23 Mayıs 2020

Georgi Gospodinov-Hüznün Fiziği



Bulgaristan’ın 1989 sonrasında en çok çevrilen yazarlarından biri olan Georgi Gospodinov 1968 yılında Yambol’da doğdu. Sofya Üniversitesinde Bulgar filolojisi okuyan Gospodinov, 1992’de yayımladığı ilk şiir kitabıyla edebiyat dünyasına başarılı bir giriş yaptı.

Bir süre şiire ağırlık verdikten sonra düz yazıya yönelerek Doğal Roman’ı (1999) yayımladı. Uluslararası çapta ilgi gören roman yirmi üç dile çevrildi; onu takip eden ilk öykü kitabı Ve Başka Öyküler (2001) ise sekiz dile çevrildi. İkinci romanı Hüznün Fiziği, 2016 Jan Michalski Edebiyat Ödülü de dahil olmak üzere birçok ödüle layık görüldü. Öykü, roman ve şiir yazmanın yanı sıra oyun ve denemeler de kaleme alan Gospodinov halen Sofya’da yaşıyor.

Kitapları: (Türkiye'de yayınlanan)

2018-Doğal Roman
2017-Hüznün Fiziği
2022-Zaman Sığınağı


Georgi Gospodinov-Hüznün Fiziği
272 Sayfa / Metis Yayınları-2017

 "İnsan bir süreliğine susmalı ve oluşan sessizlikte başka bir öykü anlatıcısının –bir balık, yusufçuk, sansar veya bambunun, bir kedi, orkide veya çakıltaşının– sesine kulak vermeli. Arıların roman yazmadığını, örneğin, nereden biliyoruz? Tek bir bal peteğini bile okuduk mu? Veya balıklardan başlayalım. Evrimin nasıl da büyük bir bölümü balıkların sessizliğinde kilitli duruyor, bizden önceki tüm o asırlar boyunca nasıl da çok bilgi biriktirmişler! Bu sessizliğin derin, soğuk depolarıdır onlar." 

Bulgar yazar Georgi Gospodinov’un dönemden döneme, hikayeden hikayeye  atlayarak ince ince kurduğu bir labirent-roman Hüznün Fiziği. Romanın anlatıcısı, başkalarının zihinlerine nüfuz edip onların yaşadıklarını yaşayabilen bir adam. "Ben geçmiş satın alan bir kişiyim. Öykü tüccarı. Başkaları çay, kişniş, çek senet, altın saat, toprak ticareti yapar. Ben geziyorum ve toptan geçmiş satın alıyorum. Bana ne derseniz deyin, ne isim verirseniz verin. Elinde toprak olanlara ‘toprak sahibi’ derler, ben zaman sahibiyim, başkalarına ait zamanın sahibiyim, başkalarına ait öykülerin ve geçmişin sahibiyim. Dürüst bir alıcıyım, fiyatı asla düşürmeye çalışmam. Sadece özel geçmiş, belirli insanların geçmişini satın alıyorum. Bir seferinde bana koca bir devletin geçmişini satmaya çalıştılar, kabul etmedim."  (Tanıtım Bülteninden)

Efsane'nin özeti

Girit’te hüküm süren güçlü kral Minos, gücünü kanıtlamak için denizler tanrısı Poseidon’dan ona kurban etmek üzere bir boğa vermesini ister. Posedion boğayı Minos’a verir. Fakat hayvan, Minos’un hoşuna gider ve Minos, boğayı kurban etmez. Bunun yerine başka bir boğayı kurban eder. Poseidon bunu fark ettiğinde çok sinirlenir ve Minos’un karısını boğaya âşık eder. Minos’un karısı Pasiphae, boğayla çiftleşir ve boğa başlı, kuyruklu ama insan bedenli Minotor doğar. Minotor herkese zarar veren bir yaratıktır ve bunun üzerine mimar Daidalos’un yaptığı bir labirentin içine kapatılır.
  
Resim:Picasso / Minotorların Kralı-1958

Yarı insan-yarı boğa bir yaratık olan Minotor (Yunanca “Minos’un Boğası” anlamında), peyderpey tüm romanı ele geçiriyor. Koridorlarına gizlice sızılan öyküler, Birinci Dünya Savaşı etrafında başlarken, Trakya'nın uçsuz bucaksız düzlüğünde yaşananlar akıp götürüyor okuru.

Roman paralel anlatımlı bir aile romanı gibi başlıyor. Gece yarısı yatağı, uykuları, rüyaları karakoncoloslar bastığında, gümüş kaşık gibi korunan savaş ganimeti Macarca sözcükler, göklerden gelen Macar anneanneler, uzun dakikalar derken romanı kolayca niteleyip sınıflandıramayacağınız belli oluyor. Gospodinov’un hızlı zaman ve karakter geçişlerini, okuru hiç hırpalamadan bu kadar akıcı yapabilmesi, şahane. Birinci ve İkinci Dünya Savaşları’nın giderek romanın merkezine yerleştiğini düşünüyorsunuz, yaşanan her şeyin sebebi dünya savaşları dediğiniz anda Gospodinov bir anda rotayı değiştiriyor.

Olayları rasyonel bir çizgisel zamanda anlatmıyor yazar. Şiirli bir üslupla efsaneleri yanından eksik etmiyor. Yeraltındaki kiralık odalarının küçük penceresi, sokaktan geçen ayakkabılar, ayaklara göre insan uydurma oyunları, viraj öncesi vızıltılarından araba tahmin etme oyunları, karınca kargaşaları… Tüm bunlar bir çocuğun hayali oyuncaklarına dönüşüyor. Aşı izleri, mezarlıktan öğrenilen harfler, okumayı ölülerden öğrenen çocuklar, ailelerin uzun sır ve yalan zincirleri, ikiye bölünen dünyalar derken Gospodinov, asırlar öncesinin Minotor efsanesini zaman ve mekana hınzırca taşıyor. Minotor efsanesinin altını eşelerken bir anda günümüze, tahripkar bir bilgisayar virüsüne, oradan da bilgisayar oyunlarına geçiveriyor yazar. Aniden kendimizi Baudrillard’ın bir tür simülasyon kitabında gibi hissediyoruz. Olaylar akıp giderken Yunan mitolojisinde yenen çocukları listeliyor bir anda, Gospodinov.

Altını çizmek isteyeceğiniz yüzlerce cümleyle dolu Hüznün Fiziği. Sarı evlerin hafif çürük ve aseton kokuları, gizli koridorlar, ayna nöronlarla öyküler sürüyor. Romanda en çok tekrar eden kelime, labirent! Her gerçek şair gibi Gospodinov’un da yanından ayırmadığı sözcükleri var. Bu güzel romanı tek bir sözcükle ifade etmek istediğinizde de "labirent"ten daha uygun bir kelime gelmiyor aklınıza. Bir de yazarın patolojik empatisini, yani başka bedenlere yerleşme ısrarını sık sık hissediyorsunuz. Gospodinov samimice anlatıyor her şeyi, kabuklarının altına saklanmıyor.



Kitaptan bir Bölüm:


BİR TERK EDİLİŞE KARŞI
 “M“ DAVASI

Minos, Girit sarayının mahzenine tünelleri o kadar karışık bir labirent yaptırmış ki, bir kere içine girdin mi çıkış yolu bulman imkânsız. Minos, bu yeraltı labirentine ailesinin ayıbını, karısı Pasiphae'nin oğlunu, Minotor'u hapsetmiş. Karısı bu çocuğa, Poseidon tarafından gönderilen bir boğa ile yattıktan sonra hamile kalmış. Minotor - insan bedeni ve boğa başına sahip bir canavar.

Atinalılar her dokuz yılda bir Minotor tarafından yenmek üzere yedi bakire ve yedi delikanlı göndermek zorundaymış. O zaman Minotor'u öldürmeye karar veren kahraman Theseus ortaya çıkmış. Ariadne, babasından gizli olarak, Theseus'a keskin bir kılıç ve bir ip yumağı vermiş. Theseus ipin ucunu girişe bağlayıp sonsuz koridorların içine Minotor'u avlamaya girmiş. Yürümüş, yürümüş ve aniden korkunç bir kükreme duymuş -canavar kocaman boynuzlarıyla üzerine doğru koşuyormuş. Korkunç bir boğuşma başlamış. Sonunda Theseus, Minotor'u boynuzlarından yakalayıp keskin kılıcını göğsüne saplamış. Canavar yere yığılmış, Theseus onu ta çıkışa kadar sürüklemiş. (Eski Yunan Mitleri ve Efsaneleri)
                                                                                 
DOSYA

          Hayatta olan ve olmayan, tüm zaman ve coğrafyalara ait saygıdeğer mahkeme üyeleri, sayın bay ve bayan mit toplayıcıları ve anlatıcıları, ve şu anda yeraltı aleminin hakimi olan siz, sayın Bay Minos.
          Bu davayı, "M.” davasını, otuz yedi yıldır hazırlıyorum ve savunma konuşmamı yazıyorum. Ona dokuz yaşındayken dedemin uzun zamandır kullanmadığı eski askerlik defterine silinmez kalemle başladım. (Fakat bu benim deftere yasa dışı bir şekilde el koymamı haklı çıkarmaz. Görüldüğü gibi, başlangıçta daima bir suç vardır.)
           Yazdıklarımın ilk hali şöyleydi:
           Minotor suçsuzdur. O mahzene kapatılan bir çocuktur. Korku içindedir. Terk edilmiştir.
           Ben, Minotor..

           Tüm metin buydu. Defterin iki sayfasına büyük harflerle yazılmıştı. Onu davayla ilgili diğer malzemelere dahil ediyorum. Temel iddia, ana hatlarıyla, bu. Yıllar içinde sadece kanıtları dahil ettim. Ve bana kendiliğinden gelen işaretleri topladım.

            Klasiklerin hiçbirinde Minotor'a karşı herhangi bir merhametle karşılaşmamış olmam çarpıcıdır. Yerleşik bilgilerde, Minotor'a bir sefer takılmış olan canavar maskesinin dışına çıkma diye bir şey yok. Minotor söz konusu olduğunda, eski metinlerde ağızlara pelesenk olan en masum kelime canavardır. Ovidius Dönüşümler'inde ona "çifte tabiatlı yüzkarası” ve "biçimsiz canavar” demiyor mu? Yüzkarası ve ucubeden başka bir şey değil. Sadece birkaç ay sonra kendisinin de Pontus'a, açık hava Roma labirentinin dibine gönderileceğinden ve bu taşradan geri dönüş yolunu asla bulamayacağından şüphelenmemiş miydi acaba... İnsan taşraların labirentinde olduğunda, tüm yollar Roma'ya çıkmaz, sevgili Ovidius.

       İşin tuhafı daha eski bir kitabında, Heroides veya Epistulae Heroidum'da, Minotor'a karşı çok daha ılımlıdır. Çaresizliğin eroinini en iyi yansıttığı için ben Heroines olarak çevrilen başlığı tercih ediyorum. Orada terk edilen Ariadne gemiyle artık Atina'ya giden Theseus'a yazar. Ve aşk yüzünden Minotor'un ölümüne ortak olan bu kadın, ilk defa yaptığından pişmanlık duyar sanki: Sana verdiğim ip olmasaydı, o rüzgarlı labirentte çoktan ölmüştün, Theseus. Hayatta olduğumuz sürece güya benim olacaktın. İşte hayattayız, eğer sen de hayattaysan, demek adi bir yalancının, şerefsizin tekisin sadece. Keşke o kahrolası ipi vermeseydim vs. Ama bizim davamız için önemli olan, bir sonraki satırda Minotor'u ilk kez kardeşi olarak isimlendirmesidir: "Kardeşimi, Minotor'u öldüren o sopa beni de kınıyor.” Saygıdeğer mahkeme üyeleri için belirtelim, canavar ilk kez başka bir insan tarafından kardeş olarak kabul edilmiştir.
      "Kardeşim Minotor” - bunu unutmayalım.

"Boğa yüzüne sahipti, geride kalanıyla insandı,” der dingin ve her şeyi bilen Apollodorus (veya sözde Apollodorus) MÖ 2. yüzyıl civarlarında. Belki de müvekkilimize karşı olumsuz sıfat kullanmayan tek kişi odur.

Kurnaz Plutarkhos ne yapar? Dilini günaha sokmamak için M. konusunda Euripides'in ağzından konuşmayı seçer. Euripides ona "Canavar suretinde doğan bir kırma ve melez” der. Aynı şekilde: "İki farklı fıtratı birleştirmiştir o, insan ve boğayı.” İkincisi kulağa oldukça tarafsız geliyor, ki bizim durumumuzda buna merhametli denilebilir, yani Minotor'un insani yönü yine ortada.

Ondan farklı olarak İsa'nın neredeyse akranı olan Seneca, Phaedra'da Roma askerlerini bile utandıracak bir dil kullanır. Hyppolytous Phaedra'ya, kahrolası sürtük, sen, vahşi şehvetini sergilemek için canavarı doğuran annen Pasiphae'nin bile önüne geçtin, der. Ama niye şaşırıyorum ki, seni de o çifte suretli hicabı içinde çalkalayan rahim taşımadı mı... O dönemin lisanıyla bu tür şeyler söylenmiştir.
İtiraz mı ediyorsunuz, sayın savcı? Dilden dolayı ise, sözler bana ait değil, çeviri ise oldukça titiz. Davamızla hiçbir alakası yok mu? Yanılıyorsunuz. Bir çocuğun terk edilip zorla hapsedilmesi söz konusu. Geçmişi tarafından damgalanan bir çocuğun, ki bundan sorumlu tutulamaz. Bunları haksız karalama, itibarsızlaştırma, kamuoyunda dolaşan yalanlar takip ediyor... Yine de satır aralarından, ağızdan kaçan ve yarım ağızla söylenen bazı ifadelerden olsa bile, Minotor'un insan doğasının kabul edildiği ortada. İnsan haklarının kendisinden alınmış olmasına rağmen. Bunun kaydedilmesini ve bana devam etme hakkının tanınmasını talep ediyorum, hakim bey.

Şair Vergilius, Augustus'un gözdesi, aşağıdaki iki dizeyle kurbanı laf arasında eziverir: "Minotor, korkunç birleşmenin çifte suretli meyvesi / doğa dışı şehvetin daimi hatırası...” Her kelimesi tiksinmeyle dolup taşıyor. 

Vergilius demişken, Dante'yi anmadan olmaz. Cehennem'de Minotor yedinci, en kanlı dairenin hemen girişine yerleştirilmiştir: "utanç ve kötülük abidesi korkunç Minotor / dar kıyıların hemen girişinde tek başına yatıyor.” Dante, öncüsü Vergilius'a göre çok daha acımasız. Labirentteki sürgününden ve Theseus'un kılıcı tarafından öldürüldükten sonra müvekkilimiz kan emicilerin, zorbaların ve doğa kanunlarına karşı suç işleyenlerin yanına atılmıştır. Fakat Minotor suçu işleyen değil, böyle bir günahın sadece bir meyvesi, kurbanı, en ağır sonuçlara katlanan bir kurban değil midir?

(Bu arada bu yedinci daire sentorlar tarafından korunur. Bedeninin belden aşağısı hayvan, gövdesi insan olan sentor, Minotor'un aynadaki yansıması gibidir.)

Edebiyat sürekli Minotor'un vahşi doğumuyla uğraşıp dursa da, görsel sanatlar onun ölümüne odaklanmış durumda. Sahip olduğumuz tüm antik fresklerde, vazo süslemelerinde, mit ve efsane resimlerinde sahne hep aynıdır -Theseus canavar Minotor'u öldürür. Minotor her an kılıçla öldürülmek üzere veya artık ölüdür ve Theseus onu boynuzlarından sürüklemektedir. Görüntüler, kılıçla yakın dövüş tekniği serisine benzer.


Theseus Minotor'u bir boynuzundan tutmuş, çift başlı bir kılıçla göğsüne saldırıyor. Minotor sıradışı büyüklükteki başını Theseus'un kucağına yaslamış, boğazını kılıç darbesine açıyor.

Theseus Minotor'un arkasında, sol eliyle boğazını kavramış, sağ eliyle ise kısa kılıcını göğüs kafesinin altına, yumuşak dokunun olduğu bir yere saplıyor. Beden insan bedeni. Sen bir insanı öldürüyorsun, Theseus. Kılıç kolayca giriyor. Evet, tüm sahnelerde Minotor'un güya korkunç bedeni savunmasız, bunu gizlemenin yolu yok.

     Bir kiliksin, şu sığ şarap kadehlerinden birinin tabanında, Minotor yakışıklı bile görünüyor, daha çok Mağripliye benziyor, dudakları duygulu, burun delikleri güzel, dizlerinin üzerine oturarak bedenini ihtiyatsızca Theseus'un kılıcına açmış. Theseus ise sağ ayağı ile kasıklarının üzerine basıyor.

      Birkaç korunmuş resimde Theseus'u Minotor'un uysal cesedini peşinde sürüklerken görüyoruz... Davanın diğer uzaktan avukatı, Bay Jorge'nin savunmasından da belli olduğu gibi, Minotor neredeyse karşı bile gelmiyor.

Sahnelerin bazılarında cinayet çok daha vahşi, daha sert ve daha barbarca işleniyor -ağır bir sopa, budaklı ahşap bir gürz, günümüzdeki beysbol sopasının kaba bir atası. Bir öküz veya boğayı öldürmek, köy kasaphanelerinde hâlâ yapıldığı şekliyle, baltanın ters tarafıyla alına bir darbe indirmektir.

Sadece çocukluk ve ölüm. Aralarındaysa hiçbir şey yok. Karanlık ve sessizlik dışında.

Bayanlar ve baylar, tüm bunların dikkate alınmasını talep ediyorum.

VİRÜSLER

Ortalıkta keçiler ve güller flört ediyordu
korku içinde bağırdım: Tanrım, nedir bu?
Kurtar bizi böyle bir günahtan
Tanrı duydu, sağ elini aralarına koydu
Ah, dünya, ikinci bir Sodom'dan kurtuldun!
                                        (Arles'lı Gaustin, 17. yy)

Dedalus'un doğanın yasaklamış olduğu şeyi gerçekleştiren sıradışı zanaatkârlığı hakkında birkaç söz. Dedalus ahşaptan bir inek yapmış, onu gerçek deriyle kaplamış, boş kamına ise Minos'un karısını, boğaya karşı şehvetten kuduran Pasiphae'yi tıkmış. İneği tekerlekler üzerine koymuş ve onu boğanın genelde otladığı çayıra götürmüş. Gerisi belli. Sözde Apollodorus'un anlattığı gibi, "Boğa gidip gerçek bir ineğe sahip olurcasına ona sahip olmuş. Pasiphae böylece Minotor adı verilen Asterius'u doğurmuş.”

Fakat mit, gizlenen başka bir sonuç hakkında sessiz kalır. Acaba Truva Atı ahşap Girit ineğinden doğmuş olabilir mi? Onun da içi boş, o da tekerlekler üstünde, ama epeyce büyük, karnına tam otuz silahlı asker sığıyor, ama onlar ayartmak için değil istila etmek için orada. İneğin at doğurması, kadının boğa-insan doğurması: Dedalus, türlerin tarihine Truva Atı sokmuştur. Birkaç bin yıl sonra ise ahşap bedeni olmayan, herhangi bir bedeni dahi olmayan yeni bir mirasçı doğacaktır -tahripkar bilgisayar virüsü "Trojan” veya "Truva Atı”. Yararlı bir programmış gibi davranır, bir-iki gün sessizce durduktan sonra da coşar, siler, kapılar açar, korumaları yok eder, sanal Truva'ya yabancı gözlerin girmesine izin verir.

Ve tüm bunlar Dedalus'un sıradışı zanaatkârlığından doğmuştur. Ki bunlar gizemli Gaustin'in on yedinci yüzyılda ısrarla vurguladığı doğa kanunlarına ters düşer.

                                    Düzen var burada ve Tanrı hata işlemez
                                    Sinek ile koç, lale ile meşe eşleşmez.

MİT VE OYUN

Minotor ve bilgisayar oyunları hakkında konuşalım mı? Son yıllarda epey çoğalan oyunların herhangi birine girin. Klişeler ve klasikler. Minotor, ikinci sınıf filmlerdeki orta ayar bir dövüşçüye benzer. Kısa bacaklı ve kaslı, kıllı, ensesi kısa ve kalın, ikizkenar yamuk şeklinde bir terminatör suratı ve alakasız minik boynuzlan var. Bazılarında ise ek olarak eğri bir domuz dişi de var. Diğerleri yetmiyormuş gibi, boğayı alıp bir de yaban domuzuyla çiftleştirmeleri icap etmiş.

Saygıdeğer Ovidius, Vergilius, Seneca, Plutarkhos, Euripides, ve siz Bay Dante "Cehennem” (lakabınızı da yazayım), gelin mitolojinin ne hale geldiğini bir görün. Horladığınız kahramanı gelin bir görün. Bugünkü imajına çok katkınız oldu. Bakın ve ağlayın, siz, antik dönemin oyuncu ecdadı. Bir gün, gerçek zamanda bir araya gelerek bir el oynayabiliriz. Gerçek zamanda, ha-ha-ha...

"Minotor Labirentte", "Warcraft", "Savaş Tanrısı” veya... başka bir 3D oyun oynarız. Ama o zaman sadece Minotor üç boyutlu olacak, bizse dijital dönemin başlangıcına ait, renkleri solmuş, hazin çizgi film karakterleri, iki boyutlu gölgeler olacağız (gölgelerin krallığında olacağız sonuçta, öyle değil mi).


MİNOTORLU MADONNA

Bir çocuk annesinin kucağında oturuyor. Kadın onu sol elinde tutuyor, herhalde onu daha yeni emzirdi ve geğirmesini bekliyor. Çocuk çıplak. Sahne o kadar iyi biliniyor ve Çocuk İsa'nın doğumundan sonraki tüm temsillerde o kadar çok tekrarlanmış ki, ikonik özellikte. Ama resmi eşsiz kılan bir farklılık var. Çocuk, boğa başlı. Küçük boynuzlar, çekik uzun kulaklar, birbirinden uzak gözler, geniş burun delikleri. Bir dana başı. Pasiphae çocuk Minotor'la. Bakire Meryem'den asırlar önce.

Resim tek. Bir zamanlar Etrüsklere ait olan Volci şehri civarında, bugünkü Toskana'da bulunmuş. Paris Ulusal Kütüphanesi'nin koleksiyonunda görülebilir. Birisi, gün gibi ortada olan ve mitin çabucak unutacağı şeyi hatırlatma cür'etinde bulunmuş. Söz konusu olan, bir bebek. Bir kadının taşıyıp dünyaya getirdiği bir bebek. Söz konusu olan, bir süt çocuğu, hayvan değil. Yakında yer altına gönderilecek olan bir çocuk. Minos'un ne yapacağına, damgalı çocuğu dünyadan nasıl saklayacağına karar vermesi herhalde belirli bir zaman, aylar, belki de bir-iki yıl almıştır. Anne ve oğulun yüzlerine dikkatlice baktığımızda, her ikisinin de artık bildiğini görebiliriz.

Yoksa bu tam da ayrılık ânı mıdır? Annenin sol eli artık sarılmıyor, uzaklaşıyor ve vedalaşmak için çocuğun sırtının arkasından hafifçe sallanıyor.

Daha sonra mit, terk edilişinin günahını aklamak için, gelecekte terk edeceğimiz tüm çocukların günahını aklamak için bu çocuğu canavara dönüştürecektir.


CHİLD-UNFRIENDLY* (İng. çocuk-dostu olmayan —ç.n.)

Yunan mitolojisinde çocuğun olmaması çarpıcıdır.
Eğer antik dönemi insanlığın çocukluğu olarak kabul edersek, bu çocukluk dönemi neden tam da çocuktan bu denli yoksundur? Anlaşılan herkesin çocuk gibi davrandığı bir yerde gerçek çocuklar istenmiyor. Var olanlar genelde babaları tarafından yeniliyor. Yenmeyenler ise babalarını yiyor. Daha zamanın başlangıcından, Kronos ve çocuklarından beri bu böyle.

       Zaman'ın çocuklarını daima yediği aşikar. Ama zaman, ışığın mevcut olduğu, karanlık ile aydınlığın, gece ile gündüzün birbirini takip ettiği bir yerde olur. Bu durumda şu gerçek ortaya çıkıyor: Zamandan muaf olan tek yer, mağaranın mutlak karanlığıdır. Çocuk Zeus orada gizlenmiştir. Kronos'un (Zaman'ın) hükmetmediği tek yer orasıdır.

     Minotor'da yeraltı labirentinin karanlığında gizlidir. Zaman orada akmadığı için o daima çocuk kalır.

Biz de bodruma, bu geç dönem şehir mağarasına, salça ve komposto kavanozlarının arasına kilitleniyorduk, geçici Minotorlar gibi.

Bir teyzem vardı, misafirliğe her geldiğinde seni yiyeceğim diye beni korkuturdu. İri kıyım ve hantal, Titanlar soyunun geç bir kalıntısı gibi karşıma dikilirdi, ojeli, yamyam tırnaklan olan devasa ellerini açardı, dehşet verici bir şekilde dişlerini gösterdiğinde iki gümüş diş parlardı ve karnından gelen derin bir hırlamayla bana yavaşça yaklaşırdı. Top gibi kıvrılıp çığlık atardım, o ise gülmekten sarsılırdı. Çocuğu yoktu, onları yemiş olmalıydı.


YUNAN MİTOLOJİSİNDE YENEN ÇOCUKLAR
(TAMAMLANMAMIŞ LİSTE)

Başta tabii ki Kronos'un çocuklan var, tanrının kendisi tarafından yutulan Hestia, Demeter, Hera, Hades, Poseidon. Ve Zeus'un yerine sargı bezlerine kundaklanmış uzun bir taş.
Zeus, rahminde gizli olan Athena yüzünden karısı Metis'i yutar (dolayısıyla henüz doğmamış olan Athena'da yutulur). Daha sonra Athena Zeus'un başından tam teşekküllü savaş kıyafetleri içinde doğacaktır.

Trakya kralı Tereus'un oğlu İtis (İtil), annesi ve teyzesi tarafından öldürülüp hiçbir şeyden şüphelenmeyen babasının sofrasında sunulmuştur. Ovidius olayı Değişimler'in 6. kitabında anlatır: güven içinde katile sarılan çocuğu, kılıç darbesini, sıcak bedenin bir parçasının çömleklerde kaynayıp kalanın şişte kızartılmak için saklanmasını... Ve sonunda Tereus, akşam yemeğinde "kendi etinden olan bir etle karnını tıka basa doyurdu".

Daha var... Tantalos'un oğlu Pelops'un öyküsü. Pelops, babası tarafından parçalara doğranmış, güzelce pişirilip tanrılara sunulmuş. Ve sadece Demeter, kederinin dalgınlığıyla, omzunun bir parçasını yemiş.

Buraya, Zeus'u sınamak için sofrasına torunu Arkas'ı sunan Arkadya kralı Lykaon'un muğlak öyküsü de dahildir.

Bu listede Minotor'un yediği genç erkekleri ve kızları bulamazsınız -mitin bu bölümüne inanmıyorum. Ayrıca boğalar otoburdur.
Zeus, rahminde gizli olan Athena yüzünden karısı Metis'i yutar (dolayısıyla henüz doğmamış olan Athena da yutulur). Daha sonra Athena Zeus'un başından tam teşekküllü savaş kıyafetleri içinde doğacaktır.

Trakya kralı Tereus'un oğlu İtis (İtil), annesi ve teyzesi tarafından öldürülüp hiçbir şeyden şüphelenmeyen babasının sofrasında sunulmuştur. Ovidius olayı Değişimler'in 6. kitabında anlatır: güven içinde katile sarılan çocuğu, kılıç darbesini, sıcak bedenin bir parçasının çömleklerde kaynayıp kalanın şişte kızartılmak için saklanmasını... Ve sonunda Tereus, akşam yemeğinde "kendi etinden olan bir etle karnını tıka basa doyurdu".

Daha var... Tantalos'un oğlu Pelops'un öyküsü. Pelops, babası tarafından parçalara doğranmış, güzelce pişirilip tanrılara sunulmuş. Ve sadece Demeter, kederinin dalgınlığıyla, omzunun bir parçasını yemiş.

Buraya, Zeus'u sınamak için sofrasına torunu Arkas'ı sunan Arkadya kralı Lykaon'un muğlak öyküsü de dahildir.

Bu listede Minotor'un yediği genç erkekleri ve kızları bulamazsınız -mitin bu bölümüne inanmıyorum. Ayrıca boğalar otoburdur.

P.S

Bir de yeni zamanlardan abuk sabuk bir yankı.
Tepsi sıradan, büyük, üzerinde sonsuz kullanımdan kaynaklanan geçmez lekeler var. Pirinç yıkanmış ve hafifçe kızartılmış, beyazın arasında minik karabiber topları. Fırının çalıştığı görülüyor, kapağı açık, iki el tepsiyi içine doğru uzatıyor. Tek bir sıra dışı ayrıntı var -pirincin üzerindeki piliç veya hindi değil, bebek, çıplak ve canlı. Az kalsın çiğ diyecektim. Sırtüstü, kolları ve bacakları havada, yatıyor. Görünüşe göre birkaç günlük ve ağırlığı ancak orta boy bir hindininki kadar.

Bu (siyah beyaz) fotoğraf ve öykü bana ait, ikisini bir arada satın aldım. Fotoğrafı mektupla alan kadın neredeyse bayılacakmış. "Torunun hayırlı olsun. Çok tatlı, öyle değil mi?” Mektup Kanada'daki kızındanmış, uzun zamandır beklenen bebeğinin ilk resmini gönderiyormuş. Bir zamanlar, küçükken, ona şakacıktan "Ne kadar tatlısın, yiyeceğim seni. Pilavla, pilavla...” derlermiş. Ailede böyle bir laf varmış. Şimdi de, yıllar sonra, kız şakayı gerçekleştirmeye karar vermiş.

Kemiklerinden temizlenmiş, tiye alınmış bir mit, ama yine de korkunç.


MİNOTOR'UN SESİ

Sözü davalıya veriyorum.
Sessizlik.
Davalının kendini savunmak için söyleyecek bir şeyi var mı, yoksa sessiz kalmayı mı tercih ediyor?

Minotor'un sesi kayıtlı antik tarihin hiçbir yerinde korunmamıştır. O konuşmaz, onun adına başkaları konuşur. Canlı cansız hiç kimsenin susmadığı, tanrıların ve ölümlülerin, orman perileri ve kahramanların, kurnaz Odysseus'ların ve naif Kikloplann cıvıl cıvıl sesleriyle dolup taşan, hor görülen Sentorların bile söz sahibi olduğu bir yerde susan tek kişi var. Minotor. Ne ses, ne seda, ne bir inilti, ne bir tehdit işareti, hiçbir yerde hiçbir şey yok. Körlüğünün uzun gecelerinde tarihin labirentlerini aşındıran Homeros'un, şairler arasındaki bu Minotor'un ölçülü dizelerinde bile yok. Ne aforoz edilenlerin kaderini bilen sürgün Ovidius, ne Vergilius, ne Yaşlı Plinius, ne Aiskhylos, ne Euripides, ne de Sofokles... hiçbiri ne Minotor'a ses verir, ne de onu korur. İkaros'a üzülmek kolay, Theseus'un, aldatılan Ariadne'nin, hatta yaşlı Minos'un halinden anlamak kolay... Hiç kimse Minotor için üzülmez.

         Davalının söyleyecek bir şeyi var mı? Aksi takdirde...
         Var. Ölçülü kahramanlık dizelerine o neden layık olmasın ki?

MINOTOR'UN SAVUNMASI
(Fragman)

Minos, Hades'in zalim hakimi, birkaç sözüm var sana, dinle
Durmadan zihnimde yuvarladım onları uzun gecelerde.
Babadır dilime onca zamandır yük olan kelime
Ama biliyorum benden iğrendiğini, onu yeniden atıyorum içime
Şimdi kulak ver bana, sandığından çok daha korkunç sözlerim
Senin kanındanım ben -ihanetten değil, doğuştandır ucubeliğim.
Dedeme, baban Zeus'a benziyorum, senin oğlun, onun ise torunuyum
Oydu sülaledeki ilk boğa, babaannem Europa'nın kaderini hatırla,
Dedem Zeus'un onu, senin ananı nasıl kaçırdığını düşün.
Dedeme çekmişim besbelli, onun ta kendisiyim,
hayvan suretinden çıkmadan önceki haliyim.
Tıp deyip burnundan düşmüşüm Zeus'un, boğa başını almışım onun,
Girit kadınlarının yaktığı ağıtlardan öğrendim bunu, durum bu.
Zeus tanrıydı, ben - bir ucube, fark nerede? İnan bana, Minos, baba,
iri ve beyaz boğalara daha meraklıydın sen annemden
şimdi ise iğreniyorsun yavruları buzağıdan, benden...

Minos: Duruşmaya ara veriyorum...

Μöööö...

Davalıyı götürün…

Μööööööö...
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö
ööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööööö


Georgi Gospodinov / Zaman Sığınağı
Çev. Hasine Şen Karadeniz / 296 sayfa
 
“Geçmiş, şimdiki zamandan temel bir konuda farklılık gösterir – asla tek yönde akmaz.”
Daha önce Hüznün Fiziği’nde okuru öykülerin ve zihnin labirentlerinde dolaştıran Gospodinov, son romanı Zaman Sığınağı’nda bizi geçmişin labirentine davet ediyor.

Romanın yazarla aynı adı taşıyan kahramanının yolu, geçmişle kafayı bozmuş, sonunda da geçmişte kaybolan gizemli bir karakterle, Gaustin’le kesişiyor. İkisi birlikte, hafızası yavaş yavaş yitip giden insanlar için “geçmiş klinikleri” kuruyor, anılarından geriye kalanları korumak için onlara “zaman sığınakları” sunuyorlar. Ve nihayetinde tüm Avrupa’nın bir geçmiş çılgınlığına kapılmasıyla olaylar çığrından çıkıyor.

“Bizler geçmiş fabrikalarıyız. Canlı geçmiş makineleri, başka neyiz ki? Zaman yiyoruz ve geçmiş üretiyoruz. Ölüm bile çözüm değil. İnsanın kendisi gider ama geçmişi kalır. Sonra tüm bu şahsi geçmiş nereye gider? Tüm o başlayıp tamamlanmamış hikâyeler, terk edilen sevgililer, kesilen ve kanamaya devam eden ilişkiler nereye gider?”

Zaman, yaşlılık, ölüm, hafıza, bireysel ve toplumsal geçmişler üzerine hem oyunbaz ve yaratıcı hem de dokunaklı ve derinlikli bir tefekkür olan bu romanı tüm edebiyatseverlere tavsiye ediyoruz. (Tanıtım Bülteninden)
Related Posts with thumbnails