Gangster filmi gibi başlayan ama izledikçe başka bir şeylerin anlatılmaya çalıştığını görerek sizi şaşırtan bir film..Komik sahneler eşlik ediyor şiddet sahnelerine..

Küçük çapta yasadışı işlerle uğraşan dört kişilik bir çetenin hikayesi anlatılıyor. Dörtlümüz çetebaşı Torkild (Søren Pilmark), kokain bağımlısı Peter (Ulrich Thomsen), silah ve şiddet düşkünü Arne (Mads Mikkelsen) ile sessiz sakin edilgen Stefan'dan (Nikolaj Lie Kaas) oluşur.

Torkild doğumgününde sevgilisinden ayrılmış, hayatla ilgili iç hesaplaşmalar içindedir. Aynı gece borçlu oldukları kendilerinden sadece bir adım daha büyük bir çete adına bir çanta çalarlar. Hırsızlık esnasında Peter vurulur. Çaldıkları çantanın içinde gayet hoş bir meblağ olduğunu görünce çantayı teslim etmek yerine Barcelona'ya kaçmaya karar verirler.

Daha Danimarka sınırlarını bile terkedemeden arabaları bozulur. Ormanda terkedilmiş izbe bir mekana sığınırlar. Kasabadan bir doktor getirirler. O arada şüphe çekmemek için karşılaştıkları herkese mekanı satın aldıklarını söylerler. Peter'ın iyileşmesini beklerken çetecik üyelerinin her biri çocukluğundan kalma defolarıyla yüzleşme imkanı bulur. Ve sığındıkları bu mekanda bir lokanta açma fikri oluşur..

==========================================

The Green Butchers (2003)

Sadece kendini düşünen, dış dünya ile geçimsiz, devamlı terleyen Svend (Mads Mikkelsen) ile ailesinin geçirdiği kaza sonrası iyice kabuğuna çekilip kendini dış dünyadan soyutlayan Bjarne'nin (Nikolaj Lie Kaas) hikayesi.

Muhteşem ikilimiz varlarını yoklarını birleştirip kendi kasap dükkanlarını açarlar. Gerçi açılış günü pek parlak geçmez ama umutlarını kaybetmezler. İlk günün gecesinde etleri sakladıkları buzluğun elektrik işlerini yapan adamı dolabın içinde unuturlar. Svend ertesi gün dükkana geldiğinde adamın cesedi ile karşılaşır.

Eski patronunun ziyareti ile iyice panikleyen Svend, eski patronunun düzenleyeceği parti için sipariş ettiği etlerin arasına elektrikçinin bir bacağından parçalar ekler. O parti sonrası ikilimizin ünü bütün kasabaya yayılır. Ama elektrikçinin vücudu birinci günden tükenmiştir. Yeni siparişler için yeni bir kaynak gerekmektedir.

==========================================

Adams æbler (2005)

Sanırım 10 tane film seç deseler ilk olarak aklıma geleceklerden birisi bu olurdu..Karamizahın tavan yaptığı insanı düşündüren güldüren duygulandıran bir film.. Elma teması diğer filmlerinde de var farklı şekillerde...Ve din eleştirisi..

Hapis cezası alan bir neo-nazi olan Adam (Ulrich Thomsen) cezasını kamu hizmeti yaparak çekecektir. Bu görev için de kırsalda ufak bir kasabanın kilisesine gönderilir. Kilisede kendisini tamamen dine vermiş ve buna körü körüne bağlı rahip Ivan'dan (Mads Mikkelsen) başka aynı Adam gibi kamu hizmeti için buraya gönderilmiş ama cezaları bittiği halde buradan ayrılmamış iki kişi daha vardır;

Kendine Robin Hood tadında bir misyon edinmiş, kafayı uluslararası bir şirketi yok etmeye takmış Khalid (Ali Kazim) ve alkol bağımlısı, kleptoman, eski tenis şampiyonu Gunnar (Nicolas Bro). Bu garip gruba daha sonra depresif ve dengesiz özellikleri ile öne çıkan Sarah da (Paprika Steen) dahil olur.

==========================================

Men & Chicken (2015)

Ademin elmalarından 10 yıl sonra çektiği son filmi. Sonuna kadar ilgiyle izleyip anlatmaya çalıştığı şeyi anlamaya uğraşıyorsunuz.. Yönetmeni tanımasanız filmi ilk dakikalarında izlemeyi bırakabilirsiniz, ama izledikçe hoşunuza gitmeye başlıyor..Film bittikten sonra da üzerine düşünmeye devam ediyorsunuz..

Birbirlerinin karakterleriyle hiç alakası olmayan, birbirlerinden farklı iki kardeş uzun yıllar sonra ailelerinin kim olduğunu öğrenmek ve onları bulmak için araştırmalara başlarlar. Bu araştırmalar sırasında ailelerine ilişkin sırlarla karşı karşıya kalırlar. Rastladıkları çarpıcı sırlar iki zıt kardeş ve etraflarındaki insanları ummadıkları şekilde etkileyecektir.




Related Posts with thumbnails