24 Eylül 2023

Robin Williams

 

Robin McLaurin Williams (21 Temmuz 1951-11 Ağustos 2014), Amerikalı komedyen ve oyuncu.

Williams, eski bir manken olan Laura McLaurin (1920-2001) ile Ford'un Lincoln bölümünde yönetici olarak çalışan Robert Fitzgerald Williams'ın (1906-1987) üçüncü oğlu olarak ABD'nin Illinois Eyaletinin Şikago kentinde dünyaya geldi. Kaliforniya'daki Siyasal Bilimler öğrenimini yarıda bırakan Williams, 1973 yılında tam bursla Juilliard Konservatuvarına girdi. Üç yıllık oyunculuk eğitimin ardından 1976 yılında hocalarından oyuncu John Houseman'ın kendisine öğretilebilecek hiçbir şey kalmadığı gerekçesiyle verdiği okuldan ayrılma tavsiyesine uyarak konservatuvarı bıraktı.

Eğitimini bıraktıktan sonra gece kulüplerinde gösteriler yaparak profesyonel çalışma hayatına atıldı. Ardından sinema sektörüne geçti.

1987'de Günaydın Vietnam filminde askeri bir radyo muhabirini canlandırdığı rolüyle dünya çapında ünlenen Williams, yalnızca komedi filmlerinde değil dramalarda da başarılar elde etti. 1997 yılında Empire Magazine dergisinin gelmiş geçmiş en yetenekli 100 oyuncu listesine 63. sıradan girdi. Entertainment Weekly tarafından yaşayan en komik adam seçildi. Sahne hayatı boyuncaysa bir Oscar, iki Emmy, altı Altın Küre, altı Grammy ve iki Sinema Oyuncuları Derneği ödülüne layık görüldü.

Sanatçı, San Fransisco'da Robert de Niro ile birlikte Rubicon Restaurant adlı mekanı işletmekteydi. Bisiklet sürmekten, yüzmekten ve ragbi oynamaktan hoşlanan Williams'ın ilk eşi Valerie Velardi'den bir, ikinci eşi Marsha Garces Williams'den ise iki çocuğu bulunuyordu ve 2011'den beri Susan Schneider ile evliydi.

Williams, 11 Ağustos 2014 tarihinde Kaliforniya'daki evinde ölü bulunmuştur. Yapılan soruşturmanın sonucunda kendisini asarak intihar ettiği anlaşılmıştır. Williams'ın eşi Susan Schneider, Williams'ın ölümünden bir süre önce parkinson hastalığının ön safhasında olduğunu öğrendiğini ve bu nedenle depresyona girdiğini belirtmiştir. Naaşı 12 Ağustos'ta yakılarak külleri San Francisco Körfezine dökülmüştür.


Oynadığı Filmler

Robert Levy-1977-Can I Do It 'Till I Need Glasses?
Robert Altman-1980-Popeye
George Roy Hill-1982-The World According to Garp
Michael Ritchie-1983-The Survivors
Paul Mazursky-1984-Moscow On The Hudson
Roger Spottiswoode-1986-The Best of Times
Harold Ramis-1986-Club Paradise
Fielder Cook-1987-Seize The Day
Barry Levinson-1987-Good Morning, Vietnam
Terry Gilliam-1988-The Adventures of Baron Munchausen
Peter Weir-1989-Dead Poets Society
Roger Donaldson-1990-Cadillac Man
Penny Marshall-1990-Awakenings
Kenneth Branagh-1991-Dead Again
Bobcat Goldthwait-1991-Shakes the Clown
Terry Gilliam-1991-The Fisher King
Steven Spielberg-1991-Hook
Barry Levinson-1992-Toys
Chris Columbus-1993-Mrs. Doubtfire
Bill Forsyth-1994-Being Human 
Chris Columbus-1995-Nine Months
Joe Johnston-1995-Jumanji
Christopher Hampton-1996-The Secret Agent 
Mike Nichols-1996-The Birdcage
Francis Ford Coppola-1996-Jack
Kenneth Branagh-1996-Hamlet
Ivan Reitman-1997-Fathers' Day
Les Mayfield-1997-Flubber
Gus Van Sant-1997-Good Will Hunting
Woody Allen-1997-Deconstructing Harry
Tom Shadyac-1998-Patch Adams
Vincent Ward-1998-What Dreams May Come 
Peter Kassovitz-1999-Jakob The Liar
Chris Columbus-1999-Bicentennial Man
Danny DeVito-2002-Death to Smoochy
Christopher Nolan-2002-Insomnia
Mark Romanek-2002-One Hour Photo
Chazz Palminteri-2004-Noel
Omar Naim-2004-The Final Cut
David Duchovny-2004-House of D
Mark Mylod-2005-The Big White
Barry Sonnenfeld-2006-RV
Patrick Stettner-2006-The Night Listener
Barry Levinson-2006-Man of the Year
Shawn Levy-2006-Night at the Museum-I
James David Pasternak-2007-Certifiably Jonathan
Ken Kwapis-2007-License to Wed
Kirsten Sheridan-2007-August Rush
Jonas Pate-2009-Shrink
Bobcat Goldthwait-2009-World's Greatest Dad
Shawn Levy-2009-Night at the Museum-II
Walt Becker-2009-Old Dogs
Justin Zackham-2013-The Big Wedding 
Arie Posin-2013-The Face of Love
Lee Daniels-2013-The Butler
Dito Montiel-2014-Boulevard
Phil Alden Robinson-2014-The Angriest Man in Brooklyn
Tristram Shapeero-2014-A Merry Friggin' Christmas
Shawn Levy-2014-Night at the Museum-Secret of the Tomb
Terry Jones-2014-Absolutely Anything

(Barry Levinson / Chris Columbus / Shawn Levy ile 3 er film
Bobcat Goldthwait / Kenneth Branagh / Terry Gilliam  ile 2 er film çekmiştir)


Onun Hakkında Çekilen Filmler

Marty Callner-2002-Robin Williams-Live on Broadway
Marty Callner-2009-Robin Williams-Weapons of Self Destruction
Jonathan Taylor-2016-Koko-The Gorilla Who Talks to People
Marina Zenovich-2018-Robin Williams-Come Inside My Mind
Tylor Norwood-2020-Robin's Wish


03 Temmuz 2023

Juan Diego Botto-2022-On The Fringe


Yönetmen: Juan Diego Botto
Senaryo: Juan Diego Botto, Olga Rodriguez
Ülke: İspanya 
Tür: Dram
Dil: İspanyolca
Müzik: Eduardo Cruz
Oyuncular: Penélope Cruz, Luis Tosar
Christian Checa, Aixa Villagrán, Ame Aneiros


Özet

Farklı insanların iç içe geçmiş hikayelerini anlatan bir yapım. İlk hikaye, evlerine el koyan bir bankaya karşı mücadele eden bir kadının 24 saatlik sürecine odaklanır. Kadın, kendisi ve ailesi için adaleti sağlamak için zamanla yarışır.

İkinci hikaye, avukat Rafael’in, bir çocuğun sosyal hizmetler tarafından alınması sonucunda çelişkili bir durumla karşı karşıya kalmasını anlatır. Rafael, çocuğun annesini bulmak ve aynı zamanda hamile karısıyla ilgilenmek arasında bir seçim yapmak zorunda kalır.

Üçüncü hikaye ise, kaybolan oğluna veda etmek için onu arayan Theodora adlı bir büyükanneye odaklanır. Theodora, oğlunu bulma umuduyla yolculuğa çıkar ve bu süreçte kendi içsel yolculuğunu da yaşar.

Filmin iç içe geçmiş bu hikayeleri, farklı karakterlerin mücadeleleri, umutları ve bağlantıları üzerinden izleyiciye anlatılır.

yönetmen hakkında bilgi ve filmleri için bakınız

16 Nisan 2023

İşte İnsan-Ecce Homo


Halikarnas Balıkçısı, Platon'u hiç sevmezmiş, insan hayatına en büyük kötülüğü onun yaptığını düşünürmüş, nedenini ise Azra Erhat o kadar ustaca tariflemiş ki..
Kitabı baştan sona okumanızı öneriyorum, bunun için de 
Kosmos bölümünü buraya tadımlık olarak aldım...

Halikarnas Balıkçısı’na göre kültürümüzün kökenlerini Orta Asya’da aramak yanlıştır. Bunun gibi Batı kültürünü benimsemek de yanlıştır. Çünkü Türk kültürü Anadolu’da yaşamış toplumların yarattığı kültür birikiminin süzülmüş bir sentezidir. Anadolu hem Yunan kültürünün hem Batı kültürünün kaynağıydı.

Mavi Anadolucu akım, hümanist bir akımdır, ağırlığı da İlkçağ Anadolu kültürüne verir. Çünkü Halikarnas Balıkçısı’na göre, hümanist düşünce Batı’dan önce Anadolu’da doğmuştur. Aslında hümanizm, modernleşme gayreti içinde devletin görüşünün sistemleştirme ve insanımızın zihin yapısını Batı’ya dönüştürme, aynı zamanda laik toplum anlayışını somut coğrafyaya yerleştirme amacını güdüyordu. Halikarnas Balıkçısı, bu Anadolu tutkunluğu ve araştırmalarıyla tabiri caizse, bir Anadolu şovenistidir. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu’yu bir medeniyetler deposu, felsefî ve aklî düşüncenin Yunan’dan önceki kaynağı (İyonya) olarak kabul eder. Ona göre Anadolu’da maddeci bir felsefe vardı. Bu felsefe Yunan’ı etkiledi orada büyük filozoflar çıktı. Orfizm, Pisagorculuk gibi dinî akımlar, bu dönemin kapanmasına yol açtı.

Nitekim XX. yüzyılda yeniden parlayıp doğan atom bilimi, insanlığa çağ değiştiren büyük düşünce Ege filozoflarının buluşudur, bu düşünce Yunanistan’a göçünce doğa bilimi kısırlaşmış, insan bilimi soyutlaşmış ve Platon gelmiş, Aristo gelmiş, soyut idealarla insanlığı bütünlüğe doğru açtığı çığırdan saptırarak, dinlerin ve hurafelerin kucağına atmışlardır. Atina felsefesi insanlığı en az iki bin yıl geriye atmıştır.

Arka Kapaktan..

Büyük tuttum bu işi: dört yıllık düşüncemi, yaşantımı bir kitaba sığdırmak isterdim. Homeros'ta insan dedim yola çıktım, beden ruh ikiliği dikildi karşıma, aldım inceledim; derken Platon'un insan anlayışı, toplum görüşü çeldi aklımı, onu da kavrayayım derken açıldım uçsuz bucaksız bir düşünce alanına. Özgürlük, mutluluk, insancılık...Sorunlar, saçları altın tellerle örülmüş öcüler gibi çekti sürükledi beni oradan oraya. (...) Bir desteğim vardı: Yaşantıya olan güvenim. İnsanı mı konu edindim: insan gibi yaşayayım kendimi vere vere, dolu dizgin, coşkunca yaşayayım ki insanı anlayayım, insanı söyleyebileyim. (...)Sevgiyi ahlak edindim kendime. İnsancılığı yalnız sevgide gördüm ve sevgiden bekledim, kitabımı satır satır yazdırsın bana. Yanılmadım da: Ecce Homo'yu bana sevgi yazdırdı. (Azra Erhat)                                                                                               

KOSMOS

Büyüdük çocukluğumuzdan
Büyüdük tarihe usulca
Biz bir yana, doğa bir yana
Doğanın yanında bir başka doğa
Karşıdan bize gözlerimiz mi bakan?
Ve güneş altında ölümlü tanrılara
Hala şaşkınlık içinde yonutlarda
Susar doğadan ayrı düşmüş insan
İnsanın boşluğunda doğa “.

20. yüzyılın insanı Melih Cevdet'in dediği doğadan ayrı düşmüş insan mı?
Bir yüzyıl önce Baudelaire doğa ile insan ilişkisini şöyle tanımlamıştı:

Çoklukta Birlik

Bir mabettir tabiat, sütunları canlı:
Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman.
Sembol ormanları içinden geçer insan:
Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi.
Bir derin, bir karanlık birlik içinde,
Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş,
Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi,
Renkler, sesler, kokular karışır birbirine.
Kokular vardır çocuk tenlerinden taze;
Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil;
Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül.
İnsana sonsuz şeylerin tadını veren,
Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular,
Duyuları, düşünceyi alıp götüren.

(Charles Baudelaire, İçe Kapanış, (Ataç Kitabevi, İstanbul 1959) 
adlı yayında Sabahattin Eyuboğlu'nun diliyle)

Koptuk mu biz doğadan? Giz dolu ormanlarda dolaşır, canlının sesini duyamaz, dilini anlayamaz mı olduk? Yitirdik mi koca birliği, ayrı düşmekle mutluluktan mı olduk?

Sokrates öncesi düşünürler vardı. İonya kentlerinin akıl ölçülerine göre bitişip ayrılan düz sokaklarında dolaşırlar, taşları yine insan ölçülerine göre dikilen yapılarda otururlar, uzanırlar, gündüz göz kamaştıran güneşin, gece yıldızlı göğün altında bakarlar çevrelerine. Ortalık apaydınlıktır. Gözlerini aydınlığa açmış bu insanlar kafalarının içinde de aydın bir düzen kurmaya çalışırlar. Karşılarında gördüklerine Kosmos yani düzen derler. Kosmos evrendir, güneşi, ayı, yıldızları ile gökyüzü, insanı, hayvanı, bitkisiyle yeryüzü. Evreni kavramak ister insan aklı. Evren aydındır, onu anlamak için, düzeninin kurallarını bulmak, tanımlamak, dile getirmek gerek. Nasıl olur bu iş? Duyuları düşünceye araç olarak kullanmakla. Gözleri açık, kulakları kiriştedir bu insanların. Doğaya apaçık olduklarından doğanın sırlarını çözebileceklerine inanırlar. Korku, kuşku, nedir bilmezler. Aydın bir mutluluk içinde sürdürürler çabalarını. İnsan, doğa, doğa içinde insan, insan içinde doğa ne görürlerse onu söylerler ne kadarını görüp ne kadarını dile getirebilirlerse. Yol boyunca da yolun bitiminde de Kosmos'a varacaklarından emindirler.

Neler görmüş bu düşünürler? Ozan çevresini oyalamak için masal anlatıyordu. Düşünürün böyle bir ödevi yok. Her türlü sanattan özgürdür. Ama görüntüsü ozanınkinden başka mı?

Güney İtalyalı iki düşünür, Parmenides ile Empedokles tıpkı Homeros gibi menos'u sezmişler doğada, onu dile getiriyorlar. İkisi de peygamber ağzıyla konuşur. Bir yüz yıl boyunca İonya ışık saçmış bütün Akdeniz çevresine, dünyanın nasıl meydana geldiğini araştırmış durmuş, canlı varlığa ilke olan maddeyi kavramak sevdasıyla düşünce süzgecinden geçirmedik nesne bırakmamış. Ama bir gün gelmiş ki İran baskısı boğuvermiş İonya şehirlerini. Düşünce, kendisine gerekli özgürlük ortamını bulamayınca göçüvermiş, gitmiş Güney İtalya'ya, Sicilya'ya yerleşmiş. Orada, İonya'nın düşünce temelleri üstünde yetişen düşünürler zengin mirasyedilerdir. O ne gurur ne güven! Yüksekten konuşurlar. İnsana yaradılışın sırlarını açmak için İonyalılar gibi düzyazıyla yetinmezler. Şiir ölçülerinin en üstünü Hexametron'u, altılı destan ölçüsünü seçerler öğretilerine biçim olarak.

Elealı Parmenides, varlık sorununa kanca takan büyük düşünür yaradılışın doğum anını şöyle anlatıyor:

Dinle, anlatayım sana nasıl toprak, güneş ve ay, hepsini saran hava, gökte uzanan samanyolu, dorukların doruğu, yıldızların sıcak gücü nasıl çabalıyorlardı var olmak için...Yıldızların menos'u var demek, ona bir de sıcak anlamına gelen thermos sıfatını eklemiş.

Akragaslı Empedokles dört unsuru bulmuştur: toprak, su, ateş, hava. Unsurların karışımını, doğanın devineğini sağlayan etkileri de bilmekle övünür. Fizikçi, hekim, hatip, rahiptir. Bilgisi evreni sarar. Tanrı gücü duyar kendinde. Bu gücü öğretisini dinleyenlerle paylaşacağına söz verir:

Öğreneceksin benden
hastalıklara karşı koymanın çarelerini,
ihtiyarlığı önlemenin yolunu,
gerçekleştireceğim bunları sana, yalnız sana.
Durduracaksın azgın yellerin gücünü
topraklara saldıran, tarlaları kıran.
Yok denk getirmek istersen,
salacaksın gene yelleri.
Durduracaksın kara yağmuru
kuraklıksa insanlara hayırlı.
Yaz kuraklığından sağnaklar yağdıracaksın
göklerden kopan, ağaçları besleyen.
Ölmüş adamın gücünü getireceksin.
Hades'ten gerisin geri yeryüzüne.

Doğayı dizgine vurmak, ecele karşı koyup ölüyü diriltmek ha? Zeus bile girişmemişti böyle bir işe. Empedokles göğün, bir de toprağın menos'undan dem vurur: Adam öldüren insanın ruhu üç kere on bin yıl biçimden biçime girip sürünürmüş, göğün gücü onu denize atar, deniz toprağın üstüne tükürür, toprak güneşin ışınlarına salarmış onu, böylece evrende döne döne çekermiş cezasını. Toprağın menos'una gelince, Empedokles onun için kıllı diyor: Sphairos'u anlatmaktadır -biz bugün sphairos sözcüğüne gök kubbe değil de, uzay diyebiliriz- uzayda diyor Empedokles, güneşin hızlı uzuvları -güneşin de tıpkı insan gibi eli kolu var demek- görülmez, ne deniz vardır, ne kıllı, yani üstü bitkiyle örtülü dünya, uzay yusyuvarlak bir uyum içinde, yalnızlığın sevinciyle döner.

Homeros'un insanda, hayvanda, Sokrates öncesi düşünürlerin de bütün doğada varlığını gördükleri bu güç, hayat mı, canlılığın ta kendisi mi? Menos'un bu anlamda çok kısa bir tarihi var: verdiğimiz örneklerle nerdeyse tükenir. Sonraları Yunan dilinde ona rastlansa da öfke ya da taşkınlık gösteren dar bir anlamda rastlanır. 

Felsefe sözlüğüne baktım: menos'a karşıt olarak demas'ı gösteriyor. Demas insan bedeninin yapısı; evrende ona da mı rastlayacağız?

Parmenides insanların sanılarını, doğa üstüne yanlış görüşlerini eleştiriyor: insanlar doğada birbirinden ayrı, birbirine zıt biçimler görürler. Bu biçimlere (morphe) ışık derler, karanlık derler; ışıkla karanlığı, ateşle geceyi iki ayrı demas, iki ayrı vücut sanırlar. Birini hafif ve yumuşak, ötekini ağır ve yoğun diye nitelerler. Oysa aydınlık da karanlık da tek ve ayrılmaz varlığın iki görünüşüdür. Yanlışlık, Parmenides'e göre, ışığı ya da ışıksızlığı maddi birer vücut olarak görmekte değil, varlıkta ayırıma, bölüme gitmektedir.

Empedokles toprağın vücudundan, suyun yumuşak yapısından, Kritias da yıldızlı göğün demas'ından dem vururlar. Kolophonlu Xenophanes'se insanların tanrıları kendileri gibi etten kemikten birer canlı varlık olarak tasarlamalarına içerler. Var gücüyle yerer bu sanıyı. At olsak, öküz olsak, at ya da öküz biçiminde tanrılara mı tapacağız? der. İnsan olduğumuz için, insan biçimli tanrılar uydurup, tıpkı bizdeki gibi onların da birer bedeni, birer sesi olduğunu düşünmek delilik değil de ne? Xenophanes maddeden uzaklaşmak istiyor ne biçimde ne düşüncede insana benzeyen tek bir tanrı tasarlamaya çabalıyor, hep göz, hep kulak, hep düşünce olan bu tanrı yalnız akılmış. Peki, adı ne? PHREN!... Oldu mu bu, Xenophanes, insanüstü, madde dışı, doğayı saran tek, salt, biricik tanrıya insan bedenindeki belli bir organın adını verdin? Sen de yerdiğin hataya düştün, tanrıyı insandan ayrı düşünemedin!

Bir tapınak mı, bir orman mı içine girdiğimiz? Ağaçlar hep bir boy, yan yana dizili, gövdeleri damar damar oyulmuş dikiliyor, tepede yusyuvarlak iki lüleyle kıvrılıyorlar kendi içlerine. Topraktan fışkıran öz gene toprağa akıyor. İonya'nın sütunları bunlar Artemis tapınağında...

Efes'in toprağı kayar, Efes'in toprağı akar: miller taşır koca ırmak, kıyı uzadıkça uzar, deniz her yıl biraz daha öteye gider. Dalga gelir, köpüklenir, burgaçlanır. İnsan verir kendini akıntıya. Akan ne? İnsan mı, ırmak mı, deniz mi?

Bir adam dolaşır bu kıyılarda. Başı havadadır, hor gören bakışlarla süzer kalabalığı. Orman tapınağına girer, ayak basmadık kuytu derinliklerine dalar çıkar. Ne yapar orda? Tanrıça Artemis, kırk memeli Toprak Ana'yla mı konuşur? Bilici mi, büyücü mü, nedir bu adam? Ağzından dökülen sözler pek anlaşılmaz. Artemis Tapınağı'nın ağaç sütunları gibi karanlık bu sözler.

Bu adam Blosonoğlu Herakleitos'tur. Logos'tan açar Herakleitos. Logos Yunanca söz demek, ama Herakleitos bu kelimeye bambaşka bir anlam verir: logos var olan her şeyi yöneten tek ve değişmez doğa kanunudur. Gerçi herkes logos'tan ortaklaşa pay alır, ama çokluk onu kavrayamaz, insanlar logos'tan ayrı, kendilerine göre bir akılları varmış gibi davranırlar. Logos'un bütünlüğünü de kavramak zor, çünkü hep zıtlıklar halinde görünür insanlara. Doğa saklamayı sever diyor Herakleitos. Gündüz gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık hep aynı şeydir, başkalaşıp değişen varlığa verilen adlardır: Aynı şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar, çünkü bunlar değişince öbürleri olur, öbürleri değişince bunlar. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur, kuru nemlenir. Olduğu yerde kalan bir şey yoktur. Aynı ırmağa girenin üstünden hep başka başka sular akar. Aynı ırmaklara hem giriyoruz hem girmiyoruz hem biziz hem biz değiliz. Sonsuz değişmeyi dile getiren bu sözler Herakleitos öğretisinin Panta rhei her şey akar, deyimiyle özetlenmesine yol açmıştır.

Zıtlıklar içinde birliği görebilen bu düşünür İonya fizikçilerinin öteden beri arayıp da su, hava, ya da sonsuzluk olarak tanımladıkları temel maddeyi, ilkeyi ateşte bulur: Şu evreni, her varlık için BİR olanı ne bir tanrı yaratmıştır ne bir insan; hep o canlı bir ateş olarak her zaman vardı, vardır ve var olacaktır, belli ölçülere göre yanar, belli ölçülere göre söner. Dünya hep var olan ateşin değişmesiyle meydana gelmiştir: ateş değişip su, su değişip toprak ve hava olur, hava gene ateşe döner. Bu doğal sürece Herakleitos bütün canlıları, özellikle maddi ve manevi varlığıyla insanı da katar. Şöyle der: Ruhlar için ölüm su olmaktır, su için ölüm toprak olmaktır, topraktan su olur, sudan ruh.

Psykhe kavramının özündeki ateşle ilişkiyi Herakleitos'tan çok önce Homeros'ta gördük. Evrende tek bir kanun, o kanunun oluş içinde gerçekleşmesini ve maddenin yana yana değişmesinde gören Efesli düşünürün insandaki oluşu ateşle en yakından ilgili ruhta gerçekleşir görmesine şaşmamalı. Psykhe'nin logos'u var diyor, ve bu kendi kendini çoğaltan bir logos'tur. Ne kadar yol yürüsen gitsen, bulamazsın ruhun sınırlarını, öylesine derindir logos'u.

Daha başka şeyler söylüyor Herakleitos, ama biz burada duralım, bir sonuç çıkaralım: Herakleitos insanı bütün varlığıyla evrenin içine yerleştiriyor. Maddi varlığıyla doğadaki oluşa karıştığı gibi, doğayı yöneten kanundan da tam pay alıyor. Evren bir bütün, bir birlik, insan da bu birliğin bir üyesi, üstelik birliği kendi varlığında en iyi temsil eden üyesidir.

Herakleitos ile Baudelaire... iki bin beş yüz yıllık yol boyunca uzayan bir zincir, bu zincirin iki ucunda birer halka bu iki insan; ikisi de doğada bir ormanda dolaşır gibi dolaşmışlar, orman bir tapınakmış, direkleri canlanmış, seslenivermişler bu insanlara. İnsan anlar mı bu belli belirsiz sözleri? Bir şeyler anlamış ikisi de. İnsanın doğayla ilişkisini anlamışlar, bir birliğin bölünmez bir parçası olduğunu. İnsan diliyle bunu söylemeye çalışıyorlar. Karanlık mı bu sözler? İnsanın bu sözlerini ne gün anlamaz olmuşuz biz? Sakın o gün insanın doğadan ayrı düşüp mutluluğunu yitirdiği gün olmasın?

Bedenle ruh demişti Platon. Bedenden ruhtan ne anladığını göreceğiz birazdan. Önce iki İonyalı düşünüre daha kulak verelim. Miletli Anaximenes şöyle der:

'Hava olan ruhumuz nasıl sapasağlam tutarsa bizleri, bütün evreni de solukla hava tutar bir arada.'

Bir de İonyalı bir bilgin var, adını bilmiyoruz, Kosmologia adlı eserinden yalnız şu parça kalmıştır:

'Yeryüzünde bulunan bütün canlıların, insanların, hayvanların ve bitkilerin hepsinin, en küçüklerinden en büyüklerine kadar Kosmos'a benzer bir yaradılışları vardır. '

Durgun duran ve kımıldamayan, Kosmos'un ortasında bulunan yeryüzünün sert ve taştan olan bölümleri, insanın tabiattan duygusuz ve hareketsiz olan kemiklerinin örneğidir; taşlı bölümleri saran, yani topraktan olan bölümler insanların kolay dağılan etleridir; yerin içindeki sıcaklık ve yaşlık insanın iliği, beyni ve tohumudur. Su yun ırmak suyu olarak benzeri damar ve damarlardaki kandır, bataklık suyu olarak da sidik torbasıyla oturak yeridir. Hava insanın soluğuna benzer. Ay diaƒragmanın yeri için tanıklık eder: ikisinin de yerleri aynıdır. İnsanın sıcaklığı Kosmos'ta olduğu gibi iki yerde bulunur; güneşin ışınlarından birazı toprağa karışmıştır ve bu iç uzuvlardaki ve damarlardaki sıcaklığa benzer, Kosmos'un daha yüksek yerlerinde bulunan sıcaklıksa, yani yıldızların ve güneşin bulunduğu kesimlerdeki sıcaklık, deri altındaki sıcaklığa benzer; et çevresinde bulunan ve hızlı harekette parlayan (kızaran) bu sıcaklık yukarda gökte gördüğün Jupiter (Müşteri) yıldızı gibi renk değiştirir; Arkturos yıldızı ise insanda öfkeyi ve güneşin beslediği sıcaklığı yaratır. Bütün Kosmos'u saran ayrılıp uzuvlanmış gökyüzü yığını ise derinin serin kuruluşu gibidir. Bütünün ve bölümlerinden her birinin yaradılışı işte budur.

Bu dünya görüşü Babillerden gelmeymiş diyenler var. Gemileri Kırım'dan Afrika kıyılarına kadar uzanmış, Akdeniz çevresinde ne kadar ulus varsa hepsiyle alışveriş etmiş, hepsine bir şeyler vermiş, hepsinden bir şeyler almış, limanında Fenikeli, Giritli, Sicilyalı tüccarların Babil müneccimleriyle, İran rahipleriyle, Mısır elçileriyle buluştukları Milet her düşünceye, her akıma, her etkiye açıktı. Üstelik bu adsız bilgin İonya düşünürlerinin ağzından hep duyduğumuz düşünceleri özetliyor kendine göre. Hepsini biraz safça toplayıp, dışardan biraz tuz biber de ektiyse, fena mı olmuş?

Gelelim Platon'a. 

Timaios diyalogunda Platon dünyanın yaratılmasını iki aşamada anlatacağını bildirir: birincisinden evren, ikincisinden insan meydana gelmiştir. Platon ikili bir tanımlamayla girişir işe: hep var olan, hiç değişmeyen, oluşmayan varlık, bir de hep değişen, oluşan, hiç salt varlık olamayan oluş vardır.  Yaradan -Platon ona kimi zaman Demiurgos, yani işçi, zanaatçı, kimi zaman da Tanrı diyor- varlığı örnek olarak evreni, varlığın bir benzeri olarak yaratmıştır. Varlık ölümsüz ve kusursuz, iyinin ve güzelin ta kendisi olduğundan, Tanrının yarattığı evren ola gelen şeylerin en iyisi ve en güzelidir. Yaratılan yaradanın aynası, akıl ve ruhun evren biçiminde vücut bulmasıdır. Ateş, hava, su ve toprakla yoğurulan evren salt düzen, tek ve bölünmez bir bütündür. Küre biçimindedir ve döner. Ölümsüz örneğe göre yarattığı evreni görünce, Yaradan sevinir ve yapısını örneğe daha da benzetmek hevesine kapılır. Örnek ölümsüzdü, ölümsüz olmakla da devineksizdi. Devineni ölümsüze benzetmek ancak devinmesini belli ölçülere bağlamakla olurdu. Bunun için Tanrı Zamanı yaratır. Örnek ölümsüz varlıktır, benzeri yapıysa zaman ölçüleri içinde geçmiş, hal ve geleceği gerçekleştirir ve bu devineği sonsuzluğa dek sürdürür. 

Evrenle birlikte yaratılan ancak onunla birlikte yok olabilecektir. Evreni yarattıktan sonra Tanrı canlıları yaratmaya girişir. Bunlar dört çeşitti: gökte yaşayan tanrılar; havada, suda ve yeryüzünde yaşayan canlılar. Birinciler bir yandan gökteki yıldızların, öte yandan da geleneksel inancın adlandırdığı tanrılardır. Yaradılışın bu aşamasına varınca, Demiurgos tanrılara seslenir: kendisi nasıl ölümsüz varlığa göre evreni yarattıysa, onu dolduracak olan canlıları da bu yapının örneğine göre yaratmalarını buyurur. Demiurgos bu işi kendi yapamaz, çünkü onun elinden kusurlu bir şey çıkamaz, ama evreni meydana getirmek için önce aklı ruha, ruhu da bedene kattığı gibi, bu karışımı ikinci bir defa yapıp, ruhu evrende ne kadar yıldız varsa, o kadar parçaya böler. Bu ruhlara Kader'in kullarını bildirir: ilk doğuş her ruh için aynı koşullar içinde olacaktır; ruh bedenle birleşecek ve tanrıya yapmaya en elverişli yaratık yani insan meydana gelecektir. İnsan iki cins olarak yaratılmalıdır: erkek ve kadın. Erkek cins üstündür. Kader bir bedene giren ruha duyular bağışlar: acı ya da zevk veren istekler, tutkular, korku ve öfke. Duyuları, duyguları gemlemek doğru bir ömür sürmek, tutkulara kendini koyuvermek eğri bir ömür sürmektir. Öldükten sonra doğru insanın ruhu bir yıldıza dönüp mutlu bir ölümsüzlüğe erer, eğri insanın ruhu bir daha yeryüzüne inip dişi bir bedene girer. Ruh eğriliği daha da sürdürürse, hayvan olarak bir, bir daha gelir dünyaya.

Yaradanın buyruklarını dinledikten sonra tanrılar insanı yaratmaya koyulurlar. Evrende belli ölçüde ateş, toprak, su ve hava alıp, bu unsurları birbirlerine bağlarlar; ne var ki bu bağlar çözülmez bağlar değildir. Beden yok olunca, evrenden alınan unsur payları gene evrene karışır. Asıl iş ruhu bedene bağlamaktır. Yaşayabilmek için beden sürekli bir kaynaşma, düzensiz bir devinek halindedir. Ölümsüz ruhun devineğini, yaşamayı sağlayan bu karmakarışık akışa uydurup, ruhun beden üstünde egemenliğini sağlamak gerekir ki, bu amacı gerçekleştirmek için tanrılar şöyle bir yapı kurarlar insana: beden ikiye bölünmüştür, en üstte kafayı taşır. Kafa ölümsüz ruhu taşımaya yarayan bir kaptır, tanrısal ve kutsaldır. Bedenin ödevi onu yüksek tutmak, korumak ve yeryüzünde gezdirmektir. Kafa ile beden kesin bir sınırla birbirinden ayrılmıştır. Platon'un isthmos kıstak dediği boyun yalnız kafa ile bedeni ayırmaya değil, insanın ölümsüz ruhunu, duyularının merkezi ölümle ruhundan uzak tutmaya yarar. İkinci derecede yaratıcı tanrılar büyük Yaradan'dan aldıkları ölmüsüz ruhu kafaya yerleştirdikten sonra, insana kendileri de bir ruh yapmışlar bunu göğsüne yerleştirmişlerdir. Ne var ki bir ruh da iki bölümlüdür: birine daha iyisi, öbürüne daha kötüsü diyor Platon. Kafadaki ruhla sürekli alışverişte bulunan iyice ruh, kötüce ruhta kaynaşan istek ve tutkuları aklın buyruklarına göre yöneltmekle görevlidir. İki ruhu birbirinden ayırmak ödevi de diafragmaya düşüyor. İnsanın ruhu harem selamlık diye ikiye bölünmüş bir eve benzer. İyice ruh erkekler, kötüce ruh kadınlar bölümünde oturur. Tepelerine oturtulmuş yürek bekçilik eder. Kan dolaşımıyla birlikte duyuları süzgeçten geçirir, insanı kötüye götürecek tehlikeleri haber verir, aklın bu tehlikelere karşı koymasını, böylece iyinin bedende egemenlik kurup onu her işte yönetmesini sağlar. Akciğer yüreğin rahatı için kurulmuş bir çeşit yastıksa, karaciğer kötüce ruhun yönettiği bölgede aklın bir aynasıdır. Safranın yardımıyla acı ve tatlıyı yerine göre karıştırıp duyuları ayarlamasını başarır, aklın uyuştuğu düş ya da coşkunluk hallerinde insanı bazı tepkilere götürür. Akıldışı da olsa, bu tepkiler tanrısal kaynaktan gelmedir: falcılık, bilicilik karaciğerin bu göreviyle ilgilidir.

Göz insanın kafasında ruhun ateşini dışarıya vuran örgendir. Dıştan gelen ışınlar gözbebeğinde içten gelme ışınlarla birleşince, insan görür. Karanlık olunca, dış ışınlarının yolu kesilir, iç ışınlarla birleşemez olur. İnsan gözlerini kapar, iç ışınları ruha yönelip onu rahata kavuşturur: insan uykuya dalar.

Benim okuduğum bu kadar.

Bundan sonra söz senin olsun, insanım. Biliyorum, dile gelmek istiyorsun. Biri var, onunla tartışmak, kozunu paylaşmak istiyorsun. Bu adam Platon'dur. İki bin beş yüz yıl önce ölmüş gitmiş bir insan mı? Değil. Bugün de yazıyor senin alın yazını. Kurtulamamışsın ondan. Baskısında bulunduğun dinlere o açmış kapıyı, güçlü adam, ama sen de bir insansın, onun gibi mutluluğu arayan. Seslen ona, de ki:

Platon, ünlü filozof, neye böldün beni ikiye, niçin kopardın beni doğadan, ne yıktın mutluluğumu?

Ben bir bütündüm, çokluk içinde birliktim. Bedenim vardı, yeryüzünde gördüğüm biçimlerden biri, topraktan fışkıran ağaç gibi, çiçek gibi özlü, yüzeyi renk renk, yumuşak, sıcak, canlı canlı. Ona kendimden başka bir ad vermemiştim, ona BEN demiştim: Güzel bulmuştum onu, çünkü yaşıyor, yaşatıyordu beni doğanın içinde bitkiler, hayvanlar, akan sular, devinen yıldızlarla birlikte. Sen bu bedeni dışardan gelen bir efendinin emrine verdin, aldın özgürlüğünü benim elimden.

Benden daha dirisine, daha canlısına tanrı demiştim. Rasgele takmıştım bu adı. Kime? Kime olacak, kendime. Kendim de doğanın bir parçası. Ama ölüm var biliyordum, günün birinde ben yokum. Ne çıkar? Zeytin ağacı da kurur gider, bir çekirdeği vardı, toprağa düşer, sıcacık toprak çatlatır çekirdeğin kabuğunu, başka ağaçlar biter, binlerce dal, milyonlarca zeytin. Evet, tanrılar yaratmıştım kendime. Ben değilim ki ana toprağı gebe bırakan, benim kadınım var, sararım onu kollarım bacaklarımla, akıtırım içine bir dalganın köpüğünü, o da bir canlı doğurur bana. Yalnız ben değil ki, öyle oluşuyor hayat. En gür oluşana Ana dedim, kırk memeli bir tanrıça olarak diktim onu karşıma. Taptım ona, damlasını taşıdığım hayat gücünün kaynağını taşıyordu o. Onu ısıtan güneşe bir ad taktım, onu ıslatan suya bir ad taktım, doldurdum böylece çevremi canlılarla. Onlar hep canlı, benim gücümse bir süreyle sınırlı. Süresize tanrı dedim, süremi de süsledim masallarla. Aktardım böylece kendimi kuşaktan kuşağa.

Bir de gözlerimi açtım, baktım çevreme, ne görebilirsem göreyim dedim. Gördüm de birçok şeyler. Gördüklerimi derledim topladım, hep görüleni birkaç kez görünenden ayırdım. Aklımı kullandım, akıl yoluyla sonuçlar çıkardım. Atomu düşünebildim, yaşayan varlığın zerresi olarak. Daha ne istersin, yaşam ötesine vurgun düşünür?

Yaşıyorum işte, Ege'nin ışıklı kıyılarında. Erkektim, kadındım, devinen güçler duyuyordum içimde. Denizler gibi kabardığım, dalgalandığım, yeller gibi estiğim, coştuğum oluyordu. Bu iç devineklerime de birer ad takmış, bedenimde onlara birer yer bulmuş, yerleştirmiştim hepsini yerli yerine. Onlar bendim, ama içerimdeki ben. Seslenir, konuşurdum bu güçlerimle. Beni ben yapan onlardı, kimi zaman taşkın, kimi zaman durgun. Bu güç üzerine kurmuştum düzenimi, doğayla uyumluydu bu düzen. İyiyi, kötüyü senin gibi hayal kavramlarına bağlamamıştım, yeryüzündeki insana faydası ve zararı ölçüsünde ölçüyordum değeri. Hayatı yaşıyor, hayatı seviyordum. Başka ne seveyim, hayat ötesine düşkün düşünür?

Doğayı, düzeni, kendimi böyle tanıdım. Işıl ışıl benliğimle verdim kendimi bir ozanın eline. O söyledi beni çakıllar kadar çok, çakıllar kadar çeşitli.

Sen bu ozanı kovuyorsun devletinden.

Neye kara sakallı feylesof?

***

pdf formatı Azra Erhat-İşte İnsan (Ecce Homo)

21 Ocak 2023

Jean-Jacques Rousseau-İtiraflar


ben insanları, bana yaptıkları iyiliklerden ziyade, yapmak istediklerine bakarak severim, anlaşıp sevişmek için yaratılmış olanlar birbirlerini tanırlar...

**
ben yalnız o iyi şeyleri severim ki tatlarını duymasını bilecek ilk insandan başka kimsenin malı değildirler...

**
para kendiliğinden hiçbir şeydir, ondan yararlanmak için onu başka şekillere sokmak gerekir, bir şey satın almak, pazarlık etmek, çok kere aldatılmak, iyi ödeyip fena mal almak gerekir...

**
çalmaktan kendimi men etmek için çaldığım şeyleri yeter derecede hırsla istemiyor, içimde yenmeye çalışılacak hiçbir şey duymuyordum; bir tek güzel resim kağıdı, beni bir top kağıt alacak paradan daha fazla iştahlandırıyordu...

**
dalkavukluk veya daha iyisi kafa sallayıcılık daima bir kötülük değildir, o, hele gençlerde çok kere bir erdemdir; bir kimsenin bize ettiği iyi ilgi, güzel davranış kalbimizi ona bağlar; sözlerine baş eğişimiz, onu aldatmak için değil, yaptığı iyiliği kötülükle karşılamamak, mahzun etmemek içindir...

**
kalbim akmasını severdi:  yeter ki bir başkasınınkine döküldüğünü hissetsin...

**
o zamandan beri dikkat ettim ki insanları tanımak için böyle kupkuru bir şekilde sorguya çekmek zeka iddiasında bulunan kişilerin oldukça genel bir hastalığıdır, onlar duygularını göstermemekle sizinkilere daha iyi gireceklerini düşünürler ve böylelikle sizin de kendi duygularınızı açığa vurma cesaretini büsbütün yok ettiklerini asla fark etmezler

**
her insan başkalarının kalbini okuyabilseydi, bulunduğu yerden inmeyi isteyen insanların sayısı, yukarı çıkmayı isteyenlerden daha çok olurdu...

**
nasıl olduğunu bilmiyorum fakat bende birbiriyle hemen hemen uzlaşmaz iki şey birleşmiştir, bir yanda çok ateşli bir doğa yapısı, canlı ve taşkın istekler, öte yanda ağır uyanan, bir türlü karışıklıktan kurtulamayan ve ancak iş olup bittikten sonra kendilerini gösteren fikirler...

**
bana söz söyleyenin sabrını tüketmek korkusu ile anlıyormuşum gibi görünüyorum, böylece o ileri gider, ben hiçbir şey anlamam, zihnim ancak zamanı, saati geldiği zaman yürümek ister, başkasının yürüyüşüne ayak uydurmak onun harcı değildir...

**
genel olarak iman sahipleri Tanrı'yı kendileri gibi betimlerler; iyiler onu iyi, kötüler kötü yaparlar; kinli ve öfkeli sofular herkesi cehenneme atmak istedikleri için yalnız cehennemi görürler, yumuşak ve sevgi dolu ruhlar ise bu cezaya hiç inanmak istemezler...

**
işin garibi o, cehenneme inanmamakla birlikte "Araf'a "inanmaktan kendini alamazdı, bu onun, kötülerin ruhlarını ne yapacağını bilmeyişinden, onları ne cehenneme atmaya, ne de iyi olacakları zamana kadar iyilerle bir araya getirmeye razı olmayışından ileri geliyordu, itiraf etmek gerekir ki bu dünyada da, ötekinde de kötüler gerçekten baş belası olurlar...

**
yemek yerken candan bir kimse ile baş başa bulunmadığım zaman, kitap okumak benim için daima bir keyif olmuştur; yalnız yemek yediğim zaman kitap benim için sofrada eksik olan cemaatin yerini tutar; sıra ile bir sayfa kitap okur, bir lokma yemek yerim ve bana kitabın benimle beraber yemek yiyor gibi gelir...



eğer cinsel isteklerden bir şey esirgenecekse, onlara hiç bir şey tattırmamalıdır..

**
her kişi özgürlüğü başkasının evinde sever..

**
belleğim, ona güvendiğim oranda bana yardımı dokunur, düşüncelerimi kağıda döktüğüm anda beni bırakır, bu durum müzikte de böyledir; müzikten anlamazken bir sürü şarkıyı ezbere okurken; notadan okumaya başladığım günden beri tek bir şarkıyı hatırımda tutamıyorum...


Jean-Jacques Rousseau

Aydınlanma çağında yetişmiş olmakla birlikte, uygarlık eleştirisi ve doğaya dönüş önerisiyle romantik akıma öncülük etmiş, monarşiye karşı halk iradesinin üstünlüğünü savunmasıyla da Fransız Devrimi’ni ve özellikle Jakobenleri etkilemiştir.

Annesi doğum yaparken ölmüş, saatçilik yapan babası da tutucu Cenevre’nin toplumsal hiyerarşisine ters düşen davramşlarından ötürü hapse girmemek için kentten kaçmıştı. Annesinin zengin akrabalarının yalımda ezilen Rousseau 16 yaşında Cenevre’den ayrıldı. Kalvencilikten Katolikliğe dönerek Sardinya ve Fransa’da yaşamaya başladı. Savoie’da Madame de Warens’le tanışması yaşamında bir dönüm noktası oldu. Daha önce hiç okula gitmemiş olan Rousseau Madame de Warens’in evine yerleştikten sonra tutkuyla okumaya başladı. Genç Protestan erkekleri Katolik yapmayı görev edinen koruyucusunun sevgilileri arasına katıldıktan sonra bile onun ahlak anlayışından rahatsız olmakla birlikte, bu akıllı, kültürlü, zevk sahibi kadın sayesinde yeteneklerini geliştirme fırsatını buldu.

Rousseau 30 yaşında Paris’e gittiğinde artık başkentin gittikçe liberalleşen kültür yaşamını etkileyebilecek bir düşünür, yazar ve müzikçiydi. Burada tanıştığı Denis Diderot’yla birlikte, Aydınlanmanın temel yapıtlarından olan Encyclopedie’nin çevresinde toplanmış “filozoflar” arasında sivrildi.

Diderot’nun yayın yönetmenliğini üstlendiği Encydopedie’nin müzik maddelerini yazmaya başladı ve güçlü, akıcı üslubuyla çok geçmeden grubun en göze çarpan üyesi haline geldi. Bu arada beste de yapıyordu. Le Devin du village (1752; Köy Kâhini) adlı operası sarayda çok beğenilmiş, ama Rousseau saray bestecisi olarak rahat bir yaşam sürebilecekken bunu seçmemişti. Les Confessions’da (1782; İtiraflar, 1943,1975; 1998-99, 2 cilt) yazdığına göre 37 yaşında, Vincennes’da tutuklu bulunan Diderot’yu görmeye giderken birden “korkunç bir aydınlanma” yaşamış ve çağdaş uygarlığın insanı iyileştirmek yerine yozlaştırdığını anlamıştı.

Müzikte ussal ya da düşünsel öğe yerine duyguyu ve kendiliğindenliği vurgulayarak özgürleşmenin temsilcisi oldu ve yeni bestecileri etkiledi. Ülkenin en önemli opera bestecisi olarak Rameau’nun yerini alan Gluck onun düşüncelerinden etkilendiğini belirtirken Mozart da tek perdelik operası Bastien und Bastienne’in metninde Le Devin du village’ı temel aldı.

Paris’in gösterişli yaşamından sıkılan Rousseau 1754’te cahil bir çamaşırcı olan metresi Therese Levasseur’ü de alarak Cenevre’ye döndü ve yeniden Kalvenciliği benimseyerek yurttaşlık haklarını geri aldı. Bu arada “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı ve Temeli Üzerine Konuşma, 1986,1998) yazdı. İlk denemesindeki görüşünü geliştirdiği başyapıt niteliğindeki bu çalışmasında insanların doğuştan gelen beden ve zekâ farklılıklarını bir yana bırakarak sonradan edinilmiş eşitsizlikleri tartışmaya açtı.

Rousseau yurttaşlık haklarını kazandıktan sonra Cenevre’den ayrılarak Paris’e dönmüş, ama özellikle din konusundaki görüş ayrılıkları ve d’Alembert’in yazdığı “Cenevre” maddesi yüzünden Encyclopedie çevresinden uzaklaşmıştı. 1756’da Paris’ten ayrılarak Montmorency’de bir kır evine yerleşmişti. Toplum Sözleşmesi’ni Montmorency yıllarında yazdı.

Kilise ve yönetimin şiddetli tepkisi yüzünden artık ne Fransa’da, ne de İsviçre’de barınabilen Rousseau, İngiltere’ye giderek David Hume’un yanına sığındıysa da orada kendisiyle eğlenildiğini düşünerek bir yıl sonra gizlice Fransa’ya döndü (1767). Son 10 yılında daha çok otobiyografik ürünler verdi. Özellikle son yapıtında önceki tutkulu üslubunun yerini huzurlu, lirik bir anlatım aldı. Büyük bir içtenlikle, kendi ruhuyla başbaşa, doğruyu dile getiren Rousseau’nun İtiraflar’ı edebiyatta Stendhal’den Baudelaire, Gide ve Jean Genet’ye kadar uzanan bir çizginin başlangıcını oluşturdu.

Rousseau’nun toplu yapıtlarının basımına 1959’da başlanmış, yazışmalarının da 43 cildi yayımlanmıştır.

Kitapları

Deneme:

Bilimler ve Sanatlar Üzerine Söylev (1750)
İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Temeli ve Kökenleri (1755)
Politik Ekonomi Üstüne Söylev (1755)
Ahlak Prensipleri Mektupları (1758)
Etkinlikler Gösterileri Üstüne Mektup (1758)
Toplum Sözleşmesi (1762)
Emile ya da Eğitim Üzerine (1762)
Dağda Yazılmış Mektuplar (1764)
Korsika İçin Anayasa Projesi (1765)
Polonya Hükümeti Üstüne Düşünceler (1771)
Dillerin Kökeni Üstüne Deneme (1781)

Otobiyografi:

İtiraflar (1770)
Jean-Jacques’ı Yargılayan Rousseau (1777)
Yalnız Gezenin Düşleri (1778)

Roman-Şiir:

Julie ya da yeni Heloise (1761)
Leviler Kabilesinden Efraim (1762)

Tiyatro ve Müzik:

Rousseau Tarafından Bulunmuş Olan Müziksel Notasyon Sistemi (1742)
Hanımefendi Müzler (1747)
Köy Kahini opera (1752)
Narkissos veya Öz Sever Kişi (1752)
Fransız Müziği Üstüne Mektup (1753)
Pygmalion (1771)

Related Posts with thumbnails