21 Kasım 2010

Yaşar Kemal-Bugünlerde Bahar İndi



İlkgençlik yıllarında, hikâye ve romandan önce, şiir yazmaya başlayan Türkiye’nin evrensel yazarı Yaşar Kemal, şiirlerini Yapı Kredi Yayınları tarafından yayımlanan 'Bugünlerde Bahar İndi' adlı kitapta topladı.

Yaşar Kemal’in, ilk şiir kitabı Bugünlerde Bahar İndi; ağırlıklı olarak 1940’larda yazılan, 50’ler ve 60’larda devam eden ve sonuncusu 1973’te yazılan usta işi şiirlerden oluşuyor. Kitapta, ilk kez yayımlanan şiirlerin yanı sıra; Kovan, Ülkü, Toprak, Küçük Dergi, Çığ, Görüşler adlı dergilerde ve Vatan ve Akşam gazetelerinde yayımlanan şiirler de yer alıyor.

Yaşar Kemal bu ilk şiir kitabını hazırlarken, seçtiği şiirlerin pek azında değişiklik yaptı. Ayrıca, onun şiirine özel sesini veren özelliklerden biri olduğu için, kitapta Yaşar Kemal’in özgün yazımı aynen korundu.

Kitapta yer alan şiirlerde öfkeyle umut, başkaldırıyla sevgi iç içe yer alıyor. En kasıntılı şairin bile özgünlüğünden ürkebileceği bir şiir yazıyor Yaşar Kemal: O, çalışmak isteyip işsiz kalan Kemal Sadık’ın hüznünü, direncini, umudunu, dile getiriyor… Kitapta, daha önce yayımlanmamış ancak Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiş Ulaş ve Merhaba adlı şiirler de yer alıyor.

120 sayfa, 20 TL Yapı Kredi Yayınları-Ekim 2010




Yaşar Kemal’in Şiiri-Zeynep Oral

Benim için her zaman “Yaşar Kemal’in Şiiri” diye bir şey vardı zaten… Tıpkı “Yaşar Kemal Müziği”, “Yaşar Kemal Renkleri”, “Yaşar Kemal Ritmi”, “Yaşar Kemal Bilgeliği” gibi “Yaşar Kemal şiiri” vardı… O şiiri, o müziği, o ritmi yıllardır romanlarında, öykülerinde, denemelerinde okuyor, içime sindiriyor ve tadını çıkarmaya doyamıyordum zaten! Bu nedenle Yaşar Kemal’in ilk kez bir şiir kitabının yayımlandığını duyduğumda hiç şaşırmadım.

Şiirlerini daha önce hiç okumamıştım. Ama Zülfü Livaneli’nin bestelediği ve söylediği “Ulaş”ı ve “Merhaba”yı bol bol dinlemişliğim vardı.

Geçen ay Yapı Kredi Yayınları’ndan çıkan “Bugünlerde Bahar İndi” adını taşıyan şiir kitabını bir solukta okudum. Yeniden yeniden okudum. Kitabın başında Güven Turan’ın “Gizlenen Bir Şairin İlk Kitabı” yazısından yararlandım…

Yaşar’ın anasına âşık oldum

En çok, en çok, yine kitabın başında Yaşar Kemal’in 1941’deki “Irgatlık Anılarına” vuruldum. Resmen vuruldum ve Yaşar Kemal’in anasına âşık oldum!

“Ellerin sümüklü, hiç okumamış oğullarının eli ekmeğe yatsın de, Koca Sadığın oğlu böyle sersefil kalsın.” diye vahlanan…“Sen okudun yazdın kaleminden kanlar damlar. Herkes diyor ki, senin oğlun gibi akıllısı yok amma, Allah bir kere onu şaşırtmış. Dinsiz olmuş, hükümete karşı gelmiş…” diye yakınan; “Herkes sana kötü gözle baksın, dinsiz imansız desin… Urus olmuş desin, Urusla konuşuyor hergün dağa çıkıp desinler. Buna dayanamıyorum… Yalan, yalan, yalancılar” diye isyan eden… Ve sonra “Yavrucuğum” sözünü ilk olarak Türkçe söyleyen o anaya âşık oldum!

İçselleşmiş şiir

Kitapta, 1940 ile 1943 yılları arasında yazıp yine o yıllarda “Görüşler” Dergisinde Kemal Sadık imzasıyla yayınlanan birçok şiiri var Yaşar Kemal’in. 50’li yıllarda Vatan gazetesinde yayımlanmış ve daha önce hiç yayımlanmamış şiirleri de var... Hepsi bir bütün. Unutmayın ki 1940’ta Yaşar Kemal henüz Yaşar Kemal değil. Unutmayın ki 1940’ta henüz Yaşar Kemal olmayan Kemal Sadık 14 yaşındadır.

Kitabı okuyup, en sondaki uzun şiiri “Kırmızı Deynek” bittiğinde, bundan ne müthiş bir oratoryo, senfoni ya da bir oyun, performans çıkar diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Şiirlerin tümü Yaşar Kemal’in insan sevgisini, doğa sevgisini, isyanını, başkaldırışını, eleştirisini, umudunu, özlemini hasretini ortaya koyuyor. Tümü, Yaşar Kemal’in içselleştirmiş olduğu şiirini ve “Yaşar Kemal büyüsünü” bir kez daha bizlere sunuyor.

Teşekkürler Yaşar Kemal, teşekkürler Yapı Kredi Yayınları.

Sevgili Okurlar, önümüz bayram: Bayram armağanı niyetine Yaşar Kemal’in “Hannaya Şiirler”inin ilkini sizlerle paylaşıyorum:

Hannaya Şiirler

“Dört bulut salıverdim gökyüzüne
Gökyüzünün en yücesine, ucuna

Biri turuncu, biri yeşil, biri al, birisi apak

Dört top bulut yolladım gökyüzünün en ucuna

Dört top ışıktan, koskocaman

Turuncusuna sevgi yükledim

Yeşiline dostluk

Arkadaşlık yükledim alına arkadaşlık

Apak buluta barış yükledim,
Ne kadar çok özlemişsek barışı o kadar çok

Gidin dedim bulutlarım yeryüzünün üstüne

Yağın dedim bulutlarım yeryüzüne

Yağmadık hiç bir yer bırakmayın, hiç bir yer,
hiç bir yer
Ama hiç bir yer, hiç bir yürek, hiç bir göz,
hiç bir kulak
Hiç bir ova, hiç bir çiçek bırakmayın

Her yere, her yere, her yere yağın,

Yağın ha yağın,

Yağın ha yağın, yağın ha yağın yağın ha yağın ha yağın

Yağın insan yüreklerine...”




Güven Turan’ın “Gizlenen Bir Şairin İlk Kitabı” yazısı

“Yaşar Kemal 1945’e kadar yoğunlaşmış şiirde ve çekilmiş… Hemen anımsayalım: İlk öyküsü “Pis Hikaye?”nin yazılış tarihi 1946’dır… Sonrası, Türk öykü ve roman tarihinin sayfalarını taçlandırıyor, 1950’lerde yayımlanan birkaç şiiri bir yana. Ama burada bitmemiş şiiri Yaşar Kemal’in “şiir bir çığlıktır; bastırılamayan bir çığlık” sözünü haklı çıkaran daha önce yayımlanmamış beş yepyeni şiir daha yer alıyor bu kitapta.

Haydi, diyelim ki “Ulaş” ve “Merhaba” şiirlerini Zülfü Livane’li bestesiyle, Livaneli’nin sesinden duyduk… Şimdi onlara şiirin odağından eğilme zamanı geldi işte. Öncelikle dikkatimizi çeken, her iki şiirin de geleneksel halk şiirinden beslenmiş oldukları. Özellikle ses, ton halk şiiri kaynaklı. Gene de, kalıpların benzerliğine karşın, özgün ve klişelerden uzak şiirler bunlar. Form olarak da kolay sınıflandırılır gibi değiller.

Örneğin “Ulaş” şiiri Ulaş Bardakçı için yazılmış bir ağıt mı? Bence değil… Ne yakınma var ne acıma… Vahlanma yok, ağıtların temeli olan. İsyancı bir şiir aksine; diklenen bir şiir… Bir destan mı? Böyle olmasını engelleyen temel bir şey var: Anlatımcı değil, sayıp dökmüyor, öykülemiyor kahramanlıklarını Ulaş’ın. Ayrıca, sadece Ulaş’a da odaklanmıyor: “Selam söyle” diye 1960’ların ve 1970’lerin öldürülen devrimcilerini kuşatıyor.

Eluard’ın, Aragon’un savaş sırasında yazdığı şiirler gibi, kolay kolay kabına, kalıbına sığmayan bir şiir “Ulaş” bence. “Merhaba”, klasik halk şiiri kalıplarını kullansa da, klişe tadı vermeyen bir şiir. Yaşar Kemal’in 1940’lardan 1970’lere uzanan bütün yazı hayatı içinde ilkgençlik yıllarının “Âşık”lığını, “Âşık Kemal”liğini, hiç bırakmadığını ortaya koyuyor.”



Yaşar Kemal şiiri- Zülfü Livaneli

Romancılar da şairler de kağıt üzerine cümleler, kelimeler yazarlar ama yaptıkları iş arasında niteliksel bir fark vardır.

Yani romanla şiir arasındaki fark, birinin uzun ötekinin kısa ya da birinin kafiyesiz birinin kafiyeli oluşu gibi niceliksel bir alanla sınırlanamaz.Romancı anlatır, şair ise sezdirir.

Bir şair için her dize, dünyaya ve insana ait bir sırrın açıklanış halidir.

Bu yüzden kelimeler kutsaldır ve romanlarda olduğu gibi bol bol sarf edilmezler.

Bu yüzden büyük Fransız şairi Paul Valery hiçbir zaman bir roman yazamayacağını söylemişti.

Çünkü bu çalışmanın onu er geç “Markiz saat 5’te evden çıktı” gibi bir cümleye mecbur kılacağını biliyor ve kendi kendine soruyordu: “Niye markiz? Niçin bir kontes ya da çamaşırcı kadın değil? Niye 4’te ya da 7’de değil de saat beşte? Niye dışarı çıkıyor?”

Her zaman Valery’nin haklı olduğunu düşündüm. Çünkü eğer kendinize bu tür sorular soruyorsanız, bir roman yazmanıza imkan yoktur.

Bu yüzden Lorca, romancı değil şairdir. Nazım romanlar da yazmış olmasına rağmen eşsiz bir şairdir. Bana göre Sait Faik hikâyeciden çok şairdir ve Arthur Rimbaud şairlerin hasıdır.

Bu uzun girişi niye yaptım ve sözü niye getirip Rimbaud’ya bağladım.

Çünkü aklımda ve yüreğimde Yaşar Kemal’in Yapı Kredi Yayınları’ndan yeni çıkan “Bugünlerde Bahar İndi” adlı şiir kitabının yarattığı seher yelleri esiyor.Şiirleri el yazması halinde okuduğum zaman ilk sözüm şu olmuştu: “Rimbaud gibi!”

Sonra neden böyle dediğim üzerinde çok düşündüm. Yaşar Kemal’le Rimbaud’nun şiirleri ve eskiden “mensur şiir” denilen düzyazı şiirleri arasında paralellikler kurdum.

İkisi de şiir olsun diye şiir yazmamışlar, hayatlarını bir şiir olarak yaşamışlardı.

İkisi de 17 yaşında çalıştıkları ağır işlerden dünyaya şiir tomurcukları fırlatmışlardı.

Bu yüzden hayalimde Sarhoş Gemi ay ışığı altındaki Çukurova tarlalarında kayarak gidiyor, Batoz ırgatları ise egzotik diyarlarda, burunlarına kemik takmış siyahiler arasında geminin halatlarını geriyorlardı.

Rimbaud şiiri bırakmıştı, Yaşar Kemal'de bıraktı.Ama Rimbaud’dan farklı olarak yaşamını ve romanını şiir üzerine kurmaktan hiçbir zaman vazgeçmedi.Şimdi ona bunun nedenini sorsanız bilmez çünkü bu konuda bir karar almamıştır.

Şiirden ayrı düşünülemeyecek bir yaradılışı olduğu için yapmıştır bütün bunları.

Yaşar Kemal şiir yazmaya ihtiyaç duymamıştır çünkü yaşamı ve onu adadığı eseri baştan aşağı şiirdir.“Bugünlerde Bahar İndi” bunun en güzel tanığı...



Çukurova Türkçesinin Poetikası-Yücel Kayıran

Bugünlerde Bahar İndi, Yaşar Kemal’in şiir kitabının adı. Kitap, üç bölümden oluşuyor. Birinci bölüm, ‘Irgatlık Anıları’; biri üç bölüm olan kırk tekil şiirin yer aldığı ikinci bölüm ve ‘Kırmızı Deynek’ adını taşıyan uzun bir şiirin yer aldığı üçüncü bölüm.

Yaşar Kemal’in başlangıçta şiir (de) yazdığını, edebiyatının başlangıç eşiğinde şiir yazarlığının yer aldığını, herkes gibi ben de biyografilerinden biliyordum. Bu şiirlerin, nasıl ve ne türden şiirler olduğunu merak ederdim. O yıllarda, yani 1940’lı yıllarda, Türk şiir ortamındaki şiir anlayışlarından hangisinden etkilendiğini, dolayısıyla hangi çizgi içinde yer aldığını da. 40 Kuşağı toplumcu şiirine mi yakındı, yoksa Garip şiirine mi; veya köy kökenli şairlerin yazdığı türden bir şiire mi? Nâzım etkisi mi vardı yoksa Necip Fazıl etkisi mi? Şiirlerini, dönemin hangi dergilerinde yayınlamıştı? Şiir yazmayı devam ettirmemiş olmasında rol oynayan olası poetik nedenin ne olduğunu, merak ederdim. Belki de daha önemlisi şu: Şiir yazmayı bırakmamış olsaydı, hangi şiiri, bugün, nereye getirmiş olacaktı?

Yaşar Kemal, şiirlerini Ankara (Ülkü, 1942; Millet, 1943) ile İzmir’de (Kovan, 1943) çıkan dergilerde de yayımlamış ancak Bugünlerde Bahar İndi’de yer alan ‘Açıklamalar’ bölümünde yer alan bilgiler gösteriyor ki, şiirlerinin yayın merkezini, Adana Halkevi’nin yayını olan Görüşler ile Çığ dergileri oluşturmakta. ‘Seyhan’ başlıklı ilk şiiri de, 1939’da Görüşler dergisinde yayımlanır. (Bu ilk şiirini, nedense, kitabına almamış Yaşar Kemal.) Yani bugünün gerçekliğinden hareketle baktığımızda, Yaşar Kemal, şiirlerini, Türk şiirinin merkezi olarak görülen İstanbul’da, oradaki şairlerin çıkardığı şiir dergilerinde değil, halkevlerinin yayını olan dergilerde yayımlamış. Ama o dönemin dinamiğini halkevlerinin oluşturduğunu, eğitim, aydınlanma, sanat ve kültür örgütü olarak kurulduğunu hesaba katmamız gerekir.

Dönemin birçok şairinin halkevlerinde yetiştiğini, şiirlerini ilk olarak halkevlerinin yayını olan dergilerde yayımladıklarını unutmamak gerekir. Yaşar Kemal’in folklor alanındaki ilk derlemesi olan ‘Çifte Çapa Manileri’ni Görüşler dergisinde yayımladığını, ilk derleme kitabı olan Ağıtlar’ı (1943) Adana Halkevi’nin bastırdığını buraya ekleyelim. Bununla birlikte, folklor, Yaşar Kemal’i, şiire değil, romana götürmüştür.

Bunun nedenleri üzerinde düşünmek gerekir. Şiir kötüleyen bir romancı değil, şiiri her zaman kutsamış, şairleri her zaman yüceltmiş bir yazar var karşımızda. Türk edebiyat ortamında folklor meselesi, genellikle modern şiir bağlamında tartışılır. Oysa folklor ile modern arasındaki gerilimi, şiirden çok, roman bağlamında, orada da Yaşar Kemal’in edebiyatı içinden tartışması, daha bilgisel sonuçlar verecektir.

Ama ayırıcı özellik, Yaşar Kemal’in şiirlerinin, dönemin Türk şiiri paradigması içinde yer almayışında ortaya çıkıyor. Yaşar Kemal, şiir yazmaya, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin poetik görgüsüyle başlamamış. Bugünlerde Bahar İndi’deki şiirlerin, gerek 40 Kuşağı toplumcu şiiriyle, gerek Garip şiiriyle ve gerekse o dönemin diğer poetik eğilimleriyle temellendirilebilir bir ilişkisinin olduğunu ileri sürmek pek mümkün değil. Cumhuriyet dönemi Türk şiiri, Dağlarca’nın şiiri hariç, temelde ulus-devlet paradigması içinde yer alır ve ulus-devlet olma sürecinin epistemik ve ontik kaygı zemininde ilerler.

Kimliği henüz tamamlanmamış olmaklıktan, olmakta olmaklıktan kaynaklanan bir hüzün, Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin temel duygulanımı olmuştur. Bugünlerde Bahar İndi’deki şiirler, ne duygulanım olarak, ne ses olarak ne de poetik kaynakları bakımından bu paradigmadan beslenen şiirler değil. Yaşar Kemal’in şiirlerinin temel özelliği, coşkuda ortaya çıkıyor. Coşku, burada, daha büyük bir eksiklikten daha küçük bir eksiklik durumunu geçmekten kaynaklanan tekil bir neşe durumu değil, tam tersine, eksiklik ve yetkinlik durumları arasındaki iniş çıkışların, doğanın ontolojisi bakımından dönemsel ve geçici olduğu bilgisi temeli üzerinde vücut bulan bir bilgelikten kaynaklanır. Bu şiirin öznesinin dünya algısı, kültürel kimlik sorunuyla ıralı toplum tahayyülüyle değil, yaşadığı yerin, yani doğanın sürekli kendini ve insanı yenilediği bilinciyle ıralanıyor.

İstanbul türkçesine bir başkaldırı


Elbet bir gün, bütün çiçekler beyaz açar/ Hür ve mes’ut bir şarkı halinde/ Penceremizden uzanır nur (Bekle), Rüyan, pınarlarda buğulanan nur (Güzelleme), Bu türkü bitmesin bu dağlarda/ Büyüsün başaklarda arzular (Bu Türkü Bitmesin) gibi dizeler her ne kadar 30’lu yılların havasını çağrıştırsa da, Yaşar Kemal’in şiirleri, dönemin Türk şiirinden değil, araştırarak keşfedip derlediği Çukurova folklorunun dünya algısına dayanmaktadır.

Bu şiirin, belirtmek gerekir ki, dil bakımından ayırıcı özelliği, Çukurova Türkçesiyle yazılmış olmasından kaynaklanmaktadır. ‘Çukurova’ derken kastettiğim, kuşkusuz Yaşar Kemal’in romanlarında sınırlarını çizdiği Çukurova; örneğin Ceyhan nehrinin doğduğu Toroslar’ın arkasındaki Hurman suyundan başlayarak, döküldüğü İskenderun körfezi ile Adana arasındaki coğrafi bölge…

Yaşama tarzı ile üretim ilişkilerinin, büyük toprak sahipleri tarafından belirlendiği bu coğrafyadır burası. Bununla birlikte, Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Dede Korkut’u, Yunus Emre’yi içselleştirilmesine dayalı bir kültür de bu yaşama tarzının dayanağını oluşturur. İşte, “Çukurova Türkçesi” ifadesiyle, bu hayat tarzındaki üretim ilişkilerinde varlığını sürdüren bu kültürün dilini kastediyorum. Bu noktada, söz konusu dönemde, Türk şiirinin, İstanbul Türkçesi üzerinden kurulmaya çalışıldığını hatırlatmak isterim.

Bence, Ahmed Arif’in dili, nasıl İstanbul Türkçesine bir başkaldırı ise, Yaşar Kemal’in şiirleri ve bu şiirlerinin dayandığı dil de, İstanbul Türkçesine bir başkaldırıdır. Yaşar Kemal, sanki, şiirin, İstanbul Türkçesiyle yazılması gerektiğini savunan anlayışa karşı çıkarak, Çukurova Türkçesini öne çıkarmakta ve şiirini Çukurova Türkçesiyle yazmakta.

‘Hanaya Şiirler’, ‘Kırmızı Deynek’, ‘Kapı’, ‘Bu Gece’ şiirleri bu bağlamın en güçlü örneklerini oluşturuyor. Kuşkusuz bu şiirler üzerinde, bu bağlamda daha ayrıntılı durmak gerekecek.
Burada poetik bakımdan problematik oluşturan, kuşkusuz ‘Irgatlık Anıları’ adlı metin… Yaşar Kemal, bu metni, günlük tarzında, 1941 baharında, yani on beş yaşında iken yazmış. Güven Turan, kitaba yazdığı önsözde, Yaşar Kemal’in bu metnin şiir olup olmadığı konusunda ‘ikircikli’ olduğunu belirtiyor. Yaşar Kemal, kitabı oluşturan diğer metinler için ‘bunlar şiir’ ama bunlar, yani ‘Irgatlık Anıları’ için, ‘şiir mi bunlar?’ diye sormuş Güven Turan’a. Güven Turan da, metni okur okumaz, ‘şiir’ yanıtını verdiğini belirtiyor.

Güven Turan, ‘Irgatlık Anıları’ günlüğünün şiir olduğu yönündeki görüşünü, “şiirin, manzumenin dize-uyak-ayak sarmalından çıkmış olması” olgusuyla açıklıyor: “Aloysius Bertrand, Baudelaire, Lautreamont, Rimbaud çoktan belirlemişti “düzyazı”nın da şiiri olduğunu… 15-16 yaşlarındaki Yaşar Kemal ne bilsin bunları? O, çalışmak isteyip işsiz kalan Kemal Sadık’ın hüznünü, direncini,umudunu, dile getiriyor…”

Yaşar Kemal, ‘Irgatlık Anıları’na, 1961 baharında, açıklayıcı bir önsöz eklemiş; açılış kısmı şöyle: “1941 ve 1942 yılları yazında batöz ırgatlığı yaptım. Küçük bir defterim vardı. Bu deftere her gün gördüklerimi duyduklarımı kısa kısa yazıyordum. Geçende Kadirliye gittiğimde bu defteri anamın sandığında buldum. Unutup gitmiştim. Defteri bulunca çok sevindim. Neler yazmışım, diye okudum. Gerçekten bu günlükte dişe dokunur bir şeyler vardı.”

Yaşar Kemal, ne ‘şiir diye’ yazmış bu metni, ne de kurmaca bir metin olarak düşünmüş. Tam tersine, ‘Irgatlık Anıları’nı, “her gün gördüklerini, duyduklarını kısa kısa yazdığı” bir ‘günlük’ olarak tanımlıyor ve nitekim “Gerçekten bu günlükte dişe dokunur bir şeyler vardı” diyor.
Bununla birlikte ‘Irgatlık Anıları’nın, günlük türünü aşarak, kurmaca bir hikâye olduğunu savunacağım. ‘Irgatlık Anıları’ günlüğünde, her bir günün olup biteni anlatılmıyor, daha önemlisi gelecek zaman kipinde yer alan diğer günlerin yazımında devam eden bir öykünün betimlemesi yapılıyor. “Irgatlık Anıları” günlüğü, bir günlük dökümünden çok, bir kurmaca kanalında ilerliyor. Anlatıcının betimlemesi, günleri değil, günlerin içinden geçen bir hikâyeyi dile getiriyor.

Farklı bir zemin

‘Irgatlık Anıları’nın, Bugünlerde Bahar İndi’yi oluşturan diğer şiirlerle karşılaştırmalı bir okuması, bu metnin şiirden önemli ve ciddi ölçüde farklı bir zeminde yer aldığını gösterecektir. ‘Irgatlık Anıları’ ile diğer metinler, ne tematik bakımdan, ne biçemsel olarak ne de tür bakımından birbirine benzemektedir. Şiir biçimindeki metinlerde başat olan ses, coşku ve coşkunun verdiği ele avuca sığmazlık iken, ‘Irgatlık Anıları’nda öne çıkan, kurmaca metnin determinizminden kaynaklanan bir teferruat hesaplılığıdır.

Kuşkusuz kurmaca bir metin gibi, şiirin doğası da determinizmle ıralıdır. Ancak bu türlerin determinizmi, bu türleri o tür yapan nelikleriyle alakalıdır. Roman, öykü gibi kurmaca metinlerin determinizmi olay örgüsünde ortaya çıkarken, şiirin determinizmi dizedizimi ile sözcükdizimindeki ses düzeninde ortaya çıkar. Örneğin Bugünlerde Bahar İndi’nin içli şiirlerinden olan ‘Oy Beni Beni’nin (Can olaydın, Can!/ Kara toprak sen olaydın./ Senden fışkıraydım,/ Aydınlık bir su gibi./ Bir kara orman gibi.) ilk dizesindeki ikinci ‘can’ sözcüğü, roman gibi kurmaca bir metnin determinizmi bakımından gereksiz bir yinelemedir, ancak şiirin poetik determinizmi bakımından olması gereken, zorunlu bir tekrardır.

‘Irgatlık Anıları’, gerek anlatıcının ruh hali ve gerekse tematik bakımdan da aynı türden değildir. Şiir formatındaki metinlerde konuşan anlatıcı-benin temel varlık durumu coşku olarak ortaya çıkarken ‘Irgatlık Anıları’nda dile getirilen coşku değil, yorgunluktur.
‘Irgatlık Anıları’nın, bir yazarın geçmişini, dahası başlangıç eşiğini efsanevi olmakla ıralayacak türden olduğunu da belirtmem gerekecek. Yaşar Kemal, 1941’de yazıldığı belirtiliyor bu metnin; sonradan bir ekleme veya düzeltme yapıldı mı, yapıldı ise ne kadar yapıldı bilemiyorum ama kurmaca metnin determinizmi bakımından oldukça sıkı, yani metinde anlatılan öykünün ana konusu bakımından işlevsiz bir olaya dahi yer verilmeyen bir metin.

Güven Turan, yazısının başlığını, ‘Gizlenen Bir Şairin İlk Kitabı’ koymuş. ‘İlk kitabı’ ifadesi, bunun arkasının geleceğini ima ediyor sanırım. Yaşar Kemal, ‘Kırmızı Deynek’le (1963), şiiri, bitirmiş olmasa gerek.

(08/10/2010 tarihli Radikal Kitap Eki)



Kitaptan tadımlık şiirler

Talih

Gün vurdu dağların ardına
göğün maviliğini
özlediğimiz an
gün vurdu dağların ardına
sabah buram buram tüttü
bacalardan

Terketti yuvaları kuşlar
dudaklarda şarkılar güldü
köy çocuklarının topladığı yıldızlar
harman yerlerine döküldü
nura bulandı başaklar
taze bir ninniyle gerindi toprak
alınlarda billur ter damlaları
ve sebepsiz yaşamak

Gün vurdu dağların ardına
bir sabah buğusu halinde huzur
dağıldı tarlalara
gün vurdu dağların ardına
yaban gülleriyle büyüyen talihim
selam durdu bahara...


Şikayet

Hey bre ağalar
beği şikayet edelim
söylen çektiğimiz neden
yoğu şikayet edelim.

Yollar menzilde kalıyor
alçaldıkça alçalıyor
buluttan rüşvet alıyor
göğü şikayet edelim.

Fezalar dolusu dert var
yalnız köylülerde mert var
boş yere akıyor sular
dağı şikayet edelim.

Turna bağının gülüyüz
taşlı dağların yoluyuz
göğcelim şimdi ölüyüz
sağı şikayet edelim...




Merhaba

Dünyanın ucunda bir gül açılmış
Efil efil esen yele merhaba
Karanlığın sonu bir ulu şafak
Sarp kayadan geçen yola merhaba

Gün be gün yüreğim ulu yalımda
Engel tuzak kurmuş bekler yolumda
Zulümlerde işkencede ölümde
Bükülmeyen güce kola merhaba

Acıda kahırda çekmiş geliyor
Güneşten boşanmış kopmuş geliyor
Bir ışık selidir sökmüş geliyor
Nazım usta coşkun sele merhaba

Alınacak Anadolu'nun öcü
Yerde kalmıyacak çekilen acı
Açıldı geliyor şafağın ucu
şu doğdu doğacak güne merhaba

Selam olsun dört bir yana merhaba
Akan kana düşen cana merhaba
Hesap sorulacak güne merhaba
Türküler söyleyen dile merhaba


Sebep

Sebep gözün kör olsun
Bütün bal arıları bana küstü,
Sırrını açamıyor petekler.
Gök maviliğinden göndermiyor,
Çocukluk rüyamı aynalar çaldı
İstiyorum geri vermiyor.
Ninnilerin bahçesinden kovuldum
Sabahı kapımın eşiğinde,
Bir bebek gibi ağlar buldum.
Sebep gözün kör olsun,
Sevgilisiz kaldım işte...


Ey Ahali

Duyduk duymadık demeyin
Bir çocuk kayboldu
Elinde defne dalı
Parmakları tan yeli
Saçları darma dağınık
Dalgalanır yağmur içinde
Bulup getirene
Görüp haber verene
Aydınlık yepyeni bir dünya verilecektir.
Ey ahali bulan var mı, gören var mı
İyiye doğruya güzele selam durulacaktır...


Yalnızlık

Kuş uçmaz, kervan geçmez bir yerdesin,
Su olsan kimse içmez,
Ölür de susundan
Yol olsan kimse geçmez,
Sarp kayalara uğratır da yolunu
Elin adamı ne anlar senden?

Çıkarsın dağ başına,
Bir ağaç bulursun
Tellersin pullarsın
Gelin eylersin.
Bir de bulutları görürsün, bir de bulutları görürsün
Köpürmüş gelen bulutları
Çın çın ötüyor yüreğimin kökünde şu dünyanın ıssızlığı
Tanrı kimsenin başına vermesin böyle bir yalnızlığı..


Bekle

Elbet bir gün, bütün çiçekler beyaz açar
Hür ve mes’ut bir şarkı halinde
Penceremizden uzanır nur.
İstediğimiz şekilde doğar gün,
Dilediğimiz gibi yağar yağmur.

Gök yüzüne hayranlığımız biter;
Kapımıza çırılçıplak gelen bahar,
Bir tohum halinde toprağa düşer.
Bizim için başka türlü eser rüzgâr
Bahçelerin aşinalığı artar.
Herkes gibi biz de doyasıya yaşarız hayatı

Yıldızlar dilimizle konuşur.
Elbet bir gün, bizim de sevgilim
Köyümüzde beyaz badanalı, bir evimiz olur...




Ulaş

Hele Ulaşa Ulaşa, Ulaş benziyor güneşe
Ulaş kardeş can verirken görenlerin aklı şaşa
Ulaş canım Ulaş gülüm, sana yakışmıyor ölüm
Sana demedim mi kardeş, düşman hayin düşman zalim
Ulaş benim gülüm güzel, insanlığım yolum güzel
Kardeş sen öldükten sonra, vallah billah ölüm güzel

Döğünürüm yana yana, haber olmadı mı sana
Yüreğindeki kırk kurşun, ağır gelmiyor mu sana
Şu boğazın günden yanı, gitti gelmez Ulaş hani
Bu dünya güzel olacak, Ulaş kardeş koç yiğidim
Görmeyecek güzel günü..
.
.
Hele Ulaşa Ulaşa, Ulaş benziyor güneşe
Ancak sen ölürsün böyle
Böyle yiğit biz ölürüz, düşmanların aklı şaşa
Ulaş benziyor güneşe, bundan sonra yeryüzünde
Hep çiçekler Ulaş aça..

(şiir kısaltılmıştır..)

10 Kasım 2010

Atatürk'ün Plakları..





Cumhurbaşkanlığı sitesinde yayınlanan Atatürk'ün dinlediği plak kayıtlarından oluşan arşivdir..

Afitap Hanım-Aşk Denilen Cellata
Afitap Hanım-Bahçenizde Bir Gül Olsam Koklar Mısın Gülümden
Afitap Hanım-Benim Tatlı Esmerim
Afitap Hanım-Söyle Ruhum Sevdan Beni Kaç Yıl Yakacak
Emin Efendi-Gelin Havası
Emin Efendi-Pehlivan Güreşleri Havası
Fahire Hanım Ve Hasan Bey-Kadın Kıyma Canıma
Feriye Hanım Ve Hasan Bey-Aman Beyim
Hafız Ahmet Efendi-Çeşmesinin Üstüne
Hafız Yaşar Bey-Beni Sevmez Biliyorum
Hamiyet Yüceses-Ayrılmam Ölsem Bile
Hamiyet Yüceses-Dağları Hep Kar Aldı
Hamiyet Yüceses-Gözlerim Arıyor Seni Her Yerde
İstanbul Türk Ocağı Şehir Orkestrası-Girdi Gönül Aşk Yoluna
İstanbul Türk Ocağı Şehir Orkestrası-Gönül Durmaz Su Gibi Çağlar
Leman Ekrem Hanım-Gözüne Sürme Çekmiş
Mediha Zeki Hanım-Tam Üç Sene
Mediha Zeki Hanım-Yüzüne Dolan Her Gece
Melahat Hanım-Beyoğlundan Geçerken
Melahat Hanım-Gece Gel Eğlenelim
Mualla Hanım-Gelmiş İken Buraya
Münir Nurettin Selçuk-Ağlarım Çağlar Gibi
Münir Nurettin Selçuk-Bahçenizde Sümbül Olsam
Münir Nurettin Selçuk-Bir Nev Cihansın Şuhi Cihansın
Münir Nurettin Selçuk-Biz Heybelide Her Gece Mehtaba Çıkardık
Münir Nurettin Selçuk-Çiçekten Nağmeden Bir Deste Bağlar
Münir Nurettin Selçuk-Demedim Hiç Ona Kimsin
Münir Nurettin Selçuk-Etme Beyhude Figan Vazgeç Gönül
Münir Nurettin Selçuk-Ey Gül Ne Acep
Münir Nurettin Selçuk-Fırat (Bingöllerden Süzülürsün)
Münir Nurettin Selçuk-Kıldı Zülfün Tek Perişan
Münir N. Selçuk-Köpürsün Badeler Taşsın Dökülsün Neşeler Gelsin
Münir Nurettin Selçuk-Ömrüm Seni Sevmekle Nihayet Bulacaktır
Münir Nurettin Selçuk-Sende Acep Uşşaka Eziyet Mi Çoğaldı
Münir N. Selçuk-Süzüp Süzüp De Ey Melek O Çesmi Nim Habını
Münir Nurettin Selçuk-Yemenimin Uçları
Müzeyyen Senar-Ay Öperken Suların Göğsünü
Müzeyyen Senar-Balkonda Saatlerce Düşündüm
Müzeyyen Senar-Gönlüme Ayrılık Acısı Çöktü
Müzeyyen Senar-Kaşlar Kara Gözler Kara
Müzeyyen Senar-Sahilde Saba Rüzgarı
Müzeyyen Senar-Yavrum Diye Sızlanayım
Nubar Efendi-Hicaz Taksim
Nubar Efendi-Saba Taksim
Safiye Ayla-Akşam Yine Gölgenle
Safiye Ayla-Aşkınla Yanan Gönlüme
Safiye Ayla-Bekledim De Gelmedin
Safiye Ayla-Bir Yer Ki Sabah Olmayacaktır
Safiye Ayla-Delisin Deli Gönlüm
Safiye Ayla-Dursun Kaptan
Safiye Ayla-Esmer Yüzüne Taptım Sözüne
Safiye Ayla-Gecenin Matemi Aşkıma Örtüp
Safiye Ayla-Gizli Derdim Kalbimdedir
Safiye Ayla-Hala Yaşıyor Kalbimin En Gizli Yerinde
Safiye Ayla-Haydi Uşaklar Bakalm
Safiye Ayla-İki De Turnam Gelir Allı Kareli
Safiye Ayla-Leylakların Hayali Salkımların Emeli
Safiye Ayla-Mehtap Dalgun Bakıyor
Safiye Ayla-Ömrümün Neşesiz Geçti Baharı
Safiye Ayla-Sabah Yıllardan Beri
Safiye Ayla-Tuna Tuna Yeşil Tuna
Safiye Ayla-Yanık Ömer
Safiye Ayla-Yaşlı Gözlerimi Kuruttun Bu Gece
Safiye Ayla-Yine Aşkı Bana (Fatma)
Safiye Ayla-Yine De Kaynadı Coştu
Safiye Ayla-Yürü Dilber Yürü Ömrümün Varı (Sürmelim Aman)
Semiha Hanım-Sormam Aramam
Semina Hanım-Yaz Geldi Cicim Eğlenelim Zevk Edelim
Seyyan Oskay-Ateş Gibi Yanmıştı (Bir Çift Kiraz)
Seyyan Oskay-Çok Uzakta Biri Var (Yıllar)
Seyyan Oskay-Gel Gönlüm Senden (Başbaşa)
Seyyan Oskay-Gelmez Oldu Hiç Sesin (Kalbim Seni Özler)
Seyyan Oskay-Gündüzüm Gecem Oldu
Seyyan Oskay-O Gözlerin Ne Kadar Kara
Seyyan Oskay-Sanki Köpüren Su Gibi (Kimse Sevgimi Bilmez)
Seyyan Oskay-Yaramaz
Vedia Rıza Giz-Ağlatan Kadın
Vedia Rıza Giz-Şahane Gözler

(plak kayıtlarını indirmek için imzaya tıklayın)


01 Kasım 2010

Köy Enstitüleri

Amblem1

“Bozkırı baştanbaşa yeşille öreceğiz; Tanrı’nın geç kaldığı işi biz göreceğiz.” 

(Pazarören Köy Enstitüsü’nde ana yapının giriş kapısının üstündeki dizeler)
Tüm yaşantım boyunca üç kere 'Köy Enstitüsü' çıkışlı abiye ve iki kere de babası 'Köy Enstitülü' olan kişiye rastladım. Hepsinde de aynı şeyi demiştim içimden : 'Ne güzel insan bu..' Kendilerine olan eşşiz güven-insan sevgisi-içtenlik, yaratıcı ve pratik zeka ilk göze çarpan şeylerdi..


Kuruluş Öyküsü

Çok değişik ve çarpıcı bir girişim olan Köy Enstitüleri aslında dünyaya örnek bir projedir. Asıl amacı köy-öğretmen bütünlüğünü sağlayarak, kırsal kesimin kalkınmasını sağlamaktı. Gerçek anlamda eğitim ve öğretimi de kırsal kesime götürecek bir proje idi. Üretkenliği artıran, şimdi yaşanan bir çok problemi ortadan kaldıracak bir projeydi.

koy_inonu-1[4] 36187_114019711993098_100001552081710_109420_8075766_n

Atatürk, Köy Enstitütüleri’ne olan zorunlu ihtiyacın gerekçelerini şöyle açıklar :

“Efendiler! Asırlardan beri milletimizi idare eden hükümetlerin tamamı eğitim isteğini ortaya koymuşlardır. Ancak bu arzularına erişmek için doğu ve batıyı taklitten kurtulamadıklarından, sonuç, milletin cehaletten kurtulamamasına sebep olmuştur. Bu acı gerçek karşısında, bizim takibe mecbur olduğumuz eğitim siyasetimizin esas çerçevesi şu olmalıdır; demiştim ki bu memleketin asıl sahibi ve toplumsal varlığımızın asıl nedeni köylüdür. İşte bu köylüdür ki bugüne kadar bilgi ışığından yoksun bırakılmıştır. Bu nedenle bizim takip edeceğimiz eğitim siyasetinin temeli, evvelâ mevcut cehaleti yok etmektir.”
“Efendiler !
Bu hedefe ulaşmak, eğitim tarihimizde kutsal bir aşama oluşturacaktır. Bir taraftan cehaleti yok etmekle uğraşırken bir taraftan da memleket evladını toplumsal yaşama ve iktisatta fiilen etkili ve verimli kılabilmek için acil olan ilkel bilgiyi işe yarar bir tarzda vermek kuralı eğitimimizin esasını teşkil etmektedir.
Efendiler !
Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin sınırı ne olursa olsun, en evvel, her şeyden evvel Türkiye’nin bağımsızlığı ile kendi benliğine ve milli geleneklerine düşman olan bütün unsurlarla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir.”

vatanhainleribayraginardindamemleketehizmetegidiyor u_11_g

Kapatıldığı 1954 yılına kadar Köy enstitülerinde 1308 bayan ve 15,943 erkek toplam 17,341 köy öğretmeni yetişmişti. Fakir Baykurt, Ümit Kaftancıoğlu, Talip Apaydın, Mahmut Makal, Mehmet Başaran, Pakize Türkoğlu, Hatun Birsen Başaran, Ali Dündar, Osman Şahin, Mehmet Uslu ve Dursun Akçam gibi önde gelen yazarlar ve düşünürler bu okullarda yetişmişlerdir.

t_8_g t_3_g

1940-1946 arasında köy enstitülerinde 15,000 dönüm tarla tarıma elverişli hale getirilmiş ve üretim yapılmıştı. Aynı dönemde 750,000 yeni fidan dikilmişti. Oluşturulan bağların miktarı ise 1,200 dönümdü. Ayrıca 150 büyük inşaat, 60 işlik, 210 öğretmen evi, 20 uygulama okulu, 36 ambar ve depo, 48 ahır ve samanlık, 12 elektrik santralı, 16 su deposu, 12 tarım deposu, 3 balıkhane, 100 km. yol yapılmıştı. Sulama kanalları oluşturularak enstitü öğrencilerinin uygulamalı eğitim gördüğü çiftliklere sulama suyu öğrenciler tarafından getirilmişti.

Gerek Osmanlı'da gerekse Cumhuriyet döneminin ilk yıllarında eğitim sorunu üzerine birçok düşünceler, tecrübeler, uygulamalar olmuştur. Eğitim sorununun geniş bir bölümünü oluşturan köylünün eğitim problemine ve köy okullarına gönderilecek öğretmenlerin nasıl yetiştirilmesi sorunu üzerine II. Meşrutiyetten itibaren bazı fikirler öne sürülmüştür.

09_35_g 06

İsmail Mahir Efendi köylünün köyden çıkmış münevverlerle eğitilebilineceğini, köy öğretmenliği için köylerden seçilen kızlı erkekli öğrencilerin okutulması gerektiğini ve yetişen öğretmenlerin kendilerine ekilecek arazi verilip köylere atanması fikrini ileri sürmüştür.

Meşrutiyet dönemi eğitimcilerinden olan Ethem Nejat yetiştirilen köy öğretmenlerine zirai bilgilerin verilmesini ve öğretmen okullarının geniş bir araziye sahip olmasını , açık havada da derslerin verilmesini belirtmiştir.

Cumhuriyet döneminde Deneysel Psikoloji öğretim üyesi Ali Haydar (Taner) 1924’te verdiği konferansta köy öğretmenlerinin şehirde yetişmiş çocuklarından değilde köylerden alınan çocuklardan olması gerektiğini söylemiştir.

Yerli eğitimcilerimizin ve düşünürlerimizin fikirleri böyleyken Türkiye’ye gelen Amerikalı eğitimci J.Dewey ve 1925’te gelen Alman eğitimci Kühne’nin düşüncelerine de değinmek gerekir. Köy Enstitüleri fikri (17 Şubat – 4 Mart 1923) 1. İzmir İktisat Kongresinde kendini gösterir. Bu anlamda İzmir İktisat Kongresinde ‘liberal ekonomi’ modeline uygun olarak ‘faydacı eğitim’ felsefesi benimsenmiştir. Bunun kanıtı da, faydacı eğitim felsefesi fikrinin öncüsü John Dewey’in Türkiye’ye davet edilmesidir

J.Dewey köy okullarında köylünün ihtiyaçlarına göre eğitim verilmesini, tarım reformunun yapılmasını ve bu duruma alt yapı hazırlayacak ilk ve orta okullarının açılmasını dile getirmiştir. Alfred Künhe ise köy okullarının kurulmasını gerekli görmemiştir. Sadece ilköğretimlerde daha fazla zira bilgi verilmesini yeterli görmüştür.

05 54_08_g

Mustafa Necati’nin dönemindeki Köy Muallim Mektebi’yle beraber bu düşüncelerin bir kısmı fiiliyata geçmiştir. Köye eğitim hizmeti 1936 da başlamış ve bu tarih de 35.000 köyde ilkokul yoktur. 16 Milyon nüfusun 12 milyonu köylüdür. Bunlardan erkeklerin yüzde 76.7'sı, kadınların ise yüzde 91.8'i okur-yazar değildir. Bu mekteplerden önceki uygulamalara bakacak olursak köy öğretmen okullarının köye özgü şartlarda eğitim verilmesine dair ilk düşüncelere yer almıştır. Mustafa Necati’nin bakan olduğu dönemde 789 sayılı ve 22 Mart 1926 tarihli Maarif Teşkilatına Dair Kanun ‘un çıkmasıyla köy muallim mekteplerinin önü açılmıştır. Kanunda öğretmen okulları ikiye ayrılıyordu:

-İlk Muallim Mektepleri
-Köy Muallim Mektepleri

22 Mart 1926’da çıkan bu yasayla beraber ilk köy muallim mektebi Kayseri Zincidere’de Denizli ‘de olmak üzere iki okul açıldı. Bu okullardan mezun olan öğretmenler atandıkları köylerde okulun yanında bir ev ve bahçe öğretmenlere verilecekti. Ayrıca “Köy Muallim Mektebinde” bir iş dershanesi bulunacaktır. Burada eğitim ve öğretim için gerekli olan aletler yapabileceklerdir. Bir de okulun teneffüslere ve oyunlarına ait avlusu ve küçük bir tarlası, fidanlığı, sebze bahçesi v.s bulunacaktır.

Köy Muallim Mekteplerinde öğleden önce 4 saat teorik, öğleden sonra iki saat pratik olarak toplam 6 saat ders verilmekteydi. Pratik derslerde tarım etkinlikleri, atölye-el işleri faaliyetleri, doğa inceleme gezintileri, oyun, spor ve beden eğitimi gibi faaliyetler düzenleniyordu.

Köy Muallim Mektepleri Türkiye’nin köy okullarındaki öğretmen eksikliği üzerine açılmıştır ama bu yönden bazı eksiklikleri vardır. Buradaki öğrencilerin genel kültür düzeyinin düşük olduğu sürekli tartışılmıştır. Asıl önemli olan eksikliği ise bu mekteplere alınan öğrencilerin büyük bir kısmının ortaokulu şehirlerde bitiren şehirli çocuklardan oluşmasıdır. Bu mekteplerden mezun olanların çoğu köylere gitmedikleri gibi gidenler de uyum sağlayamamışlardır. Aslında bu durum Köy Muallim Mektebi’nin amacına ulaşamadığının bir göstergesidir. Bundan dolayı süregelen tartışmaların neticesinde 1 Eylül 1932 tarihinde iki köy muallim mektebi kapatılmıştır.

33473_114019818659754_100001552081710_109421_4108723_n 33473_114019828659753_100001552081710_109424_7617006_n

Eğitmen Okulları

Eğitmen okullarının açılmasındaki amaç köy okullarındaki öğretmen ihtiyacını kısmen de olsa gidermektir. Eğitmen okullarına askerliğini başarıyla bitirmiş; köylü, okur-yazar onbaşı ve çavuşlar alınmıştır. Bu kişiler kısa süreli kurslarla eğitildikten sonra köylere eğitmen statüsünde atanmışlardır. Eğitmenler köylerde 3 yıllık eğitim-öğretim işini ele alacakları gibi köylülere de tarımdaki yeni teknikleri öğreteceklerdir. 8–10 köyden bir gezici başöğretmen sorumlu olacak ve eğitmenin veremediği dersleri bu başöğretmen verecektir.

1936'da ilk kurs deneme amaçlı olarak Eskişehir’in Mahmudiye köyünde açıldı. Buradaki kurs olumlu sonuçlar verince de 11 Haziran 1937’de 3238 Köy Eğitmenleri Kanunu çıkarılarak yasal statüye bağlandı. Bundan sonraki dönemde eğitmen kursları arttı ve bu kursların 1948 ‘de kapatılışına değin 9,000 eğitmen yetiştirildi.

Köy Enstitüleri

1935’te Türkiye’de 40 bin köy bulunmakta ve 35 bin köyde ise öğretmen bulunmamaktaydı. Köylerin öğretmen ihtiyacını karşılamak için Köy enstitülerine kadar gelen dönemde çeşitli denemeler olsa da bunlar tam olarak başarılı olamamıştır. Köy Muallim Mekteplerinde köylere gönderilecek öğretmen adayı öğrencilerin şehirlerden seçilmesi bu mekteplerin amacına ulaşmasını engellemiştir. Eğitmen kurslarında başarıya ulaşılması daha sistemli bir teşebbüs olan Köy Enstitülerinin kurulmasını sağlayacaktır. Nitekim Köy Enstitüleri de öğretmenlik için alınan öğrenciyi köylerden seçmiştir. Ayrıca daha yeni uygulamalarda eklenip Cumhuriyet döneminin “Köye Yönelik Öğretmen Yetiştirme “projelerinin en yüksek seviyesine ulaşılmıştır.

n2211tq Picture1 resim6zn1

Cumhuriyetin ilerleyen yıllarına rağmen köylünün eğitimi meselesinde bir türlü yeterli mesafe alınamıyordu. Eğitimden sorumlu kişiler artık köy meselesine daha çok ağırlık veriyorlardı. 1938’in son ayında Milli Eğitim Bakanı olan Hasan Ali Yücel topladığı Milli Eğitim Şurası’nda (17–29 Temmuz) 1939) “Önümüzdeki yıllarda nüfusumuzun çoğunluğunu oluşturan köylümüzün gerek eğitim gerek geçim düzeyini yükseltmeyi başlıca hedefimiz olarak görüyoruz. Bu konuda alacağımız sonuçlara çok önem ve değer veriyoruz. Kesin olarak inanıyoruz ki, köylümüzün eğitimini ve geçimini daha yüksek düzeye vardırdığımız gün ulusumuzun her alandaki gücü bugün tasavvur olunamayacak kadar yüksek ve heybetli olacaktır.

1940 baharında 3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası Meclis’e gelir. Bakan Hasan Âli Yücel’in cesaretle savunduğu yasa, Meclis’te kimi eleştirilere muhatap olur. Eleştiri sahibi milletvekillerinden biri Kâzım Karabekir’dir. Karabekir Paşa, bu enstitülerin zaten bir sorun olan köy-şehir uçurumunu hepten derinleştireceğini ve bu iki kesim arasında bir ayrım meydana getireceğini öne sürer. Yücel ise asıl amacın bu ayrımı ortadan kaldırmak olduğunu savunur. Oylamada red oyu çıkmaz, fakat 38 kişi bu oylamaya katılmaz. Bu, yasaya karşı bir muhalefetin varlığını göstermektedir. O gün oylamaya katılmayanlar arasında, ileride Demokrat Parti’yi kuracak olan Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fuat Köprülü de vardır. Enstitü savunucularına göre, enstitülerin köylüyü uyandıracağından endişelenen büyük toprak sahipleri tasarıya muhalefet etmiş, Meclis’te bazı milletvekilleri de, bu muhalefet sonucu oy kullanmamayı seçmişlerdir.

Köy eğitimine verilen önem sonucunda 17 Nisan 1940’ta “3803 sayılı Köy Enstitüleri Yasası” çıkarılacaktır. Hasan Ali Yücel bakandır fikir babası ise İsmail Hakkı Tonguç’dur.Böylece 1937-38 eğitim döneminde açılan İzmir Kızılçullu ve Eskişehir – Çifteler, 1938-39 eğitim döneminde açılan Lüleburgaz-Kepirtepe ve 1939-1940 eğitim döneminde açılan Kastamonu- Gölköy Öğretmen okulları Köy Enstitüsü adını aldılar.

Köy Enstitüleri yasasının çıktığı yıl 10 yeni Köy enstitüsü daha açılacaktır. Sonraki yıllarda açılacak olan enstitülerle beraber toplan 21 tane Enstitü eğitim verecektir.

Picture8 01

Köy Enstitüleri Sistemi ve İdari Yapısı

Köy Enstitülerine 5 yıllık ilkokulu bitiren köy çocuklarından öğrenci seçilirdi. 3 yıllık ilkokulu bitiren öğrenciler içinde köy enstitüleri dahilinde kurslar açılarak 2 yıllık eğitim eksiği tamamlanır ve öğrenci olmaya hak kazanırlardı.

Köy Enstitüleri şehirlerin dışında, anayollara yakın bir köy kenarında, işlenmemiş topraklar üstünde kuruldular. Bunda amaç köy enstitülerinin kurulmasındaki gaye olan köy öğretmeni yetiştirmenin, köy çocuğunun köy koşullarından ayrılmadan, köyde kendi yarayacak ve köylüyü de bilinçlendirecek bir eğitim almasına bağlı olmasıdır.

Köy enstitüsüne öğrenci seçilirken itina gösterilir ve mülakatta uygun görülen öğrenciye başvuru formu doldurtulurdu. Bu formda öğrencinin düşünce ve duygularını kapsayacak kısa kompozisyon sorusunun yanında diğer kişisel ve kurum bilgileri bulunmaktaydı. Bu form-dilekçeler öğretmen kurulundan geçerse adaylar hemen enstitülere çağrılırdı.

Turkey_ke tongucelyazisi

Köy Enstitülerinin başında Köy Enstitüsü müdürü bulunurdu. Müdürlük makamından başka Öğretmenler Kurulu, Öğrenci Yönetimi, Disiplin Kurulu ve mali komisyonlar mevcuttu.
Köy Enstitülerinde öğrencilere demokratik hayat biçimini benimsetmek için “Okul Başkanlığı” seçimleri düzenlenirdi. Okul başkanlığına aday olan öğrencilerden en çok oyu alan kişi Okul Başkanı olurdu. Bu başkan kendisiyle çalışacak diğer başkanları seçer ve diğer öğrencilerin bu kişiler hakkında görüşlerini sorardı. Başkanın seçtiği yardımcılar yatakhane, yemekhane, mutfak, değirmen, fırın, santral, tarım, müzik, halk oyunları, eğlence gösterileri, temizlik düzeni, ahır, işlik, kitaplık, depo ve ambar birimlerinin sorumlusu olurlardı. Cumartesi günü değerlendirme toplantısı yapılır ve bütün yönetim kadrosunun faaliyetleri değerlendirilir, tartışılır, eleştirilir ve böylece öğrencilere sorumluluk ve demokrasi bilinci aşılanırdı.

Köy Enstitülerinde öğretmenlik yapacak kişilere dair düzenleme Köy Enstitüleri Kanunu’nun 17. maddesinde mevcuttur. Bu kanuna göre öğretmen olarak atanacak kişilerin:

1) Yüksek okullar ve üniversite fakülteleri mezunları
2) Gazi Terbiye Enstitüsü Mezunları
3) Öğretmen Okulları Mezunları
4) Ticaret liseleri mezunları ve orta ziraat okulları mezunları
5) Erkek sanat okulları ve kız enstitüleri mezunları
6) Köy Enstitüleri Mezunları
7) İnşaat Usta Okulları Mezunları
8) Bunlardan başka her türlü teknik ve mesleki okullar mezunları olması gerekiyordu.

Eğitim süresi 5 yıldır. Öğrencilerin ilk üç yıllık başarı düzeylerine bakılarak en başarılılar öğretmenliğe, geri kalanlar öteki köy hizmetlerine (sağlık memuru, tarım elemanı, ebe, vb.) yönlendirilecektir. Bu enstitülerden mezun olanlar, atanacakları köylerde 20 lira gibi küçük bir aylık karşılığı, 20 yıl mecburi hizmet yapacaklardır.

v4c3ov Picture2 i.hakkı tonguç

Köy Enstitülerinde Eğitim

Köy Enstitülerinde haftalık ders saati toplam 44’tür. Beş yıl boyunca 230 hafta ders, 30 hafta tatil yapılıyordu. Derslere verilen sürenin %50’si genel kültür ve meslek üzerine , %25’i teknik, %25 i ise tarım olmak üzere öğrenciler ek branşta da yeterlilik kazanıyorlar , bunları öğrencilerine ve köy halkına öğretmekle yükümlü tutuluyordu.

Kültür dersleri Türkçe, Tarih, Coğrafya, Yurttaşlık Bilgisi, Matematik, Fizik, Kimya, Tabiat ve Okul Sağlık Bilgisi, Yabancı Dil, El yazısı, Resim-İş, Beden Eğitimi ve Ulusal Oyunlar, Müzik, Askerlik, Ev İdaresi ve Çocuk Bakımı, Öğretmenlik Bilgisi, Zirai İşletme Ekonomisi, Kooperatifçilik’den oluşmaktaydı. Yıllara göre ders saatleri değişmekteydi. En çok ders saatine sahip olan derslerin başında Türkçe, Matematik, Tabiat ve Okul Sağlık Bilgisi, Yabancı Dil, Müzik, Askerlik, Öğretmenlik Bilgisi gelir.

Günde 1 saat olmak üzere Serbest Okuma bölümüyle öğrencilere okuma alışkanlığı kazandırmak, kelime hazinelerinin genişletmek amacını taşımaktaydı. Bir öğrenci ders kitapları dışında yılda 24 kitap bitirmek zorundaydı. Bazen okunacak olan kitaplardaki konular tartışmaya açılır ve öğrencinin okuduğu metin üzerinde düşünmesi sağlanırdı. Okunan kitapların büyük bölümü Hasan Ali Yücel döneminde tercüme edilen klasiklerden oluşmaktaydı.

enstitu. 20_g

Tarım derslerinde çocuklar ilgi alanlarına göre bahçecilik, hayvancılık, arıcılık gibi alanlara ayrılır ve direk olarak bu amaç için kurulmuş mekânlarda üretim yaparlardı. Teknik derslerde de yine ilgi alanına göre bir bölüm seçiyor ver o alan üzerinde iş içinde eğitim ilkesiyle uzmanlık kazanıyordu. Böylece bir köye aranan öğretmen kültür yönünden çocukları eğittiği gibi uzmanlık alanı olan dallarda da köylüye örnek oluyor, köyünde kendisine ayrılan toprakta yeni tarım teknikleri uygulayarak köylüye de bu tekniklere özendiriyordu. Böylece Köye yönelik amacı bir bakıma başarıya ulaşmış oluyordu. Köy Enstitülerinin fikir babası olan Tonguç iş içinde eğitim ilkesine atıfta bulunarak şu sözleri söylemiştir:

“Uygulanmayan bilgi boş ve lüzumsuz bilgidir. bir şeyi yapabiliyorsak aynı zamanda biliyoruz demektir. Doğru, iyi, düzgün, yazamıyor veya resim yapamıyorsak anlatmak istediğimiz konuyu bilmiyoruz demektir. Bir olayın deneylerini yapmaktan, müzik parçalarının bir alet ile çalmaktan veya notaya uygun olarak söylemekten aciz isek o olayı veya o parçayı bilmediğimiz anlaşılır. İlgili kitabı veya dergiyi okuyarak, tabiatı ve sosyal hayatı inceleyerek bilgi edinemiyorsak, kitapta yazılana veya öğretmenin anlattığını ezberleme yolunu tutmuş skolastiğin esiri haline gelmişiz demektir. Köy Enstitülerinde yetiştirilen öğrenciler skolâstiğe köle olmaktan kurtarılmaya çalışılmıştır. Onların kültürleri cila şeklinde ve ezberlenerek benimsenmiş bilgi değil, iş içinde ve iş vasıtasıyla öğrenilen ve öz bilgidir.."

koy1 Köy_enstitüsü_mandolin_çalan_öğrenci Köy_enstitüsü_akerdeon_çalan_öğrenci

Talip Apaydın ise kurdukları hayalleri de açık yüreklilikle anlatmaktadır: “Biz köy öğretmenleri bunun için yetiştiriliyorduk. Halkı okutup uyandıracaktık. Yoksulluktan, karanlıktan, Ortaçağın yanlış inançlarından kurtaracaktık. Halk düşmanları ile savaşacaktık. Her gün, her derste bunu işitiyor, bunu düşünüyor, bunu konuşuyorduk.”

Erkek öğrenciler inşaat, demircilik ya da marangozluk; kızlar ise elişi, biçki-dikiş ya da yemek gibi iş kollarından birini seçer ve o konuda eğitim görürler. Müfredat bazen bölgenin özelliklerine göre değişmekte, kimi yerde balıkçılık eğitimi öne çıkarken, bazı yörelerde arıcılık öğretilebilmektedir. Köy Enstitüleri’nin müfredatına bakıldığında din dersine hiç yer verilmediği görülür. Bu da nasıl bir öğretmen tipi hazırlanmak istendiğine dair önemli bir ipucu vermektedir.

AV-2 AV-22 AV-01

Aşık Veysel

Köy Enstitülerinin kurulmasıyla birlikte yine Ahmet Kutsi Tecerin katkılarıyla sırasıyla Arifiye, Hasanoğlan, Çifteler, Kastamonu, Yıldızeli ve Akpınar Köy Enstitülerinde saz öğretmenliği yapıyor.Bu okullarda Türkiye’nin kültür yaşamına damgasını vurmuş,birçok aydın sanatçıyla tanışma olanağını buluyor. Şiirini iyiden iyiye geliştiriyor. 1965 yılında Türkiye Büyük Millet Meclisi özel bir kanunla Aşık Veysel'e (Ana dilimize ve Milli Birliğimize yaptığı hizmetlerden ötürü ) 500 lira aylık bağlamıştır. 21 Mart 1973 günü sabaha karşı 3.30 da doğduğu köy olan Sivrialan’da şimdi adına müze olarak düzenlenen evde yaşama gözlerini yummuştur.

Prof. Filiz Kamacıoğlu’nun Köy Enstitüleri eğitim projesi ile ilgili yazısı

“Eğitim, bireye doğduğu andan itibaren hayatı boyunca etkisinden kurtulamadığı bilgi, görgü, inanış ve davranışları kazandırdığımız süreçtir. Amacı da algılaması gelişmiş, çağımızı anlayabilen, kendi ayakları üzerine basabilen, problem çözme yeteneği olan, demokratik davranmayı öğrenmiş, doğruyu eğriyi görebilen, işini kendi duygu ve menfaatine göre değil işin doğrusu ne ise ona göre yapabilen bireyler yetiştirme olmalıdır.

Yıllardır yaptığım gözlemlerden edindiğim izlenim, birçok öğrencinin ve öğretim üyesinin kafalarının karışık olduğudur. Çoğu insan, birçok bilgiyi ediniyor, çok konuşuyor ama iş yapabilme güçleri çok az. Öğrenciler okul bitirmek için not peşinde koşuyor. Öğretim elemanı da yalnız işini yapıyor. Öğrencinin eğitim süreci ne yönde gelişiyor belli değil. Verilen formasyon bilgilendiriyor ama geliştiriyor mu? Eğitim sistemini örnek olarak aldığımız Fransız düşünür Bergson, kendi eğitim sistemlerini eleştirmiş; lafazan insan yetiştiren ezberci eğitime çatarak okullarda elle çalışmanın yani iş eğitiminin daha önemli bir yer tutmasını istemiş ve şöyle demiştir;

“Elle çalışma bir eğlence sayılıyor, yalnız unutuluyor ki zeka, madde ile oynama gücüdür; hiç değilse öyle başlamıştır. Doğa da onu bu iş için yaratmıştır. Böyle olunca zeka nasıl olur da eğitiminden yararlanmaz? Daha ileri gidelim. Çocuğun eli kendiliğinden bir şeyler kurmaya yeltenir. Ona bu kuruculuğunda yardım etmekle, hiç değilse ona kurma fırsatları vermekle çok daha verimli bir insan olması sağlanabilir. Çocuğun bu kurucu yanını beslemekle insanlığın yaratma, bulma gücü şaşırtıcı ölçüde artabilir dünyada.

64014_114018971993172_100001552081710_109419_762995_n 33726_114019998659736_100001552081710_109432_7354828_n 33726_114019995326403_100001552081710_109431_5213561_n

Başlangıçta yalnız kitapla sınırlı kalan bilgi, insanın serpilmeye hazır nice yapıcı ve yaratıcı çabasını ortaya çıkmadan köreltip yok eder. Çocuğu işe alıştıralım ve bu iş eğitimini de herhangi bir işçiye bırakmayarak gerçek bir ustaya verdirelim ki çocuğun maddeye dokunuşu hoyratça değil ustaca olsun. Zekâ, o zaman elden kafaya doğru çıkacaktır. Fen bilimlerinde olsun, edebiyatta olsun, bizim öğrettiklerimiz sözel kalıyor. Oysa bugün artık zaman, güzel konuşmalarla, eyleme geçmeyen bilgilerle yetinilecek, zaman değildir. Okullarda bilim alanında yapılan nedir? Bilimin vardığı hazır sonuçları öğretmek! Oysa gençleri metotlara alıştırmak daha iyi olmaz mı? Gençleri gözleme, denemeye, yeniden bulmaya çağırırsanız bakın nasıl can kulağıyla dinlerler sizi o zaman, nasıl anlarlar ne istediğinizi. Çünkü çocuk, arayıcı ve bulucudur, hep yeniliğin peşindedir. Kurallar sıkar onu. Kısacası çocuk yetişkin insandan daha yakındır doğaya.

Yetişkin insansa doğadan çok toplumdan yanadır, öğretme işi de onun elindedir. İster istemez topluma miras bırakacağı ve haklı olarak övündüğü bilgi kazançlarına, varılmış bütün sonuçlarına en büyük önemi verecektir. Oysa öğretim programlarını istediğiniz kadar geniş tutun, öğrencinin benimseyebileceği hazırlop bilim, pek sınırlı kalacak hiç de seve seve öğrenilmeyecek ve hep çabuk unutulacaktır.” Berkson’un iş eğitimi dediği sistemi, TONGUÇ ve arkadaşları İş Okulları olarak Köy Enstitüleri ile uygulamışlardır.

İsmail Hakkı Tonguç, Atatürk tarafından köylerdeki koşulları incelemekle görevlendirilmiş bir komisyonda görev almış ve bir gözlemini şöyle dile getirmiştir. “ Bazı köylerde çocuklar, okulda öğrenmiş olduklarını hemen hemen bütünüyle unutmuşlardı ve yaşantılarında hiçbir şey değişmiş değildi; okuma yazmayı bile bilmiyorlardı artık.” Bu gözlem, İ.H.Tonguç ekibine farklı bir eğitim sistemi olması gerektiğini düşündürmüş, Köy Enstitüleri kurularak “ İş eğitimi” denemesi yapılmış ve destan yazılmaya değer sonuçlar elde edilmiştir.

33473_114019821993087_100001552081710_109422_3525981_n ihtfob_1_g iht_g

Köy Enstitülerini Kapatılışı

Enstitülerde öğrenciler tek tip üniforma giyiyordu ve enstitü müdürü bile buna uyup aynı üniformayı giyiyordu. Öğrenciler bizzat yönetime katılıyorlardı. Bu ve benzeri sebepler ile enstitülere koministlik suçlamaları yapılıyor arada bir ihbar mektuplarını dikkate alan polisin baskınlarına uğruyordu.Kız öğrencilerin erkek öğrenciler ile karma eğitim görmesi sonu gelmez dedikodulara neden oluyordu. Köylüler okul ve enstitü inşaatlarına yardım ile devlet tarafından mükellef kılınmıştı.
Köylere atanan öğretmenler yörenin toprak ağalarıyla sorunlar yaşıyorlardı. Bu geçimsizlikler köy öğretmenlerinin toprak ağalarının seçtirdiği milletvekillerine şikayet olarak ulaşıyordu. Bu durum toprak sahiplerinin durmaksızın Ankara'ya baskı yapmalarına neden oluyordu.

II. Dünya Savaşından sonra Türkiye’de demokrasiye geçiş süreci başlamıştı. CHP’den kopan isimlerin DP ‘yi kurmasıyla beraber 1946 seçimlerine gidilmiştir. Tarihimizde usulsüz seçim olarak geçen 1946 seçiminde CHP 403 milletvekili, DP ise 54 milletvekili çıkarmıştır. Bu seçimlerden sonra CHP içindeki “sağ kanat” olarak bilinen grup güçlenmiş ve Başvekil olarak bu grubun temsilcilerinden Recep Peker görevlendirilmiştir. Recep Peker Hükümeti Köy Enstitülerinin Tonguç’la beraber en büyük mimarı olan Hasan Ali Yücel’i alarak Köy Enstitülerine hep olumsuz yönde bakan Şemseddin Sirer’i getirmiştir. İsmail Hakkı Tonguç ‘un Şemseddin Sirer’le çalışamayacağını bildirip istifa etmesi Köy Enstitülerinin mimarı olan iki ismin döneminin sonunun getirmiştir. Böylece Enstitülerin yıkılmasına doğru giden süreç başladı.

ke153_17_g Koy_Enstituleri ke07313g8lr

Köy Enstitüleriyle ilgili ilk değişiklik 29 Nisan 1947’de çıkan yönetmelik olmuştur. Bu yönetmelikle beraber öğrencilerin okul yönetimine katılması görevler sorumluluklar alması yasaklanmaktaydı. 20 Mayıs 1947’deki genelge ile “okuma saatlerine ve okunan klasiklere kısıtlama getirilmiştir.
Köy Enstitülerine öğretmen yetiştiren Yüksek Köy Enstitüsü 27 Kasım 1947 ‘de kapatılmıştır. Öğrencileri diğer öğretmen okullarına yollanmıştır. Böylece Köy Enstitülerinin merkezini oluşturan kurum kapatılarak enstitülerin kapanışına giden yolsa önemli bir adım daha atılmıştır.

24 Mayıs 1948’de Köy Enstitüleri Teşkilat yasası 5210 sayılı yasayla değiştirildi. Bu yasayla beraber Tonguç’un iş eğitimi ilke ve yöntemlerinden tamamen vazgeçildi ve klasik eğitime dönüldü. Ayrıca köylüye imece yoluyla yaptırılan köy okullarını bundan sonra devletin yapacağı taahhüt ediliyordu.
DP’nin ezici üstünlüğüyle kazandığı 1950 seçimleri sonucunda zaten ana formu değiştirilmiş olan Köy Enstitülerinin yıkımı daha da hızlanacaktır. 1950’de karma eğitim kaldırılarak tüm enstitülerdeki kız öğrenciler Kızılçullu’da Kız Köy Enstitüsü’ne dönüştürülen okula toplandı. Ancak bu enstitünün bulunduğu yer NATO’ya verilince Bolu ve Trabzon’da Kız Köy Enstitüleri kuruldu. Bu uygulama kızlarının uzak yerlere göndermeyen aileler nedeniyle kızların okullara gönderilmesi oranını ciddi derecede azalttı.

1952’de Köy Enstitüleri adı tamamen kaldırılıp bu kurumun adına Köy Öğretmen Okulu adı verildi. Bu tarihe kadar adım adım yapısı değiştirilen ve en son ismi değiştirilen Köy Enstitüleri 27 Ocak 1954 tarihli 6234 sayılı yasayla tamamen ortadan kalkmış ve “İlk öğretmen Okulları”na dönüştürülmüştür.

33726_114020018659734_100001552081710_109438_1232882_n a1_u1_g 33726_114020015326401_100001552081710_109437_1121579_n

Başardıkları

- Yüzyıllardır biriken feodal toplumun üretim ve yaşam biçimini ortadan kaldırmaya başlamıştır.
- Bilimsel ve felsefi anlamda laik eğitim başlamıştır.
- Feodal toprak rejiminin değişimi toprak ağalarının kendilerinin ortadan kaldırılma tehdidinin hissetmelerine neden olmuştur.
- Sanayi için eğitilmiş, nitelikli iş gücü oluşmaya başlamıştır
- Sanat, edebiyat, bilim teknoloji de olumlu beklentiler oluşmuştur.
- Atatürk’ün özlediği demokratik toplum ve kültür için kurumsal alt yapı oluşmaya başlamıştır.
- Ataerkil toplumdan çekirdek aile toplumuna dönüş belirtilerini vermeye başlamıştır.
- Ezberci değil, analitik düşünen- sorgulayan birey yetiştiren demokratik ve üretici eğitim başlamıştır.

Uğur Mumcu'nun Köy Enstitüleri Konuşması



Türk vatandaşı kimdir?

”Türk vatandaşı İsviçre Medeni hukuk kanununa göre evlenen, İtalyan ceza yasasına göre cezalandırılan, Alman Ceza Muhakemeleri Hukuku yasasına göre yargılanan, Fransız İdare hukukuna göre idare edilen ve İslam hukukuna göre gömülen kişidir.”

th_can_yucel_1 kkk

Can Yücel’in Babası Hasan Ali Yücel için yazdığı şiir:

Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim
Hayatta ben en çok babamı sevdim.
Karaçalılar gibi yardan bitme bir çocuk
Çarpı bacaklarıyla – ha düştü, ha düşecek
Nasıl koşarsa ardından bir devin,
O çapkın babamı ben öyle sevdim.
Bilmezdi ki oturduğumuz semti,
Geldi mi de gidici – hep, hepp acele işi!
Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi.
Atlastan bakardım nereye gitti,
Öyle öyle ezber ettim gurbeti.
Sevinçten uçardım hasta oldum mu,
40’ı geçerse ateş, çağ’rırlar İstanbul’a,
Bi helallaşmak ister elbet, diğ’mi, oğluyla!
Tifoyken başardım bu aşk oy’nunu,
Ohh dedim, göğsüne gömdüm burnumu.
En son teftişine çıkana değin
Koştururken ardından o uçmaktaki devin,
Daha başka tür aşklar, geniş sevdalar için
Açıldı nefesim, fikrim, canevim.
Hayatta ben en çok babamı sevdim.

Hasanoğlan_köy_enstitüsü_tabelası isigakavusmakicinsirtindatastasiyanlariunutma

Köy Enstitüleri putunu yıkalım- Ahmet Hakan’ın bir yazısı

Başlığa bakıp da olaya bodoslama gireceğim sanılmasın. Çünkü Köy Enstitüleri’ni kuranların acayip iyi niyetli olduklarına inancım tamdır. Ve işte bu yüzden putu kırarken anlama çabasını terk etmeyeceğim. Bu girişin ardından şimdi gönül rahatlığıyla temel soruya geçebilirim: Ne istiyorlardı Köy Enstitüleri’ni kuranlar?

Yani tek parti döneminin ünlü isimleri, Tonguç Babalar, Hasan Ali Yüceller neyi hedefliyorlardı? Benim cevabım şudur: Bir ’Anadolu aydınlanması’ düşlüyorlardı. Piyano çalan, tenis oynayan, Gogol okuyan, tiyatro yapan köylü tipini ortaya çıkarmak istiyorlardı. Enstitü sayesinde köylerdeki sefalet yenilecek, gerilik ortadan kalkacak, feodal ilişkiler son bulacaktı. Bir büyük ’kültür ihtilali’ gerçekleşecekti.

Tabi işin içinde köylünün yeni rejime sadakatinin sağlanması ve kırsaldaki dinsel etkinin azaltılması gibi ’resmi beklentiler’ de yok değildi. Ve fakat...
Olmadı. Olamadı. Peki neden olmadı?

Bu soruya her kesimin verdiği yanıt farklıdır. Dincilere sorarsanız... "Enstitülerde din iman hak getireydi. Kız erkek karışık eğitim veriliyordu. Bu yüzden olmadı" yanıtını alırsınız.
Sağcılara sorarsanız..."Köy Enstitüleri mi? Bırakın şu komünist yuvalarını" yanıtını alırsınız.
Kemalistlere sorarsanız..."Pekala tutmuştu. Anadolu’nun aydınlık yüzü belirmişti. Ama sabredilmedi. CHP birini kapattı. Bundan cesaret alan karşı devrimci Demokrat Parti, tuttu hepsini kapattı" yanıtını alırsınız.

Aykırılara sorarsanız..."Bu okullardan yarı aydınlar çıktı. Sıkıcı ve şabloncu köy romancıları çıktı. Devlet eliyle aydın yetiştirilirse işte böyle olur" yanıtını alırsınız.
Benim "Köy Enstitüleri neden tutmadı?" sorusu için bulabildiğim yanıtı belirleyen isim, "Bozkırdaki Çekirdek" romanında meseleyi tartışan Kemal Tahir’dir. Onun bu konuya genel yaklaşımının bir tarafı beni ikna etmiştir.

Kemal Tahir’e göre: Tek parti yönetimi, Köy Enstitüleri ile köylülüğü esas alıyordu. Enstitüler köylüye, köyde yaşamını -verimi arttırarak- idame ettireceği şekilde bilgiler vermekteydi. Oysa köyden ziyade şehirleşme esas alınmalıydı. Kemal Tahir’in bu yaklaşımından yola çıkarak benim ulaştığım sonuç şudur: Köy Enstitüleri, köy çocuklarının önünü kesiyordu.
Bir biçimde şehre kapağı atıp Cumhuriyet’in eşitlik prensibinden yararlanarak yükselmek isteyen, yani mimar olmak, doktor olmak, avukat olmak isteyen köy çocuklarına, "Siz en iyisi burada kalın... Bakın işte sizin mektebiniz budur" denilmek isteniyordu. Yani ’Enstitü alternatifi’ köy çocuklarının yırtma çabasının önüne engel olarak çıkıyordu. Bu açıdan bakılırsa, Enstitüler için "Köylüsün köyde kal" projesi diyebiliriz...

Geçtiğimiz gün Demirel’in konuk olduğu "Genç Bakış" programında gazeteci Musa Ağacık, son zamanlarda gericiliğin arttığından dem vurduktan sonra "Köy Enstitüleri neden kapatıldı?" sorusunu sormuştu...

Demirel bu soruya, "İşlevi sona erdi, köy kalmadı, enstitü yerine her yere üniversite açıldı, enstitüleri Demokrat Parti değil CHP kapattı vs" tarzında bir yanıt geliştirmeye çalıştı.
Oysa şöyle bir yanıt verseydi çok daha ikna edici olabilirdi:
"Bak Musa kardeşim... Ben İslamköylü’yüm. Eğer Köy Enstitüsü’ne gitseydim şimdi emekli köy eğitmeni olacaktım. Ama İstanbul Teknik Üniversitesi’ne gittim. Mühendis oldum. Siyaset yaptım. Başbakan oldum, Cumhurbaşkanı oldum. Cumhuriyet’in getirdiği eşit birey olma hakkından sonuna kadar yararlandım".

Şunu söylemek istiyorum: Demirel ve benzerlerinin ulaştıkları makamlar, Köy Enstitüsü işinin neden tutmadığının da bir göstergesidir.

aefdeae6f8ff4cbc49f8d608bb06b128_1266516903 cilavuz

Bazı Eleştirilere Yanıtlar- Engin Tonguç

Köy Enstitüleri (KE) konusunda bugüne kadar yüzlerce yazı yazıldı, kitaplar çıkarıldı. Bunların büyük bir bölümünde KE savunuluyordu; yazarlarımızın, düşünür ve araştırmacılarımızın büyük çoğunluğu KE'den yanaydı. Ama eleştiriler de vardı. KE 'nin topluma tanıtılması, unutulmaması, sistemin gelecek kuşaklara doğru olarak aktarılması için neredeyse yarım yüzyılı aşkın bir zamandan beri uğraş verenler, bu süre içerisinde eleştirileri de yanıtladılar.Bu çabalara yazı, kitap ve konuşmalarla ben de katılmışımdır. Örneğin, tüm eleştirilere yanıtlarımla birlikte tarihsel roman türünün bir yüzkarası olan Bozkırdaki Çekirdek'e yanıtlarım da yazarının sağlığında, 1970'de yayınlanan Devrim Açısından Köy Enstitüleri ve Tonguç kitabımda geniş olarak yer almıştır. Bunları yinelemeyeceğim. Ama son yıllarda desteklemelerin yanında eleştirilerde de yeni bir artış görüldü ve ne yazık ki bunlar özellikle konuyu hiç bilmeyen bazı gençler üzerinde etkili oluyor. Bu durumda bir kez daha eleştirilere yanıt verme zorunluluğu doğdu.

Genel Olarak Eleştiriler

Eleştirilerin birçoğunda, yerli ve yabancı ciddi araştırmacıların yapıtlarında bulunmayan, bizde ise (yalnız KE konusunda değil, her konuda) sık olarak karşılaştığımız özellik, konunun nesnel olarak ele alınamamasıdır. Nesnellikten uzaklaşınca bilimsellik savındaki araştırmalarda, toplumsal ve tarihsel olayları konu alan sanat yapıtlarında çalışmanın ciddiliğinin ve inandırıcılığının ilk ve en önemli koşulu olan gerçeklere saygı da yok olup gidiyor. Olaylar, yazılar, konuşmalar, kişilikler çarpıtılıyor. Böyle olması da zorunlu. Nedeni, nesnellik ancak gerçeklere saygı ile olası. Nesnel yorumlar değişik olabilir, ama gerçek tektir ve her türlü yorum nesnel olacaksa o tek gerçek üzerine kurulmalıdır. 

Öznelliğin ön koşulu ise çarpıtmadır. Ciddiye alınmaya değer bilimsel bir çalışma ve tarihsel, toplumsal bir sanat çalışması yapmanın ilk ve en önemli koşulu olan nesnelliğin bu denli gözardı edilebilmesi, üzerinde durulması gereken bir olgudur. Bu nereden kaynaklanıyor? Kötü niyetlileri bir yana bırakalım; nesnellikten uzaklaşmadan zaten kötü niyetli olunamaz. Ya geri kalanlar? Neden bu kadar çoklar? Her şeyden önce nesnel düşünmeyi, doğru yargılama yapabilmeyi kişiliğimizin ayrılmaz parçası yapacak bir eğitim sistemimizin olmaması sorumlu tutulabilir.

Ama başka nedenleri de araştırınca bu gibilerin kişiliklerindeki bazı özellikler dikkati çekiyor: Herşeyden önce, olağandışı ve özgün olabilme telaşı!Bu gibilerde bilimsel nesnellikle çalışarak gerçekten olağandışı ve özgün, doğru , bilimsel değeri olan yorumlar yapma, sonuçlar çıkarma yeteneği, çalışma erki ve sabrı bulunmasa gerek! Böylelerinin bilim adamı olmaya özenmeleri yanlış! Ne yazık ki, bunların bazıları akademik sanlar da taşıyorlar, hatta üniversitelerde yuvalanmış oluyorlar. Üniversitelerimizde etkin bir akademik özdenetimin olmaması sonucu böylelerinin bilimsel sayılmaması gereken bu tür çalışmaları kendilerine yararlı olabiliyor, onları akademik kariyerin üst basamaklarına çıkartabiliyor, toplumda bilim adamı görüntüsü vermelerini sağlıyor.

Bir tür de aslında sanatçı olan, ama toplumsal ve siyasal konularda araştırmalar, yorumlar yapmaya çalışanlar. Bu uğraş elbette kınanacak, küçümsenecek bir durum değil, tam tersine övülmesi gereken bir çaba. Gelişmiş ülkelerde de birçok olumlu örnekleri var. Bizde bu alandakilerin sayısı dikkati çekecek kadar çok. Bu, belki de bilim adamı dediklerimizin bu konulardan uzak durmalarıyla ortaya çıkan boşluğun doldurulması gereksinimi ile açıklanabilir. Ama sanatçının nesnel olabilmesi hiç de kolay değil. 

Bunu ancak nitelikli, kendisiyle barışık sanatçılar başarabiliyor, bu tür uğraşlara girdiklerinde sanatçı kişiliklerinin temel ögesi olan duygululuk, duygusallık gibi etkenlerin nesnelliklerini gölgelemesini önleyebiliyorlar. Ya diğerleri? Bunu başaramıyorlar. Hele bir de geçmişte uğradığı haksızlıkların , kötülüklerin izleri silinmemecesine kişiliğine kazınmış, ruhsal yapısında çözülemeyen düğümlenmelere neden olmuşsa! İşte o zaman sanatçı-araştırmacımız en küçük nesnellik ölçütünü bile yitiriyor, konuyu iyi bilenler için usa aykırı, hatta bazen gülünç denebilecek yorum ve sonuçlara varabiliyor, ama bunlar bilmeyenlere çekici ve doğru gözükebiliyor.

33726_114020008659735_100001552081710_109435_5998694_n 33726_114020011993068_100001552081710_109436_6212312_n

Başka bir eleştirici tipi de eğitimci olan ve aslında KE konusunu iyi ve doğru bilen, ama değişik nedenlerle bu bilgilerine aykırı eleştiriler yapanlar. Nedir o nedenler? KE uygulaması sırasında kenarda bırakılma, baştan uygulamaya katıldığı halde uyum sağlayamadığı için uygulama dışına çıkarılma, kişisel kıskançlıklar, çekememezlikler, mesleksel doyumsuzluklar.

Ve ideolojik inançları (sağ ya da sol ) nedeniyle KE'ne karşı olmak gereksinimi duyanlar. Burada sağ kesimdekilerden nesnellik beklemek zaten usa aykırı olur. Sola gelince: Oradaki sorun bazı solcularca sol ideolojinin sindirilip özümsenmemiş olmasından kaynaklanıyor. Böyle olunca da KE olayını kafalardaki ideolojik şablonlara uydurmakta başarı sağlanamıyor. Hele Marksizm'le ilk kez karşılaşan bazı kafaca yeni yetmeler var ki, onlar toplumsal ilişki ve olayları anlayıp yorumlamakta son yüzyılların bu en değerli kuramının kendilerinden önce kimse tarafından bilinmediği yanılgısıyla da yüreklenerek bilgilerini aşan yorumlama ve analizlere kalkışıyorlar.

Bunlardan biri 1960'dan önce Türkiye'de marksist yoktu diye yazabiliyor! Marksist'in acemisi hekimin, şoförün, berberin acemisi kadar tehlikeli! Bedensel zararlar veremiyorlar ama, kafaları, özellikle gençlerinkini iyice karıştırabiliyorlar. Sol eleştirilerden ciddiye alınıp yanıtlamaya değer olarak geriye olmuş oturmuşluklarına inanmak istediğimiz Marksistlerinki kalıyor. Ama onların içinde de, değerlendirmelerinde solun genellikle uzun yıllardan beri önemli bir başarı gösterememiş olması sonucu, KE gibi başarılı bir uygulamaya karşı duydukları rahatsızlığın verdiği öznellikten kurtulamayanlar olabiliyor.

Eleştiri yapanların büyük çoğunluğunda , ruhsal durumlarının, kişiliklerindeki sorunların yaptıkları eleştirilerin nesnel olamayışındaki başlıca etken olduğunu düşünüyorum. Bu gibilerin ruhsal yapıları bilimsel olarak araştırılsa herhalde çok ilginç sonuçlara varılırdı!

Bu genel değerlendirmeden sonra eleştirileri yanıtlarken adları, özellikle artık aramızdan ayrılmış olanların adlarını vermekten kaçınmaya çalışacağım. Nedeni, yaşayan yakınlarını üzmek istemiyorum. Çünkü ben bunun acısını çok çektim.

Sağ Eleştiriler

Sağdan gelen eleştiriler oldum olasıya düzeysiz karalamalar, kara çalmalarla komünistlik suçlamasıdır. Bunların yanıtları çoktan verildi. Ama son zamanlarda sağ eleştirilerde bir nitelik değişikliği var: Dinsel sağ her zamankilere ek olarak, eğer dinsel eğitim de yapılsaydı KE'nin yararlı olabilmesi olasıydı, diye bir eleştiri getiriyor. Olsaydı, olmalıydı? türü bilimsel araştırma yöntemleriyle ilgisi olmayan yorumların yanıtlanmaya değer olduğu görüşünde değilim. Amaçları KE'ni doğru yorumlamaktan çok, öğretim birliğini yok etmiş kendi temel dinsel eğitim uygulamalarına kamuoyunda hoşgörülülük kazandırmaya çalışmak olmalı.

33667_114020095326393_100001552081710_109440_4193902_n 33726_114019991993070_100001552081710_109430_3093807_n

Sol Eleştiriler

Sol eleştirilerde KE'nin ideolojik temeli ele alınıyor ve Kemalizm'den başlayarak faşizm, faşizanlık, köycülük, CHP kuyrukçuluğu, tarımsal korporasyonalizm gibi değişik sonuçlara varılıyor. Ama içlerinde alttan alta bir Sovyet ilhamı olduğunu yazanlar da var. Yıllarca köy enstitülere yaşamı zindan etmiş sağdan gelen komünistlik karalamaları ile solun ters yöndeki suçlamaları arasındaki ironik durumu bir yana bırakalım, bu uzun süre içerisinde eleştiricilerin ideolojik temel konusunda görüş birliğine varamamış olmaları ilginçtir. KE konusunda yeterli bilgi edinme çabasına mı girmemişler ya da araştırma yöntemlerini mi doğru kullanmamışlar?

KE'ni kuranlar Kemalist miydi? Eleştirilerde Kemalizm küçümsenerek bir olumsuzluk ögesi olarak kullanılıyor. Onların anladığı Kemalizm ile kurucularınki aynı şey değildir. Kurucuların inandığı Kemalizmin çıkış noktası tam bağımsızlık, ulusal devlet ve altıok ilkeleridir. Son amacı da işin en yüce değer sayıldığı, varsıllığın hakça bölüşüldüğü, uygar, mutlu, özgür bir çağdaş ulus, bir sosyal devlet yaratmaktır. Bu nedenle de Kemalizm dondurulmuş, kalıplaşmış bir ideoloji değildir, ucu (özellikle sola) açıktır. Ülke aydınlarının görevi Kemalizmi bu doğrultuda geliştirmek, yeni devrimci atılımlar oluşturmaktır. Evet, kurucular Kemalist'tirler, ama bu anlamda!

Cumhuriyetin kurucularının da ülkenin geleceği açısından baş sorunları köylerdi. Ülkenin geleceği için köylerin ilkellikten kurtarılması gerekiyordu. Bu amaçla eğitim alanında ne yapılabilirdi?
Bu noktada yine yanlış bir eleştiriyle karşılaşıyoruz: Kurucular yalnız eğitim gibi bir üst yapı kurumuyla köy ve ülke kalkınmasının sağlanacağına inanmak gibi bir yanılgı içindeymişler! Alt yapı değişimleri olmadan bunun yapılamayacağını, her sosyalist bilirmiş. Peki kurucuların Marksizm konusunda bu kadar bilgisiz oldukları sonucuna nasıl varıyorlar?

Birçok kez yazılan, yinelemekten usandığımız, ama eleştiricilerin bir türlü duymak istemedikleri, Tonguç'un şu sözleri o işin yalnız eğitimle olmayacağını bildiğini açıkça göstermiyor mu; toprakla insan, vatandaşla iş, servetle vatandaş arasındaki ilişkiler ahenkli bir şekilde kurulmayacak olursa, genel hayatın akışına yol açan bütün kanallar tıkalı kalmaya mahkumdur verimli topraklarımızın çoğu bunları işletemeyen veya bu vasıta ile köylüleri sömürenlerin elindedir.

33473_114019835326419_100001552081710_109426_7362699_n 33473_114019841993085_100001552081710_109428_7939597_n

Cumhuriyetin çözmeye zorunlu olduğu en büyük iş toprak sorunudur. Suların sahipliği sorunu da tıpkı toprak işi gibi mutlaka devletin el koyarak çözmesi gereken ulusal davalarımızdandır. Köylülerimizin genel hayatlarıyla birlikte ülkenin genel hayatına şekil veren bu sorunları oldukları gibi kabul ederek köylüyü sadece okutmaya kalkışmaktan ne kazanılabilir. Ve verilecek eğitimle. Köylünün bilinçlendirilmesini önerir: Köylü öylesine canlandırmalı ve bilinçlendirmeli ki, onu hiçbir güç yalnız kendi hesabına ve insafsızca sömüremesin, köyde oturanlara köle ve uşak muamelesi yapamasın, köylüler bilinçsiz ve bedava çalışan birer iş hayvanı haline gelemesinler. Köy sorunu köyde eğitim problemleri de içinde olmak üzere bu demektir.

Peki eğitimcilere düşen görev neydi: Kurtuluş savaşını verenlerin hakları ödenecekti. Yeteneklilere, çalışanlara hakları verilecekti. İmparatorluk döneminde olduğu gibi ezen ve ezilen, sömüren ve sömürülen sınıflar bulunmayacaktı. Cumhuriyet bu demekti. Devrim en uygun koşulları bularak yeni insan tipleri yaratmak zorundaydı ve “Elimde olsaydı tüm Dünya okullarına insanın insanı sömürmemesi diye bir ders koyardım…”

Sınıf gerçeğini bir çok yöneticisinin yadsıdığı bir tek parti iktidarının önemli bir memuru bundan daha açık nasıl konuşabilirdi. O pek bilgili sosyalistlerimiz bu sözlerdeki sol ve devrimci ögelerin ayırdına herhalde varıyorlardır!

Evet, köklü altyapı değişiklikleri yapılmadan yalnız eğitimle toplumda devrimci dönüşümler sağlanamaz, ama bunu yapabilecek eğitilmiş kadrolar olmadıkça da devrimci atılımlar yapılamaz. O kadroları nerede yetiştirirseniz yetiştirin, ama yetiştirin. KE böyle bir tarihsel olanaktı. Eğitimcilere-gelin köyde eğitimi gerçekleştirin-dedikleri zaman, hayır, önce siz devlet olarak ülkenin altyapı sorunlarını çözün, sonra biz köylerde eğitim yapalım mı demelilerdi? Yoksa bu olanaktan yararlanarak köylerde devrimleri hızlandıracak insanlar yetiştirmeye yönelik özgün bir eğitim sistemini uygulamaya mı çalışmalılardı? Herhangi bir solcu, bir devrimci nasıl oluyor da bunu kavrayamıyor? Burada-köyü içinden canlandırmak-deyimi kilit sözcüklerdir.

Köyün eğitimle kalkındırılmasının amaçlandığı gibi yanlış bir sonuca varan eleştiricilerin gözden kaçırdıkları da bu canlandırma sözcüğü ile ne söylenmek istendiğidir. Bunun yanıtı Tonguç’un ve Baykurt’un yukarıdaki sözlerindedir. Hiçbir zaman köyü yalnız eğitimle kalkındırmak gibi bir amaç güdülmemiştir.KE’de çalışanlardan da böyle yanlış anlayanlar olmuştur. Çalışmaları aksatacak tartışmalara neden olmamak için bu yanlış anlamaların üzerine gidilmemiş de olabilir.

54_23_g 73_23_g

Emek sömürüsü ve bedensel çalışma

KE'de yoğun emek sömürüsü varmış. Öğrencilerin bedensel güçleri sömürülmüş, aşırı bedensel çalışmalar, angarya yaptırılmış. Teknik ve ekonomik yetersizlikleri kapatmak için iradi güçten mucizeler beklenerek bir tür Türk Stakhanovizmi yaptırılmış. KE'nin yapımında yükün öğrencilerde olduğu doğru. Ama bu zorunluydu. Devlet yeterli para vermiyor, ya da veremiyordu. Bunun nedeni olarak TBMM'de kırsal kesimin yalnızca ağalarla temsil edildiği, yoksul köylünün sesini duyuramadığı gibi bir gerçeği göstermek herhalde yanlış olmaz. Böyle yapılmasıydı o hızla KE kurulamazdı. Zaman dardı; olağandışı güç dengeleri ve koşullar ortadan kalkabilirdi (nitekim de öyle oldu).

Öğrenciler bu tür çalışmaya motive edildiler, kaldı ki köylerinde kalmış olsalardı belki de çok daha ağır şekilde çocuk işgücü olarak çalıştırılacaklardı. Bu yaptırılan angarya mıydı? KE’nin kurulmasıyla uzun erimde kendi çıkarları ve gelecekleri söz konusuydu, angarya da ise insanlar başka çıkarlar için çalıştırılırdı. Sonraki yıllarda, KE sisteminin bozuk ürünü birkaç eski öğrenci dışında, bu konuda eski öğrencilerden yakınma gelmedi, hatta o yapıları yapmış olmaktan ötürü kıvanç duydular, bunu övünç konusu yaptılar. Yaptıkları yapıların yıllar sonra bakımsızlıktan ya da akılsızlıktan ortadan kaldırıldığını gördüklerinde acı duyup ağlayan insanlar angarya yaptırılmış kişilere benziyorlar mıydı?

Ama hem bu konuda, hem de köy ilkokullarının yapımı için köylüye getirilmiş bedensel yükümlülükler konusunda üzerinde durulması gereken, bizim de katıldığımız , köylerde yaşayanlarla kentlerdekiler arasında bir haksız durum, bir eşitsizlik var : Kentlinin okulunu devlet, köylününkini kendisi yapıyor. Bunun KE kurucularını da rahatsız ettiğini daha sonra yazdıklarından anlıyoruz. Ayrıca, KE süresi boyunca bu eşitsizliği giderecek önerilerini, yasa taslaklarını resmi olarak üst makamlara değişik tarihlerde üç kez iletmişler, ama bir yanıt alamamışlar. Gerçekten ekonomik olanaksızlıklar mı var, ya da asıl etken siyasal güç dengeleri içinde köylülerin seslerini duyuramamaları mı?

29_11_g 24_03_g 33_23_g

Asker eğitimi suçlamaları

KE öğretim programı askeri okullar olarak da iş görmeye uygunmuş, Alman faşizmi rüzgarıyla yapılmışmış! O kuşaklardan olan herkes bilir ve bu eğitimden geçmiştir, tüm okullarda askerlik dersi vardı, bu dersi subaylar verirdi, KE' de de özel bir düzenleme yoktu, tüm okullardakinin eşi uygulamaydı. Askerlik dersi gördük diye faşist falan olmadık, köy enstitülüler de olmadılar. Ayrıca o yıllarda dünya savaşı nedeniyle Türkiye'nin kapısına dayanmış faşist ordulara karşı kendini savunma sorunu, vatandaşlarının da bu alanda yükümlülükleri vardı.

Akademik başarısızlık suçlamaları

KE'de akademik başarı yakalanamamış. Yüksek köy Enstitüsünce çıkarılmış, tıpkı baskıları yeni yayınlanan Köy Enstitüleri dergisindeki yazılara ve Niyazi Berkes'in anı kitabında bir KE'nü ziyaretini anlatan bölüme bir göz atsınlar, yakalanıp yakalanmadığını göreceklerdir.

Antientellektüalizm suçlamaları

KE antientellektüalizm ile de suçlanmıştır. Tonguç'a da aydın karşıtı ve düşmanı denmiştir. Evet aydınları eleştirmiştir, ama hangi aydınları? Onun karşı olduğu, ülkeyi tanımayan, tanımaya da çalışmayan, yabancı kitaplardan okuduklarıyla bilgiçlik yapan, uygulanabilir hiçbir öneri üretemeyen, diplomasını bir üstünlük belgesi olarak kullanarak toplumu ve çevresini sömüren sözüm ona aydın tipidir. Benim lafçılık, lafazanlık dediğim verbalizme de karşıdır. 

Başta Sabahattin Eyuboğlu gibi bir aydın olmak üzere en yakın dostları gerçek aydınlardandı. Aydınlara önem ve değer verilip verilmediğini araştıranlar, Yüksek Köy Enstitüsü’nün öğretim kadrosuna baksınlar. Orada çok az yüksek öğretim kurumunda bulunan bir gerçek aydın topluluğu bulacaklardır. Ayrıca KE’nin kitaplıklarının yerli ve yabancı en nitelikli bilim, sanat adamlarının, aydınların yapıtlarıyla tıka basa dolu olduğu da unutulmasın. Bu mudur aydın düşmanlığı? Asıl aydın düşmanları KE'ni yıkanlar arasındaydı, hem de kendi ideolojik gerekçeleriyle..

----------- --

Köy Enstitüsü Çıkışlıların Eleştirileri

KE' lerini eleştiren köy enstitüsü çıkışlılar da var. Bunların sayısı çok az. Ortak özellikleri KE sisteminin başarısız ürünleri olmaları. Ne yapalım ki, yüzde yüz başarı sağlanan bir eğitim sistemi Dünyada daha yaratılamadı. Bunlardan iki örneğe çok kısa değineceğim. Yayınladıkları iki kitap söz konusu.

Birincisi yoğun iş yaptırıldığından, yemeklerin az oluşundan, teorik öğretimin yetersizliğinden, bir ara tarlalarda ürün ölçüm memurluğu bile yaptığından (bunun KE ile ilgisi yok, savaş sırasında lise öğrencileri de yaptılar), iyi yetişmediğinden yakınıyor. Beslenme, barınma, öğretmen azlığı ve bunlar gibi doğrudan KE sistemi ile ilgili olmayan zorluk ve sıkıntıları eleştirirken, bunların o yıllardaki dünya savaşı koşullarından kaynaklandığını ve tüm yurtta bu tür sorunların yaşandığını göz önünde tutmak doğru olsa gerektir.

İkincisi solcu. Marksizm'le ilgilenmiş, bazı şeyler öğrenmiş, ama Marksizm'i sindirip özümseyememiş acemi Marksistliğin tipik bir örneği. KE'nin Kemalist eğitim yuvaları olduğunu bir olumsuzluk olarak belirtiyor. Zaten Tonguç da antisosyalist, antikomünist bir Kemalist’miş. Egemen sınıfların temsilcisi olarak devletin, o sınıfların çıkarlarına aykırı bir eğitim sistemi uygulayamayacağı genel kuralından hareket ediyor, ama KE yıllarındaki iktidarın karmaşık yapısını, siyasal güçler arasındaki çelişkileri inceleme, bu ortamdan KE’nin kurulmasında nasıl yararlanıldığını irdeleme gereğini duymadan, kestirip atıyor: 

Devlet okulunda özgürlük aramak , devletin anlamını bilmemek demektir. KE’ni ve devletin diğer okullarını savunmak, devleti savunmak demektir, diyor. Eh, bu durumda bize de söyleyecek fazla bir şey kalmıyor!

Artık günümüzde, elimizin altında KE’ni her yönüyle tanıtan , ayrıntılı başvuru kaynaklarımız var. Ayrıntılı bilgi edinmek isteyenlerin, özellikle de araştırma yapacak olanların bu kaynaklara başvurmaları içten dileğimdir. (yazı kısaltılmıştır-orjinalı aşağıdaki linktedir)

____________________________
e-posta: engintonguc@ttnet.net.tr

Köy Enstitüleri'yle ilgili yazılmış Kitaplar

ag_v at_v bm_v bo_v cm_h ef_v
fob_v gn_v kd_v kf_v mm1_v mm2_v
mm3_v mm4_v mm5_v mm6_v mm7_v mm9_v
mm10_v piramidin-tabani-koy-enstituleri-ve-tonguc__16241812_0 pm_v te1_v te4_v tih_v

-Köy Enstitüleri vakfı


-Köy Enstitüleri'yle ilgili çekilen bir film de vardır: Toprağın Çocukları

-Köy Enstitüleri marşı 

Her yılın 17 Nisan günü Köy Enstitüleri Yıldönümü / bayramı olarak kutlanır sessizce…

Related Posts with thumbnails