24 Ağustos 2010
Ramize Erer
İki yıldır Paris’te oturan Ramize Erer Türkiye’de karikatürün önemli isimlerinden biri. Kendi tarzında feminist biri olarak kötü kızlara karşı zaafı var ve mutlulukla kadın ile erkekler arasındaki ilişkilerinin resmini yapıyor. 2 çocuğu var. Radikal gazetesinin karikatüristi aşırı derecede çekingen. Konuşurken tekliyor. Kendini ifade etmesi için ona kâğıt gerekiyor.
Çocukluğu Kırklareli'nde geçmiş, sürekli hayal kuran bir çocuk olarak Ama onu diğerlerinden ayıran şeylerde vardı:
Evin duvarlarına asılı bulunan peyzaj tablolarını kopyalamaya çalışan bir tek oydu. Yine çocuk kitaplarında metinlere eşlik eden ilüstrasyonları çok seven de bir tek o. Oliver Twist kitabındaki çizimler onun için hâlâ çok güzel anılardan...
Gençliğini hareketli megapol İstanbul’da geçirdi. İstanbul’da Güzel Sanatlar Akademisi’nde okudu ve ilk işlerini Oğuz Aral tarafından yönetilen efsanevi mizah dergisi Gırgır’da yaptı. Oysa başlangıçta hiçbir şey muhasebeci bir baba ve ev kadını bir annenin beşinci çocuğundan dördüncüsü olan bu sessiz kızı çizim alanına yöneltmemişti.
İstanbul’da ailece oturdukları dairede erkek ve kız kardeşleriyle pencereye yaslandıkları zamanlarda küçük Ramize hareketli görüntüyü keşfetti. Bu stratejik pencereden apartmanın yanındaki açık hava sinemasında gösterilen tüm filmleri görmek mümkündü: “Aylar boyunca seslerini dinlemeden film izledik.”
Çabuk öfkelenen ve sevgi dolu annesinde katkısı var bu seçime, “Bana, annelerin kızlarına vermekten korktuğu şeyi verdi: Özgürlük. Benim ilk feminist kahramanımdı.” diye yazıyor bugün çizer. Annesinin, çaylarda bir araya gelen, hayat yönünden daha az şanslı, arkadaşları, gelecekte karikatürist için model olacaklardı. Tıpkı 1970’li yılların sonlarında, kendisi liseye giderken, İstanbul’un sokaklarında gözüne çarpan genç kızlar gibi.
“Ramize’nin kadınları çok hedonisttir. Kilolarını ve kadınlıklarını komplekssiz üzerlerinde taşırlar” Ramize’nin kötü kızları kısa pantalonlar giyerler ve hiç tedbirli hareket etmezler. Dekor pek değişmez: Bir kanepe veya bir yatak, üzerinde en fazla iki veya üç kişi, gevezelik yapar veya bağırarak tartışırlar. Neyle mi? Seks ve ilişkilerle ilgili...
Müslüman ülkelerde “Politikayla, orduyla ve dinle alay edilir ama cinsellikle fazla değil”. Ramize Erer’in, kendisi de Türkiye’de çok ünlü bir çizer ve Leman dergisinin patronu olan eşi Tuncay Akgün bunu bizzat deneyimlemiş. Leman’da yayımlanan bazı çizim ve makaleler ona tehdit yağmuru olarak dönmüş. Ramize Erer bunların bazılarının tüm ailelerine yönelik olduğunu söylüyor.
İki çocuğuyla Paris’e yerleşen Radikal çizeri tüm yüreğiyle kötü kadere karşı koyuyor, eşiyse ayda bir kez Paris’e geliyor. Paris sürgününde olaylara iyi yanından bakıyor: ‘Kötü kafelerin yaşlı garsonlarını’, Montmartre’ın merdivenlerini, yağmuru ve kendisine her gün biraz para verdiği, fırıncının önünde köpeğiyle bekleyen sarışın dilenciyi sevmekten bahsediyor.
Karikatürlerinden örnekler
06 Ağustos 2010
Sabahattin Ali
"Her şey, bir tren yolculuğu sırasında Upton Sinclair'in romanı 'Oil'i okumasıyla başlar. Yıllar sonra Rasih Nuri İleri'ye anlattığına göre Sabahattin Ali, bu kitabı bitirince, 'Bu romanda olanların onda biri doğruysa namuslu bir insan mutlaka solcu olmalıdır' der."
25 Şubat 1907 - 2 Nisan 1948. Gümülcine’nin (Yunanistan) Eğridere köyünde doğdu. 1927 yılında İstanbul Muallim Mektebini (Öğretmen Okulu) bitirdikten sonra 1 yıl kadar Yozgat’ta öğretmenlik yaptı. Daha sonra Maarif Vekaletinin (Eğitim Bakanlığı) açtığı sınavı kazanarak Almanya’ya gitti. Postdam’da 2 yıl kadar eğitim gördükten sonra yeniden Türkiye’ye döndü.
İlk şiirleri, 1925 yılında Balıkesir’deki Çağlayan dergisinde çıktı. Sonra yıllarda ise Yedi Meşale, Resimli Ay, Varlık gibi dönemin ünlü dergilerinde şiir ve öyküleri yayınlandı. Özellikle toplumsal gerçekçi öyküleriyle tanınan Sabahattin Ali, değişik tarzlarda şiir örnekleri verdi. Roman ve öykülerindeki Türkiye insanına yaklaşımı edebiyata yeni bir boyut getirdi.
Özellikle »Hapishane Şarkıları« olarak bilinen şiirler de bu dönemin ürünlerindir. Cumhuriyetin 10. yılı nedeniyle çıkarılan aftan yararlanarak cezasının bitimine birkaç ay kala tahliye edildi.
Sonraki yıllarda yine Maarif Vekaleti bünyesinde değişik birimlerde görev yaptı. Almanca öğretmenliği ve Devlet Konservatuarında çevirmen, dramaturg olarak çalıştı.
1948 yılında, sürekli izlendiği nedeniyle tüm işlerini bırakarak kamyonculuk yapmaya başladı. Birkaç ay sonra da Kırklareli üzerinden Bulgaristan’a geçmek isterken öldürüldü. Ölümüne ilişkin çeşitli görüşler bulunmaktadır. Bazı araştırmacılara göre kendisine kılavuzluk eden Ali Erkekin tarafından öldürüldü. Mezarının nerede olduğu ise bilinmemektedir.
Hakkında yazılanların önemli bir bölümü, maalesef ve doğal olarak ölümüne odaklı. Biyografisinde eksikler var; sözgelimi dramaturg kimliğinin üzerinde pek durulmamış. Sabahattin Ali, Devlet Konservatuvarı'nda Carl Ebert ile birlikte dramaturg olarak çalışmış, döneminde sahnelenen operalarla ilgili makaleler yazmış, çok yönlü bir entelektüel...
Cüneyt Gökçer, Muazzez İlgin, Meliha Ars, Mahir Canova ve daha pek çok isme konservatuvar sıralarında öğretmenlik yapmış bir isim... Ama en çok öykücü. Filiz Ali, babasının da kendisini önce öykücü olarak gördüğünü söylüyor: "Babam kendisini daha ziyade öykücü olarak görüyordu. Öykücülüğe çok özen gösterdiğini biliyorum. Fakat çok ilginçtir, son 20 yıldır Sabahattin Ali dendiği vakit, şiirleri geliyor akla. Ve şiirlerinden şarkı yapılıyor! Herhalde hayattayken birisi böyle bir şey söyleseydi, gülerdi kahkahalarla. Babam, kendisini şair olarak görmezdi..."
Toplumcu gerçekçi bir çizgide yazdığı öykülerinde en belirgin olan ton, yalın ifadesi. Karakterlerini genellikle işçiler, yoksullar ve köylüler arasından seçtiği, çoğu kısa olan öykülerinde hümanist tavırla sakınımsız gerçek yan yana durur. Filiz Ali'nin çocuk yaşta, kimini dinlediği kimini de okuduğu öyküler için söyledikleri, Sabahattin Ali'nin üslûbu konusunda bir çocuk okurun fazlasıyla dikkatli izlenimi olarak nitelendirilebilir:
"Babam, gerçekle kurmacayı çok ustaca buluşturan bir yazardı. Onun için, hikâyelerini ve romanlarını okuduğunuz vakit hemen sarar sizi. Fakat eserlerinin duygusal tarafları da çoktur. O yaşımda bile beni çok duygulandıran öyküleri olmuştur. Mesela 'Ayran' öyküsünü dinlediğimde hüngür hüngür ağlamıştım. Ne de olsa içinde çocuk var... Analizleri müthişti. İnsanları çok iyi tanır ve bunu o kadar yalın ve dolambaçsız bir şekilde yansıtır ki, bir çocuk bile anlayabilir."
İlk Ders Babasından
Ne de olsa ilk dersini babasından almıştır. Babasıyla bir sabah erken saatte ava çıkan Sabahattin Ali, ertesi gün bu macerayı kompozisyon ödevi olarak yazar: "Sabah, güneşin ilk ışınları penceremize vururken, babamla ben av tüfeklerimizi alıp çıktık yola..." Ancak Selahattin Bey, "Biz ava çıktığımız zaman daha güneş doğmamıştı. Yalancısın sen! Yazacaksan doğru yaz," diyerek oğlunu azarlar.
Ve Sabahattin Ali, yıllar sonra okuduğu bir öykü için genç yazar adayına, babasının öğüdünü hatırlarcasına ‘Hikâyeci olarak doğruyu görüp göstermekten başka bir emelin olmasın’ der.
Belki de bu nedenle Tarık Zafer Tunaya, Sabahattin Ali üzerine yazdığı bir yazıda "Şimdiye kadar Anadolu'yu gören yazıcılarımız yok muydu?" diye sorar. Sonra da yanıt verir sorusuna: "Vardı, fakat hiçbiri Sabahattin Ali'nin yaptığını yapmak istemedi yahut da yapamadı. (....) Sabahattin Ali (...) Anadolu köy ruhunu bütün açıklığıyla, bütün hareketleriyle, bütün çıplaklığıyla göstermek istedi ve istiyor."
Sabahattin Ali'nin öykülerindeki konu seçimi ve dili konusunda yaşadığı dönemde ve sonrasında yazılan eleştiriler, onun toplumcu yönüne işaret eder. Asım Bezirci, Sabahattin Ali'nin öykülerindeki toplumsal tona dikkat çekerken Vedat Günyol, yazarı, sanata verdiği 'propaganda' değeri bakımından inceler. Bu nitelemeler yazarın çeşitli yerlerde dile getirdiği sanatsal yaklaşımına yaslanır.
Öykünün Köprüsü
Semih Gümüş, "Sabahattin Ali kendinden önceki dönemin etkili akımlarından memleket gerçekçiliğinin özelliklerini almış, ama yalnızca Anadolu'nun sert gerçekliğini yansıtmakla yetinmeyip bu anlayışı daha yukarı çıkarmıştır. Dolayısıyla öykücülüğümüzde kendinden önceki dönemlerle sonraki arasında çok sağlam bir köprü oluşturmuştur.
Dışarıdaki dünyanın öyküsünü yazmakla yetinmemiş, öyküyü yazınsal bir tür olarak yenileme kaygısı da taşımış, insanı toplumsal bir varlık olmanın ötesinde, bireyler olarak gözlemlemiş, bütün bunların birleşimine dayalı, parlak bir geleneğin başlangıcını oluşturmuştur" diyor Sabahattin Ali için.
Nâzım, "Hikâye ve romanda bugün sen varsın. Senden sonra Kemal Tahir var, sonra Orhan Kemal var. Suat Derviş var. Kemal Tahir'le Orhan Kemal, biri daha ilerde, biri henüz civciv. Fakat dehşetli vaatlerle dolu bir civciv, biri yazdıklarını neşretmek imkânsızlığı içinde, ötekisinde bu imkân henüz belirmiş. Suat Derviş'e gelince, galiba artık yazmıyor. Velhasıl büyük Türk hikâye ve romanının bayrağı bilfiil sensin" demiştir..
Yusuf’un Hikayesi
Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf" ve "İçimizdeki Şeytan" dan başka romanı yok; "Kürk Mantolu Madonna" bazı kaynaklarda roman olarak anılsa da Filiz Ali'nin babasından aktardığı bilgiye göre uzun öykü olarak nitelendirilebilir. Filiz Ali, babasının "Kürk Mantolu Madonna"yı geliştirmeyi ve hatta bir üçlemeye dönüştürmeyi amaçladığını belirtiyor. Eğer yaşasaydı, şüphe yok, romanlarının devamı gelecekti. 1938'de kendisiyle yapılan bir söyleşide "İyi roman daima hitap edecek bir kitleye malik ola gelmiştir," diyen Sabahattin Ali, aynı söyleşisinde Türk edebiyat ortamındaki 'eser buhranı'ndan söz eder...
İlk kez 1937 yılında yayımlanan "Kuyucaklı Yusuf", 1936'da Projektör, Tan ve Varlık'ta tefrika edilmiş. Roman, bir Anadolu kasabasında yaşananları, insani ve toplumsal boyutlarıyla yansıtıyor. Fethi Naci'nin 'modern bir tragedya' olarak nitelendirdiği "Kuyucaklı Yusuf", 'lirik bir aşk hikâyesi' ama daha çok da Yusuf"un hikâyesi olarak kazınmıştır okurlarının zihnine...
Nâzım'ın deyişiyle "Topraktan öğrenip, kitapsız bilen" Yusuf'un hikâyesi... 1903'te Nazilli'de başlayan ve Edremit'te, Birinci Dünya Savaşı'nın yaşandığı ortamda devam eden roman, ele aldığı zaman dilimi açısından, sırtını oldukça kritik bir tarihsel döneme dayamasına rağmen 'üst perde'den konuşmaz. Fethi Naci'ye göre Sabahattin Ali'nin "Kuyucaklı Yusuf"taki en büyük başarısı da budur; hiçbir zaman öğretmenlik yapmaz, dış gerçekliklere, romanının gerektirdiği ölçüde yer verir.
Dilindeki yalınlık, dönemin gerçekliğini -üstelik de çeşitli düzlemlerde- yansıtmasındaki ustalık ve hem açılışı hem de finaliyle sarsıcı olan kurgusu "Kuyucaklı Yusuf"u benzersiz bir roman kılıyor şüphesiz. Ancak Berna Moran, "Kuyucaklı Yusuf"un aynı zamanda öncü bir yapıt olduğunu söylüyor ve Sabahattin Ali'nin Türkiye sorunsalına bakış açısına dikkat çekiyor; Batılılaşmanın hakim ideoloji ve 'konu' olduğu bir dönemde, Sabahattin Ali, gözlerini 'içeri'ye çevirmiş, Anadolu'yu dinlemişti... "Kuyucaklı Yusuf", Berna Moran'ın vurgusuyla, ezilen halk ve köylü sınıfının durumunu ele alan ilk romandır. Moran, Sabahattin Ali ve "Kuyucaklı Yusuf"un Orhan Kemal'in, Yaşar Kemal'in ve Anadolu romanlarının öncüsü olduğunu söyler.
Yeşil Mürekkep
Aziz Nesin, Marko Paşa gazetesini birlikte çıkardığı arkadaşı Sabahattin Ali'nin ölümünden sonra onun özel eşyalarını teşhis etme talihsizliğini yaşamıştır... Nesin, evine İstanbul savcılığından gelen bir çağrı yazısı üzerine İstanbul Adliyesi'ne gider. Savcı Nesin'i tanıklık için çağırdığını söyler ve bir takım eşyalar göstermeye başlar... Her eşyanın ardından da "Kimin olduğunu biliyor musunuz?" diye sorar. Aziz Nesin, yaşadıkları baskı döneminin yarattığı bunalımla bir kafa karışıklığı yaşar; eşyaların Sabahattin Ali'ye ait olduğunu elbette anlamıştır ama bunu söylemesinin doğru olup olamayacağına karar verememektedir. Sonunda "Bilmiyorum," demeye karar verir. Oysa, eşyaların arkadaşına ait olduğundan emindir:
"Sabahattin davranışlarıyla, yüzüyle, konuşmasıyla olduğu kadar, giyinişiyle de özgün bir kişiydi. Eşyası hemen tanınırdı. İki parça olmuş piposunu tanıdım..." Her bir eşyanın karşısında aynı ifadeyi verir Nesin. Ta ki, savcı bir not defteri çıkarana dek... Eski Türkçe ile yazılmış yazılardan oluşan bu not defterine 'tanıklık' etmemesine imkân yoktur... "Sabahattin'in el yazısını elbette tanımıştım. Her şeyi özgün demiştim ya, Sabahattin yeşil mürekkeple yazardı."
İki Gözüm Ayşe..
Peki ya aşk? Sabahattin Ali'yi anarken aşkın uzağında kalmak ne mümkün... Tam da bu noktada "İki Gözüm Ayşe" geliyor akla. Milliyet Gazetesi Haber Müdürü Doğan Akın ile Ayşe Sıtkı İlhan'ın imzasını taşıyan "İki Gözüm Ayşe", Sabahattin Ali'nin büyük tutkuyla bağlı olduğu Ayşe Sıtkı İlhan'a yazdığı mektuplardan oluşur. Kitabın diğer özelliği de sunuş yazısının tıpkı Sabahattin Ali gibi cinayete kurban giden Uğur Mumcu tarafından yazılmış olması.
Uğur Mumcu, bu sunuş yazısında Sabahattin Ali'nin mektuplarının arka planından ve okuyanda uyandıracağı duygulardan söz eder. Yazının başlığı "Yeşil Mürekkepli Mektuplar"dır...
Mektuplar, sadece duygusuyla, coşkusuyla, tutkusuyla değil, aynı zamanda mürekkebiyle de yazarını ele verir. Ancak her şey gibi, mürekkep de biter... "Ayşe, kalemimdeki yeşil mürekkep bitmek üzere. Pertev'e gidip almasını söyledim, hiçbir yerde bulamamış ve mor mürekkep almış. Yani bundan sonra bu çok sevdiğim renkle yazamayacağım..."
Sabahattin Ali, bu mektupları 1930'ların ilk yarısında, kimisini cezaevinden kimisini ' dışarıda' dan yazmış...
"Ömrümde yıllar kadar yâr sevdim / Her biri bir başkasının eşidir" dizelerinden söz eder Uğur Mumcu ve ekler: "Ayşe, bu sevgililerden biridir."
Son Mahpusluğu
Sabahattin Ali'nin Ayşe Sıtkı İlhan'a aşkı mektuplarda kalır. Sabahattin Ali, 1935 yılında Aliye Ali ile evlenir. 1930- 35 yılları arasında Sabahattin Ali'ye yakın isimler arasında olan Ayşe Sıtkı İlhan, tarih öğretmenidir. Yazar, İlhan'a sadece mektuplar yazmamış, yanı sıra bazı şiirler, çeviriler ve öyküler de göndermiştir. Bu nedenle Ayşe Sıtkı İlhan'ın Sabahattin Ali mektupları özellikle anlamlı.
Sabahattin Ali ve Ayşe Sıtkı İlhan 1936 yılına kadar mektuplaşmayı sürdürürler. Mektuplar, Ayşe Sıtkı İlhan'ın 1937 yılında bir hukukçuyla evlenmesinin ardından kesilir. Mektuplar, İlhan'ın 15 yıl süren evliliği süresince gizli kalır. Ayşe Sıtkı İlhan, mektupları bu süre boyunca yakın arkadaşı Talia Hanım'ın babası Rauf Yekta Bey'in Beylerbeyinde ki konağında saklatır. İlhan, mektupların zorunlu yolculuğu için "Sabahattin Ali'nin son mahpusluğu" der..
70'e yakın mektup yazmıştır Sabahattin Ali... İki çeviri, 11 şiir içeren mektupların hepsi de eski Türkçeyle kaleme alınır. "Allaha emanet ol iki gözüm" diye bitirdiği mektuplarında zaman zaman dostlarına selamlar yollar, zaman zaman gecikmeli yanıtı için Ayşe Sıtkı İlhan'a inceden inceye sitem eder Sabahattin Ali... "Bana çabuk cevap vermenin çaresi seni bekletmemek ise, işte mektubunu aldığım gün cevabını da yazıyorum," der tarihsiz bir mektubunda. Bir diğerinde de ayrılığın nasıl da zor geldiğini anlatır: "Senden ayrılalı bir saat bile olmadı Ayşe, bu kadar kötü olduğum, yaşamaktan bu kadar bıktığım bir gecem daha yoktur. Niçin ölmemeli Ayşe; niçin hayat dedikleri bu korkulu rüyayı görmekte bu kadar ısrar etmeli?"
Ölümünü de Yazardı
Maalesef büyük yazarın 100. yaşını, ölümünün üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçtikten sonra kutluyoruz. Ölümü, yaşamından uzun. Bugün bir mezarı bile yok. Ölümü, kamuoyuna aylar sonra açıklandı ve ölüsü teşhis edilemedi. Yapabilseydi eğer, kendi ölümünü de belgelerdi Sabahattin Ali. Yanından hiç ayırmadığı fotoğraf makinesi gibi kullandığı yeşil mürekkepli kalemiyle yapardı bunu, kesin.En az öykülerindeki kadar gerçek bir fotoğraf olurdu bu. Arkasından haince yediği darbeyi, tıpkı öykülerindeki gibi ironik ve fakat insanı, insan olanı anlamaya çalışarak anlatırdı.
Anonim Şiirlerin Yaratıcısı
Sabahattin Ali, pek çoğu kitaplaşmamış, bir kısmı hiç yayımlanmamış yaklaşık 70 tane şiir yazar. Edebiyat ortamına ilk kez şiirleri ve bir şiir kitabıyla adım atsa da öykülerine bağlılığı aşikâr. Ancak, buna rağmen yazarı öykülerinden çok şiirleriyle tanıyan bir kitle var ki, bu kitlenin tamamının edebiyat okuru olduğunu söylemek de pek mümkün değil.
Çünkü Sabahattin Ali, ilginç bir şekilde anonimleşmiş şiirlerin yaratıcısı. Halk arasında "Aldırma gönül, aldırma" olarak bilinen, şarkı olan ve Edip Akbayram tarafından seslendirilen şiir, esasında Sabahattin Ali'nin 1932 ve 33 yılları arasında yazdığı ve beş bölümden oluşan "Hapishane Şarkı"larının beşincisi.
Ahmet Kaya’da "Hapishane Şarkısı III"ü seslendirmişti. Her iki şiir de geniş bir kesim tarafından bilinir, söylenir ancak şiirin sahibini bilenler de o kadar çok mu, şüpheli. Peki ya Zülfü Livaneli'den dinlediğimiz "Leylim Ley" , Sezen Aksu ve Ferhat Tunç'un seslendirdiği "Dağlar"...
Sabahattin Ali'nin ilk kitabı olan "Dağlar ve Rüzgâr", 1931 - 34 tarihleri arasında yazdığı şiirlerden oluşur; ancak Sabahattin Ali'nin kimi sadece dergilerde yayımlanmış, kimi ise hiç yayımlanmamış şiirleri de vardır. Asım Bezirci, sadece dergilerde yayımlanmış ve unutulmuş 23 şiirden söz ediyor.
Bir de 1926-29 tarihleri arasında yazılmış şiirler var, bunların sayısı yine Bezirci'nin verdiği bilgilere göre 22. Bunların 9 tanesi hiçbir yerde yayımlanmamış. Kalan diğer şiirler ise kimi dergilerde çıkmış.
Tutuklanma Nedeni
İlk kez, 1931 yılında, bir ihbar sonucu Türkiye Komünist Partisi ile ilişkisi olduğu gerekçesiyle tutuklanmıştı. Üç ay sonra beraat etti. Ertesi yıl Konya’ya tayin oldu. Ünlü romanı Kuyucaklı Yusuf’u ilk kez burada, Yeni Anadolu gazetesinde tefrika etmeye başladı. 1932’de, biri (Cemal Kutay olduğu söylendi) ‘Gazi’ye hakaret eden bir şiiri dost meclisinde birden çok kez okuduğunu’ ihbar etmişti. Yeniden tutuklandı. Halbuki iki yıl önce yazdığı ‘Memleketten Haber’, bir zamanlar Sivas’ta yaşanmış bir Bektaşi olayını anlatan şiirin sözcüklerinin değiştirilmesiyle oluşturulmuş bir şiirdi ve içinde Mustafa Kemal adı geçmiyordu. Ama savunması inandırıcı bulunmadı, çünkü ‘sicili’ ortadaydı! Şiir şöyle bir şeydi:
“Hey anavatandan ayrılmayanlar
Bulanık dereler durulmuş mudur?
Dinmiş mi olukla akan o kanlar?
Büyük hedeflere varılmış mıdır?
Asarlar mı hâlâ Hakka tapanı?
Mebus yaparlar mı her şaklabanı?
Köylünün elinde var mı sabanı?
Sıska öküzleri dirilmiş midir?
Cümlesi beli der enelhak dese
Hâlâ taparlar mı koca terese?
İsmet girmedi mi hâlâ kodese?
Kel Ali’in boynu vurulmuş mudur? ”
Mahkemede gösterdiği şahitlerin dinlenmesine gerek olmadığına karar verildi. Bir süre sonra dava gizli celsede görülmeye başladı. Cezası 12 ay hapis olarak açıklanmış, temyizden sonra 14 aya çıkarılarak gözdağı verilmişti. Dört ay Konya’da, altı ay Sinop’ta hapis yattı. 29 Ekim 1933’de Cumhuriyet’in 10. yılı şerefine cezasının bitmesine bir ay kala özgürlüğüne kavuştu. Sinop cezaevinin en popüler mirası “Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma’ diye başlayan şiiriydi.
Sona Doğru Gidiş
Sinop Cezaevi’nden tahliye olduğunda tekrar öğretmenliğe dönmek istemişti Sabahattin Ali. ‘Hay hay’ demişti yetkililer, ama küçücük bir şartları vardı: Eski görüşlerini değiştirdiğini kanıtlamalıydı! 15 Ocak 1934 günlü Varlık dergisinde yayınlanan ‘Benim Aşkım’ başlıklı Mustafa Kemal güzellemesini, rejimin istediği diyeti ödemek için yazdı:
“Bir kalemin ucundan hislerimiz akınca
Bir ince yol onları sıkıyor, daraltıyor;
Beni anlayamazsan gözlerime bakınca
Göğsümü parçala bak kalbim nasıl atıyor.
Daha pek doymamışken yaşamın tadına
Gönül bağlanmaz oldu ne kıza, ne kadına
Gönlüm yüz sürmek ister yalnız senin katına
Senden başka her şeyi bir mangıra satıyor.
Sensin, kalbim değildir, böyle göğsüme vuran,
Sensin Ülkü adıyla beynimde dimdik duran
Sensin çeyrek asırlık günlerimi dolduran;
Seni çıkarsam, ömrüm başlamadan bitiyor.
Hem bunları ne çıkar anlatsam bir dizeye?
Hisler kambur oluyor dökülünce yazıya
Kısacası gönlümü verdim Ulu Gazi’ye
Göğsümde şimdi yalnız onun aşkı yatıyor.”
Nadim olduğuna kanaat getirilmiş olmalıydı ki, önce Neşriyat Müdürlüğü Büro Şefliği'ne, ardından Talim ve Terbiye Dairesi ikinci sınıf mümeyyizliğine atandı. Ama bu atama onun sosyalist fikirlere ilgi duymasını engellememişti, sadece maişet motorunu rahatça çevirebilmesini sağlamış, dolayısıyla üretkenliğini arttırmıştı. Ama daha sonra yaşadıkları rejimin onu affetmediğini gösterecekti. 1944’te ırkçı-Türkçü hareketin lideri Nihal Atsız’a karşı açtığı hakaret davasını kazanmasına rağmen, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınınca öğretmenlikten istifa etti, profesyonel yazarlığa soyundu. Ama bu ülkede rejime muhalefet edenlere ekmek yoktu! Ne yazsa soruşturma konusu oluyor, mahkemenin birinden çıkıyor diğerine giriyordu.
Aziz Nesin’le birlikte yayınladıkları Marko Paşa adlı mizah dergisi, kısa sürede 100 bin tiraja ulaşınca iktidarın paçaları tutuştu. Sıkıyönetim makamları tarafından defalarca toplatılan, en sonunda kapatılan derginin yerine çıkardığı Malum Paşa, Merhum Paşa, Hür Marko Paşa, Mazlum Paşa, Yedi Sekiz (Hasan) Paşa, Öküz Mehmet Paşa, Ali Baba gibi dergilerle muhalefete devam eden Sabahattin Ali, 1947’de kesinleşmiş bir cezasını çekmek için hapse girdi ve üç ay yattı.
Aynı yıl Sırça Köşk adlı hikaye kitabı. Bakanlar Kurulu’nca toplatıldı. Arkasında gizli polisin ayak sesleri, sağcı basının saldırıları, derken, 1948'de Mehmet Ali Aybar'ın çıkardığı Zincirli Hürriyet’teki bir yazısından dolayı başlatılan kovuşturma sonrasında pes etti ve matbaa makinelerini satarak kamyon nakliyeciliğine başladı. Ne arkadaşları ne kendi bu işi kendine yakıştıramıyordu ama ne çare… Arkadaşlarına Türkiye’den gitmek istediğini söylemeye başlaması ilk bu zamanlar oldu.
Ancak yazmasına izin vermeyen devlet, Türkiye’den gitmesine de izin vermiyordu. Pasaport başvurusunun reddedilmesinden sonraki bir gün, 29 Mart 1948’de kamyonuna atladı ve Kırklareli’ne doğru yola çıktı. Anlaşılan kısıldığı kapandan kurtulmak için bir plan yapmıştı. Çıkış o çıkış…
Sabahattin Ali’nin o günden sonra yaşadıklarını hala bilmiyoruz. Kendisinden ancak 9,5 ay sonra haber alındı ama bu haber çok acıydı: 12 Ocak 1949 günlü gazetelerde üç sütuna ‘Sabahattin Ali öldürüldü’ yazıyor ve devam ediyordu: ‘Huduttan Bulgaristan’a kaçarken öldürüldü. Bulgaristan’a para karşılığı adam kaçıran bir komünist şebekeye mensup Ali Ertekin adındaki katil yakalandı ve evinde yapılan araştırmada Sabahattin Ali’ye ait eşyalar bulundu.” Ali Ertekin, Demokrat Parti’nin Af Kanunu’dan yararlanarak iki yıl sonra serbest kaldı ama bir süre sonra şüpheli biçimde ortadan kayboldu, mezarı bile bulunamadı. Sabahattin Ali ailesinin iddiasına göre Kırklareli Emniyet Müdürlüğü’nde işkencede ölmüştü, ama bu iddia ispatlanamadı.
Konunun tartışılmasına ancak 1968’de cesaret edilebildi. Ancak o günden beri tek bir ilerleme olmadı. CHP Denizli milletvekili Mustafa Gazalcı’nın verdiği soru önergesine, 2003’ün Nisan ayında AKP Hükümeti’nin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun cevabı gayet tanıdıktı: Belgeler var ama, zaman aşımına uğradığı için yok edilmiş..
Son Söz
Şiirleri türkü olup milyonlarca insan tarafından hep bir ağızdan söylenmiş; öyküleri, romanları dilden dile çevrilmiş, film yapılmış; üniversitelerde tez konusu olmuş; yaşamı, sanatı Sayın Tuncer Cücenoğlu, Sayın Hıfzı Topuz tarafından oyunlaştırılmış, romanlaştırılmış bir yazardır
Kısacık yaşamında, acılar, haksızlıklar yaşamış; en verimli yaşında acımasızca öldürülmüş olmasına karşın, arkasında klasik sayılacak ölmez yapıtlar bırakmıştır Sabahattin Ali.
Eserleri
Şiir
-Dağlar ve Rüzgâr (1934 - Yeni Eklerle 1943).
-Kurbağanın Serenadı ve Öteki Şiirler (1937)
-Bütün şiirleri. (YKY)
Bestelenen Şiirleri
-Ahmet Kaya-Geçmiyor Günler
-Ahmet Kaya-Kara Yazım
-Ahmet Kaya-Kız Kaçıran
-Banu-Yanıyor Beynimin Kanı
-Edip Akbayram-Aldırma Gönül
-Ipek Oteli-Bir Yürek Kaldı Avucunda
-Nükhet Duru-Ben Sana Vurgunum
-Nükhet Duru-Melankoli
-Sezen Aksu-Çocuklar Gibi
-Sezen Aksu-Daglar Daglar
-Yasemin Göksu-Göklerde Kartal Gibiydim
-Zülfü Livaneli-Leylim Ley
Öykü
-1935-Değirmen
-1936-Kağnı
-1937-Hanende Melek
-1937-Ses
-1943-Kağnı - Ses ( İki Kitap Birlikte)
-1943-Yeni Dünya
-1947-Sırça Köşk
-2008-Kamyon(YKY baskısı)
Oyun
-1936-Esirler
Roman
-1937-Kuyucaklı Yusuf
-1940-İçimizdeki Şeytan
-1942-Kürk Mantolu Madonna
Çeviri
-1941-Tarihte Garip Vakalar, Max Memmerich
-1942-Antigone, Sofokles
-1943-Minna Von Barnhelm, Lessing
-1944-Üç Romantik Hikaye, Kleist-Chamisso-Hoffmann
-1944-Fontamara, Ignazio Silone
-1944-Gyges Ve Yüzüğü, Fr. Hebbel
-1944-Yüzbaşının Kızı, A.S. Puşkin-Erol Güney ile
Yapı Kredi Yayınları
-Kürk Mantolu Madonna
-Kuyucaklı Yusuf
-Sırça Köşk
-Yeni Dünya
-Değirmen
-Çakıcı'nın İlk Kurşunu
-İçimizdeki Şeytan
-Öyküler, Şiirler Ve Oyun
-Sabahattin Ali Bütün Şiirleri
-Hep Genç Kalacağım
-Kağnı, Ses, Esirler
-Kamyon
-Mahkemelerde (Belgeler)
-Sabahattin Ali Bütün Romanları
-Sabahattin Ali Bütün Öyküleri 1
-Sabahattin Ali Bütün Öyküleri 2
-Markopaşa Yazıları ve Ötekiler
Onun için Yazılan Kitaplar
-A’dan Z’ ye Sabahattin Ali
-Başın Öne Eğilmesin-Hıfzı Topuz
-Bir Fotoğraf Camı-Çektiği ve Çekemediği Fotoğraflarıyla S.Ali
-Filiz Hiç Üzülmesin… Sabahattin Ali’nin Objektifinden, Kızı Filiz’in Gözünden Bir Yaşam Öyküsü… Filiz Ali
Kitabın Künyesi (Filiz Hiç Üzülmesin)
Filiz Ali -Sel Yayıncılık
Basım Yılı: 1997-124 sayfa
Basım Yılı: 1997-124 sayfa
Bu kitapta Sabahattin Ali’nin ve 1940'ların ilerici aydınlarının bilinmeyen pek çok yönünü hem fotoğraflardan hem de kızı Filiz Ali’nin çocukluk anılarına dayanan metninden öğreneceksiniz.
Prof. Dr. Filiz Ali ‘nin Hayatı
1937 İstanbul doğumlu piyanist ve müzik bilimcidir. Gazeteci-yazar Sabahattin Ali’nin kızıdır. Ankara Devlet Konservatuarı piyano bölümünü bitiren sanatçı Ferhunde Erkin’in sınıfından 1958 yılında mezun oldu, ABD’de çalışabilmek için Fulbright bursu kazandı. Boston, Massachusetts’de David Barnett’le öğrenim gördüğü New England Conservatory of Music’te (Yeni İngiltere Müzik Konservatuarı) ve New York’taki Mannes College of Music’te (Mannes Müzik Koleji) Frank Sheridan’la çalıştı.Müzikoloji alanındaki hocaları, New England Konservatuarı’ nda Daniel Pincham, Londra Üniversitesi’nde Brian Trowell’dir.
Yurda döndükten sonra sırasıyla Ankara Devlet Konservatuarı, Atatürk Eğitim Fakültesi Müzik Eğitimi Bölümü ve MSÜ Devlet Konservatuarı’nda piyano ve korrepetisyon dersleri veren Filiz Ali’yi müzik eleştirisine özendiren, Bülent Arel ve Faruk Güvenç olmuştur. 1989-92 yılları arasında Cemal Reşit Rey Konser Salonu’nun genel sanat yönetmenliğini yapan Filiz Ali’nin müzik yazılarını topladığı iki kitabı şunlardır:
- Müzik ve Müziğimizin Sorunları
- Dünyadan ve Türkiye’den Müzisyen Portreleri
İstanbul’da Mimar Sinan Üniversitesi’nin 1990-2005 yılları arasındaki Müzikoloji Bölümü’nün başkanıydı ve aynı zamanda Ayvalık Uluslararası Müzik Akademisi’nin kurucu ve 1998'den beri direktörüdür. TRT için 1962-1995 yılları arasında müzik programları yaptı ve Cumhuriyet, Hürriyet, Yeni Yüzyıl ve Radikal gazeteleri için müzik eleştirmenliği yaptı.
Mimar Sinan Üniversitesi’nden emekli oldu. Artık Sabancı Üniversitesi’nde haftada bir gün ‘müziğin baş eserleri’isimli dersi veriyor. Zamanının büyük bölümünü Ayvalık’taki akademiye ayırıyor.Bir yandan da Milliyet Gazetesi’nde müzik yazıları yazıyor. Balkan Müzik Forumu’nun bir üyesidir, Uluslararası Müzik Konseyi ve Avrupa Müzik Konseyi’nin temsilcisidir. Müzik ve müzisyenler hakkında yedi kitabın yazarıdır.
web sayfası 1 web sayfası2
Onun İçin Söylenenler
"...Sabahattin Ali'nin öykü kişilerinin bir düşünceyi, bir bildiriyi iletmek için uydurulmuş kişiler değil, hayattan alınmış yaşayan insanlar olduğu görülür. Ona göre 'sanat bütün teferruatıyla hayatı ihtiva etmeli, insanda yaşamak, insan gibi yaşamak, daha iyiye, daha yükseğe, daha temize doğru koşarak yaşamak arzusunu, hatta ihtiyacını uyandırmalıdır.' Sanat araçtır çünkü, amaç değildir. Amaç, hayattır, insan hayatıdır Sabahattin Ali'de öykü gerçeği, toplumsal olanla, bireysel olanın bileşimidir." (Atilla Özkırımlı)
"Hikayelerinin pek çoğunun konularını, kendisinin doğrudan doğruya katıldığı olaylardan ya da onlara katılmış kimselerden aldığını da unutmamalı. Onun bir çok hikayelerinde kişiler, gerçek yaşamlarındaki adlarıyla kalmıştır. Anlatılarındaki 'gerçek' ögelerle, bunları geliştiren, zenginleştiren 'hayal ürünü' ögeleri ayırdetmek güçtür; bu aslında, her sanatçı için böyledir, ama Sabahattin Ali gerçek yaşamında da, hayalinden yarattığı olaylara, gerçekmiş gibi etrafındakileri inandırma oyununda, bir türlü, hikaye yaratıcılığının provasını yapmaktan ayrı bir tat duyardı." (Pertev Naili Boratav)
"Hikayeleri için kendi kurduğu hayallere kendisi de inanır ve başkalarını da inandırmaya çalışırdı" dedikten sonra ekliyor: "Halbuki o kimseyi aldatmış değildir." ( Aziz Nesin)
“Ben Sabahattin Ali'nin öykülerini ortaokul ilk sınıfındayken tanıdım, okudum, etkilendim. Önce 'Ayda Bir' dergisinde öykülerini okumuş, şaşkına dönmüştüm. İlkokulu yeni bitirmiş bir çocuğun önüne yeni bir dünya serilmişti. Kağnı, Değirmen gibi kitapları bana gerçek edebiyatın kapısını açmıştır. O yaşlarda okunan, sevilen, benimsenen şeyler, yaşam boyu unutulmaz. Bugün de bu öyküleri okuduğumda aynı etkileşimi duyarım.”
Sabahattin Ali'nin son kitabı "Sırça Köşk"tür. Kendilerini çok güçlü, yıkılmaz, sarsılmaz şatoların içinde görenler, halkın uyanması, bilinçlenmesiyle kolayca yerle bir olacaklardır. "Sırça Köşk" iktidar sahiplerini pek çok öfkelendiren, öldürülmesine bile etken olan şu sözlerle biter: "Sakın tepenize bir sırça köşk kurmayınız. Ama günün birinde nasılsa böyle bir sırça köşk kurulursa, onun yıkılmaz, devrilmez bir şey olduğunu sanmayın. En heybetlisini tuzla buz etmek için üç beş kelle fırlatmak yeter." (Oktay Akbal )
Sinema’da Sabahattin Ali…
Devlerin Ölümü
Yönetmen: İrfan Tözüm
Yapımcı: İrfan Tözüm
Senaryo: Bilgesu Erenus
Film Öyküsü: Sabahattin Ali
Görüntü Yönetmeni: Ertunç Şenkay
Kurgu: Sedat Karadeniz
Müzik: Oğuz Abadan
Yıl: 1990
Süre: 76' dak
Oyuncular: Tarık Akan, Hümeyra Akbay, Ali Uyandıran, Ülkü Ülker, Kemal İskender, Levend Yılmaz, Zuhal Gencer Erkaya, Mustafa Koç, Nedim Doğan, Mehmet Beyazıt
Konusu:
Cemal, Sabahattin Ali'nin Çilli, Hanende ve Yeni Dünya adlı öykülerinden yola çıkarak "Kadın-Erkek" üzerine farklı bir film yapmak isteyen bir yönetmendir. Amacı kadına yönelik saldırı ve baskıları, kadın erkek ilişkilerinin boyutlarını yorumlamak; ayrıca "yeni insan"a dönük ipuçları aramaktır. Tüm dünyası bu filmi çekmeye yoğunlaşmıştır.
Arkadaşları doğum gününde ona cam kavanozda üç süs balığı hediye eder. Yönetmen balıkların her birinin bir öyküyü temsil ettiğini düşler. Pavyona gittiği bir gece tanıştığı konsomatrisle diyalog kurmaya çalışır. Her şeyden ve kavanozdaki kadınlardan (üç süs balığı) söz edilen bu konuşmasının ardından yönetmenin düşsel yolculuğu başlar ve eski zamanda geçen bir kolajla yönetmen, "Çilli", "Hanende Melek" ve "Yeni Dünya"yı düşünde çekmeye başlar.
Bu üç öyküde, üç ayrı kadının yaşamını, aynı kadının üç ayrı dönemi olarak düşünür ve geçmişten bugüne hiçbir şeyin değişmediğini, kadının sürekli yazgısına terk edildiğini, düşünce, üretim, yaratım ve seçme özgürlüklerinden yoksun bırakıldığının bir kez daha bilincine varır.
Ödüller
-1991-29. Antalya Altın Portakal-Büyük Jüri Mansiyon Ödülü
-1991-En İyi Görüntü Yönetmeni Altın Koza Ödülü
Tiyatro’da Sabahattin Ali.
Kürk Mantolu Madonna
1984 yılında kurulan, şimdiye değin onlarca oyun sergileyen, yaklaşık 300 bin izleyiciye tiyatroyu sevdiren Tiyatrom, 20. yılına unutulmayacak bir prömiyer; Sabahattin Ali'nin Kürk Mantolu Madonna'sı ile giriyor. Türk edebiyatının en başarılı birkaç kaleminden biri olan, bazı Fransız yazarlarınca "Türkiye'nin Gorki'si" sayılan Sabahattin Ali, öykücülüğümüzdeki toplumcu gerçekçi anlayışın ilk örneklerini vermiştir. Değişimden ve yenilikten yana olan yazar, Anadolu insanına yaklaşımı ile Türk edebiyatına farklı bir boyut kazandırdı. Ününü romanlarından ve öykülerinden kazanan Sabahattin Ali, konularını eşitsizliklerden aldı ve Anadolu insanının kentliler tarafından küçük görülmesini eleştirdi.
Hülya Karcı'nın oyunlaştırdığı ve Çetin İpekkaya'nın yönettiği Kürk Mantolu Madonna, 1919'da henüz Kurtuluş Savaşı'nın yeni başladığı yıllarda Türkiye'den Berlin'e okumak için gönderilen Türk delikanlısı olan Raif ile Yahudi bir kız olan Maria (Kürk Mantolu Madonna) arasındaki duygulu bir aşkı anlatıyor. Film ve tiyatro birleştirilerek sahnelenen oyunun birçok sahnesinde filmdeki kişi ile sahnedeki oyun kişisi diyalog halinde. Yani perdede başlayan bir olay zaman zaman sahnede devam ediyor.
Bendeki Sabahattin Ali
-Seneler sürer her günüm,
yalnız gitmekten yorgunum;
zannetme sana dargınım,
ben gene sana vurgunum.
başkalarına gülsem de,
senden uzakta kalsam da,
sevmediğini bilsem de
ben gene sana vurgunum.
-Döndüm daldan kopan kuru yaprağa
seher yeli dağıt beni kır beni
götür tozlarımı burdan uzağa
yarin çıplak ayağına sür beni
ayın şavkı vurur sazım üstüne
söz söyleyen yoktur sözüm üstüne
gel ey hilal kaşlım dizim üztüne
ay bir yandan sen bir yandan sar beni
yedi yıldır uğramadım yurduma
dert ortağı aramadım derdime
geleceksen bir gün düşüp ardıma
kula değil yüreğine sor beni..
-Ey gönül, kuşa benzerdin,
kafesler sana dar gelir;
bir yerde durmaz gezerdin,
hapislik sana zor gelir.
ey gönül, acaip huyun,
boğazından geçmez tayın,
acır testindeki suyun;
aklına nazlı yàr gelir.
gözlerin uzağa bakar,
kimden ne beklediğin var?
yàr semtinden gelen rüzgàr:
"seni unuttu!..." der gelir.
bakmazsa senin yüzüne
çok görme elin kızına;
dışarda serbest gezene
hapiste yatan hor gelir.
ayağında gezen itler
başının üstünden atlar;
hapise düşen yiğitler
yàri dışarda kor gelir.
-Geçmedi yare sözümüz
yollarda kaldı gözümüz
yere sürüldü yüzümüz
böyleymiş karayazımız.
çiçekler açılmaz oldu
pınarlar içilmez oldu
yar bize gülmez oldu
böyleymiş karayazımız.
yalnız ona yar demiştik
onda bir şey var demiştik
o bizi anlar demiştik
böyleymiş karayazımız.
hey gönül gene bu gece
kederim geceden yüce
gel susalım beraberce
böyleymiş karayazımız.
-Göklerde kartal gibiydim.
kanatlarımdan vuruldum;
mor çiçekli dal gibiydim,
bahar vaktinde kırıldım.
yar olmadı bana devir,
her günüm bir başka zehir;
hapishanelerde demir
parmaklıklara sarıldım.
çoskundum pınarlar gibi,
sarhoştum rüzgarlar gibi;
ihtiyar çınarlar gibi
bir gün içinde devrildim.
ekmeğim bahtımdan katı,
bahtım düşmanımdan kötü;
böyle kepaze hayatı
sürüklemekten yoruldum.
kimseye soramadığım,
doyunca saramadığım,
görmesem duramadığım
nazlı yarimden ayrıldım.
-Burda çiçekler açmıyor,
kuşlar süzülüp uçmuyor,
yıldızlar ışık saçmıyor,
geçmiyor günler, geçmiyor.
avluda olta vururum;
kah düşünür, otururum,
türlü hayaller görürüm;
geçmiyor günler, geçmiyor.
gönülde eski sevdalar,
gözümde dereler, bağlar,
aynada hayalim ağlar,
geçmiyor günler, geçmiyor.
dışarda mevsim baharmış,
gezip dolaşanlar varmıs,
günler su gibi akarmış...
geçmiyor günler, geçmiyor.
yanımda yatan yabancı,
her sözü zehir gibi acı,
bütün dertlerin en gücü;
geçmiyor günler, geçmiyor.
-Başın öne eğilmesin, aldırma gönül, aldırma
ağladığın duyulmasın, aldırma gönül, aldırma
dışarda deli dalgalar, gelip duvarları yalar;
seni bu sesler oyalar, aldırma gönül, aldırma
görmesen bile denizi, yukarıya çevir gözü:
deniz gibidir gökyüzü; aldırma gönül, aldırma
dertlerin kalkınca şaha,bir küfür yolla Allaha
görecek günler var daha; aldırma gönül, aldırma
kurşun ata ata biter, yollar gide gide biter;
ceza yata yata biter; aldırma gönül, aldırma...
-Yanıyor beynimin kanı,
bilmem nerelere gitsem?
içime sığmayan canı
hangi rüzgara es etsem?
akşam sular karardı mı?
bir dağa versem ardımı,
içimi yakan derdimi
sağır göklere anlatsam
içiliversem dem gibi,
kırılıversem cam gibi,
şamdanda yanan mum gibi,
sabahı görmeden bitsem
bir yüce ormana dalıp
ya bir dağ başına gelip,
beni yaradanı bulup
malını başına atsam
görünmez kollar boynumda.
yarin hayali koynumda,
sıcak bir kurşun beynimde,
bir ağaç dibinde yatsam…
diğer dökümanlar
Bütün öyküleri
Sabahattin Ali Fotoğraf ve Kitap Kapakları
S.Ali'nin Hikayeciliği ve Romancılığı-Vedat Günyol
Sabahattin Ali Şarkıları
web sayfası
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)