30 Aralık 2021

Armağan Şarkılar-2022


 2021 yılı boyunca severek dinlediğim parçalardan seçtiklerim...

1. Aaron William Pollock-Stealin, Stealin (2:30)
2. Abdullah Ibrahim-Blue Bolero (2:08)
3. Adnan Joubran-That Moment When (4:12)
4. Ahmet Aslan-Ali Ekber Kayış-Bütün İnsanlardan Arzumuz Vardır (3:27)
5. Ahmet Aslan-Ali Ekber Kayış-Şu Dağlarda Kar Olsaydım (4:58)
6. Ahuzar-Nefesim Nefesine (5:07)
7. Alex Riel-Bo Stief-Carsten Dahl-Drømte Mig En Drøm (3:08)
8. Alex Riel-Bo Stief-Carsten Dahl-Høstdansen (2:58)
9. Alex Riel-Bo Stief-Carsten Dahl-Jag Vet En Dejlig Rosa (2:30)
10. Alex Riel-Bo Stief-Carsten Dahl-My Song (3:44)
11. Allison Russell-Quasheba, Quasheba (4:42)
12. Alstad-It Was Always You (4:03)
13. Angela Gheorghiu-Barca pe valuri (4:28)
14. Arash Behzadi-Jan E Maryam (5:28)
15. Arianna Savall-Cancion de la Muerte Pequena (8:40)
16. Arianna Savall-Fantaisie sur Stella Splendens (4:56)
17. Ariel Bart-In Between (4:20)
18. Ariel Bart-Stranger On the Hill (5:35)
19. Ariel Bart-The Year After (5:43)
20. Avishai Cohen-Arab Medley (5:17)
21. Ayşe Tütüncü-Eşikte (3:37)
22. Bai Kamara-Homecoming (4:16)
23. Ballaké Sissoko-Jeu Sur la Symphonie Fantastique (3:37)
24. Birgit Minichmayr-How Like a Winter-Sonnet 97 (5:18)
25. Birgit Minichmayr-When in Disgrace-Sonnet 29 (4:40)
26. Bizet-Les Pecheurs de Perle-Acte1-Romance Je Crois (3:45)
27. Branford Marsalis-The Bard Lachrymose (4:28)
28. Bugge Wesseltoft-Locked out of Heaven (4:10)
29. Calle Rasmusson-October (6:16)
30. Carsten Dahl-Sailing with No Wind (5:33)
31. Cecilie Strange-Eudaimonia (9:09)
32. Cecilie Strange-When Sunny Smiles (7:44)
33. Cem Adrian & Mark Eliyahu-Kül (4:55)
34. Ceren Türkmenoğlu-An (4:27)
35. Ceren Türkmenoğlu-Mâî (5:04)
36. Christina Pluhar-Falvo -Dicitencello vuje! (3:54)
37. Christina Pluhar-Traditional-Lo Guarracino-Tarentella (6:17)
38. Coşkun Karademir-Abyaneh (4:35)
39. Coşkun Karademir-Gülşah Erol-Göç (5:32)
40. Coşkun Karademir-Once Upon A Time-Hesam Naseri (6:18)
41. Coşkun Karademir-Rüzgar (8:31)
42. Daniel Herskedal-Arriving at Ellis Island (3:49)
43. Daniel Herskedal-Dancing Dhow Deckhands (5:55)
44. Derek Gripper & Mike Block-Lam Tooro (4:53)
45. Dom La Nena-Tempo (2:06)
46. Edin Karamazov-O Lord Whose Mercies-Handel (5:55)
47. Eklipse-Mumbai Theme (4:22)
48. Emanuele Sartoris-Notturno impromptu I (5:37)
49. Eple Trio-Birds of India (11:28)
50. Eple Trio-Island Sunrise (4:51)
51. Ercan & Gökhan Çağıran-Kapını Aç (4:54)
52. Etta Cameron-What Is This Thing Called Love (3:19)
53. Etta Cameron-You've Got A Friend (4:11)
54. Fatma Said-13 Canciones Antiguas No.1, Anda jaleo (2:12)
55. Fatma Said-Adieux de l'hôtesse arabe, WD 72 (5:40)
56. Fatma Said-Ana Bent El Sultan (2:23)
57. Fatma Said-El Helwa Di (3:39)
58. Fatma Said-La canción No.2, Canción de Marinela (2:05)
59. Fatma Said-Yamama Beida (3:53)
60. Fazıl Say & Senem Demircioğlu-Çek Şarabı (3:44)
61. Fazıl Say-Zeybek (0:56)
62. Fergana Qasimova-Fuzuli Kantatı (7:14)
63. Francesco Orio Trio-Cum Dederit (4:44)
64. Fırat Tanış-Ruşen Alkar-Beni Hor Görme (5:50)
65. Giovanni Mirabassi-Le Libre Arbitre (5:18)
66. Helge Lien Trio-Liten Jazzballong Revisited (6:11)
67. Helge Lien Trio-Nipa Revisited (4:59)
68. Henning Fuchs-Pacha Mama (2:48)
69. Henning Fuchs-The Storm Will Pass (4:03)
70. Henning Fuchs-Thrive (2:59)
71. Ismail Sentissi Trio-Genoma (4:24)
72. Jakub J.Orliński-Handel-HWV 27-Act2-Furibondo Spira il Vento (4:40)
73. Jakub J.Orliński-Zelenka-ZWV 90-III. Rogate Andante (3:08)
74. Jakub J.Orliński-Żebrowski-Magnificat-II. Quia Respexit (3:08)
75. Jan Bang, Erik Honoré-Lament (2:54)
76. Jan Lundgren, Emile Parisien & Lars Danielsson-Asta (5:10)
77. Jesper Bodilsen-Piensa en Mi (5:33)
78. Joan Baez & Paul Simon-The Boxer (5:40)
79. Joe Bonamassa-Mind’s Eye (6:17)
80. Kenny Drew-Django (9:18)
81. Kenny Drew-Hush-a-Bye (7:06)
82. Kenny Drew-Sometimes I Fell Like a Motherless Child (4:50)
83. Kenny Drew-Sweet Lullaby (3:29)
84. Konstantia Gourzi-Mozart-III-Scherzoso, ma calmo (5:41)
85. Lars Danielsson Liberetto-Cloudland (4:34)
86. Lars Danielsson Liberetto-The Fifth Grade (5:37)
87. Lars Danielsson-Desert of Catanga (6:17)
88. Lars Danielsson-Leszek Mozdzer-Praying (4:14)
89. Leszek Mozdzer-Sanctus (5:27)
90. Leszek Mozdzer-Zdrowy Kollataj (2:40)
91. Leyla McCalla-Lavi Difisil (2:30)
92. Los Luzeros-40 Cartas (2:46)
93. Lukasz Kuropaczewski-Adela (5:58)
94. maNga-Beni Benimle Bırak (3:29)
95. Martin Tingvall-At the Lighthouse (3:08)
96. Martin Tingvall-Clear Sky (2:44)
97. Martin Tingvall-Hide and Seek (3:50)
98. Martin Tingvall-Spring (3:26)
99. Mathias Algotsson-Dmollberg (2:20)
100. Mathias Algotsson-God afton om ni hemma är (4:03)
101. Matthieu Saglio-Vincent Peirani-Bolero Triste (5:26)
102. Mette Juul-Get Out Of Town (3:24)
103. Michel Bisceglia-Lonely Woman (5:58)
104. Michel Godard-Monteverdi-A Trace of Grace (7:48)
105. Mohsen Namjoo-Baroon (5:28)
106. Mohsen Namjoo-Man Mast (7:55)
107. Nathan Evans - Wellerman (Sea Shanty) (2:35)
108. Norah Jones-I'll Be Gone (Live) (4:48)
109. Oddgeir Berg Trio-Vagabond (6:25)
110. Paolo Fresu-Abide with Me (4:36)
111. Philipp Schiepek & Walter Lang-Sumniran (7:19)
112. Pink Martini-Amado Mio (4:48)
113. Randi Tytingvåg Trio-Trøstevise (3:16)
114. Randi Tytingvåg Trio-Vingespenn (3:41)
115. Rembrandt Frerichs Trio-After Johannes (5:04)
116. Rembrandt Frerichs Trio-Dusk II. Autumn (5:20)
117. Ricardo Odnoposoff-Devil's Trill-IIIb. Allegro assai (3:13)
118. Ricardo Odnoposoff-II. Allegro Energico (2:40)
119. Robert Plant-Quattro (World Drifts In) (4:33)
120. Robert Plant-You Led Me to The Wrong (4:17)
121. Romano, Sclavis, Texier-Viso di Donna (3:39)
122. Rouzbeh Rakhsa-Qui est-ce (2:44)
123. Roya & Rizvan-Dünya Senin Dünya Menim (4:04)
124. Selena Lopez-Quizas Quizas Quizas (3:05)
125. Silje Nergaard-One Year (5:34)
126. Steve Unruh-Bluebird (3:35)
127. Steve Unruh-Challenging Gravity (7:26)
128. Yo Yo-Ma-Kayhan Kalhor-Mountains are Far Away (6:08)
129. Yosuke Sato-Mikan No Hana Saku Oka (5:09)
130. Yılmaz Sütçü-Beni Kategorize Etme (3:26)
131. ZAZ-Les jours heureux (4:06)
132. Zbigniew Preisner-Lament (17:21)

132 tracks in Playlist length: 10 hours 29 minutes 10 seconds/1.38 GB

13 Aralık 2021

Wilhelm Genazino

 


22 Ocak 1943’te Mannheim’da dünyaya geldi. Almanca, felsefe ve sosyoloji okudu. 1965’e dek gazetecilik yaptı. 1970’ten sonra radyo oyunları, tiyatrolar ve başarılı romanlar yazdı. 1980 ve 1986 yılları arasında, edebiyat dergisi Lesezeichen’in editörlüğünü üstlendi. 2001’de çağdaş Alman edebiyatının en önemli eserleri arasında gösterilen Ein Regenschirm Für Diesen Tag (O Gün İçin Bir Şemsiye) adlı romanıyla büyük bir başarı kazandı ve 2004'te Almanya’nın en prestijli edebiyat ödülü Georg Büchner Preis’e layık görüldü. 2018 yılında öldü.

Türkçeye çevrilen kitapları:

2014-O Gün İçin Bir Şemsiye 2001
2018-Aşk Aptallığı 2005
2014-Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk 2009
2014-Elden Düşme Dünya 2011



















Wilhelm Genazino-O Gün İçin Bir Şemsiye
Çev. Çağlar Tanyeri / 144 Sayfa

O Gün İçin Bir Şemsiye’nin kırk altı yaşındaki anlatıcısı, bir “ayakkabı denetçisi”dir. Satışa sunulacak yeni modelleri test etmek için Frankfurt sokaklarında henüz sadece kendisinin giyebildiği ayakkabılarla gezinir. Hayatta kendi yolunu bulamamıştır, ama yolda eski aşklarını, arkadaşlarını ve anılarını bulur. Bir “varış noktası” yoktur görünürde, ama her adımda insan ruhunun görünmez yerlerine biraz daha yaklaşır. Sadece sokaklarda değil, bilincin coğrafyasında da yürür ve sıradan görünen bir insanın ne denli sıradışı olabileceğini düşündürür. Varoluşsal sorgulamalar için alışılmadık ölçüde canlı üslubu ve keskin gözlem gücüyle eşyaya ve insanlara her baktığında hayatın bize unutturmaya çalıştığı bir gerçeği hatırlatır: Yine hayatın kendisini.

Hayatlarının yağmurlu ve uzun bir günden, bedenlerinin de o gün için gereken bir şemsiyeden başka bir şey olmadığını hissetme noktasına gelmiş insanların, Wilhelm Genazino’yla derin ve keyifli bir yürüyüşe çıkacakları O Gün İçin Bir Şemsiye’yi Çağlar Tanyeri Almanca aslından çevirdi.


...

Köprüye gelmeden az önce, on üç yıl evvel bir süre peşinde koşup talip olduğum ve fakat beni geri çeviren Anuschka'ya rastlıyorum, beni reddederken şöyle bir cümle sarf etmişti. Senin için fazla kemikliyim. Küçük bir hareketle (boynunu yana eğiyor ve bana sol yanağının reddedici pürüzsüzlüğünü gösteriyor) durdurulmak ve konuşulmak istemediğini bildiriyor. Ricayı anlıyor ve bu doğrultuda hareket ediyorum. Bir baş selamıyla Anuschka'nın yanından geçiyor ve içimden o zamanlar bana sarf ettiği cümleyi tekrarlıyorum. Senin için fazla kemikliyim. Anuschka'dan bana kalan yegâne cümlenin son cümle olması ne kadar tuhaf. Anuschka o zamanlar yaptığı bu atfı unutmuş, daha doğrusu hiçbir zaman muhafaza etmemiş olmasına ve ayrıca ben de hayatın tuhaflığını ancak ceketimi bir çalılığa veya çakıllığa fırlatmak suretiyle ifade edebileceğimi nicedir bilmeme rağmen yine de bu tuhaflık hakkında onunla konuşmak isterdim. 

Kürek yürüyüşlü adam pantolon cebinden bir şeker çıkarıyor, ambalaj kâğıdını yere atıveriyor ve şekeri ağzına götürüyor. Kâğıt, sokakta" yelken açıyor ve ben tam yanından geçerken betonda hoş, yumuşak bir ses çıkarıyor. Olduğum yerde kalmak ve minik şeker kâğıdının hışırtısına biraz daha kulak vermek istiyorum. Anuschka'nın son cümlesinin tuhaflığı minik şeker kâğıdının hışırtısında eriyip yiterken hayatın tüm tuhaflığını hışırtı olarak adlandırmak istiyorum. En iyisi rüzgârın bir o yana bir bu yana sürüklediği minik kâğıdın önünde eğilmek. Fakat aynı zamanda bir süre daha kürek yürüyüşlü adamı takip etmek istiyorum, tabii bu arada tuhaflık için bulduğum yeni sözcüğü ona borçlu olduğum için müteşekkirim.

Messerschmidt'in teklifini kabul ettiğimi hayal ediyorum deneme yollu. Bir anda büyük bir yerel işgüzarlar grubunun içinde bulurum herhâlde kendimi, hem de her gün. Ansızın küçük bir melankoli yanaşıyor yanıma uçuşarak, köprüye doğru taşıyorum onu şu anda. Aynı küçüklükteki bir acı saçmalayarak şöyle diyor: Çıkarını düşünmek ve teklifi kabul etmek zorundasın. Acının işini bitiriyorum, ne var ki melankoliye karşı bir şey yapmak zorundayım. Karşımda kırıtıyor ve benimle cilveleşiyor. Aşağılamam daha etkili olsun diye ona Gertrud adını takıyorum. 

Gertrud Karasafra, kaybol. Derhâl kendini tanıtıyor: Bendeniz Gertrud Karasafra, sizi biraz aşağıya çekebilir miyim müsaadenizle? Kaybol, diye tekrarlıyorum. Kaybolmuyor, tam tersine, beni kolumdan tutuyor, onun kara sıcaklığını hissediyorum. Beni ele geçirdiğini düşünüyor herhâlde. Köprünün parmaklığına doğru itiyor beni, aşağıdaki karanlık suya bakıyorum, Kanıtlanmış değersizlik dolayısıyla hayattan ayrılmak nasıl olur acaba, diye soruyor. Bu soruları tanıyorum, onlara verecek bir cevabım yok. Zor eğitilebilir bir çocukla konuşur gibi ikna etmeye çalışıyor beni Gertrud. Lakin benden istediği şeyleri yine yapmadığım için biraz da kızgın. Köprüde otuz saniye kadar Gertrud Karasafra ile mücadele ediyorum, sonra fark ediyorum ki, güç kaybına uğrayan o, ben değilim. Gertrud'la boğuştuğum esnada kürek yürüyüşlü adamı gözden kaybettim ne yazık ki.


Wilhelm Genazino-Aşk Aptallığı
Çev. Özden Özberber / 178 sayfa

Kıyamet hakkında seminerler vererek hayatını zar zor kazanan elli iki yaşında bir adam ve onun birbirlerinden habersiz iki sevgilisi: Sandra ve Judith. Mükemmel bir Genazino romanı için gereken her şey işte bu kadar...

Yıllar önce başarısız bir evlilik yapan kahramanımız bu iki kadından hangisi ile yaşamak istediğini daha sık düşünmeye başlar ve işler iyice sarpa sarmadan bir karar vermek zorundadır. Sandra ve Judith ikilemini neredeyse bir yazı tura atışıyla çözecek kadar çıkmaza giren isimsiz kahramanımız aynı zamanda yaşam, toplum, aşk, geçmiş gibi konular hakkında ilginç gözlemler yapar, tuhaf işlere kalkışır. Böylece Aşk Aptallığı, kafası karışık bir adamın portresinden ziyade, daha derin bir meseleyi sezdiği halde bunu bir türlü çözemeyen zeki ve hüzünlü bir adamın hikâyesine dönüşür. Özden Özberber'in Almanca aslından çevirdiği Aşk Aptallığı ile Genazino, yine bildiğiniz gibi..


Wilhelm Genazino-Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk
Çev. Süreyya Turhan / 160 Sayfa

Aramızda bir sessizlik oluyor. Yatış pozisyonumuzu değiştiriyoruz, yorgan hışırdıyor. Başlattığımız tartışma içimde, öncekinden de şiddetli bir biçimde devam ediyor. Traudel'le bu tür konuşmalar yapmaya alışık değilim. Ayrıca, gerçekten korkuyorum. Bana göre, bu konuşma bile, çok korktuğum yıkımın gizlice başladığının bir işareti... Şimdi biraz kafa dağıtmayı çok isterdim, ama cinsel birleşmeden sonra televizyonu açmayı ikimiz de kaba buluruz. Fakat burada böyle karanlıkta yatıp duramam da. Yalnızlık normal de, birdenbire ortaya çıkması öyle iğrenç ki.

Sürekli hayat üzerine kafa yoran ve bir imge avcısı gibi etrafındaki küçük ayrıntıları gözlemleyerek mutluluk kırıntıları yakalamaya, bunlara tutunmaya çalışan bir adam iç dünyasıyla, hayatla, işiyle iyi kötü idare ederken, bir gün her şey sevgilisinin çocuk sahibi olmak istemesiyle altüst oluyor. Dengeler bozulmuş, sorgulama ve hesaplaşma başlamıştır artık… "Kafka'nın anlatı geleneğini sürdüren Genazino, titiz ayrıntılarla ördüğü romanlarını giderek mükemmelleştiriyor... Bu kitap küçük bir şaheser."(Jan Bürger)

"Gündelik hayatın ince ince gözlemlenmesi, mizah duygusu, sıradanlığı evrensel bir insanlık durumu olarak yorumlama eğilimi... Genazino'nun tipik özellikleri." (Ulrich Greiner)


Wilhelm Genazino-Elden Düşme Dünya
Çev. Tevfik Turan / 144 Sayfa
 
Elden Düşme Dünya; “güncel” insanlık hallerinin bir Genazino kahramanının zihninde işlenmesiyle ortaya çıkan tuhaflıkların romanı.

“Bu manzara alabildiğine hoşuma gittiği halde göğsümde bir sızı hissediyordum. Çünkü güzelliğin acayip tarafı, insanın onu sadece seyredebilmesidir. Bir tarafını alıp evine götüremez veya küçük bir parçasını özel bir yerde saklayamaz. İnsan güzelliğe ancak hep bakar durur, fazlasını elde edemez. Uzun uzun baktıktan sonra yoluna devam etmek zorundadır.”

Elden Düşme Dünya’nın serbest mimar olarak çalışan isimsiz anlatıcısı, bir meslektaşının ölümü üzerine onun şirketinden gelen iş teklifini kabul eder. Böylece o güne dek kendisini uzak tutmaya çalıştığı modern dünyanın iş ve ilişkiler ağına, biraz da kendi rızasıyla düşmüş olur. Bir zaman sonra da kendisinin, yaşadığı aşkın, katlanmak zorunda olduğu işin, kısacası her şeyin âdeta “elden düşme” olduğu gerçeğini kavrar. İnsan olmanın kaderine kendince başkaldırdığı her seferde kararsızlık, çelişki ve pişmanlık yumağına hapsolurken, hayatı bir parça daha farsa dönüşür.

İç monologları, dünyayı ve yaşamı yorumlayışı, anlaşılmaz kararları ve eylemleriyle yine ele avuca sığmaz bir kahramanın romanı olan Elden Düşme Dünya, Tevfik Turan’ın Almanca aslından çevirisiyle. . .


En iyi idare ettiğim zamanlar, hayatın beni biraz kenara ittiğini hissettiğim zamanlardı. Beni kenara iten kimse yoktu, ama bütün etrafıma baktığımda şiddetle itici olduğunu hissettiğim çok insan vardı. Bu çelişkiyi anlamıyordum, ama keşfetmiş olmak bana iyi geliyordu. Fincanımı çevirdim, çünkü içindeki eşek arısı öbür yüze geçmişti. Fincanın şimdi bana dönmüş olan arka tarafının üst kenarında bulaşıkta temizlenmemiş ruj kalıntıları gördüm. Bir süre bu kirliliği sakince kabullenmeye çalıştım. Ama sonra dünyanın elden düşme haline ilişkin küçük bir tiksintinin içimde yine yükseldiğini hissettim. Garsonu çağırdım, kısaca şikâyetimi belirttim, hesabı ödeyip çıktım. 

Tiksintinin kaybolması için  küçük dükkânların vitrinlerini seyrediyordum. Bir ekmekçi dükkânının kapısında şöyle bir levha asılıydı: 
DÜNDEN KALAN NEFİS EKMEKLER – %50 İNDİRİMLİ
Şansıma, metnin anlamını hemen kavradım. Dünkü hayat yarı yarıya ucuz olmalıydı. Yarıya indirilmiş çağrı beni çekiyordu. Fakat ucuzlatılmış ekmekleri sormaya utanıyordum. Dükkâna girip diyemezdim ya: Şunu, şunu istiyorum; ama hepsi dünkünden olsun lütfen. Aklıma şu geldi: Kabak çekirdekli iki küçük ekmek istedim, satıcı tam bunları kese kâğıdına koyarken de sordum: Dünden kalma mı? Ben mi? diye sordu satıcı kadın ve güldü. Oo! diye bir ses çıktı ağzımdan. Ben gerçekten dünden kalmayım ama yine de bugünün insanıyım, dedi kadın. Cevap çok hoşuma gitti, aklıma yazmak istedim. İki şey, affedersiniz, dünden kalma olarak sadece kabak çekirdekli küçük ekmek istiyordum, dedim. 

Böylece memnun bir halde eve yollandım. Bir an için, eskiden, serbest çalıştığım zaman günün yarısı boyunca yaşadığım bir duygu geri geldi. O zamanlar bir günün, ancak ve ancak niyetsiz, plansız bir şekilde saatlerce turlayıp durmuşsam bana ait olduğu duygusunu yaşadığım anlar olurdu. Bu arada her zaman, insanların bugün de dün ve önceki gün yaptıkları şeyleri yapıp yapmadıklarını görmek isterdim sadece. Büyük şüpheler içinde dolaşan insanların çoğu gibi her şeyi çok çok az biliyordum. Ama şimdi, indirimli iki kabak çekirdekli küçük ekmekle eve dönmekteydim.


daha fazlası için web


27 Kasım 2021

Jakub Jozef Orlinski

 

Jakub Józef Orliński (8 Aralık 1990, Varşova, Polonya) 

Barok eserlerin yorumlarıyla tanınan Polonyalı kontrertenor. Sanatçı bir anne ve grafik tasarımcı bir babanın oğlu. Her iki tarafta da büyükanne ve büyükbaba mimar. Sekiz yaşındayken tamamı erkek olan Gregoryen korosuna katıldı,16 yaşında korosunda bas-bariton söylemeye başladı. 2009 yılında Varşova'daki Fryderyk Chopin Müzik Üniversitesi'ne girdi, Mezzo-soprano Anna Radziejewska ile çalıştı. 2013 yılında Polonya ve Almanya'da John Blow'un 1680-85 operası Venus and Adonis ile George Frideric Handel'in Alcina operasında Ruggiero gibi rolleri seslendirdi.

 2015 yılında Juilliard School'da soprano Edith Wiens ile çalışmak üzere New York'a taşındı . 2016 yılında Jonathan Dove'un 1998 tarihli Flight Flight filminde mülteci olarak rol aldı. 2017 de Handel'in Agrippina operası 'da genç vokalistler için prestijli bir yarışma olan Metropolitan Opera 's National Council Auditions'ın beş kazananından biri seçildi, yine 2017'de Fransa'da Aix-en-Provence Festivali'nde, Francesco Cavalli'nin 1655 operası Erismena'daki Orimeno rolüyle ilk kez sahneye çıktı, konserin Facebook'ta canlı yayınlanacağından habersiz olan Orliński, gündelik kıyafetlerle şarkı söyledi ve bu görünümü ile olağanüstü sesi arasındaki karşıtlık insanların ilgisini çekerek daha fazla tanınmasına yol açtı. 

Albümleri

Solo

-2018-Anima Sacra
-2019-Facce d'amore
-2021-Anima Aeterna

Bilikte
-2018-Girona Recital
-2018-Handel-Enemies in Love
-2018-Vivaldi-Vedro con mio Diletto
-2021-Alleluja; Pomo d'Oro, Zefira Valova


Jakub Jozef Orlinski-2021-Anima Aeterna

01-Barbara, dira effera, ZWV 164: I.Barbara, dira, effera 
02-Barbara, dira effera, ZWV 164: II.Vicit leo de tribu Juda 
03-Barbara, dira effera, ZWV 164: III.Alleluja 
04-Il Fonte della salute, aperto dalla grazia K.293-Non t'amo per il ciel
05-Laetatus sum, ZWV 90: I.Laetatus sum-Allegro assai 
06-Laetatus sum, ZWV 90: II.Illuc enim-Allegro assai 
07-Laetatus sum, ZWV 90: III.Rogate-Andante 
08-Laetatus sum, ZWV 90: IV.Fiat pax-Larghetto
09-Laetatus sum, ZWV 90: V.Gloria-Adagio
10-Laetatus sum, ZWV 90: VI.Sicut erat-Allegro assai
11-La Giuditta: "Giusto Dio" 
12-Il Davide trionfante: "Un giusto furore che m'arde nel core" 
13-Laudate pueri: I.Laudate pueri, Dominum
14-Laudate pueri: II.Quis sicut Dominus 
15-Laudate pueri: III.Suscitans a terra inopem 
16-Laudate pueri: IV.Gloria
17-Laudate pueri: V.Sicut erat in principio-Amen 
18-Antiphon in D Minor, HWV 269 "Alleluja,Amen" 

albüm için


04 Kasım 2021

Elia Kazan

 

Rum kökenli Kayserili bir ailenin oğlu olan Ellia Kazancıoğlu 7 Eylül 1909’da İstanbul’un deniz gören bir semtinde dünyaya gelir. Ailesi Birinci Dünya Savaşı patlak vermeden 1913 yılında Ellia henüz 4 yaşındayken ABD’ye göç eder. Amerika’ya göç ettikten sonra adı Elia Kazan olan küçük çocuk New York eyaletindeki New Rochelle’de büyür.

New Rochelle Lisesinden mezun olduktan sonra Massachusetts’te Williams College’de onur listesine girerek yükseköğrenimini başarıyla tamamlar ve Yale Üniversitesinde tiyatro öğrenimi görür. 1932 yılında New York’ta oyuncu olarak tiyatroya başlayan Elia, 1939 yılına kadar burada çalışır. 1940 yılında ise tiyatro yönetmenliği yapmaya başlar. Ünü tüm Amerika’ya yayılır ve Broadway‘in en iyi yönetmenleri arasına girer.

1934’te Komünist Parti’ye giren Kazan, tiyatro müdürünü görevden almak isteyen partinin, Müdür Strasberg’e karşı başlattığı ‘oyunlara’ katılmayınca 1936’da partiden atılır. Kazan, daha fazla insana ulaşmak için sinemaya yönelir. Anatole Litvak’ın yönetimi altında çekilen “City of Conquest” filminde oyuncu olarak rol alır. Bu arada çok sayıda belgesel de çeker. 1944 yılında ise sinema filmleri yönetmeye başlar.

Kazan, 1945 yılında ilk uzun metrajlı filmi “A Tree Grows in Brooklyn” (Bir Genç Kız Yetişiyor) filmini çevirir. İki yıl sonra çevirdiği “Gentleman’s Agreement” (Centilmenlik Anlaşması) filmi ise üç Oscar’la ödüllendirilir. Kazan, 1947 yılında Cheryl Crawford ile birlikte ‘Actors Studio’ adındaki kendi aktörlük okulunu kurar. Amerikan yaşamının çatışmalarına, Amerikalıların problemlerine eğilen ilk yönetmenlerden biri olur.


Kazan, 1945 yılında ilk uzun metrajlı filmi “A Tree Grows in Brooklyn” (Bir Genç Kız Yetişiyor) filmini çevirir. İki yıl sonra çevirdiği “Gentleman’s Agreement” (Centilmenlik Anlaşması) filmi ise üç Oscar’la ödüllendirilir. Kazan, 1947 yılında Cheryl Crawford ile birlikte ‘Actors Studio’ adındaki kendi aktörlük okulunu kurar. Amerikan yaşamının çatışmalarına, Amerikalıların problemlerine eğilen ilk yönetmenlerden biri olur.

Elia Kazan açtığı bu aktörlük okuluyla Hollywood’a unutulmaz bir oyuncu kuşağı kazandırır. En gözde öğrencilerinden biri unutulmaz filmlerinde başroller verip bir ikon haline getireceği Marlon Brando olur. Kazan’ın aktörlük okulundaki bir diğer öğrencisi olan James Dean ise Kazan’ın 1955 yılı yapımı olan “Cennet Yolu” adlı filminde oynayarak bir ‘kült figür’ olma payesine erişir. Tanınmamış oyuncularla çalışmayı seven Elia Kazan, Rod Steiger, Natalie Wood, Lee Remick, Warren Beaty gibi isimleri de Hollywood’un ünlüleri arasına katar.

1952 yılında gösterime giren Viva Zapata filminde Meksikalı devrimci halk önderi Emiliano Zapata’nın öyküsünü, 1954 yılında çektiği Rıhtımlar Üzerinde filminde ise liman işçisi olan eski bir boksörün işçileri örgütleme öyküsünü anlatan ve eski bir komünist olan Elia Kazan, bu yıllarda Amerika’da hortlayan anti-komünizm furyasında kovuşturmalara uğramaktan kendini kurtaramaz.

1960’ların ortalarında tiyatrodan uzaklaşmaya başlayan Elia Kazan sinemayı da ikinci plana bırakarak yazarlık yapmaya başlar. 1988 yılında 7. Uluslararası İstanbul Film Festivalinde seçici kurul başkanı olur. Ayrıca 1988 yılında yönetmenliğini ve senaristliğini Zülfü Livaneli‘nin yaptığı “Sis” adlı filmde konuk oyuncu olarak rol alır. Yaşamı boyunca hep ailesinin yaşadığı toprakları görebilmeyi isteyen Elia Kazan,1970’lerden itibaren Türkiye’yi sık sık ziyaret eder. 1972-1997 yılları arasında tam üç kez Kayseri’ye, atayurdu Germir’e de gider. 28 Eylül 2003 tarihinde Manhattan’da 94 yaşında hayata veda eden Kazan, arkasında onlarca film, tiyatro oyunu ve kitaplar bırakan bir Anadoluluydu...


Yönetmenliğini yaptığı filmler

-1945-A Tree Grows In Brooklyn
-1947-Boomerang!
-1947-Gentleman's Agreement 
-1947-The Sea of Grass
-1949-Pinky
-1950-Panic in The Streets  
-1951-A Streetcar Named Desire  
-1952-Viva Zapata!  
-1953-Man on a Tightrope 
-1954-On the Waterfront 
-1955-East of Eden  
-1956-Baby Doll  
-1957-A Face in the Crowd 
-1960-Wild River
-1961-Splendor In The Grass  
-1963-America, America 
-1969-The Arrangement 
-1972-The Visitors
-1976-The Last Tycoon

Bütün filmlerini beğendim, bazılarında tiyatro izliyorum gibi geldi ve hepsinde de size iyi bir öykü vaadediyor.. Yukarıdaki sıraya göre filmlerin konularını zor ve yanıltıcı da olsa bir iki cümleyle özetledim : (filmlerin hepsi nette mevcut sadece Man on a Tightrope'ın Türkçe altyazısı yok)

"Bir kızın büyüme öyküsü/ Kasaba dışından gelmiş birinin masumiyetini kanıtlama/ Yahudilik konusunda önyargıyı kırma/ İşkolik zengin bir çiftçinin sevgisiz evliliği/ Zenci bir hemşirenin beyazların dünyasında yürüttüğü mücadele/ Öldürülen vebalı bir kişinin katilini veba daha fazla bulaşmadan bulma/ Düşkün ama görmüş geçirmiş bir kadının kızkardeşine sığınmak zorunda kalırken geçirdiği iç dünyasındaki fırtınalar/ Emiliano Zapata nın öyküsü/ Liman işçilerinin örgütlenerek ayaklanması / İki kardeşten daha az sevilenin verdiği mücadele/ Kaba ve köylü bir gitaristin medya sayesine nerelere kadar yükselebileceğinin öyküsü/ Yaşlı bir kadının nehir üzerindeki bir adadaki evinden zorla çıkarılmasına karşı verdiği mücadele/ Sınıfın, servetin, sanayinin, kilisenin ve ailenin belirlediği sosyal çelişkilerin duru, yoğun bir analizi/ 19. yüzyıl sonlarında Anadolu topraklarında yaşayan Yunanlı bir ailenin Amerika'ya göç etme hikayesi/ İki kadın arasında kalan bir erkeğin hayatında kendini bulma savaşı/ Vietnam Savaşı'ndan dönenlerin kolayca şiddete yönelebilecekleri/ Hollywood ta başarılı bir yapımcının etrafında geçen karmaşık ilişkiler..."

Bir de Elia'nın hayat öyküsünü yazmak yerine onun son dönemlerine tanıklık etmiş ve daha sonra bunu kitaplaştırmış Zülfü Livaneli'nin "Elia ile yolculuk" kitabından kısa alıntılar yaptım..


"Amerika’ya dört yaşında gelmiş -getirilmiş demek daha doğru- olduğu için, hele o yılların koşullarında, yani 20. Yüzyıl başlarında Amerika'nın filmlerini gören değil, yaratan ve dünyaya gösteren biriydi o. Kendini Amerika’lı sayan bir Anadolulu, Rum sayan bir Türk, Türk sayan bir Rum, Anadolulu sayan bir Amerika’lı, New York’lu sayan bir göçmen, göçmen sayan bir New York’lu. Belki de hiç biri. Hem hepsi, hem hiçbiri. Üst üste binmiş kimliklerin çoğaltırken azalttığı, güçlendirirken zayıflattığı bir adam. Adı Elia, adı İlya, İlyas, Aliya; soyadları Kazancıoğlu, Kazan; annesinin kızlık soyadı ise Şişmanoğlu."

"Uzlaşma diye bir roman yazan ama hiç uzlaşmamış bir savaşçı. Daha doğrusu hayatında bir kez iktidar sahipleriyle uzlaşma denemesinde bulunmuş ve yüzüne gözüne bulaştırdığı bu zayıflığın bir cezası olarak, ciğeri her gün kartallar tarafından yeniden parçalanan bir Prometheus olarak yaşamış ve bununla ölmek zorunda kalmış bir adam."

"Amasya kentinde bir çocuk görüyorum şimdi. Şehrin tek sinemasında, öğleden sonra, loş salonun tenha yalnızlığında, kırmızı kadife koltuklu bir locada tek başına oturmuş, bu adamın yönettiği bir filmi izliyor. Babası o şehrin savcısı olduğu için, filmi savcıya ayrılan locadan izleme ayrıcalığına erişmiş yedi yaşında, kısa pantolonlu, dizleri her akşam büyük bir zevkle, üstündeki yarı tutmuş kabuğu kaldırarak tekrar kanattığı, yarı kahverengi yarı pembe yaralarla dolu. Uzak iklimlerin, uzak yaşamların düşünü kuran ve hayalhanesini öğleden sonraları tek başına, bir tapmak gibi sığındığı, böcek ilacı kokan, zemin tahtaları gıcırdayan; karanlık sinema salonunda gördüğü filmlerle doldurmaya çalışan bir çocuk."


"Küçük Asya denilen ve milattan önce on bin yıla ait uygarlık kalıntıları bulunan bu toprak, binlerce yıl boyunca değişik kavimlerce işgal edilmişti. Hattiler, Hititler, Frigya, İyonya, Karya, Bergama medeniyetleri, Büyük İskender, Romalılar, Bizanslılar, Persler, Araplar, Türkler, Moğollar, Haçlılar, Ruslar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar. Kafkasya, Mezopotamya ve Balkanlar gibi tarih boyunca alev alev yanmış üç belalı bölge arasındaki bu topraklarda hayatta kalabilmek; yeni gelen her güce boyun eğmekle, gerçek düşüncelerini bir riyakârlık perdesi altında gizlemekle mümkündü. Elia’nın “Anadolu gülüşü” dediği ve halıcı babasından öğrendiği şey buydu işte. Sahte bir gülüş. Amerika Amerika Filminin ilk adı da Anadolu Gülüşü idi zaten. Ama Elia bu tanıma girmiyordu. Bence kendine haksızlık etmişti; belki de kendini hırpalama, cezalandırma yönteminin bir parçasıydı bu."

"Öz yaşam öyküsünü yazarken bu kadar derine inmesi, kendini çırılçıplak toplumun önüne atması da ailesini, annesini, eşlerini, çocuklarını, dostlarını üzme pahasına göze alınan korkunç bir cesaret örneği. Her an, Calut’un karşısına dikilme gözü pekliğini gösteren ufak tefek, çelimsiz bir adam. Ay tanrıçasına âşık olan çoban Endymion gibi kaderini bilme cezasına çarptırılmış, değiştirmesinin mümkün olmadığı korkunç bir sona doğru ilerlediği halde, son ana kadar mücadeleyi elden bırakmayan bir karakter. Alaycı, küstah, kuşkular içinde ama cesur. Kendisine karşı, entelektüel bir mazoşizm sayılabilecek derecede öfkeli. "

"Arthur Miller, Bütün Oğullarım adlı oyununu ona ithaf etmişti. Onun en güzel oyunlarının yönetmeniydi. Kendisi HUAC engizisyonunun karşısına Marilyn Monroe’yla beraber çıkmış, ifade vermiş, onca baskıya rağmen başka insanların isimlerini vermeyi reddetmişti. Bu da yüceltmişti onu elbette. Ama daha sonra, zararsız da olsa birtakım isimler zikrettiği için ona dert yanan Elia’nın omzuna kolunu atarak “Üzülme, ben senin yüreğinin doğru yerde olduğunu biliyorum.” demişti."


"Elia, ailesinden devraldığı bir kültürel mirasla, Türklerden hep korkmuştu. Onun gözünde Türk, kaba saba, sert, vahşi ve ilkel demekti ki bu tanım Osmanlı sarayının Türk tanımına da son derece uymaktaydı. Hanedanın kökeni Orta Asya Türklerine dayanmasına rağmen kendilerini o kadar kozmopolit bir kültüre emanet etmişlerdi ki, Anadolu Türk köylülerine “idraksiz Türkler”, “çirkin yüzlü Türkler” demekten geri durmuyor ve birisine çok kızdıkları zaman “Bre vahşi Türk” diye hakaret ediyorlardı. Bu mirasla, yani Türk korkusuyla büyümüş olan Elia, bana bir gün bir itirafta bulundu. “Çok garip” dedi, “Yaşlılık yıllarımda sizlerle yakınlaştıktan sonra, Türkleri sevmeye başladım ben. Öyle ki Yunanistan bana daha yabancı artık.”

"Amerika’da üniversite okumuş, edebiyat bilen, Tennessee Williams gibi yazarların eserlerini sahnelemiş, kendisi de müthiş romanlar yazmış bir adam olarak “entelektüel olmadığı” iddiasındaydı. Oysa bir entelektüeldi; yani hayatını düşünerek yaşıyordu, entelekti her şeyin önündeydi. Nedense bunu inkâr eden bir tutum içindeydi hep."

"Üç Oscar heykelciği olan yönetmen, sinemada da lenslerden, teknikten anlamadığını iddia ederdi. Beckett, Brecht hatta Shakespeare’den sıkıldığını söylerdi. Brecht’in bir oyununu yönetme teklifini reddetmişti. Ne garip değil mi? New York entelektüel dünyasının en önemli isimlerinden biri olmasına, 20. yüzyılın zirvelerine tırmanmasına rağmen, Anadolulu olduğunu iddia eden bu adam, şöhretin büyüsüne kapılmadı hiç."


"Hayatına girmiş onca önemli insandan söz ederken, sanki köşe başındaki bakkalı ya da otobüs biletçisini anlatır gibi, onların şöhretini hiç umursamadan konuşurdu. Gençlik yıllarının sevgilisi Marilyn Monroe, hiç âşık olmadığı “iyi kalpli bir taşralı kız”; Marlon Brando, Rıhtımlar Üzerinde filmini çevirirken, kendisi ve bütün ekip korkunç soğukta beklemek zorunda kaldığı için, sıcak otelde dinlenmesine kızdığı ama olağanüstü yeteneğine saygı duyduğu bir aktör; Kari Malden “sıkı dost”; Kirk Douglas, Uzlaşma filminin başarısızlığına yol açan kibirli bir adamdı mesela. Kendi dâhil, hiç kimsenin şöhreti Elia’nın umurunda değildi. O, yıldız tozlarının ardındaki insanı görürdü her zaman."

"Dostluğa, arkadaşlığa diğer sanatçılardan daha çok önem verdi. Yoksa bu büyük yönetmen, benim gibi bir “Türk’ün” filminde niye küçük bir rol oynamayı kabul etsindi ki? Bu da bir çeşit kader olmalı. Elia Kazanın oynadığı son rol, benim Sis filmimde, İstanbul’daki bir kahvede tavla oynayan adam rolü oldu."

"Bazı gündelik davranışları Anadolu köylü geleneklerini çağrıştırırdı. Bunlardan biri, yemek işine hiçbir seremoni karıştırmaması, bunu görev yapar gibi bir çırpıda halledivermesiydi. Uzun uzadıya yenen şaraplı yemekler, masa başı sohbetleri ona göre değildi. Manhattandaki evindeyken çoğu zaman, çok sevdiği Ben and Jerry s dondurmasıyla geçirirdi gününü. Frances’in pasta ziyafetleri dışında o evde pek yemek yapıldığını hatırlamıyorum. Dondurma Elia için yeterli bir gıdaydı, hem de çok zevkli bir gıda. Yemek sofrasına eğreti oturur, önüne konan tabaktaki yemeği beş dakika içinde yutar, sonra da kızdığı bir eşyaymış gibi tabağı elinin tersiyle uzağa iterek Türkçe “İş bitti!” derdi."


"Elia’daki yemek alışkanlığı Anadolu köylü geleneklerinden mi, yoksa Ortodoks ritüellerinden mi geliyordu bilmiyorum ama yemek dışındaki bütün zevklere, özellikle de kadınlara olağandışı bir düşkünlüğü olduğunu biliyorum. Zaten bunları olanca içtenliğiyle öz yaşam öyküsünde ve Uzlaşma romanında anlattı. Büyük bir cesaret işiydi bu. Çünkü Engels’in dediği gibi: “İnsanlar gece yaptıkları işleri gündüz konuşmaya çekinirler.” Hele yazıya geçirmek, çok ama çok zor bir iştir. Bunu yapabilmek için insanda Jean Genet, D. H. Lawrence, Henry Miller gibi delice bir cesaret bulunması gerekir ki, Elia’da bu vardı işte. Her satırında kendini çarmıha gererdi."

"Kadınlarla ilişkilerinde dikkatimi çeken bazı noktalar vardı. Birkaç kez çok âşık olmuştu ama bu kadınların hepsi de sarışın, Amerika’lı (ya da son karısı gibi İngiliz), WASP niteliklere sahip kadınlardı. Buna rağmen, dünyada Amerikan sarışın kadınının simgesi olan ve bir süre hayatını paylaştığı Marilyn Monroe’ya âşık olmamıştı. Hatta onu Arthur Miller’a kendi elleriyle teslim etmiş, sonra da ara sıra onu, kendisine kötü davranan Miller’a duyduğu aşkı dinleyerek teselli etmek durumunda kalmıştı. Bu teselliler yatakta yapılıyordu elbette. İlk karısı Molly’ye de âşık olmuştu, son karısı Francese de. Elia ilk karısı Molly’yi hiç unutamıyordu. “Ölümünün üstünden bunca yıl geçti ama ben hâlâ Molly’yle konuşuyorum. Önemli kararları hep ona danışıyorum.” diyordu. Şimdiki karısı Frances’le aralarında neredeyse kırk yaş fark vardı. Anadolu köylü şivesiyle “Biraz delidir ama iyi kızdır.” diyordu onun için. Anadolu’da olduğu gibi, “deli’yi övücü bir söz olarak kullanıyordu. Sonra ekliyordu: “Bu yaşımda bana bir yuva yarattı.”

"İlginç bir biçimde hayatına, Yunan, Türk, Doğulu, esmer kadınlar hiç girmemişti. Ulaşmak istediği Amerikan hayatına kavuşma isteği miydi bu? WASP’larla yatakta buluşmak ve erkekliğini onlar üzerinde denemek arzusu muydu? Yoksa tek husyeli oluşun verdiği bir rahatsızlığı, mümkün olduğu kadar çok ve ulaşılmaz görünen kadınla yatarak tersine çevirme azmi miydi, kim bilir? "

"Karısı, salondaki sehpanın üzerine üç Oscar heykelciğini kondurmuş. Altın heykeller yan yana duruyor. Birinci heykelciği Centilmenler Anlaşması, İkincisini Rıhtımlar Üzerinde filmiyle almış. “İlk ikisini almak için çok çalıştım.” diyor. “Üçüncüyü ise hediye olarak verdiler.” Yaşam Boyu Başarı Oscarı’nı kastediyor. “Hiçbir önemi yok bunların.” diyor. “Oscar için onca yaygara kopardılar. Ben de aldırmadığımı göstermek için, heykelciği herkesin gözünün önünde karımın eline tutuşturuverdim.”
 

"Çalışma odasındaki resim ormanına bakarken, genç ve güzel, iyi giyimli bir kadını gösterip sormuştum ona: “Bu kim?” Annesi olduğunu söylemişti: Athena Şişmanoğlu. Resim 1900’lerin başında Anadolu’da, Kayseri şehrinde çekilmişti. Orayı bilip bilmediğimi sordu. Elbette bildiğimi söyledim. Kadim bir şehirdir dedim. “Peki, o meşhur dağı da biliyor musun?” diye sordu ve güldü. “Babam her zaman bu dağda yetişen üzümlerden söz ederdi bana. Öldüğü güne kadar hep bu üzümleri sayıkladı. Ona göre dünyada başka üzüm yoktu.”

"Hem anne hem baba tarafının Kayserili olduğunu anlattı. Babasıyla amcasının Kayseri Kapalı Çarşıda bir halıcı dükkânları varmış. Annesi ise resimde görülen Germir kasabasındanmış. Resme daha dikkatlice baktım. Görkemli bir Ortodoks kilisesinin önünde duran ve İtalyan Orta Çağını çağrıştıran güzel giysiler giymiş bir genç kadın. “Annemin doğurduğu bütün çocuklar öldü.” diyor. “Benden başka… Hepsi de benden küçük üç kardeş kaybettim. Evlat acısı gördüm. Ama insanoğlu her şeyin üstesinden geliyor.”

"Ben resme dalıp gitmişken birden yakama yapıştığım hissedip şaşırıyorum. Büyük bir tutkuyla kendisini oraya, o kasabaya götürmemi istiyor. “Beni götür oraya, çabuk götür, hemen götür!” diyor. İyi ama ne zaman, falan diye kırık dökük bir şeyler mırıldanıyorum. Hemen diyor, mümkün olduğu kadar çabuk, hemen. Annesinin kasabasını bulup bulamayacağımı soruyor. Elbette buluruz, diyorum. Herhalde ismi değişmiştir, Anadolu’daki her Rum yerleşiminin adı değişti, Türkçeleştirildi. Rumlar gittikten sonra, onlardan kalan izleri silmeye giriştiler. Tutulduğu heyecan fırtınası karşısında daha fazla direnemiyorum ve bu çılgın fikre “Peki,” diyorum, “gidelim. Annenin memleketini bulalım.” “Tamam” diyor muzip bir gülümsemeyle, omzuma vuruyor. “Tamam, iş bitti.”


"Telaşlı kalabalık Kadıköy’de vapurdan iniyor. Biz de onlarla birlikte sürüklenerek bu kadim semte dalıyoruz. “Burada doğmuşum” diyor bana, “dört yaşına kadar da bu semtte yaşamışım. Sonra… Amerika.” Bir şey hatırlayıp hatırlamadığını soruyorum. Dört yaşına kadar ne hatırlayabilir ki insan? Olsa olsa birkaç silik izlenim kalır. O da öyle anlatıyor zaten. “Dedemin beni elimden tutup bir kahveye götürdüğü gibi bir görüntü var kafamda.” Ama daha sonra gelmiş olduğunu hatırlatıyorum. “Evet” diyor, “Amerika Amerika’yı çevirirken geldim.” Gülüyor. O filmi yaparken Türk hükümetinin başına birçok dert açtığını söylüyor. “Ne gibi dertler?” diye soruyorum. “Bir kere” diyor, “sırtlarında ağır yükler taşıyan hamalların gösterilmesini istemiyorlardı. Bir de Altın Boynuz meselesi vardı. Orada çekim yaparken polis bizi engellemek istedi. Gerekçesi de o zamanlar Altın Boynuz adını taşıyan yerin çok kötü kokmakta olduğuydu ki, doğruydu bu. Ben de polise “Korkmayın, filmlerde koku çıkmıyor henüz” dedim.” Gülüyoruz."

"Sonunda sora sora Elia’nın anne evinin kalıntılarını bulabiliyoruz. Yapı çökmüş, çamurlar içinde birkaç yıkık duvar kalmış sadece. Bir zamanlar orada bir ev olduğunu, insanların yaşadığını hayal etmek bile çok zor. O anda Elia’nın yüzündeki büyük acı ifadesi, neredeyse elle tutulur hale geliyor. Yaşlı dudakları titremeye başlıyor. Burnunun kızardığını, gözlerinin dolduğunu görebiliyorum. Elia’yı en çok yıkılmış gördüğüm an budur."




Filmlerinin afişleri ile Elia ile yolculuk kitabının pdf'i

04 Ekim 2021

Kenny Drew Trio

 

Kenneth Sidney " Kenny " Drew (1928-1993)
Amerikalı caz piyanisti.

Drew, Amerika Birleşik Devletleri, New York'ta doğdu ve beş yaşından itibaren piyano dersleri aldı. Manhattan'daki High School of Music & Art'a katıldı. Drew'in 1950'deki ilk kaydı Howard McGhee ile oldu ve sonraki iki yıl boyunca Buddy DeFranco, Coleman Hawkins, Lester Young ve Charlie Parker'ın liderliğindeki gruplarda çalıştı. California'da kendi üçlüsü ile kısa bir süre geçirdikten sonra, Drew New York'a döndü ve Dinah Washington, Johnny Griffin, Buddy Rich ile çaldı. 1957'de John Coltrane'in Blue Train albümünde yer aldı.

Drew, bu dönemde Avrupa'ya yerleşen Amerikalı caz müzisyenlerinden biriydi: 1961'de Paris'e, üç yıl sonra da Kopenhag'a taşındı. Amerikan caz dinleyicisinin ilgisini kaybederken, Avrupa'da geniş bir takipçi kitlesi kazandı. Danimarkalı basçı Niels-Henning Ørsted Pedersen ile birçok albüm kaydetti . "Kopenhag'da yaşamak ve oradan seyahat etmek," dedi Drew, "Muhtemelen, bir grup müzisyenle müzikal olarak kilitlenmiş olabileceğim New York'ta kaldığımdan daha farklı bağlamlarda çalıştım. Bu şekilde, müzikal antenlerimi formda tutabildim, aynı zamanda çalışmak için daha fazla zamanım oldu ve kendi çabalarımda daha derine indim."

Drew ve Dexter Gordon, Ole Ege'nin sinemalarda gösterime giren hardcore pornografik filminin müziklerini yaptılar.

Drew Ağustos 1993'te Danimarka'nın Kopenhag kentinde öldü.Kopenhag, Nørrebro'daki Assistens Mezarlığı'na defnedildi. Adı Güney Kopenhag'da bir caddeye verildi. Oğlu Kenny Drew Jr. da bir caz piyanistiydi.

albümleri

pastel albüm kapakları da çok sevimli..


ve dinlemek için 2 albümü...



01-Lullaby of Birdland
02-Sweet Lullaby
03-Wiegenlied
04-Summertime
05-Hush-A-Bye
06-Russian Lullaby
07-Lullaby in Ragtime
08-Your Soft Eyes

Kenny Drew- piano
Niels Pedersen- bass
Ed Thigpen- drums




1. Django   
2. Willow Weep For Me  
3. Oh, Peter Go Ring Dem Bells  
4. The Last Romantic   
5. Elegy   
6. Tune Down   
7. Sometimes I Feel Like a Motherless Child  
8. The Days Of Wine And Roses  
9. Finale 

Kenny Drew- Piano
Niels Pedersen- Bass
Ed Thigpen- Drums



17 Eylül 2021

Jaco van Dormael

 


Jaco Van Dormael (d. 9 Şubat 1957)
Belçikalı yönetmen, senarist ve oyun yazarı.

Van Dormael sinemasının kökleri, yönetmenin dünyaya gözünü açtığı güne uzanıyor esasen. Doğumunda göbek kordonunun boynuna dolanması nedeniyle neredeyse boğulunca, doktorlar yetersiz oksijen almasının zihinsel engele yola açabileceğini söylemiş. Böyle bir durum yaşanmamış elbet fakat bu sarsıcı olay yönetmenin kişisel yaşamında ayrı bir yer edinmiş. Sıklıkla zihinsel ve fiziksel engelli insanların deneyimlerinden, dünyaya baktıkları pencereden ilham alması; bunu da derin saygı içeren bir anlayışla gerçekleştirmesi boşuna değil. Onların “yaşama ve yaşamı sevme yeteneklerine" olan hayranlığını sıkça dile getirmekte.

Bilindiği üzere çocukluk ve masumiyet, Van Dormael’in kariyeri boyunca işlediği güçlü temalar arasında. Henüz sinemaya atılmamışken palyaço olarak çalışması, hatta çocuk tiyatrolarında yapımcı kisvesiyle görev alması bundandır pek şaşırtıcı değil. Gençlik yıllarını Avrupa topraklarını arşınlayıp farklı kültürleri keşfederek geçiren yönetmen, INSAS ve Louis Lumière Koleji’nde sinema eğitimi aldıktan sonra, 1981’de ilk kısa metraj filmi Maedeli la brèche’i çekti.


İlk kısa metrajıyla Akademi’nin ödüllendirdiği bir yetenek

Van Dormael filmin merkezine bir akrabasına emanet edilmiş, kırsaldaki yaşamı keşfeden Mathieu’yu ve erkek olmayı hayal eden küçük Maedli’yi yerleştirmişti. Onun ne kadar umut vadeden bir keşif olduğu okyanusun öbür tarafında da fark edildi ve Maedeli la brèche ile Van Dormael, Oscar’ın arkasındaki kurum olan Sinema Sanatları ve Bilimleri Akademisi tarafından “Öğrenci Akademi Ödülü”ne layık görüldü. Van Dormael verimli bir üretim sürecine başlayıp, 80’lerde arka arkaya önemli kısalar çekti.

14 dakika uzunluğundaki kısa belgesel Stade 81 (1981), çeşitli engelli gruplarından sporcuların yarıştığı Paralimpik Oyunları’nı odağına almaktaydı. Ardından iki zihinsel engelli bireyi yakın merceğe alan L'imitateur (1982) ve bir başka belgesel çalışma olan Sortie de secours (1983) geldi. Bu dönemki işleri arasında en beğenilen ise È pericoloso sporgersi’dü (1984). Çeşitli Avrupa festivallerinden ödülle dönen yapım zor duruma itilen, imkansız bir karar vermesi istenen bir çocuk hakkındaydı.

1985’te çektiği müzikal De boot’un yanı sıra; Where I'm Headed (1999), La ceinture (2006), Eole (2010) ve The Shape (2019)’in de adını anmak gerek. Lumière et compagnie (1995) içinse ayrı bir parantez açmalı. Proje için, Lumière kardeşlerin icatı orijinal sinematograf kamerayı kullanarak, kısa metraj film çekmiş kırk yönetmenden biriydi. Bu filmlerin çekimlerinde üç önemli şart konulmuştu: 52 saniyeyi geçmeyecekler, ses senkronize olmayacak ve en fazla üç çekim yapılacak.

Uzun metraja geçiş, iki unutulmaz film: “Toto le héros” ve “Le huitième jour”

  

De boot’un ardından sinemaya altı yıllık ara veren Jaco Van Dormael, 1991 çıkışlı Toto le héros ile filmografisinin ilk uzun metrajına imza attı. Geriye dönüşlerin ve bilinç akışı tekniğinin sıklıkla kullanıldığı yapım, çok sonraları çekeceği Mr. Nobody gibi, hayatın karşımıza çıkardığı ihtimaller ve olası sonuçları üzerine düşünmekteydi. Filmin uluslararası arenada yakaladığı başarı her sinemacıya nasip olmayacak etkideydi; Cannes’dan César’a, Avrupa Film Ödülleri’nden BAFTA’ya birçok önemli otorite tarafından onurlandırıldı.

Van Dormael artık yeni kuşağın en heyecan verici yeteneklerinden biri olarak anılmaya başlamıştı. Kariyerindeki yükselişi bir sonraki aşamaya taşıdı ve Cannes’dan ödülle ayrılan, hanesine bir Altın Küre adaylığı da yazdıran Le huitième jour (1996) ile izleyici karşısına çıktı. İyi bir gişe başarısı da elde eden yapım; Down sendromuna sahip Georges (Pascal Duquenne) ile mutsuz işadamı Harry’nin (Daniel Auteuil) tesadüfler akabinde kesişen hayatlarını anlatıyordu.

Büyük bütçeli bir deneysel çalışma: “Mr. Nobody” ve sonrası

Büyük beklentilerin ağırlığından mı bilinmez, Le huitième jour’un ardından gelen on üç sene boyunca uzun metraj film çekmedi. Bu zaman aralığını iki kısa film, bir de televizyon dizisi bölümüyle tamamladı.

Neredeyse altı yıl süren bir hazırlık sürecinin ardından, 37 milyon Euro bütçesiyle en pahalı Belçika filmi ünvanını elde eden Mr. Nobody gün yüzüne çıktı. “Herkesin karşılaşabileceği sonsuz olasılıklar hakkında deneysel bir film” olarak tasvir ettiği yapım, hem ilk ve tek İngilizce çalışması olması, hem de başrolde Jared Leto gibi bir Hollywood yıldızını barındırmasıyla sinemasında yeni bir eşiği işaret ediyordu. Mr. Nobody kimilerince fazla dağınık bulunsa da, kendine ait bir hayran kitlesi edinecekti.

Sonraki hamlesi, filmografisinin en deneysel işi Kiss & Cry (2011) oldu. Sadece elleri gözüken dansçılar ve araya serpiştirilen animasyonlarla izleyenlere sıradışı bir deneyim yaşatan yapım, devamı niteliğindeki Cold Blood’a önayak oldu. 2014’te yine Altın Küre adaylığı elde edecek, sansasyon etkisi yaratan bir komediye imza attı: Le tout nouveau testament. Film basitçe Tanrı’yı Brüksel’de yaşayan, huysuz bir adam olarak tahayyül ediyor; küçük kızı Ea ona sinirlenince, tüm insanlığa ölecekleri tarihleri SMS olarak gönderiyordu. Birçok norm ve değeri altüst eden bu dinler üstü deneyim, seyir zevki yüksek işleri arasındaydı.

Şu aralar Europe - C 19 isimli belgesel projesinin post prodüksiyon aşamasıyla meşgul oluyor..


Jaco van Dormael-2015-Das Brandneue Testament  
 
Yönetmen : Jaco van Dormael
Senaryo : Thomas Gunzig, Jaco van Dormael
Görüntü Yönetmeni : Christophe Beaucarne
Müzik : An Pierlé
Ülke : Belçika Fransa  
Tür : Komedi
IMDB Puan : 7.2/10
A.K.A : The Brand New Testament
Oyuncular : Pili Groyne, Benoît Poelvoorde, Catherine Deneuve, François Damiens, Yolande Moreau, Laura Verlinden, Serge Larivière, Didier De Neck, Anna Tenta

Özet: 
Tanrı filmde erkek insan figüründedir, Brüksel'de eşi ve kızı Ea ile yaşamaktadır, eşi ve çocuğuna çok kötü davranmakta, odasındaki bilgisayarla insanların hayatını sadistçe kontrol etmektedir. Babasının despotluklarından bunalan Ea, bir gün babasının odasının anahtarını alıp bilgisayarını karıştırarak insanların ölecekleri günleri ifşa eder. Çok sinirlenen tanrı kızını döver, Ea evden kaçar. Şimdi küçük kızın yapması gereken kendine 6 tane havari bulmaktır.


İlk kez birisiyle (Thomas Gunzig ile) işbirliği içinde yazdım ve birbirimizi güldürme hedefimiz vardı. Bir süre sonra, Bay Hiçkimse'yi çekmeden önce birlikte film için bir sahne bulduk . . Oldukça görkemli bir film olan Bay Hiçkimse'ye tepkiler şöyle oldu: Kendi kendime mutfak masasında nasıl film yaparız diye sorduğum, tiyatro, dans ve filmi karıştıran minimalist bir deney olan Kiss & Cry … O özgürlüğe ihtiyacım vardı. Bu kısa ömürlü film, kendimi Arte Povera alanında ifade etmemi sağladı. Yeni Ahit , önceki iki deneyimimin sonucudur. Sahneler elle bu kadar inandırıcı bir şekilde işlenebilirken çok para harcamadım. Benim için önemli olan gerçeği anlatan bir film türü değil, algıdan bahseden bir film. Yeni Ahit, kendisi de alışılmışın dışında olan küçük bir kızın gözünden görülen dünyamızdır: Tanrı'nın kızı...


Bulduğu her şey aynı anda hem doğru hem de yanlıştır. Sahnelerde ve filmin İncil olarak sunduğumuz bölümler halinde yapılanmasında biraz teatrallik var. Christophe Beaucarne ve prodüksiyon tasarımı başkanı Sylvie Olivier ile birlikte, her şeyi kiliselerde olduğu gibi önden ve simetrik bir şekilde filme almaya gönül verdik. Sonuçlar, bir otopark gibi çok spesifik setler, ancak simetri sayesinde birbirlerine benziyorlar, bu da çekimlere belirli bir derecede dindarlık katıyor. Laiklik ve dini sürekli karıştırıyoruz.


Film dinle ilgili değil. Bu bir komedi çıkışıdır. Filmi “ya olursa…?” temelinde yaptık. Ya Tanrı varsa ve Brüksel'de yaşıyorsa? Ya o bir piç olsaydı? Ya İsa onun tek çocuğu değilse? Ya bir karısı olsaydı, yaşadığımız dünyadan başka bir şey yaratır mıydı? Mukaddes Kitabın ve dinin aksine, kadınlara daha fazla söz hakkı vereceğimizi kendimize söylemek önemliydi. Konuşma ve yaratma hakları var. İki yeni kadın aziz ve çok az konuşan bir kadın daha var ama dünyayı kurtarıyor...Filmde son gün bir dizüstü bilgisayarda mutfakta otururken yaptığımız gökyüzü gibi çok dikkat çekici efektler var.


Oyuncuların performansları çeşitli istekleri yansıtıyor. Örneğin Benoit Poelvoorde'u aptalca, çirkin bir rolde görmek ya da Yolande Moreau'yu sabahlık içinde süpürge yaptırmak... Seyirciyle paylaştığım keyifler bunlar. Bunlar açıkçası çok iyi tanıdığım ama henüz birlikte çalışmadığım oyuncular. Kendimizden zevk almak ve bunun herkes için hoş bir deneyim olduğundan emin olmak istedik. Belki bu bir klişe gibi görünüyor ama sonuç komik ve reddedilemez. François Damiens'in ya da Catherine Deneuve'ün rolü gibi daha çok hazırlık gerektiren ve bir o kadar komik olan bazı roller var. Her zamanki karakterlerinden farklı karakterleri oynamaktan mutlu oldular.


Türkçe bulabileceğiniz filmleri

1991-Toto le Héros
1996-L'ottavo Giorno / The Eighth Day (1996)
2009-Mr. Nobody
2011-Kiss & Cry 
2015-Das Brandneue Testament

buradan indirip izleyebilirsiniz

29 Temmuz 2021

Martin Tingvall

1974'te İsveç'in güneyindeki bir eyalet olan Schonen'de doğdu. Sahne sanatları lisesine gittikten sonra, İsveç'te bir topluluk koleji olan Skurups Folkhögskola'da eğitimine başladı, ardından Malmö Müzik Akademisi'nde caz piyano, kompozisyon ve doğaçlama eğitimi aldı. Arada Hollanda'da Groningen'deki Hanze Uygulamalı Bilimler Üniversitesi Müzik Akademisi'nde bir dönem yurtdışında tamamladı. 1999'da Martin Tingvall, Malmö Müzik Akademisi'nden mezun olmak için bir 'final sınavı' konseri verdi. Kısa bir süre sonra Almanya'nın Hamburg kentine taşındı. O zamandan beri çok çeşitli müzik türlerinde müzisyen ve söz yazarı olarak birçok tanınmış sanatçıyla birlikte çalıştı: örneğin Udo Lindenberg, Gunther Gabriel ve Inga Rumpf, bunlardan sadece birkaçı.


2003 yılında Martin Tingvall, başta Omar Rodriguez Calvo ve davulda Jürgen Spiegel ile birlikte Tingvall Trio'yu kurdu. 2006'dan bu yana üçlünün altı stüdyo albümü ve bir canlı albümü, Hamburg merkezli bir plak şirketi olan SKIP Records'tan yayınlandı. Martin Tingvall, şimdiye kadar Tingvall Trio'nun tüm parçalarını besteledi. Ulusal ölçekte giderek daha iyi tanınmalarına rağmen, faaliyetleri Almanya ile sınırlı değil: Üçlü 3 ECHO Ödülü aldı ve bu arada Avrupa Caz sahnesinde başarılı bir yer edindi.

2012 yılında Martin Tingvall, ilk solo piyano albümü olan “En ny dag”ı çıkardı. Üç yıl sonra “Distance” adlı ikinci solo albümünü çıkardı. Martin Tingvall, solo piyano ve Tingvall Trio için bestelerin yanı sıra diğer sanatçılar, film müzikleri, tiyatro ve diğer projeler için şarkılar da yazıyor.


Albümleri

-Solo Albümler

2012-En Ny Dag 
2015-Distance
2019-The Rocket
2021-When Light Returns

-Tingvall Trio ile

2006-Skagerrak
2008-Norr
2009-Live At Jazzfest-Berlin
2009-Vattensaga
2011-Leverkusener Jazzstage
2011-Vagen 
2013-In Concert
2014-Beat
2015-Live Bimhuis Amsterdam
2016-Jazzklubb Fasching
2017-Cirklar
2020-Dance


Martin Tingvall-2021-When Light Returns
Martin Tingvall-2021-My Listen


05 Haziran 2021

Thomas Robsahm


 Thomas Robsahm-2002-Folk flest bor i Kina

Yönetmen: Thomas Robsahm, Martin Asphaug, Arild Fröhlich, Sara Johnsen, Magnus Martens, Hans Petter Moland, Terje Rangnes, Ingebjørg Torgersen, Morten Tyldum

Senaryo: Nikolaj Frobenius, Marion Hagen, Kjetil Lismoen, Thomas Robsahm, Harald Rosenløw-Eeg, Per Schreiner, Erlend Loe 

Ülke: Norveç  
Tür: Dram, Komedi
Dil: Norveççe, Romence
Müzik: John Erik Kaada
Süre: 82 dak.
Diğer İsimler: Kusursuz Bir Ülkede Kimse Kusursuz Değil
Most People Live in China

Oyuncular
Ingar Helge Gimle, Kim Haugen, Bjarte Hjelmeland,
Trond Høvik, Marit Pia Jacobsen,


Özet
İlk bakışta kusursuz bir ülke gibi görünen Norveç'te aslında yaşayanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabı, altı senaristin yazıp dokuz yönetmenin yönettiği, birbiri içine geçmiş ve her biri Norveç'in belli başlı sekiz siyasi partisinin farklı felsefelerinden esinlenmiş sekiz öykünün satır aralarında yatıyor. İyi anlatılmış bu öyküler, siyasi anlamlarından soyutlandıklarında bile komik… 
Olaylar, Norveç seçimlerinden bir gün önce, Lasse'nin Norveç toplumunun bir mikrokozmunu temsil eden, kuş uçmaz kervan geçmez bir noktadaki benzin istasyonunda ya da civarında gelişir. Nüfusu az, gepgeniş arazide her seçmenin benzin almak için burada durması gerekmektedir. İstasyonu, orta yaşlı Lasse işletmektedir. Tabii ki, nihai projesi üzerinde çalışmadığı zamanlarda: pilotluk yapıp Norveç'in semalarında pike yapma hayalleri kuran Lasse eski bir Tiger Moth tipi uçağı yeniden toplamaya çalışmaktadır. Bu arada iki kadın tatilden evlerine dönmekte ve esmer küçük bir oğlan da arabalarının arka koltuğunda oturmaktadır. Marius biraz ferahlamak için anadan doğma göle girmek üzere arabasını durdurduğunda bir sürprizle karşılaşır. Sekiz eski tüfek, bataklığa saplanmış genç bir kadına rastlar… Seçim öncesinin bu çok özel 24 saati, Lasse ve müşterileri için gerçekten de olağandışı geçecektir… Küçük şeyler ve büyük sonuçları üzerine sıradışı bir komedi 

Filmi izlemek için


16 Mayıs 2021

Hermann Hess

 


1877’de Almanya’nın Baden-Württemberg eyaleti, Calw kasabasında doğdu. Bir süre kitapçılık yaptıktan sonra 1904’te serbest yazarlığa başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İsviçre’ye yerleşerek Alman militarizmi ve milliyetçiliğini yeren yazılar yazdı. Savaş ortamının ve kişisel sorunlarının etkisiyle ağır bir bunalım geçiren Hesse, Jung’un öğrencisi Lang’dan psikanaliz tedavisi gördü. Lang ile dostluğu Hesse’nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek iç dünyasını zenginleştirdi. 

Yapıtlarında, kişinin uygarlığın yerleşik kalıplarından kurtularak özbenliğini bulmaya çalışmasını işledi, insanları kendi yaşamlarını kurtarmaya çağırdı ve Doğu gizemciliğini yüceltti. Hesse, Doğu kültürüne yakınlığıyla, özellikle 1960’larda Amerika’da canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımları sırasında en çok okunan yazarlar arasına girdi. Romanları, öyküleri, denemeleri, şiirleri, politik makaleleri ve kültür alanındaki eleştirel yazılarıyla tüm dünyada 100 milyonu aşkın okura ulaşan, 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Hesse, 1962’de İsviçre’nin Montagnola kasabasında hayata veda etti.


Türkçeye Çevrilen Kitapları: 

-Ağaçlar
-Bir Büyücünün Çocukluğu
-Boncuk Oyunu
-Bozkırkurdu
-Çarklar Arasında
-Demian
-Doğu Yolculuğu
-Gençlik Güzel Şey
-Gertrud
-Hermann Lauscher
-İlk Gençlik Yıllarım
-İnanç Da Sevgi De Aklın Yolunu İzlemez
-Kaplıcada Bir Konuk Nürnberg Yolculuğu
-Klingsor’un Son Yazı
-Knulp
-Küçük Dünyalar
-Masallar
-Narziss und Goldmund
-Öldürmeyeceksin!
-Peter Camenzind
-Rosshalde
-Seçilmiş Şiirler 1896-1962
-Siddharta
-Şeftali Ağacı
-Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler

Nette bulabileceğiniz kitapları


Hermann Hesse-Ağaçlar  
Çev. Zehra Aksu Yılmazer / Kolektif Kitap / 99 sayfa

“Üzgün olduğumuzda ve hayata katlanamadığımızda bir ağaç şöyle konuşabilir bizimle: Sus! Bak bana! Yaşamak kolay değil, yaşamak zor değil. Bunlar çocuksu düşünceler. Bırak konuşsun içindeki Tanrı, o zaman susacaklar. Yolun seni anandan ve yurdundan uzaklaştırdığı için endişelisin. Ama attığın her adım, her yeni gün seni anana yaklaştırır. Orası ya da şurası değildir yurdun. Yurt ya içindedir ya da hiçbir yerde.

Yollara düşme özlemiyle kederlenir yüreğim, akşamları rüzgârda uğuldayan ağaçları duyduğumda. Sessizce, uzun uzun dinlerseniz, bu özlemin esası da anlamı da çıkar ortaya. Sanıldığı gibi acıdan kaçıp gitme arzusu değildir bu. Yurda, ananın belleğine, hayatın yeni kıssalarına duyulan özlemdir. Eve götürür insanı. Her yol eve götürür, her adım doğumdur, her adım ölümdür, her mezar anadır.
Böyle uğuldar ağaç, çocuksu düşüncelerimizden ürktüğümüz akşam vakitlerinde. [...] Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.


Yeniden Doğuş Mucizesi 

Uzaktaki boz ormanın taze yeşil, neşeli bir parıltısı var birkaç günden beri; bugün tahta köprünün orada yarı yarıya açmış ilk çuhaçiçeğini gördüm; nemli ve berrak gökyüzünde düş kuruyor yumuşak nisan bulutları ve henüz sürülmemiş geniş tarlalar öyle parlak kahverengi ki, ılık havaya öyle istekli uzanıyorlar ki, döllenmeye, filizlenmeye, suskun güçlerini binlerce yeşil tohumla, boy atan otlarla göstermeye, hissetmeye ve bahşetmeye can atıyorlar sanki. Her şey beklemede, her şey hazırlık içinde, her şey ince ince, şefkatle dürten bir oluş heyecanıyla düş kurmakta, filizlenmekte tohum güneşe, bulut tarlaya, körpe otlar havaya doğru. Yıllardır bu vakitlerde, sanki özel bir anda yeniden doğuşun mucizesini keşfedecekmişim gibi, sanki bir kere de ben, bir saat boyunca, gücün ve güzelliğin doğuşunu kendi gözlerimle görüp kavrayacakmışım gibi, hayatın topraktan nasıl gülerek fışkırdığına, genç iri gözlerini ışığa nasıl açtığına bizzat tanık olacakmışım gibi sabırsızlık ve özlemle pusuda beklerim. Yıllardır kokularıyla, sesleriyle yanımdan geçip gider mucize, sevilerek, tapınılarak ve de anlaşılmadan; oradaydı işte, ama geldiğini görmedim, tohumun kabuğunu çatlattığını, ilk ince kaynağın ışıkta titreştiğini görmedim. Birdenbire çiçeklenir her yer, parlak yapraklarla ya da köpüksü beyaz püsküllerle ışıldar ağaçlar, kuşlar sevinç içinde güzel kavisler çizer sıcak mavilikte.Ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir, ormanlar kubbelenir, uzak doruklar çağırır, zamanı gelmiştir artık çizme ve çanta, olta ve kürekle donanmanın, gençliğin tüm duyularıyla sevinmenin bu seferki her zamankinden daha güzel olacak diye ve sanki her seferinde daha da hızla geçip gider zaman... Eskiden, henüz oğlan çocuğuyken ben, ne kadar da uzundu, sonsuzca uzundu ilkbahar!


Çiçek Çiçek

Çiçek çiçek şeftali ağacı,
Hepsi de vermeyecek meyve,
Parıldar gül köpüğü gibi,
Mavilikle bulutlar arasında.

Açar düşünceler de çiçekler gibi,
Bir günde yüzlercesi.
Bırak çiçeklensin! Bırak her şeyi akışına.
Sorma sana getirisini!

Oyun da olmalı, masumiyet de
Ve çiçek bolluğu,
Yoksa dünya dar gelirdi bize
Olmazdı hayatın tadı tuzu.

 

Münzevi ve Mücadeleci

Kadim halk dilinin tuhaf, sezgisel adlar verdiği otlar, çiçekler, eğreltiotları ve yosunlarla kaplı çayırlar ve bayırlar, toprakla dolu kaya yarıkları görüyordum. Dağların çocukları ve torunlarıydı onlar ve renk renk, halim selim yaşıyorlardı yerlerinde. Onlara dokunuyor, dikkatle bakıyor, kokularını içime çekiyor, adlarını öğreniyordum. Ağaçları görünce daha içten, daha derinden duygulanıyordum. Her ağacın tek başına yaşadığını, kendi özel biçimi, kendine özgü gölgesi olduğunu görüyordum. Münzevi ve mücadeleci yapılarıyla dağların yakın akrabalarıydı onlar, zira her biri, en azından dağların daha yukarılarında yetişenler, hayatta kalmak ve büyümek için rüzgâr, iklim ve kayalara karşı sessiz, çetin bir mücadele veriyordu. Her biri dayanmak, toprağa sıkıca tutunmak zorundaydı, bu yüzden de her birinin kendine has duruşu, özel yaraları vardı. Öyle çamlar gördüm ki, fırtına sadece bir taraflarındaki dalların büyümesine izin vermişti, bazıları da tepelerindeki kayalara kızıl gövdeleríyle yılan gibi sarılmış, ağaç ile kaya birbirine yaslanarak ayakta kalmıştı. Bana savaşçı adamlar gibi bakıyor, yüreğimde korku ve saygı uyandırıyorlardı. Bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız onlara benziyordu, sertti onlar da, kırış kırış, ketum, en hasları iyice ketum. Böyle öğrendim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi. 


Yoğun Bir Güç ve Tutku

Yolum ormanın rüzgâra açık kıyısından geçerken ağaçların gövdeleri, dalları ve köklerinin cüretkâr, anlam dolu grotesk biçimleriyle eğlenip oyalandım bir süre. Hayal gücünü bundan daha çok harekete geçiren bir şey yoktur. İlk başta daha ziyade komik izlenimler ağır basar: Girift köklerde, toprağın yarıklarında, dalların şekillerinde ve yaprak kümelerinde grotesk suratlar, gülünç tipler ve tanınmış yüzlerin karikatürlerini görürsünüz. Sonra göz keskinleşir ve hiç aramadan bir sürü acayip biçim seçer. Eğlence biter, zira tüm bu varlıkların öyle kararlı, cüretkâr ve sarsılmaz bir duruşu vardır ki, bu suskun ordular bir kanunun, ağır bir zorunluluğun ilanıdır. Sonunda da tekinsiz ve sitemkâr bir havaya bürünürler. Yüzünde maske taşıyan değişken insanın, doğada büyüyen her varlığa ciddiyetle bakmaya başladığı anda ürkmesi kaçınılmazdır...



Hermann Hess'in hayatıyla ilgili geniş bilgi bulabileceğiniz güzel bir site




Related Posts with thumbnails