07 Haziran 2019

Bent Hamer




















Bent Hamer, Norveç 1956 doğumlu, 
Yönetmen, Yazar ve Yapımcıdır.

Bent Hamer (Sandefjord) hukuk eğitimi aldı. 1986’da Stockholm Üniversitesi Film Kuramları ve Edebiyat eğitimini, Stockholm Filmskola’da da sinema yönetmenliği eğitimini tamamladı. Belgeseller ve kısa filmler yazdı ve yönetti. İlk filmi Eggs, 1995 Cannes Film Festivali'nde yönetmenlerin onbeş günü bölümünde gösterilmiştir. Aynı yıl Moskova Uluslararası Film Festivali'nde gösterildi ve en iyi film ödülünü kazandı. Yine aynı yıl Toronto Film Festivali'nde FIBRESCI ödülünü kazandı. 

2003 yapımı Kitchen Stories pek çok uluslararası festivalde Akademi Ödülüne en iyi yabancı dilde film dalında aday gösterilmiştir. 2004 yılında şair ve yazar Charles Bukowski'nin Factotum adlı romanını aynı adla sinemaya uyarlamak için Jim Stark ile birlikte senaryo haline getirmişlerdir, Christian Walker ile yapımını üstlenmiştir ve kendisi çekimini yapmaya başlamıştır. O’ Horten (2007) adlı filminin ilk gösterimi Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde yapıldı. Home for Christmas (2010) adlı filmi ilk kez Toronto’da gösterildi, San Sebastian’da En İyi Senaryo ödülü aldı.

Hamer, Oslo'daki Bulbul Film Birliği'nin kurucusudur (1994).














Bu yıl altıncı kez düzenlenen Boğaziçi Film Festivali’ne davet edilen ve ‘Onur Ödülü’ne layık görülen Bent Hamer ile Berrin Somay'ın yaptığı röportajdan: 

-Sinemaya ilgim sanırım büyükannemin anlattığı hikayelerle başladı. Edebiyata olan ilgim ve gözlem yeteneğim de beni bu yola soktu. Ama bir anda “ben sinemacı olmaya karar verdim” demedim, her şey kendiliğinden oldu. Film yapımcılığı benim için hiç bitmeyen bir yolculuk; devam eden ve gelişen bir süreç. Her şey bana ilham verebilir. Hayatımda şahit olduğum olaylar, gördüklerim, işittiklerim ve farklı kültürler bana esin kaynağı oluyor.

-Genellikle insanlar filmlerimin komik olduklarını düşünürler. Bu görüşü kabul etmiyorum. Evet, filmlerimde mizah var ama kesinlikle komedi değiller; daha çok evrensel olaylara odaklanıyorlar. İnsanların hayatlarına değinmeyi seviyorum. Senaryolarımda diyaloglardan mümkün olduğunca kaçınıyorum. İyi bir diyalog yazmak gerçekten zor. Ama bazı durumlarda yazmak durumunda kalıyorum elbette. 

-İlk filmimden önce çok sayıda kısa film yaptım. İki tiyatro oyunum vardı, yazılar yazmıştım ama küçük bir şehirde yaşıyordum ve tanıdığım çok fazla yönetmen yoktu. Dolayısıyla sinema belli bir yaştan sonra aklıma geldi. Büyüdüğüm şehirde kabareler çok popülerdi. Kabarede oynayan bir kişi yıllarca bu işe devam ederdi. Ben o zamanlar futbol oyuncuydum. Kabareden birisi işi bırakınca bana teklifte bulundular ama babam “Hayır sen futbol oyuncususun,” diyerek reddetti. Fakat sonra yaptım. Kabarenin içinde küçük bir filmin olması gerekiyordu ve sinemayla ilk orada tanıştım.

-İskandinavya 2000’lerde polisiye ve komedi dizilerle dikkat çekmeye başladı. Bunlar yeni yeni popüler olan modern yapımlar. Aslında film endüstrisi için önemli olduklarını düşünüyorum, bizlerin popüler ve komedi türünde işler de yapabildiğimizi anlatmaları açısından. Özellikle Lilyhammer oldukça komik bir yapım ve dünya çapında ilgi çekti. Dizinin açılış sekansında O’Horten filmimin tren sahnesini kullandılar. Öyle bir sahneyi çekmekte zorlandılar ve rica ettiler. Ben de kullanabileceklerini söyledim. Okkupert dizisinin yazarını ise küçüklüğünden beri tanıyorum, aynı şehirde büyüdük. Bu yapımlara ilgi duyuyorum ve başarılarının önemli olduğunu, bölgenin sanat ve film endüstrisine olumlu katkılar sağladıklarını düşünüyorum.

-Aslında Norveçli yönetmenlerin çektikleri reklamlar oldukça komik. İngiliz mizahı ile birlikte anılıyorlar ama bu “Muza basıp düştü, ha ha ha” şeklinde bir mizah değil. Kendini açıkça ortaya koymayan bir mizah. Bir ülke ya da ulusla ilgili genelleme yapmak ne kadar doğru bilmiyorum ama biz bu konuda Finlilerin bizden daha kötü olduklarını düşünüyoruz. Şöyle bir espri var: İki Finli karşılıklı oturup kendi ayak uçlarına bakıyorlarmış. Eğer biri gözlerini kendi ayak uçlarından karşısındakinin ayak ucuna çevirirse bu “belki” konuşmak istiyor anlamına gelirmiş. Ama o da “belki.” 

-İzleme konusu benim için önemli. Karakterlere bir şeyi izletmeyi, izledikçe kendilerini anlatmalarını seviyorum. Sonra onları belli durumlara sokup hikayeyi açmak benim sevdiğim bir yöntem. Böylesine utangaç, mütevazı karakterler yaratmamın sebebi Nordik melankolisi olarak da görülebilir ama bu aynı zamanda kişisel bir zevk. Gerçi ben de bir Nordikim.




















Yeni projesi The Middle Man 

Aslında bu hikayeyi Norveçli yazar Lars Saabye Christensen’in kitabının orta kısmından uyarladım. Küçük bir Amerikan kasabasında geçiyor. Bu kasabada iş ve endüstri yok, insanların geleceğe dair inançları yok; klasik bir Orta Amerikan kasabası. Trump gibi kişilere oy veren insanların aslında bir değişim aradıklarını, o kişiye değil de bir değişime oy verdiklerini düşünüyorum.


Yazar Amerika’da çok fazla bulunmuş ve kitabı Amerika’da gerçekten var olan bir kasabadan yola çıkarak yazmış. Amerika’da aslında fakirlik çok fazla. Üç iş birden yapan, iş için iki saat yol giden insanlar çok fazla. Bunu unutmak kolay oluyor çünkü çok agresif bir Amerika algımız var. Ama Amerika’nın böyle fakir bir kesimi de var. Bundan yola çıkarak reel bir film yapmaya çalışıyorum. Filmde üç kişi var: Şerif, Papaz ve Doktor. Bunlar bir komisyonlar ve kasabayı ellerinden geldiğince yönetiyorlar. Kasaba ise sürekli kazaların, ölümlerin olduğu bir yer. Suç işlenmese bile tren rayında yürürken ölenler oluyor. Dolayısıyla çok depresif bir kasaba aslında. Sonra bu komisyon ölümleri ve kazaları haber vermesi için bir “aracı” tutuyor. Ana karakterimiz de bu “aracı” kişi. Komik ama karanlık, yoğun kara mizah barındıran, günümüzde gerçekten var olan durumlarla ilgili bir film. Bugün Avrupa, İspanya ve İtalya’da da işsizlik oranları çok yüksek, siz de biliyorsunuzdur. Aynı zamanda umut da barındırıyor ve “Umut her zaman vardır” diyor. Kitabı başkası yazdığı için diyalogların çok iyi olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim.












Kısa Filmleri

1981-Rødvyn Aargang 81
1989-Longitude Latitude 
1990-Happy Hour
1990-Sunday Dinner
1992-Stone
1993-Applause
1995-Just for The Hell Of It 

Filmleri

1995-Eggs
1998-Water Easy Reach
2003-Kitchen Stories 
2005-Factotum
2008-O' Horten
2010-Home for Christmas
2014-1001 Gram


1001 Gram (2014) 

“Hayatın en ağır yükü, taşıyacak hiçbir şeyinin olmamasıdır”

Ağırlık ve ölçü sistemlerinde uzman Norveçli bir bilim kadınının hayatın ve aşkın ağırlığını bulmasının hikâyesi.

Hamer’in “alçak sesli” sinemasının ve bu sinemanın hafif acı ve alçak gönüllü mizahının tüm izlerini taşıyan çalışma, hiçbir anında sesini yükseltmemesi, diyalogları ekonomik olarak kullanması ve kadının uzmanı olduğu alanı onun hikâyesine akıllıca yerleştirmesi ile dikkat çekiyor.

Hamer’in biçimsel olarak da yalın ve hikâyesinin derdine çok uygun düşen bir mizansen anlayışına sahip olduğu filmin belki en önemli problemi yeterince bir şey olmaması (hatta ortalama bir seyirci için hiçbir şey olmaması) olarak gösterilebilir ama eylemselden çok düşünsel bir film bu ve bundan hoşlananlar için görülmesi gerekli bir çalışma.

Gerilim öğelerinin ilki tam da Hamer’den beklenecek biçimde mesafeli bir mizah ile anlatılan Norveç’in “Ulusal 1 Kiloluk”unun akıbeti ve dünyanın çeşitli yerlerinden gelip kendi ülkelerinin standart bir kiloluklarını Fransa’da bir araya getiren bilim insanlarının yarattığı komik ve tuhaf durum. Yüksek iki binanın arasında ve yan yana iki insanın duramayacağı bir alanda sigara içenler, yağmurlu bir havada ellerindeki mavi şemsiyelerle ülkelerinin “kilo prototipleri”ni taşıyan bilimciler, kilitli kasalar altında tutulan uluslararası standart kilo ölçeğinin adeta bir kutsal emanet gibi ziyarete açılması, havaalanındaki arama sahnesi veya kadının boşandığı eşinin evdeki eşyaları birer birer alması gibi bölümler Hamer’i sevenler için hayli “eğlenceli” olabilecek anların sadece birkaç örneği.

Bir bilim adamının “Eskilerin dediği gibi, bir tane saati olan kişi zamanı bilebilir, iki saati olan asla bilemez” sözü üzerine düşünmemizi istiyor film adeta ve kendi tarafını da sanki iki saatli olmak olarak belirliyor: Değişim, farklılık ve heyecan orada çünkü.

Ağırlık ölçümü üzerine çalışırken, “bir hayatın ağırlığı nedir, ya da bir aşkın?” sorusu ile karşı karşıya kalan kadının insan ruhunun “gerçekten de” 21 gram olduğunu keşfettiği sahnedeki şaşkınlık ve mutluluğu için bile görmeye değen film açılıştaki gerilimini kapanıştaki dokunaklı havası ile değiştiren müziği ile de başarılı olan bir çalışma. Karakterleri ve hikâyesi ile mesafesini bir parça gereğinden fazla uzak tutmak ve bu nedenle de bir parça “hikâyesiz” görünmek gibi bir kusuru, hikâyenin kendisine baktığımızda pek de yeni bir şey anlatmamak gibi bir problemi ve öngörülebir bir finali olsa da tüm bunlar filmi görmeye engel olmamalı. Sonuçta öngörülebilir ama olmasını arzu edeceğiniz bir final ile bitiyor film ve siz de ana karakter gibi kendinizi iyi hissediyorsunuz ki bu da kusurlara takılmamak için yeterli bir neden kesinlikle.


Home for Christmas (2010) 

‘Noel filmleri' sinema sanatının popüler alt türlerinden biri olarak kabul edilebilir. Belki bugün Hollywood'un klasik çağındaki veya seksenli yıllardaki kadar popüler olmayabilir ama yine Aralık ayında Noel ruhuna sahip karlı ders filmleri karşımıza çıkabiliyor.

Noel zamanı batıda sadece sinemalarda değil, küçük ekranda da Noel filmlerinin klasikleşmiş örnekleri gösterilebiliyor. Hamer bu türe çok farklı bir şekilde yaklaşmış, gözümüze sokmadan küçük sevimli öykülerle..

Noel arifesinde küçük bir Norveç kasabasında, renkli Kuzey Işıkları’nın altında karların arasından eve dönmek için çabalayan insanları görürüz. Herkesin başka bir Noel hassasiyetiyle meşgul olduğu kasaba halkından çeşitli isimlerin (Doktor Knut, arkadaşı Paul, öğrenci Thomas, metres Karin, ayyaş Jordan) yolları mizah ve trajedi, şefkat ve çaresizlik, bağışlama ve umut, doğum ve ölümle dolu, birbiriyle iç içe geçen öykülerde kesişecektir.


O’ Horten (2007)

“Hayatta her şey geç oluyor gibi. Bu durumda aslında hiçbir şey geç olmuyor demektir”

Emekli olan bir tren makinistinin hayata karışma çabasının hikâyesi.

Norveç’ten yönetmen Bent Hamer’in yine küçük insanlara ve onların küçük hikâyelerine odaklanmış alçak gönüllü bir filmi. Hikâye boyunca karşımıza çıkan küçük tuhaflıklar da sıradan olaylar gibi sakin ve üzerinde durulmadan anlatılıyor ve yaşlı kahramanımızın yeni hayatını renklendiriyorlar.

Tanımadığı bir çocuğun uyuyana kadar başında beklemek zorunda kalması, topuklu kırmızı ayakkabı bölümü, havaalanında geçen tuhaf bölüm veya gözleri kapalı araba kullanan adam gibi gariplikler hafif komedi tonu taşıyan ve fantastik bir havadan çok sanki günlük normal tuhaflıkları gösterirmiş gibi bir atmosfer içinde anlatılan ilginç sahneler. Kahramanımız günlük hayatını sürdürürken, örneğin yemek yerken veya yolda yürüken, etrafında seyredeni güldürecek ve şaşırtacak küçük garip olaylar oluyor sürekli. Kırk yılı aşkın rutin iş hayatından sonra düştüğü boşluğa cevap olarak yönetmen hayatın eğlendiren, çekici ve garip küçük tuhaflıklarla dolu olduğunu ve bu küçük anlamsızlıklar bütünün hayatı anlamlı ve yaşamaya değer kıldığını söylüyor sanki kahramanımıza.

Bu tür filmlerde olduğu gibi oyunculuklar yine biz seyircilerin hayatındaki insanlar kadar doğal ve yalın. Başrol oyuncusu Baard Owe genellikle sessiz ve tepkisiz bir tavırla yaşayan ve sürekli bir değerlendirme içindeki kahramanı başarılı bir şekilde canlandırıyor. Bu oyunculuk üzerinden de yönetmen hikâyesini rahat, sakin ve sıcak bir biçimde aktarıyor. Annesine ve tüm kadın kayakla atlama sporcularına adadığı filmin sonlarında yaşlı adamın denediği kayakla atlamanın sonunda ne olduğunu belirsiz bırakıyor özellikle. Her ne kadar bu sahneden sonraki final sahneleri herhangi bir fantastik gelişme gibi değil de yine sıradan olaylar gibi aktarılsa da bu sahnelerde renklerin filmin bütünü ile kıyaslandığında daha sıcak tonlarda olması ve bu son karelerin filmin geneline göre daha olumlu bir hava taşıması bir soru işareti yaratıyor seyredende.

Gösterişli değil ama yalınlığı ile etkileyici olan kareleri, filme zaman zaman dinamizm katan sevimli müziği, sıradan tuhaflıkları ile ve karlı görüntülerinin aksine sıcak bir film. Demir yolu çalışanlarının işlerine olan aşklarını da karşımıza getirerek havaalanlarının soğukluğunu iyice vurgulayan ve insanların birbirlerine göstereceği ama göstermekten sakındığı incelikleri, ilgiyi ve özeni görünür kılan bu Bent Hamer çalışması sakin ve sıcak filmlerden hoşlananlar için.


Factotum (2005)

Factotum, özünde Bukowski'nin yirmili yaşlarında yaşadığı ve genellikle ucuz otellerde yaşam, üçüncü sınıf işlerde çalışma ve içki, kumar, kadınlarla olan ilişkilerini anlatan bir biyografi olarak da görülebilir. Pasaklı, günü gününe yaşıyan, içki yüzünden onlarca işten kovulan, evde ancak para verirse kalmasına izin vereceği bir babaya sahip, barda tanıştığı kadınlardan biri olan Jan'e (Lili Taylor) içki ısmarladıktan sonra Jan'in evine yerleşen birisi Henry Chinaski (Matt Dillon). Yaşamındaki kaosun içinde tek değişmeyen şey ise "her şey hakkında" yazma tutkusu.

Barbet Schroeder'in çektiği Bar Kelebeği (1987) adlı filmde bu filmin ilk versiyonu gibi diyebiliriz. Ama Hamer'inkine göre çok sıkıcı sayılabilir..

Factotum: Bir Bukowski kitabının adı. Sözlük anlamı ise bir çok işe girip çıkan, her türlü işte çalışan kişi demek.

Dadafon: Kirsten'in grubu. Norveçliler. "Slow Day" diye parçaları sırf bu film için Bukowski'nin bir şiirinden bestelendi.

Filmin konusu Bukowski'nin aşağıdaki kitaplarından senaryoya uyarlandı

-Günler Tepelerden Aşağı Koşan Vahşi Atlar Misali
-Bir Tek Ben miyim Böyle yaşayan
-Kimse Bilmez Ne Çektiğimi
-Kaptan Yemeğe Çıktı
-Tayfalar Gemiyi Ele Geçirdi
-Factotum


Kitchen Stories (2003)

“İsveçli bir ev kadını yemek pişirmek için mutfağında bir yılda İsveç’ten Kongo’ya kadar olan bir yolu yürüyor”

Bekâr erkeklerin yemek alışkanlıklarını gözlemek için girişilen bir deneyde gözleyen ile gözlenen arasında gelişen arkadaşlığın hikâyesi.

İkinci dünya savaşı sonrasında verimlilik artışı peşinde koşan Batı dünyasının vardığı uç noktalar ile dalgasını geçen bir film bu. İsveç’li kadınlardan sonra Norveç’li bekâr erkeklerin mutfak alışkanlıklarını keşfetmenin peşine düşen bilim adamlarının başarısızlığını oldukça keyifli, esprili ve sıcak bir havada anlatan film Bent Hamer’in insan ilişkileri ve günlük hayattaki ironi ve küçük sıradışılıkların peşine düşen tarzının bir örneği. “Eggs” filminde olduğu gibi çoğunlukla kapalı bir mekanda ve ağırlıklı olarak iki kişi arasında geçen film, bu tanımın akla getirebileceği sıkıcılık ve monotonluk kavramlarının tam aksine kendisini rahat seyrettiren ve çekici bir atmosfere sahip.

Başrol oyuncularının ancak böylesine “küçük” filmlerde görebileceğiniz türden yalın ve doğal oyunculuğu filme çok şey katıyor ve özellikle sonu ile gerçekten yüreklere dokunmasını sağlıyor filmin. Dilleri, sınırları birbirine karışmış iki ülkenin, İsveç ve Norveç’in farklı karakteristikleri üzerine gözlemleri de içeren film, yine karlar altında bir evin içinde geçen bir Bent Hamer çalışması. İnsan ilişkilerinin denetlenememezliği, kapitalizmin “verim” maskesi altında mekanikleştirdiği insanların kalıpları reddetmesi ve iki insan arasındaki arkadaşlık ilişkisi üzerine fısıltılı bir tonda çok şeyler söyleyen film bir başkasının hayatını devam ettiren karakteri ile gerçek bir dostluk ve süreklilik mesajı da veriyor.


Water Easy Reach (1998)

1998 tarihli ikinci filmi Güneşli Bir Gün adını taşıyor Hamer’in. lk kez sefere çıkan Norveçli denizci Almar’ın kendisi için manevi değeri olan kol saatini tamir ettirmek için karaya çıkıp küçük bir İspanyol kasabasını ziyaret etmesiyle gelişen olayları konu alır.

Almar kasaba da birbirinden ilginç tiplerle karşılaşacak ve saatinin bozulmasıyla bu kasabada da zamanın durduğu gibi tuhaf bir izlenime kapılacaktır. Her zamanki gibi filmin içinde insanın içini ısıtan muziplikler ve duygu hallerini göreceksiniz

Sonra çekeceği iki başarılı filmi yine yaşlıları konu alıyor. Zaten Hamer yaşlıların dünyasını bu kadar iyi anlamasının ardında büyükbabası, özellikle de büyükannesiyle çok fazla birlikte olduğunu söylüyor. Yumurtalar filminden önce uzun süre onların yanında kaldığını da ekliyor.


 Eggs (1995)

Bent Hamer’ın 39 yaşında çektiği ilk filmi

Aynı hayatları boyunca evde yaşamış iki yaşlı kardeşin mizah mayınlarıyla döşenmiş olsa da son derece gerçekçi hikayesini her yaştan izleyicinin yüreğine dokunacak şekilde anlatıyor Hamer. Moe ve Pa’nın kemikleşmiş gündelik hayat rutinleri, Pa’nın özürlü oğlunun gelmesiyle sekteye uğrar. Konrad’ın gariplikleri, Moe’nun kıskançlığıyla çarpışınca evde gergin bir ortam oluşur.

Küçük ve sakin dünyalarında sessizce yaşayan iki kardeşin, uzun süredir hiç değişmemişe benzeyen günlük rutinleri içinde akıp giden hayatlarını buna çok uygun bir sinema dili ile aktaran film hemen tamamı sabit kamera ile çekilen ve tıpkı resmettiği hayatlar gibi sürprizsiz sahneler içeriyor. Televizyon seyreder gibi radyo karşısına geçen, nefes almak kadar sıradanlaşmış alışkanlıkları olan kardeşler söz konusu burada; musluktan su içme, piyango bileti, hava durumunun takibi, karşılıklı birbirini teyit eden ama yeni bir şey söylemeyen cümleler, küçük şeyler üzerinden kurulan uzun ve sıradan diyaloglar. Kardeşlerden biri daha çocuksu, diğeri daha ciddi ama anlaşılan çok uzun bir süredir içinde bulundukları bu birlikteliğe inanılmaz bir uyum getirerek yaşıyorlar. Ta ki Conrad gelene kadar.

Bir bölümünde nerede ise hiç diyalog olmayan, zaman zaman araya giren ara yazıların hareket(!) kattığı film küçük esprili anları ile ilgiyi ayakta tutmayı başarıyor; aya inişi anlatan bir programın ses bandı ile tekerlekli sandalyedeki Konrad’ın arabadan indirilmesinin görüntülerinin eşleştirilmesi gibi. İki başrol oyuncusunun inandırıcılığın doruğunda gezinen oyunculukları ve baştaki ve sondaki çok kısa sahneler dışında hiç evin dışına çıkmamasına rağmen keyifli mizansenleri bulmayı başaran kamerası ile başarılı bir film. Elbette her ruha uygun bir film değil karşımızdaki ama “bir ortamda fazla olduğunu hissetmenin” hüznünü başarılı bir şekilde getiriyor karşımıza.

Filmin Türkçe altyazısı yok ne yazık ki..


Related Posts with thumbnails