Halikarnas Balıkçısı’na göre kültürümüzün kökenlerini Orta Asya’da aramak yanlıştır. Bunun gibi Batı kültürünü benimsemek de yanlıştır. Çünkü Türk kültürü Anadolu’da yaşamış toplumların yarattığı kültür birikiminin süzülmüş bir sentezidir. Anadolu hem Yunan kültürünün hem Batı kültürünün kaynağıydı.
Mavi Anadolucu akım, hümanist bir akımdır, ağırlığı da İlkçağ Anadolu kültürüne verir. Çünkü Halikarnas Balıkçısı’na göre, hümanist düşünce Batı’dan önce Anadolu’da doğmuştur. Aslında hümanizm, modernleşme gayreti içinde devletin görüşünün sistemleştirme ve insanımızın zihin yapısını Batı’ya dönüştürme, aynı zamanda laik toplum anlayışını somut coğrafyaya yerleştirme amacını güdüyordu. Halikarnas Balıkçısı, bu Anadolu tutkunluğu ve araştırmalarıyla tabiri caizse, bir Anadolu şovenistidir. Halikarnas Balıkçısı, Anadolu’yu bir medeniyetler deposu, felsefî ve aklî düşüncenin Yunan’dan önceki kaynağı (İyonya) olarak kabul eder. Ona göre Anadolu’da maddeci bir felsefe vardı. Bu felsefe Yunan’ı etkiledi orada büyük filozoflar çıktı. Orfizm, Pisagorculuk gibi dinî akımlar, bu dönemin kapanmasına yol açtı.
Nitekim XX. yüzyılda yeniden parlayıp doğan atom bilimi, insanlığa çağ değiştiren büyük düşünce Ege filozoflarının buluşudur, bu düşünce Yunanistan’a göçünce doğa bilimi kısırlaşmış, insan bilimi soyutlaşmış ve Platon gelmiş, Aristo gelmiş, soyut idealarla insanlığı bütünlüğe doğru açtığı çığırdan saptırarak, dinlerin ve hurafelerin kucağına atmışlardır. Atina felsefesi insanlığı en az iki bin yıl geriye atmıştır.
Arka Kapaktan..
Büyük tuttum bu işi: dört yıllık düşüncemi, yaşantımı bir kitaba sığdırmak isterdim. Homeros'ta insan dedim yola çıktım, beden ruh ikiliği dikildi karşıma, aldım inceledim; derken Platon'un insan anlayışı, toplum görüşü çeldi aklımı, onu da kavrayayım derken açıldım uçsuz bucaksız bir düşünce alanına. Özgürlük, mutluluk, insancılık...Sorunlar, saçları altın tellerle örülmüş öcüler gibi çekti sürükledi beni oradan oraya. (...) Bir desteğim vardı: Yaşantıya olan güvenim. İnsanı mı konu edindim: insan gibi yaşayayım kendimi vere vere, dolu dizgin, coşkunca yaşayayım ki insanı anlayayım, insanı söyleyebileyim. (...)Sevgiyi ahlak edindim kendime. İnsancılığı yalnız sevgide gördüm ve sevgiden bekledim, kitabımı satır satır yazdırsın bana. Yanılmadım da: Ecce Homo'yu bana sevgi yazdırdı. (Azra Erhat)
KOSMOS
Çoklukta Birlik
Koptuk mu biz doğadan? Giz dolu ormanlarda dolaşır, canlının sesini duyamaz, dilini anlayamaz mı olduk? Yitirdik mi koca birliği, ayrı düşmekle mutluluktan mı olduk?
Sokrates öncesi düşünürler vardı. İonya kentlerinin akıl ölçülerine göre bitişip ayrılan düz sokaklarında dolaşırlar, taşları yine insan ölçülerine göre dikilen yapılarda otururlar, uzanırlar, gündüz göz kamaştıran güneşin, gece yıldızlı göğün altında bakarlar çevrelerine. Ortalık apaydınlıktır. Gözlerini aydınlığa açmış bu insanlar kafalarının içinde de aydın bir düzen kurmaya çalışırlar. Karşılarında gördüklerine Kosmos yani düzen derler. Kosmos evrendir, güneşi, ayı, yıldızları ile gökyüzü, insanı, hayvanı, bitkisiyle yeryüzü. Evreni kavramak ister insan aklı. Evren aydındır, onu anlamak için, düzeninin kurallarını bulmak, tanımlamak, dile getirmek gerek. Nasıl olur bu iş? Duyuları düşünceye araç olarak kullanmakla. Gözleri açık, kulakları kiriştedir bu insanların. Doğaya apaçık olduklarından doğanın sırlarını çözebileceklerine inanırlar. Korku, kuşku, nedir bilmezler. Aydın bir mutluluk içinde sürdürürler çabalarını. İnsan, doğa, doğa içinde insan, insan içinde doğa ne görürlerse onu söylerler ne kadarını görüp ne kadarını dile getirebilirlerse. Yol boyunca da yolun bitiminde de Kosmos'a varacaklarından emindirler.
Neler görmüş bu düşünürler? Ozan çevresini oyalamak için masal anlatıyordu. Düşünürün böyle bir ödevi yok. Her türlü sanattan özgürdür. Ama görüntüsü ozanınkinden başka mı?
Güney İtalyalı iki düşünür, Parmenides ile Empedokles tıpkı Homeros gibi menos'u sezmişler doğada, onu dile getiriyorlar. İkisi de peygamber ağzıyla konuşur. Bir yüz yıl boyunca İonya ışık saçmış bütün Akdeniz çevresine, dünyanın nasıl meydana geldiğini araştırmış durmuş, canlı varlığa ilke olan maddeyi kavramak sevdasıyla düşünce süzgecinden geçirmedik nesne bırakmamış. Ama bir gün gelmiş ki İran baskısı boğuvermiş İonya şehirlerini. Düşünce, kendisine gerekli özgürlük ortamını bulamayınca göçüvermiş, gitmiş Güney İtalya'ya, Sicilya'ya yerleşmiş. Orada, İonya'nın düşünce temelleri üstünde yetişen düşünürler zengin mirasyedilerdir. O ne gurur ne güven! Yüksekten konuşurlar. İnsana yaradılışın sırlarını açmak için İonyalılar gibi düzyazıyla yetinmezler. Şiir ölçülerinin en üstünü Hexametron'u, altılı destan ölçüsünü seçerler öğretilerine biçim olarak.
Elealı Parmenides, varlık sorununa kanca takan büyük düşünür yaradılışın doğum anını şöyle anlatıyor:
Dinle, anlatayım sana nasıl toprak, güneş ve ay, hepsini saran hava, gökte uzanan samanyolu, dorukların doruğu, yıldızların sıcak gücü nasıl çabalıyorlardı var olmak için...Yıldızların menos'u var demek, ona bir de sıcak anlamına gelen thermos sıfatını eklemiş.
Akragaslı Empedokles dört unsuru bulmuştur: toprak, su, ateş, hava. Unsurların karışımını, doğanın devineğini sağlayan etkileri de bilmekle övünür. Fizikçi, hekim, hatip, rahiptir. Bilgisi evreni sarar. Tanrı gücü duyar kendinde. Bu gücü öğretisini dinleyenlerle paylaşacağına söz verir:
Doğayı dizgine vurmak, ecele karşı koyup ölüyü diriltmek ha? Zeus bile girişmemişti böyle bir işe. Empedokles göğün, bir de toprağın menos'undan dem vurur: Adam öldüren insanın ruhu üç kere on bin yıl biçimden biçime girip sürünürmüş, göğün gücü onu denize atar, deniz toprağın üstüne tükürür, toprak güneşin ışınlarına salarmış onu, böylece evrende döne döne çekermiş cezasını. Toprağın menos'una gelince, Empedokles onun için kıllı diyor: Sphairos'u anlatmaktadır -biz bugün sphairos sözcüğüne gök kubbe değil de, uzay diyebiliriz- uzayda diyor Empedokles, güneşin hızlı uzuvları -güneşin de tıpkı insan gibi eli kolu var demek- görülmez, ne deniz vardır, ne kıllı, yani üstü bitkiyle örtülü dünya, uzay yusyuvarlak bir uyum içinde, yalnızlığın sevinciyle döner.
Homeros'un insanda, hayvanda, Sokrates öncesi düşünürlerin de bütün doğada varlığını gördükleri bu güç, hayat mı, canlılığın ta kendisi mi? Menos'un bu anlamda çok kısa bir tarihi var: verdiğimiz örneklerle nerdeyse tükenir. Sonraları Yunan dilinde ona rastlansa da öfke ya da taşkınlık gösteren dar bir anlamda rastlanır.
Felsefe sözlüğüne baktım: menos'a karşıt olarak demas'ı gösteriyor. Demas insan bedeninin yapısı; evrende ona da mı rastlayacağız?
Parmenides insanların sanılarını, doğa üstüne yanlış görüşlerini eleştiriyor: insanlar doğada birbirinden ayrı, birbirine zıt biçimler görürler. Bu biçimlere (morphe) ışık derler, karanlık derler; ışıkla karanlığı, ateşle geceyi iki ayrı demas, iki ayrı vücut sanırlar. Birini hafif ve yumuşak, ötekini ağır ve yoğun diye nitelerler. Oysa aydınlık da karanlık da tek ve ayrılmaz varlığın iki görünüşüdür. Yanlışlık, Parmenides'e göre, ışığı ya da ışıksızlığı maddi birer vücut olarak görmekte değil, varlıkta ayırıma, bölüme gitmektedir.
Empedokles toprağın vücudundan, suyun yumuşak yapısından, Kritias da yıldızlı göğün demas'ından dem vururlar. Kolophonlu Xenophanes'se insanların tanrıları kendileri gibi etten kemikten birer canlı varlık olarak tasarlamalarına içerler. Var gücüyle yerer bu sanıyı. At olsak, öküz olsak, at ya da öküz biçiminde tanrılara mı tapacağız? der. İnsan olduğumuz için, insan biçimli tanrılar uydurup, tıpkı bizdeki gibi onların da birer bedeni, birer sesi olduğunu düşünmek delilik değil de ne? Xenophanes maddeden uzaklaşmak istiyor ne biçimde ne düşüncede insana benzeyen tek bir tanrı tasarlamaya çabalıyor, hep göz, hep kulak, hep düşünce olan bu tanrı yalnız akılmış. Peki, adı ne? PHREN!... Oldu mu bu, Xenophanes, insanüstü, madde dışı, doğayı saran tek, salt, biricik tanrıya insan bedenindeki belli bir organın adını verdin? Sen de yerdiğin hataya düştün, tanrıyı insandan ayrı düşünemedin!
Bir tapınak mı, bir orman mı içine girdiğimiz? Ağaçlar hep bir boy, yan yana dizili, gövdeleri damar damar oyulmuş dikiliyor, tepede yusyuvarlak iki lüleyle kıvrılıyorlar kendi içlerine. Topraktan fışkıran öz gene toprağa akıyor. İonya'nın sütunları bunlar Artemis tapınağında...
Efes'in toprağı kayar, Efes'in toprağı akar: miller taşır koca ırmak, kıyı uzadıkça uzar, deniz her yıl biraz daha öteye gider. Dalga gelir, köpüklenir, burgaçlanır. İnsan verir kendini akıntıya. Akan ne? İnsan mı, ırmak mı, deniz mi?
Bir adam dolaşır bu kıyılarda. Başı havadadır, hor gören bakışlarla süzer kalabalığı. Orman tapınağına girer, ayak basmadık kuytu derinliklerine dalar çıkar. Ne yapar orda? Tanrıça Artemis, kırk memeli Toprak Ana'yla mı konuşur? Bilici mi, büyücü mü, nedir bu adam? Ağzından dökülen sözler pek anlaşılmaz. Artemis Tapınağı'nın ağaç sütunları gibi karanlık bu sözler.
Bu adam Blosonoğlu Herakleitos'tur. Logos'tan açar Herakleitos. Logos Yunanca söz demek, ama Herakleitos bu kelimeye bambaşka bir anlam verir: logos var olan her şeyi yöneten tek ve değişmez doğa kanunudur. Gerçi herkes logos'tan ortaklaşa pay alır, ama çokluk onu kavrayamaz, insanlar logos'tan ayrı, kendilerine göre bir akılları varmış gibi davranırlar. Logos'un bütünlüğünü de kavramak zor, çünkü hep zıtlıklar halinde görünür insanlara. Doğa saklamayı sever diyor Herakleitos. Gündüz gece, kış yaz, savaş barış, tokluk açlık hep aynı şeydir, başkalaşıp değişen varlığa verilen adlardır: Aynı şeydir yaşayanla ölmüş, uyanıkla uyuyan, gençle ihtiyar, çünkü bunlar değişince öbürleri olur, öbürleri değişince bunlar. Soğuk ısınır, sıcak soğur, yaş kurur, kuru nemlenir. Olduğu yerde kalan bir şey yoktur. Aynı ırmağa girenin üstünden hep başka başka sular akar. Aynı ırmaklara hem giriyoruz hem girmiyoruz hem biziz hem biz değiliz. Sonsuz değişmeyi dile getiren bu sözler Herakleitos öğretisinin Panta rhei her şey akar, deyimiyle özetlenmesine yol açmıştır.
Zıtlıklar içinde birliği görebilen bu düşünür İonya fizikçilerinin öteden beri arayıp da su, hava, ya da sonsuzluk olarak tanımladıkları temel maddeyi, ilkeyi ateşte bulur: Şu evreni, her varlık için BİR olanı ne bir tanrı yaratmıştır ne bir insan; hep o canlı bir ateş olarak her zaman vardı, vardır ve var olacaktır, belli ölçülere göre yanar, belli ölçülere göre söner. Dünya hep var olan ateşin değişmesiyle meydana gelmiştir: ateş değişip su, su değişip toprak ve hava olur, hava gene ateşe döner. Bu doğal sürece Herakleitos bütün canlıları, özellikle maddi ve manevi varlığıyla insanı da katar. Şöyle der: Ruhlar için ölüm su olmaktır, su için ölüm toprak olmaktır, topraktan su olur, sudan ruh.
Psykhe kavramının özündeki ateşle ilişkiyi Herakleitos'tan çok önce Homeros'ta gördük. Evrende tek bir kanun, o kanunun oluş içinde gerçekleşmesini ve maddenin yana yana değişmesinde gören Efesli düşünürün insandaki oluşu ateşle en yakından ilgili ruhta gerçekleşir görmesine şaşmamalı. Psykhe'nin logos'u var diyor, ve bu kendi kendini çoğaltan bir logos'tur. Ne kadar yol yürüsen gitsen, bulamazsın ruhun sınırlarını, öylesine derindir logos'u.
Daha başka şeyler söylüyor Herakleitos, ama biz burada duralım, bir sonuç çıkaralım: Herakleitos insanı bütün varlığıyla evrenin içine yerleştiriyor. Maddi varlığıyla doğadaki oluşa karıştığı gibi, doğayı yöneten kanundan da tam pay alıyor. Evren bir bütün, bir birlik, insan da bu birliğin bir üyesi, üstelik birliği kendi varlığında en iyi temsil eden üyesidir.
Herakleitos ile Baudelaire... iki bin beş yüz yıllık yol boyunca uzayan bir zincir, bu zincirin iki ucunda birer halka bu iki insan; ikisi de doğada bir ormanda dolaşır gibi dolaşmışlar, orman bir tapınakmış, direkleri canlanmış, seslenivermişler bu insanlara. İnsan anlar mı bu belli belirsiz sözleri? Bir şeyler anlamış ikisi de. İnsanın doğayla ilişkisini anlamışlar, bir birliğin bölünmez bir parçası olduğunu. İnsan diliyle bunu söylemeye çalışıyorlar. Karanlık mı bu sözler? İnsanın bu sözlerini ne gün anlamaz olmuşuz biz? Sakın o gün insanın doğadan ayrı düşüp mutluluğunu yitirdiği gün olmasın?
Bedenle ruh demişti Platon. Bedenden ruhtan ne anladığını göreceğiz birazdan. Önce iki İonyalı düşünüre daha kulak verelim. Miletli Anaximenes şöyle der:
'Hava olan ruhumuz nasıl sapasağlam tutarsa bizleri, bütün evreni de solukla hava tutar bir arada.'
Bir de İonyalı bir bilgin var, adını bilmiyoruz, Kosmologia adlı eserinden yalnız şu parça kalmıştır:
'Yeryüzünde bulunan bütün canlıların, insanların, hayvanların ve bitkilerin hepsinin, en küçüklerinden en büyüklerine kadar Kosmos'a benzer bir yaradılışları vardır. '
Durgun duran ve kımıldamayan, Kosmos'un ortasında bulunan yeryüzünün sert ve taştan olan bölümleri, insanın tabiattan duygusuz ve hareketsiz olan kemiklerinin örneğidir; taşlı bölümleri saran, yani topraktan olan bölümler insanların kolay dağılan etleridir; yerin içindeki sıcaklık ve yaşlık insanın iliği, beyni ve tohumudur. Su yun ırmak suyu olarak benzeri damar ve damarlardaki kandır, bataklık suyu olarak da sidik torbasıyla oturak yeridir. Hava insanın soluğuna benzer. Ay diaƒragmanın yeri için tanıklık eder: ikisinin de yerleri aynıdır. İnsanın sıcaklığı Kosmos'ta olduğu gibi iki yerde bulunur; güneşin ışınlarından birazı toprağa karışmıştır ve bu iç uzuvlardaki ve damarlardaki sıcaklığa benzer, Kosmos'un daha yüksek yerlerinde bulunan sıcaklıksa, yani yıldızların ve güneşin bulunduğu kesimlerdeki sıcaklık, deri altındaki sıcaklığa benzer; et çevresinde bulunan ve hızlı harekette parlayan (kızaran) bu sıcaklık yukarda gökte gördüğün Jupiter (Müşteri) yıldızı gibi renk değiştirir; Arkturos yıldızı ise insanda öfkeyi ve güneşin beslediği sıcaklığı yaratır. Bütün Kosmos'u saran ayrılıp uzuvlanmış gökyüzü yığını ise derinin serin kuruluşu gibidir. Bütünün ve bölümlerinden her birinin yaradılışı işte budur.
Bu dünya görüşü Babillerden gelmeymiş diyenler var. Gemileri Kırım'dan Afrika kıyılarına kadar uzanmış, Akdeniz çevresinde ne kadar ulus varsa hepsiyle alışveriş etmiş, hepsine bir şeyler vermiş, hepsinden bir şeyler almış, limanında Fenikeli, Giritli, Sicilyalı tüccarların Babil müneccimleriyle, İran rahipleriyle, Mısır elçileriyle buluştukları Milet her düşünceye, her akıma, her etkiye açıktı. Üstelik bu adsız bilgin İonya düşünürlerinin ağzından hep duyduğumuz düşünceleri özetliyor kendine göre. Hepsini biraz safça toplayıp, dışardan biraz tuz biber de ektiyse, fena mı olmuş?
Gelelim Platon'a.
Timaios diyalogunda Platon dünyanın yaratılmasını iki aşamada anlatacağını bildirir: birincisinden evren, ikincisinden insan meydana gelmiştir. Platon ikili bir tanımlamayla girişir işe: hep var olan, hiç değişmeyen, oluşmayan varlık, bir de hep değişen, oluşan, hiç salt varlık olamayan oluş vardır. Yaradan -Platon ona kimi zaman Demiurgos, yani işçi, zanaatçı, kimi zaman da Tanrı diyor- varlığı örnek olarak evreni, varlığın bir benzeri olarak yaratmıştır. Varlık ölümsüz ve kusursuz, iyinin ve güzelin ta kendisi olduğundan, Tanrının yarattığı evren ola gelen şeylerin en iyisi ve en güzelidir. Yaratılan yaradanın aynası, akıl ve ruhun evren biçiminde vücut bulmasıdır. Ateş, hava, su ve toprakla yoğurulan evren salt düzen, tek ve bölünmez bir bütündür. Küre biçimindedir ve döner. Ölümsüz örneğe göre yarattığı evreni görünce, Yaradan sevinir ve yapısını örneğe daha da benzetmek hevesine kapılır. Örnek ölümsüzdü, ölümsüz olmakla da devineksizdi. Devineni ölümsüze benzetmek ancak devinmesini belli ölçülere bağlamakla olurdu. Bunun için Tanrı Zamanı yaratır. Örnek ölümsüz varlıktır, benzeri yapıysa zaman ölçüleri içinde geçmiş, hal ve geleceği gerçekleştirir ve bu devineği sonsuzluğa dek sürdürür.
Evrenle birlikte yaratılan ancak onunla birlikte yok olabilecektir. Evreni yarattıktan sonra Tanrı canlıları yaratmaya girişir. Bunlar dört çeşitti: gökte yaşayan tanrılar; havada, suda ve yeryüzünde yaşayan canlılar. Birinciler bir yandan gökteki yıldızların, öte yandan da geleneksel inancın adlandırdığı tanrılardır. Yaradılışın bu aşamasına varınca, Demiurgos tanrılara seslenir: kendisi nasıl ölümsüz varlığa göre evreni yarattıysa, onu dolduracak olan canlıları da bu yapının örneğine göre yaratmalarını buyurur. Demiurgos bu işi kendi yapamaz, çünkü onun elinden kusurlu bir şey çıkamaz, ama evreni meydana getirmek için önce aklı ruha, ruhu da bedene kattığı gibi, bu karışımı ikinci bir defa yapıp, ruhu evrende ne kadar yıldız varsa, o kadar parçaya böler. Bu ruhlara Kader'in kullarını bildirir: ilk doğuş her ruh için aynı koşullar içinde olacaktır; ruh bedenle birleşecek ve tanrıya yapmaya en elverişli yaratık yani insan meydana gelecektir. İnsan iki cins olarak yaratılmalıdır: erkek ve kadın. Erkek cins üstündür. Kader bir bedene giren ruha duyular bağışlar: acı ya da zevk veren istekler, tutkular, korku ve öfke. Duyuları, duyguları gemlemek doğru bir ömür sürmek, tutkulara kendini koyuvermek eğri bir ömür sürmektir. Öldükten sonra doğru insanın ruhu bir yıldıza dönüp mutlu bir ölümsüzlüğe erer, eğri insanın ruhu bir daha yeryüzüne inip dişi bir bedene girer. Ruh eğriliği daha da sürdürürse, hayvan olarak bir, bir daha gelir dünyaya.
Yaradanın buyruklarını dinledikten sonra tanrılar insanı yaratmaya koyulurlar. Evrende belli ölçüde ateş, toprak, su ve hava alıp, bu unsurları birbirlerine bağlarlar; ne var ki bu bağlar çözülmez bağlar değildir. Beden yok olunca, evrenden alınan unsur payları gene evrene karışır. Asıl iş ruhu bedene bağlamaktır. Yaşayabilmek için beden sürekli bir kaynaşma, düzensiz bir devinek halindedir. Ölümsüz ruhun devineğini, yaşamayı sağlayan bu karmakarışık akışa uydurup, ruhun beden üstünde egemenliğini sağlamak gerekir ki, bu amacı gerçekleştirmek için tanrılar şöyle bir yapı kurarlar insana: beden ikiye bölünmüştür, en üstte kafayı taşır. Kafa ölümsüz ruhu taşımaya yarayan bir kaptır, tanrısal ve kutsaldır. Bedenin ödevi onu yüksek tutmak, korumak ve yeryüzünde gezdirmektir. Kafa ile beden kesin bir sınırla birbirinden ayrılmıştır. Platon'un isthmos kıstak dediği boyun yalnız kafa ile bedeni ayırmaya değil, insanın ölümsüz ruhunu, duyularının merkezi ölümle ruhundan uzak tutmaya yarar. İkinci derecede yaratıcı tanrılar büyük Yaradan'dan aldıkları ölmüsüz ruhu kafaya yerleştirdikten sonra, insana kendileri de bir ruh yapmışlar bunu göğsüne yerleştirmişlerdir. Ne var ki bir ruh da iki bölümlüdür: birine daha iyisi, öbürüne daha kötüsü diyor Platon. Kafadaki ruhla sürekli alışverişte bulunan iyice ruh, kötüce ruhta kaynaşan istek ve tutkuları aklın buyruklarına göre yöneltmekle görevlidir. İki ruhu birbirinden ayırmak ödevi de diafragmaya düşüyor. İnsanın ruhu harem selamlık diye ikiye bölünmüş bir eve benzer. İyice ruh erkekler, kötüce ruh kadınlar bölümünde oturur. Tepelerine oturtulmuş yürek bekçilik eder. Kan dolaşımıyla birlikte duyuları süzgeçten geçirir, insanı kötüye götürecek tehlikeleri haber verir, aklın bu tehlikelere karşı koymasını, böylece iyinin bedende egemenlik kurup onu her işte yönetmesini sağlar. Akciğer yüreğin rahatı için kurulmuş bir çeşit yastıksa, karaciğer kötüce ruhun yönettiği bölgede aklın bir aynasıdır. Safranın yardımıyla acı ve tatlıyı yerine göre karıştırıp duyuları ayarlamasını başarır, aklın uyuştuğu düş ya da coşkunluk hallerinde insanı bazı tepkilere götürür. Akıldışı da olsa, bu tepkiler tanrısal kaynaktan gelmedir: falcılık, bilicilik karaciğerin bu göreviyle ilgilidir.
Göz insanın kafasında ruhun ateşini dışarıya vuran örgendir. Dıştan gelen ışınlar gözbebeğinde içten gelme ışınlarla birleşince, insan görür. Karanlık olunca, dış ışınlarının yolu kesilir, iç ışınlarla birleşemez olur. İnsan gözlerini kapar, iç ışınları ruha yönelip onu rahata kavuşturur: insan uykuya dalar.
Benim okuduğum bu kadar.
Bundan sonra söz senin olsun, insanım. Biliyorum, dile gelmek istiyorsun. Biri var, onunla tartışmak, kozunu paylaşmak istiyorsun. Bu adam Platon'dur. İki bin beş yüz yıl önce ölmüş gitmiş bir insan mı? Değil. Bugün de yazıyor senin alın yazını. Kurtulamamışsın ondan. Baskısında bulunduğun dinlere o açmış kapıyı, güçlü adam, ama sen de bir insansın, onun gibi mutluluğu arayan. Seslen ona, de ki:
Platon, ünlü filozof, neye böldün beni ikiye, niçin kopardın beni doğadan, ne yıktın mutluluğumu?
Ben bir bütündüm, çokluk içinde birliktim. Bedenim vardı, yeryüzünde gördüğüm biçimlerden biri, topraktan fışkıran ağaç gibi, çiçek gibi özlü, yüzeyi renk renk, yumuşak, sıcak, canlı canlı. Ona kendimden başka bir ad vermemiştim, ona BEN demiştim: Güzel bulmuştum onu, çünkü yaşıyor, yaşatıyordu beni doğanın içinde bitkiler, hayvanlar, akan sular, devinen yıldızlarla birlikte. Sen bu bedeni dışardan gelen bir efendinin emrine verdin, aldın özgürlüğünü benim elimden.
Benden daha dirisine, daha canlısına tanrı demiştim. Rasgele takmıştım bu adı. Kime? Kime olacak, kendime. Kendim de doğanın bir parçası. Ama ölüm var biliyordum, günün birinde ben yokum. Ne çıkar? Zeytin ağacı da kurur gider, bir çekirdeği vardı, toprağa düşer, sıcacık toprak çatlatır çekirdeğin kabuğunu, başka ağaçlar biter, binlerce dal, milyonlarca zeytin. Evet, tanrılar yaratmıştım kendime. Ben değilim ki ana toprağı gebe bırakan, benim kadınım var, sararım onu kollarım bacaklarımla, akıtırım içine bir dalganın köpüğünü, o da bir canlı doğurur bana. Yalnız ben değil ki, öyle oluşuyor hayat. En gür oluşana Ana dedim, kırk memeli bir tanrıça olarak diktim onu karşıma. Taptım ona, damlasını taşıdığım hayat gücünün kaynağını taşıyordu o. Onu ısıtan güneşe bir ad taktım, onu ıslatan suya bir ad taktım, doldurdum böylece çevremi canlılarla. Onlar hep canlı, benim gücümse bir süreyle sınırlı. Süresize tanrı dedim, süremi de süsledim masallarla. Aktardım böylece kendimi kuşaktan kuşağa.
Bir de gözlerimi açtım, baktım çevreme, ne görebilirsem göreyim dedim. Gördüm de birçok şeyler. Gördüklerimi derledim topladım, hep görüleni birkaç kez görünenden ayırdım. Aklımı kullandım, akıl yoluyla sonuçlar çıkardım. Atomu düşünebildim, yaşayan varlığın zerresi olarak. Daha ne istersin, yaşam ötesine vurgun düşünür?
Yaşıyorum işte, Ege'nin ışıklı kıyılarında. Erkektim, kadındım, devinen güçler duyuyordum içimde. Denizler gibi kabardığım, dalgalandığım, yeller gibi estiğim, coştuğum oluyordu. Bu iç devineklerime de birer ad takmış, bedenimde onlara birer yer bulmuş, yerleştirmiştim hepsini yerli yerine. Onlar bendim, ama içerimdeki ben. Seslenir, konuşurdum bu güçlerimle. Beni ben yapan onlardı, kimi zaman taşkın, kimi zaman durgun. Bu güç üzerine kurmuştum düzenimi, doğayla uyumluydu bu düzen. İyiyi, kötüyü senin gibi hayal kavramlarına bağlamamıştım, yeryüzündeki insana faydası ve zararı ölçüsünde ölçüyordum değeri. Hayatı yaşıyor, hayatı seviyordum. Başka ne seveyim, hayat ötesine düşkün düşünür?
Doğayı, düzeni, kendimi böyle tanıdım. Işıl ışıl benliğimle verdim kendimi bir ozanın eline. O söyledi beni çakıllar kadar çok, çakıllar kadar çeşitli.
Sen bu ozanı kovuyorsun devletinden.
Neye kara sakallı feylesof?
***
pdf formatı Azra Erhat-İşte İnsan (Ecce Homo)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder