07 Temmuz 2020

Carys Davies-Kuytu


Galler’de dünyaya geldi, Britanya dışında bir süre New York ve Chicago’da yaşadı. İlk öykü kitabı Some New Ambush’un ardından 2015 yılında yayınladığı Kuytu, aralarında Frank O’Connor Uluslararası Öykü Ödülü ve Jerwood Kurmaca Keşif Ödülü’nün de olduğu çok sayıda edebiyat ödülüne layık görüldü. Antolojilerde ve dergilerde yayınlanan öyküleri ayrıca BBC Radyo 4’te de seslendirildi. Kurmaca dışı yazılara da imza atan Davies’in son olarak 2018 yılında West adlı romanı yayınlandı.

Kitapları

-The Mission House
-West
-The Redemption of Galen Pike / Kuytu
-Some New Ambush


Yazar: Carys Davies / Çevirmen: Yasemin Akbaş / Yayınevi :Yüz Kitap
134 sayfa / Kapak tasarımı ve illüstrasyon: Burak Akbay / Özgün adı: The Redemption of Galen Pike / Frank O’Connor Öykü Ödülü

Kahramanlarının karanlıkta kalmış yanlarını bütünüyle aydınlatmadan, söylenmemiş sözler bırakarak anlatan Davies’in öyküleri, karlar altındaki Sibirya’dan Avustralya kırsalına, Viktorya dönemi Britanya’sından günümüz ABD’sine dek, zaman ve mekân bakımından hayli geniş bir uzamda geçiyor.

​Hayırsever bir kadın, idama mahkûm bir hükümlüyü ziyaret ediyor. Dulların yaşadığı bir kıyı kasabasına bir balıkçı cesedi vuruyor. Haitili bir dadı, beyaz yakalı patronlarından tuhaf bir istekte bulunuyor. Ücra bir çiftlikte yaşayan bir kadın, sırrını umulmadık bir kişiyle paylaşıyor. Kendi halinde bir belediye meclisi üyesi, Kraliçe Victoria’ya kalbini açıyor. Birmingham’lı bir kadın, Sibirya’da hayatını değiştirecek bir olaya tanık oluyor.

İlk öykü Sessizlik aslında Davies’in tarzını en çok belli eden öykülerden biri. Davies atmosfer kurma konusunda da çok başarılı, kırılma noktalarının bu denli etkili olmasının bir nedeni de okurun ikinci sayfada bile olsa kendini çoktan o atmosfere kaptırmış olması. Bu öyküde de önce yeni evlendiği kocası Thomas’la Liverpool’dan ıssız bir kasabaya yaşamaya gelmiş olan Susan Boyce anlatılıyor. Susan’ın derme çatma kulübesinde yalnız bir hâlde temizlik yaparken habire onu ziyarete gelen komşusu Henry Fowler’dan duyduğu rahatsızlığı neredeyse biz de hissediyoruz. Kocası yokken çıkıp geliveren bu bekâr komşuyu çaya davet etmek istemezken o soğukta davet etmemesinin de ayıp olacağı düşüncesi ve ikilemi bizi de çileden çıkartıyor. Susan’ın bir derdi olduğunu anlıyoruz, dertleşebileceği bir kadın komşu istemesi, doktora gitmişken konuşmaya karar verip çekinmesi, kasabada kilise ve tabii rahip olmamasından duyduğu eksiklikten hissediyoruz bunu. Ve öykünün ikinci yarısında Tanrı anlatıcı Henry Fowler’ı anlatmaya başlıyor:


Sessizlik

Adamın geldiğini duymadı.

Rüzgar kuvvetlenmişti ve teneke çatının üstüne gökten sanki yağmur değil de taş yağıyordu. Kadın o gürültünün arasında eve doğru yaklaşan eski at arabasının takırtısını duymadı. Patikada ilerleyen demir kasnaklı tekerleklerin gıcırtısını da duymadı, adamın ıslak toprağa bastıkça pat pat eden ayak seslerini de. Sabunlu suyla dolu kovadan başını kaldırıp adamın yüzünü penceresinde görene dek orada olduğunun farkında bile değildi; adam, iğne deliği büyüklüğündeki siyah göz bebekli soluk yeşil gözlerini kırpıştırarak camın ardından kendisini izliyordu.

Adamın adı Henry Fowler’dı ve kadın, bu adamın evine gelmesinden nefret ediyordu.

Bir köşeye oturup Tom'a saatlerce, dur durak bilmeden tavuklardan, pancarlardan ve domuzlardan söz edişinden, artık lime lime olmuş o koyun postu yeleğinin içindeki bir keseden parmak ucuyla tırtıkladığı tütünleri pis kokulu piposuna dolduruşundan, artakalan tanecikleri ufacık başparmağıyla silkeleyişinden, tekrar tekrar yaktığı piposunu tüttürüşünden, avını gözleyen küçük bir kuş gibi iskemlenin ucuna tüneyip höpürdete höpürdete çay içişinden, sürekli kaçamak bakışlar atışından ve sanki içini görebilecekmiş gibi bakan delici gözleriyle kendisini süzüşünden iğreniyordu. Bir çeşit utanç duygusu kaplıyordu içini. Yeter ki Henry Fowler o şekilde bakmasın, evinden çıksın ve vadinin karşı yakasındaki kendi evine çekip gitsin; bunun için ne gerekirse yapabileceğini hissediyordu. Adamın o bakışları dünyadaki en berbat şey gibi geliyordu kadına.

Camın öbür tarafında, yağmur altında dikilmiş, gözlerini kırpıştıra kırpıştıra onu izliyordu yine. Keşke içeri davet etmek zorunda olmasaydı. İçeri davet etmeden, bir fincan bir şey ikram etmeden onu yollaya bilseydi keşke, ama adam komşularıydı ve vadinin karşı yakasından buraya, külüstür at arabasının tepesinde sarsıla sarsıla dokuz kilometre yol gelmişti ve ayrıca yağmur suyu da şapkasının siperinde birikip buruşuk gömleğinin omuzlarına damlamaya başlamıştı. Botları ve üzerinde bol duran şayaktan pantolonunun paçaları, yerden sıçrayan damlalar yüzünden sırılsıklam olmuştu.

Kadının onu sobanın yanında bir iskemlede yarım saat oturtması, içecek bir şeyler ikram etmesi gerekecekti. Hiç olmazsa bir fincan çay vermeliydi. Sabunlu ellerini eteğine kuruladı, gidip kapıyı açtı ve adamı içeri buyur etti.

“İçeri gelsenize Bay Fowler. Yağmurda kalmayın.”

Kadının adı Susan Boyce idi, yirmi altı yaşındaydı. Evlendikleri gün Thomas”la birlikte Liverpool'dan bindikleri Kasırga adlı tekneyle yeni bir hayata doğru yelken açalı sekiz ay olmuştu. Hayata sıfırdan başlama fikri ikisini de heyecanlandırmıştı. Haritadaki her şeyin o ıssız, virane görünüşünü, bitmek bilmeyen mesafeleri sevmişlerdi ve ilk zamanlar Susan onlara eşlik edenin yalnızca rüzgar ve yağmurun sesiyle güneş altında ufalanan kuru otların çıtırtısı olmasını dert etmemişti. Sessizliği de yadırgamamıştı ilk zamanlar.

Vardıkları bu kasabanın toz toprak içindeki bir caddeden ibaret oluşuna da aldırmamıştı. Ne bir tren garı vardı ne de bir kilise; yalnızca bomboş bir otel, bir tuhafiyeci, aynı zamanda ameliyathane olarak da iş gören bir manifaturacı, bir nalbant ve pazar yeri olarak kullanılan bir ağıl vardı. Kasabanın ötesinde uzanan çorak araziye doğru yirmi kilometre gittikten sonra karşılarına kayalardan, okaliptüs ağaçlarından, hoyrat dikenli bodur çalılardan ve şimdiye dek gördüğü en geniş gökyüzünden başka bir şey çıkmayışını da bütün bunların ortasında beliren kendilerine ait arazideki alçak damlı, yıkık evi de dert etmemişti. Civarda bir komşu çiftlik, bir çiftçi hanımı olmayışını da dert etmemişti. Tek komşularının, dokuz kilometre uzaklıkta, vadinin öte yakasında oturan bekar Henry Fowler oluşunu da dert etmemişti. Susan bunların hiçbirini dert etmemişti ve eğer şimdi Tom'la arası böyle olmasaydı, yine etmezdi aslında.

Oysa şimdi yakınlarda bir yerde, başka bir çiftçi hanımının olmasını nasıl da istiyordu. Arkadaşım diyebileceği biri olsaydı, belki bugüne kadar ona açılmayı başarabilirdi. Ama böyle biri yoktu. Evli bir kız kardeşi vardı Poole'da, ona mektup yazabilirdi, ama gelmesi belki bir yıl sürecek yanıtı beklemenin ne anlamı vardı ki? Bir yıl sonsuzluk demekti; bir yıl dayanabileceğini sanmıyordu, dayanabilse bile olanları kağıda dökebileceğinden emin değildi.

Bir keresinde, bir ay kadar önce Tom”la birlikte kasabaya indiklerinde, Tom çivi almak için bir yere gidince Susan'da manifaturacıdaki doktor muayenehanesinin cilalı siyah kapısının önüne kadar gelmişti. Elinde sıkıca kavradığı çantasıyla dışarıda bir süre dikilmiş, kapının ardında alçak sesle mırıldanan kadını dinlemiş, o kadının yerinde kendi sesini hayal etmeye çalışmış, ancak becerememişti. Yapamamıştı. Onun yapabileceği bir şey değildi bu. Ya doktor Thomas'la da konuşması gerektiğini söylerse? O zaman ne olacaktı?

Kasabada bir kilise olsaydı rahibe gidebilirdi. Rahibe anlatmak daha kolay olurdu diye düşündü, ama yine de böyle bir konuda rahibin ne diyeceğini kestiremiyordu. Ya sadece evine dönüp dua etmesini söylerse? Susan, bunu zaten denediğini söyleyebilecek miydi? Altı ayı aşkın bir süredir her gece yatağa girdiğinde yorgunluktan bitap düşene kadar dua ettiğini ama yine de bir işe yaramadığını anlatabilecek miydi? Gerçi en yakın kilise yüz altmış kilometre ötedeyken rahibi düşünmek vakit kaybıydı zaten. Tanrının olmadığı bir yere gelmişlerdi. Mahremiyetine burnunu sokmak için sabahın dokuzunda penceresinde biten Henry Fowler'ın buruşmuş kösele suratından başka hiçbir şeyin olmadığı, tanrısız ve arkadaşsız bir yerdi burası.

Ama Susan pes etmeyecekti. Kesinlikle etmeyecekti. Hayatı boyunca başka aksilikler, şu veya bu çeşit hayal kırıklıkları yaşamış, darbeler yemişti. Bu da onlardan biriydi, diğerleri gibi buna da katlanacaktı, hem zamanla her şeyin geçtiği doğru değil miydi zaten? Bu da geçecekti. Eninde sonunda her şeyin bir çaresi vardı. Yapması gereken o çareyi bulmaktı.

İçeri girdiklerinde, Tom'un tuz, yağ ve iğne almak üzere kasabaya indiğini, akşama kadar dönmeyeceğini söyledi Fowler'a. Fowler başını salladı, şapkasının siperinde biriken suyu kovadaki sabunlu suya döküp dökemeyeceğini sordu.

“Elbette,” dedi kadın, soğuk, resmi ve pek de nazik olmayan bir tavırla. Adamı bir köşeye buyur etti, çay için su kaynatacağını söyledi.

Sobanın başında, adamın ne istediğini, niye gelmiş olabileceğini düşünerek çaydanlıkla oyalandı. Orada oturup her zamanki gibi kendisini izlemeye başlayıp başlamayacağını merak ediyordu; öyle baktığı zaman ondan uzaklaşmak, adamın onu göremeyeceği başka bir odaya geçip bir kapı, bir duvar ya da bir paravan ardına gizlenmek istiyordu Susan. Birisi tarafından izleniyor olmak, hele Henry Fowler gibi birinin bakışlarına maruz kalmak bir şekilde her şeyi çekilmez hale getiriyordu. Onun kadar hırpani görünen birine pek az rastlamıştı. Acaba hapiste yatmış mıdır, diye merak etti.

Daha önce onları üç kez ziyaret etmişti; ilk gelişi eve taşınmalarından kısa bir süre sonraydı, birkaç ay sonra tekrar gelmiş, üçüncü ziyaretini ise daha geçen hafta yapmıştı. Her seferinde üzerinde aynı pasaklı giysiler olurdu: aynı buruşuk gömlek, onun üstünde koyun postundan o antika yelek, yağa batmış o şayaktan pantolon ve incecik boynuna doladığı o pamuklu paçavra. Susan'ın bugün onda dikkatini çeken tek şey eli boş gelmiş olmasıydı; daha önceki ziyaretlerinde elinde nezaketen hep bir hediye olurdu. İlk gelişinde kendi yaptığı tereyağından yüz gram, ikincisinde bir kavanoz dolusu kabak çekirdeği getirmişti. Son gelişinde de bir somun ekmek. Sert iklimin kavurduğu ufak elleri bu kez boştu; belli ki Henry Fowler bugün sadece kendini getirmişti.

Kırk beş yaşındaydı -sıska, kısa boylu, çarpık bacaklı bir adamdı; kavruk elleri ise bir kadın eli kadar ufaktı.

Sabah hava aydınlanırken vadinin diğer ucundaki evinin köhne sundurmasının korkuluklarına o kavruk ellerden birini dayamış ayakta dikilirken komşusunun siyah atlı arabasıyla kasabaya doğru ağır ağır yol alışını izlemiş ve yakışıklı kocanın tek başına gidip gitmediğini merak etmişti -acaba genç karısı o gün evde yalnız mı olacaktı?

Atlı arabaya yükledikleri eşyalarıyla aynı yoldan gelip evlerine taşınmalarını izleyeli altı ay olmuştu. O günden beri üç kez görebilmişti kadını. Elinde bir hoş geldiniz hediyesiyle üç kez ziyaretlerine gitmişti. Üç kez kocayla birlikte etrafı dolaşmış, kaydettikleri gelişmelere hayran kalmıştı. O pancarlar, bezelyeler, fasulyeler, sonra o patatesler, besili yeni domuzlar. İki yüz kadar tavuk ve bir de inek. Üç kez evlerinde onlarla birlikte çay içmişti ve haftalardır her gece sundurmasında oturup, ot kaplı çorak arazinin ötesindeki komşu evi gözlüyordu.

Susan. Adı buydu. Susan Boyce. Haftalardır ondan başka hiçbir şey düşünemez olmuştu. Katı, soğuk, gururlu yüzünü, kendisiyle konuşurken takındığı mesafeli, mağrur tavrı ve ona bakmasına tahammül edemediğini aklından çıkaramıyordu.

Atlı araba ufukta kaybolup artık görünmez olduğunda içeri girdi, bir süre oyalandıktan sonra ayağına botlarına geçirdi, şapkasını taktı ve arabasının tepesindeki sürücü koltuğuna tırmanıp vadiden aşağıya, kadının evine doğru yola çıktı.

Şimdi onun masasında oturmuş ufak baş parmağıyla piposunun çanağına tütün bastırırken, bir yandan da kadının sobanın başında dikilişini izliyordu.

Henry Fowler'ın hâlâ kodes kaçkını gibi göründüğü doğruydu doğru olmasına ama yaşlı bir denizciyi de andırıyordu bir yandan; hatta üzerine pantolon yelek giydirilmiş, kafasına fötr şapka geçirilmiş şu panayır maymunlarına da benziyordu. Ufak tefek, kavruk, çirkin bir adamdı ve şimdi orada oturmuş, rüzgârın ve yağmurun sesini, Thomas Boyce'un domuzlarının homurtusunu, sobada yanan alevin çıtırtısını, üzerinde kaynayan çaydanlığın fokurtusunu dinlerken küt küt atan kendi kalbini de duyabiliyordu.

Aslında, o esnada Fowler beklediğinden çok daha fazla gerilmişti.

Koyun postundan yeleği çatırdadı; söze nereden başlayacağını bilemiyordu. Oysa buraya gelmeden önce aynanın karşısına geçip yarı çıplak bedenine bakarak bir saat boyunca söyleyeceklerini prova etmiş ve her şey yolunda gitmişti. Fazla zorlanmadan çıkmıştı sözcükler ağzından. Oysa şimdi öteki adamın sobanın başında dikilen karısının incecik sırtına bakarken sözcükler aklından uçup gitmişti.

Telaşla piposundan birkaç nefes daha çekti ve yapılacak en iyi şeyin üstündekileri çıkarmak olduğuna karar verdi.

Yeleğini çıkarıp iskemlenin arkasına yerleştirdi, boynuna doladığı kir içindeki paçavranın düğümünü çözdü, onu da yeleğin üzerine bıraktı. Düğmelerini tek tek çözmeye başladığı buruşuk keten gömleği sonunda pantolonun belini tutan palaskadan aşağıya sarktı ve tam o anda Susan Boyce arkasını döndü. Döndü ve bir çığlık atıp çaydanlığı yere düşürdü ve sonra da eliyle ağzını örttü.

Henry Fowler'ın bir güvercininkine benzeyen dar göğsü bilinmeyen tuhaf bir ülkenin haritasını andıracak şekilde pörsümüş, pütür pütür olmuştu. Göğsünü çepeçevre kuşatan kabarık, pembe renkli, ip gibi bir iz vardı ve bu izin iç tarafındaki deri sanki haşlanıp kavrulmuştu; tıpkı bir mumya ya da bataklığın dibinde binlerce yıldır yatmakta olan bir yaratık gibi rengi koyulaşmış, sertleşmiş ve meşine dönmüştü.

Adam sırtını döndü sonra. Omuzlarında koyu mürdüm eriği renginde, üçgen şekilli üç ayrı, leke vardı; onların hemen altında, sırtının büyük bir bölümünü kaplayan, yine koyu mürdüm renginde şekilsiz bir leke daha vardı -hayli irice, yuvarlak, buruş buruş bir iz.

Onun altında, pantolonunu tutan palaskanın biraz üzerinde ki bölge, havai fişeklerin görüntüsünü andıran, beş on tane derin ve pürtüklü yara iziyle doluydu.

“Karım,” dedi, Henry Fowler aradığı sözcükleri nihayet bularak. “Benden daha iriydi.”

Yara bere içindeki gövdesinin alt ve arka kısımlarına bakarak göğsünün nasıl böyle kapkara hale geldiğini (bakır güğümdeki kaynar suyla), sırtındaki koyu renkli üç ayrı üçgen lekeyi (karısının ütüsüyle), onların altındaki iri, yuvarlak izi (kızartma tavasıyla) ve pürtüklü yaraları (ucu kor olmuş ocak demiriyle) tek tek anlattı. Sonra neredeyse fısıldayarak, palaskasının alt kısmında başka bir-yarası daha olduğunu, ama onu gösteremeyeceğini söyledi Susan Boyce'a. Hayır. Gaddar bir eşin keskin bir dikiş makasıyla yapabileceği en kötü şeyin ne olduğunu kendisi de tahmin edebilirdi.


Susan Boyce hiçbir şey söylemedi, yalnızca baktı.

“Pancarların dibinde yatıyor” dedi Fowler usulca. Bir gece kadın uyurken meyve bıçağının kısa keskin tarafını kalbine saplamış, sonra cesedi dışarı taşıyıp bütün eşyalarıyla birlikte gömmüştü: eteklerini, takunyalarını, saç tokalarını, kızartma tavasını, eski bakır güğümünü, ütüsünü, ocak demirini, dikiş makasını, ona ait olan ya da dokunmuş olabileceği, karısını hatırlatan ya da peşine düşeceğini aklına getiren, evin sert toprak zemininde öfkeyle takunyalarını şakırdatarak her an arkasından saldıracakmış duygusu uyandıran ne varsa hepsini gömmüştü.

Kasaba ahalisine, karısının kaçıp onu terk ettiği söylentisini yaymıştı.

Susan Boyce hiçbir şey söylemedi, yalnızca baktı.

Yüzü durgun ve ifadesizdi. Henry Fowler’da, hata ettim, baştan beri yanılmışım meğer, diye geçirdi içinden.

Önceden gayet emindi, ancak şimdi yeleği iskemlenin arkasına asılmış, boyun bağı iskemleye düşmüş, gömleğinin yenleri bacaklarının arasında atlama ipi gibi sarkmış halde kadının önünde dikilirken, Henry Fowler kendi kendine şöyle dedi: 'Bu eve ilk adım attığım andan itibaren kadının omuzlarında şal, üzerinde yüksek yakalı elbiseyle evin içinde dolanıp durmasını, iskemlesinin arkasından eğilip kocasının çayını koymasını izleyip durdum ve odada, orada olmayan bir şeyin kokusunu sezdim, ama bu akşam eve döndüğünde söylediğim her şeyi anlatacak kocasına, o da hemen kasabaya gidip birkaç adam toplayacak, ellerinde kürekleriyle buraya gelecekler ve pancarların dibini kazacaklar, gövdemdeki yaralara bakacaklar, ben o yaraların nasıl olduğunu anlatacağım, birbirlerine bakıp Henry Fowler'ın şu ufak toprak parçasından başka bir haltı bulunmayan, adi ve aşağılık bir kodes kaçkınından başka bir şey olmadığını düşünecekler, başlarını sallayarak bana yalancı diyecekler ve sonra da beni asacaklar..'

Gömleğinin kollarını toparlamak için çarpık bacaklarının arasını eşelemeye başladı. Giyinir giyinmez at arabasına atladığı gibi vadiye dönecekti, sonra ne yapacağını eve varınca düşünürdü; ya verandasında oturup adamların gelip onu almasını bekleyecek ya da hemen o akşam yola çıkıp onu bulamayacakları bir yere gidecekti. Veyahut dedi kendi kendine, ertesi sabah buraya tekrar gelmeli, kadının kocasına her şeyi dilinin döndüğünce anlatmalıydı, o zaman anlayış gösterirdi belki. Giysilerini bıraktığı iskemleden almak için eğildi, boyun bağını aldı, omuzlarına gömük kafasının arkasında düğümledi, kollarını yere sarkan gömleğinin yenlerine daldırdı ve muhtemelen tek kelime dahi etmeden, uzanıp şapkasını aldığı gibi kapıya yönelerek derhal oradan ayrılacaktı ama tam doğrulup Susan Boyce'un durduğu köşeye baktığı esnada kadının korsesinin bağcıklarını çözmeye başladığını gördü.

Kadın eteğinin belini gevşetti ve kombinezonunu başının üzerinden çekip çıkarıp iç eteğinin bantlarını da çözünce giysileri üzerinden kayıp aşağıya, ayaklarının dibine, yerdeki kırık çaydanlık parçalarının ve soğumaya yüz tutmuş su birikintisinin üzerine düştü. Artık yalnızca yün fanilası ve paçalı keten donuyla duruyordu adamın karşısında, sonra onları da çıkardı. Çabucak ve telaşla yaptı bunu, sanki bunları ona göstermeye bir daha fırsat bulamayacağından eminmiş gibi, sanki adamın ondan yana olduğuna o esnada bile inanamıyormuş gibi.

Üzerinde giysileri yokken daha minyon, her yönden daha farklı görünüyordu. Adamın önünde dönerek çatalını, kalçalarının ve uyluklarının şişmiş etlerini, yeşil, siyah ve sararmaya yüz tutmuş çürüklerle harelenmiş karnını, ensesinden, saçlarının hemen dibinden başlayarak sırtından aşağıya doğru yarım kalmış bir çukur gibi uzanan morumsu ize dek her yerini gösterdi. Yerdeki çay birikintisinin ve giysi yığının üzerine basarak adama yaklaştı. Ufak, kavruk elini tutup yanağına götürdü, ne kadar yorgun olduğunu ancak şimdi anlamış biri gibi gözlerini kapattı ve sonra adama sordu, acaba zahmet olmazsa çukuru kazmak için ona yardım eder miydi?

web sayfası

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails