20 Nisan 2011

Murathan Mungan

tartuffe_Murathan_Mungan



Murathan Mungan, 21 Nisan 1955’te Istanbul’da doğdu.

Çocukluğu ve ilk gençlik yılları, memleketi olan Mardin’de geçti. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü’nü bitirdi. Aynı bölümde “master”ını tamamladı. Ankara’da Devlet Tiyatroları’nda ve Istanbul’da Şehir Tiyatroları’nda “Dramaturg” olarak çalıştı. 1987’de günlük gazete olarak yayımlanan Söz gazetesinde,“Kültür-Sanat Sayfası” editörlüğü yaptı. 1988’ten beri serbest yazar olarak çalışmakta ve halen Istanbul’da yaşamaktadır. 1991’de Remzi Kitabevi’ne “Çilek” amblemli kırk kitaplık özel bir koleksiyon dizisi hazırlayarak bu diziyi yönetti. Mungan, çeşitli dergi ve gazetelerde şiirler, öyküler, metinler, deneme, eleştiri ve incelemeler yayımlayarak adını duyurdu.

Picture0002 496fbfe8eb963b52c170668b7f69d146_1263499616

İlk kitabı 1980’de yayımlandı. Aynı zamanda ilk oyunuydu bu: Mahmud ile Yezida.

Şehir Tiyatroları’nda çalışırken, “Gençlik Günleri” adını verdiği daha sonra her yıl tekrarlanacak olan kapsamlı bir şenliğin yöneticiliğini yaptı; programlar sundu, yönetti. Murathan Mungan’ın sahnelenen ilk oyunu, Orhan Veli’nin şiirlerinden kurgulayarak oyunlaştırdığı Bir Garip Orhan Veli’dir. İlk kez 1981’de sahnelenen bu oyun, yirmi küsur yıl boyunca sahnelendi ve 1993’te kitap olarak basıldı.

Yazarın Mezopotamya Üçlemesi adını verdiği ve üç oyundan oluşan üçlemesinin ilk oyunu Mahmud ile Yezida yurtiçinde ve yurtdışında birçok topluluk tarafından sahnelendikten sonra, profesyonel olarak ilk kez 1993’te Ankara Devlet Tiyatroları tarafından oynandı. Üçlemenin ikinci halkası olan Taziye ise, ilk olarak 1984’te Ankara Sanat Tiyatrosu tarafından sahnelenmiştir. 1992’de, halkanın üçüncü oyunu olan Geyikler Lanetler’ in tamamlanmasıyla birlikte, Metis Yayınları, üçlemeyi oluşturan bu oyunları, üç ayrı kitap olarak aynı anda yayımlamıştır.

1994’te bu üç oyun bir yıl boyunca Devlet Tiyatroları tarihinde ilk kez olmak üzere arka arkaya Antalya Devlet Tiyatroları tarafından sahnelenmiş, gene aynı yıl Istanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’nde, üç oyun ardı ardına tam “on bir saat süren bir gösteri” olarak iki kez tekrarlanmıştır. 1999 yılında Ankara Devlet Tiyatroları yapımı Geyikler Lanetler, aynı yıl Berlin’de, uluslararası bir tiyatro şenliği olan “Theater der Welt”e çağrılmış ve Schaubühne’de gösterilmiştir. Aynı oyun 2003 yılında Yunanistan’da Selanik Devlet Tiyatrosu’nda sahnelenmiştir.

Picture0001 murathan

Geyikler Lanetler oyununa kaynaklık eden yazarın Cenk Hikâyeleri kitabındaki “Kasım ile Nasır” adlı öyküsü, 1994’te İtalya’da “La Mamma Umbria”da sahnelenmiştir. Aynı öykü 2004’te farklı bir yorumla Diyarbakır Sanat Merkezi tarafından sahnelenmiştir. Gene aynı kitapta yer alan “Şahmeran’ın Bacakları” adlı uzun hikâyesi, çeşitli topluluklar tarafından sahneye uyarlanmıştır.

Yazarın Lal Masallar adlı öykü kitabındaki “Muradhan ile Selvihan ya da Bir Billur Köşk Masalı” adlı öyküsü, 1987’de, ilkin Fransa’da, Lulu Menase yönetiminde Théâter Des Arts de Cergy-Pontoıse’da, ardından Nurhan Karadağ yönetiminde Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümü Sahnesi’nde sahnelenmiştir. Aynı öykü, Amerika’da Penguen Books’un “Dünya Hikâyeleri Antolojisi”ne seçilmiştir. Bosna-Hersek’te yayımlanan Türk öykücülerini içeren bir seçkideyse bu öykünün Boşnakça çevirisi yer almıştır.

Mungan_Malter8478 Mungan_Poehlein3868

Yazarın gene Cenk Hikâyeleri kitabında yer alan“Binali ile Temir” adlı bir diğer öyküsü, 1991’de Ankara Deneme Sahnesi tarafından, 1999’da ise Adana Tiyatro Atölyesi tarafından sahnelenmiştir.
2000’de yazarın bir öyküsü daha sahneye aktarılmış, bu kez de Beşinci Sokak Tiyatrosu, “Dumrul ile Azrail”i, Istanbul Festivali’nden sonra, dünyanın önemli tiyatro festivallerinde, Avusturya, Almanya ve Tunus’un yanı sıra Hollanda’nın çeşitli kentlerinde sahnelemiştir.

2003 yılında Kopenhag’daki “Bette Nansen Theater”da, yazarın “Sayfadaki Gibi”adlı kısa oyunu, bazı Doğulu yazarları bir araya getiren ortak bir proje olan “Bin Bir Gece” içinde yer almış, aynı oyun 2005 yılında İngiltere’de “1001 Nights now” adıyla Nottingham Playhouse’da sahnelemiştir.
Murathan Mungan 1989’da, İngiliz yazar Nell Dunn’ın “Steaming” adlı oyununu “Kadınlar Hamamı” sahneye koymuştur.

Murathan Mungan 1191698191 EF0FA367FB0BC64B866CD961r

Mungan’ın döneminde Ankara İl Radyosu’nca seslendirilen iki tane de radyo oyunu vardır: Dört Kişilik Bahçe ve Ölümburnu.

Mungan bir tanesi filme alınan üç tane de film senaryosu yazmıştır. 1984’te Atıf Yılmaz tarafından filme alınan Dağınık Yatak’ın yanı sıra Dört Kişilik Bahçe ve Başkasının Hayatı adlı iki senaryosu daha vardır. Bu üç senaryo 1997’de üç ayrı kitap olarak aynı anda yayımlanmıştır.

Gazete ve dergilerde İlk yazıları 1975’de yayımlanan Mungan, yirmi yıllık yazı serüveninin çeşitli ürünlerinden yaptığı bir derlemeyi kırkıncı yaşı nedeniyle Murathan’95 adlı bir kitapta toplamıştır.
Bu kitapla birlikte başlayan özel toplama kitapları, şiirlerinden kendinin yaptığı özel bir seçmeyi içeren numaralanmış tek baskı olarak yayımlanmış Doğduğum Yüzyıla Veda ile sürmüş, bunu, 13+1’de şiirlerini, 7 mühür’de kimi öykülerini bir kutu içinde bir araya getirdiği toplamlar ve Türk şiirinde şimdiden bir “kült kitap” olmuş olan Yaz Geçer’in onuncu yılı nedeniyle yapılan büyük boy özel baskı izlemiştir. Ellinci yaşı için hazırladığı ve yalnızca 2005’te yayımlanıp baskısı bir kez daha tekrarlanmayacak Elli Parça kitabı da bu özel kitaplardandır.

Picture0004 fft5_mf690198

Beş bölümden oluşan ve her bölümü ayrı bir yazar tarafından kaleme alınan bir Bülent Erkmen projesi olarak 2004’te yayımlanan Beş peşe romanında da yer almıştır. Murathan Mungan, bu arada yabancı yazarların öykülerinden ve yazılarından oluşan çeşitli seçkiler yayımlamayı sürdürmektedir. İlk öykü seçkisi Ressamın Sözleşmesi’ni, daha sonra Çocuklar ve Büyükleri, Yazıhane, Yabancı Hayvanlar, Erkeklerin Hikâyeleri ve Kadınlığın 21 Hikâyesi adlı öykü ve yazı seçkileri izlemiştir.

Bütünüyle özyaşamöyküsel bir malzemeden yola çıkan ilk anlatı kitabı Paranın Cinleri’ni 1997’de yayımlamıştır. Şiir ve öykü arası bir dil ve kıvam tutturduğu yazınsal metinlerini bir araya topladığı Metinler Kitabı ise, 1998’de yayımlanmıştır. Mungan’ın kimi şiirlerinin Kürtçeye çevirisinden yapılan bir toplam Lı Rojhilate Dile Min (Kalbimin Doğusunda) adıyla 1996’da yayımlanmıştır.

murathan-mungan_15510 MAFM_MurathanMunganSoylesisi_Afis Picture0003

Mungan, bugüne değin çoğu “Yeni Türkü” topluluğu tarafından seslendirilmiş olan şarkı sözleri yazmıştır. Yazdığı şarkıların Türkiye’nin önemli şarkıcıları, toplulukları tarafından yeniden seslendirilmesiyle oluşan ve “tribute” sayılabilecek Söz vermiş şarkılar adlı “cover” albümü 2004’te yayınlanmıştır. 2006’da bugüne dek yazdığı tüm şarkı sözlerini gene aynı ad altında bir araya getirerek kitaplaştırmıştır.

Yazıları, şiirleri ve kimi kitapları bugüne değin İngilizce, Almanca, Fransızca, İtalyanca, İsveççe, Norveççe, Yunanca, Fince, Boşnakça, Bulgarca, Farsça, Kürtçe ve Hollanda diline çevrilerek çeşitli dergi, gazete ve antolojilerde yayımlanmıştır.

Murathan Mungan, 1985’ten bu yana Istanbul’da yaşamaktadır. İlk kitapları farklı yayınevleri tarafından yayımlandıktan sonra, 1986’da Remzi Kitabevi’ne, 1992’de de Metis Yayınları’na geçmiştir. Halen aynı yayınevindedir.

1981-Osmanlıya Dair Hikâyat 1984-Kum Saati 1989-Eski 45'likler
1993-Omayra 1993-Oda, Poster ve Şeylerin Kederi 2010-İkinci Hayvan

Şiirleri

1981-Osmanlıya Dair Hikâyat
1984-Kum Saati
1985-Sahtiyan
1989-Yaz Sinemaları
1989-Eski 45'likler
1990-Mırıldandıklarım
1992-Yaz Geçer
1993-Omayra
1993-Oda, Poster ve Şeylerin Kederi
1994-Metal
1997-Oyunlar İntiharlar Şarkılar
1997-Mürekkep Balığı
1997-Başkalarının Gecesi
1999-Doğduğum Yüzyıla Veda
2001-Erkekler İçin Divan
2003-Timsah Sokak Şiirleri
2004-Eteğimdeki Taşlar
2007-Dağ
2009-Bazı Yazlar Uzaktan Geçer
2010-İkinci Hayvan
2010-Gelecek

2007-Yedi Kapılı Kırk Oda Murathan Mungan_Kaf Dağının Önü

Hikâyeleri

1985-Son Istanbul
1986-Cenk Hikâyeleri
1987-Kırk Oda
1989-Lal Masallar
1994-Kaf Dağının Önü
1999-Üç Aynalı Kırk Oda
2002-7 Mühür
2007-Yedi Kapılı Kırk Oda
2008-Kadından Kentler
2009-Eldivenler, Hikayeler
2011-Kibrit Çöpleri

Murathan Mungan_Yüksek Topuklar 2011-Şairin Romanı

Roman

2002-Yüksek Topuklar
2011-Şairin Romanı

1982-Taziye 1993-Bir Garip Orhan Veli 1980-Mahmud ile Yezida

Oyunları

1980-Mahmud ile Yezida
1982-Taziye
1992-Geyikler Lanetler
1993-Bir Garip Orhan Veli
2007-Kâğıt Taş Kumaş
2012-Mutfak

1997-Dağınık Yatak 1997-Başkasının Hayatı 1997-Dört Kişilik Bahçe

Senaryoları

1997-Dört Kişilik Bahçe
1997-Dağınık Yatak
1997-Başkasının Hayatı

2001-Soğuk Büfe 2010-227 Sayfa

Denemeleri

2000-Meskalin 60 Draje
2001-Soğuk Büfe
2004-Bir Kutu Daha
2007-Kullanılmış Biletler
2009-Hayat Atölyesi
2010-227 Sayfa
2010-Stüdyo Kayıtları
2012-Tuğla
2013-189 Sayfa

2007-Büyümenin Türkçe Tarihi 1996-Ressamın Sözleşmesi 2003-Yazıhane

Seçkileri

1996-Ressamın Sözleşmesi, öykü
2001-Çocuklar ve Büyükleri, öykü
2003-Yazıhane, deneme
2003-Yabancı Hayvanlar, öykü
2004-Kadınlığın 21 Hikâyesi, öykü
2004-Erkeklerin Hikâyeleri, öykü
2005-Ressamın İkinci Sözleşmesi, öykü
2007-Büyümenin Türkçe Tarihi, öykü-deneme

1996-Murathan '95

Diğer / Özel Baskılar

1996-Li Rojhilate Dile Min
1996-Murathan '95, derleme-seçki
1997-Paranın Cinleri, anlatı
1998-Metinler Kitabı
2000-13+1 içinde yer alan "Fazladan Bir Kitap"
2000-13+1, şiirler
2002-Yaz Geçer, onuncu yılı nedeniyle özel basım
2002-7 Mühür, öykülerden özel bir seçme
2004-Çador, anlatı
2004-Beşpeşe, ortaklaşa roman
2005-Elli Parça, derleme-seçki
2006-Söz Vermiş Şarkılar, şarkı sözleri

web sayfası

8198

Ayşe Arman'ın Murathan Mungan'la yaptığı bir söyleşi

Usta yazar Murathan Mungan son kitabı Şairin Romanı’nı anlatıyor: "Bu kitap pagan bir kitap." “Hayat yalan olduğunda güzel!”

Alıştığımız bir şey değildi. Sesini çok sık duyardık. Ama bir süredir ortalıkta yoktu. Nerelerdeydi? Ve? İşte döndü, Murathan Mungan, ‘Şairin Romanı’yla döndü. 582 sayfalık bir baş yapıtla. Öyle böyle bir kitap değil. Müthiş kurgulu, sürprizli, oyuncaklı, bulmacalı.

Ama öyle hemen sabah başlayıp akşam bitirilecek bir kitap değil. Güzel bir dağa tırmanır gibi, yavaş çıkıp hızlı iniyorsun. Ve gerçekten şairinin romanı. Murathan Mungan’in şiirinin müziğini neredeyse kitabın her satırında duyuyorsun, onun kelimelerini ne kadar özlediğini fark ediyorsun. Kitabın altını çize çize helak oluyorsun. Sorguladığı kavramlara hayran oluyorsun. Yüzeyselliğin, tek düzeliğin tavan yaptığı bir dünyada bambaşka bir çiçek açıyor hayatınızda. Ve üstelik okunduktan sonra hemen bir kütüphane rafına kaldırılacak bir kitap değil, her aklınıza düştüğünde, ‘kelimelerin efendisi’nin kelimelerine dokunmak isteyeceksiniz. Size kitabı anlatmıyorum, alın okuyun, zaten bu röportaj da birkaç gün devam edecek?

MunganMurathan1

Nerelerdeydi Murathan Mungan

N’apıyordunuz? Nerelerdeydiniz? Sesiniz soluğunuz çıkmıyordu. İçinize mi kapanmıştınız?

- Zalim bir dünyada ve zalim bir ülkede yaşıyoruz. Kendimi korumak istedim. Ama sessizliğimin kişisel nedenleri de vardı. Kedimi kaybettim. Kanser oldu. Bir gözünü aldılar, kurtuldu. Ama altı ay sonra nüksetti. Hastalığında ondan rica ettim: “Pişo, seninle son bir yılbaşı geçirmek istiyorum” diye. Ve 31 Aralık gecesi birlikteydik, pencereyi açtım, dolunay vardı, dolunayla konuştum. Ertesi gece öldü. Bana fazladan bir gün hediye etti. O zaman diyorsun ki, kainatta gerçekten görünmeyen bağlar var...

Sizi çok hırpalayan bir süreç olmalı. Nereye gömdünüz?

- Yeni aldığım evin bahçesine. Artık hep onunla yaşayacağım.

Pişo’dan sonra yeni bir kedi almayı düşündünüz mü? Kimileri ihanet gibi algılar, kimileri de iyi geldiğini söyler?

- Ben ihanet ya da sadakat olarak bakmıyorum ama insan, yasını tutmayı bilmeli. Ayrılığı taşımak, insanların asaletlerini en zor korudukları alanlardan biri. Özellikle aşk ilişkilerinden sonra. O ayrılığı taşımayı bilemezler, bulaştırırlar. Önce yaşadıkları aşka, sonra etraflarındaki insanlara. Ve birden o ayrılık, sümüklü bir şey haline gelir.

Yasınız devam ediyor mu?

- Bazı kederler ömre yayılır. Kendimi yeni bir kediye hazır hissetmiyorum. Hazır olmak önemlidir. Bir de benim kafamda hep ‘kainat bağları’ kavramı var. Bir gün öyle bir şey olacak ki, yeni bir kedi gelip beni bulacak, zamanı gelince, içim hazır olunca. Ama ben ısmarlamıyorum. Tıpkı aşk gibi, “Aşık olmam gerekiyor” denmez, aşk ısmarlanmaz. Hem ne demişim? “Aşk Tesadüfleri Sever... ”

O filmin adı da size ait değil mi?

- Evet.

Peki, kişisel sebepler dışında...

- Elinde tuttuğun romanı bitiriyordum. Edebiyatçının hem yalnızlığa ihtiyacı vardır hem de kapanmaya. Bir de burası öyle bir ülke ki, ağzından çıkan bir söz, kirli bir mecrada, iki gün sonra, senin bile tanımayacağın hale geliyor. At iziyle, it izinin birbirine karıştığı, herkesin kanaat önderi olduğu bir dönem. Oysa ben, eski zaman sanatı yapıyorum. Edebiyat 19. yüzyıl sanatı. Ama günümüzün hızında, sabah pişirdiğini, öğlen servis etmeni bekliyorlar senden. Bu geri çekilmeye ihtiyacım vardı, bünyemin de vardı. Eskiden, dükkanların camlarına, “Vasıflı elaman aranıyor” diye yazarlardı, şimdi sadece “Eleman aranıyor.” Vasfın, nitelikli insanın kıymeti kalmadı. İnsanlar, zaten sahip olmaları gereken özelliklerden ötürü övgü alıyorlar. Bir spikeri, dediği anlaşılıyor diye övüyorlar, bir politikacıyı hırsız değil diye. Bu karmaşa içerisinden sözümüzü, selametimizi, aklımızı korumanız için, zaman zaman hepinizin içimize kapanmamız ve şöyle bir durmamız gerekir.

İyi de hiç kendinizi geride kalmış hissetmediniz mi? Twitter’da, orada burada, hakkınızda yorumlar yapılıyor?

- Geçenlerde bir yayın yönetmeni, “Murathan’ın şiirlerini, öykülerini, oyunlarını filan biliyoruz. Ama en büyük başarısı hiçbir şey yapmadan bütün düşmanlarını gömmeyi bilmesidir!” dedi. Hoşuma gitti. Haklı, çünkü ben zamanı seyrediyorum. Bir yaştan sonra da insana şu duygu geliyor, her şeyi tutumlu kullanmak. Zamanı da?

Hayırdır, yoksa yaşlanıyor musunuz!

- Yaş alıyorum deyip anlaşalım?

Hayatınızın başka bir döneminde misiniz artık? Nedir sakinleştiniz mi, duruldunuz mu?

- Ben Türkiye’de çok az insanın başardığı bir şeyi beceriyorum: İtibarımı yönetiyorum. Bu kıymetli bir şey. Adımın ve soyadımın selameti için yaşıyorum. Yaşadığımız çağ, herkesi öfkeli olmaya, neredeyse saldırganlığa ve kapışmaya itiyor. Televizyon kanallarını açıyorsun, bir sürü medya meczubu görüyorsun. Neredeyse sabahleyin bir kanalda kahvaltı yapıp, öbür kanalda öğle yemeği yiyip, diğer kanalda uyuyorlar. Artık bunlar derin gözlem bile değil, herkesin bildiği şey. İşte o yüzden geri çekildim ve ‘Şairin Romanı’nı bitirdim.

Yine yaptığınız yapacağınızı. ‘Şairin Romanı’ diye müthiş bir roman yazdınız. Türü nedir?

- Tanımlaması zor. Fantezi roman diyelim. Bu kitapta, Kızılderili kültüründen, Selçuklu kültüründen, Alevi kültüründen, İslam kültüründen, Hıristiyanlıktan parçalar var. Tüm bunları ancak başka bir gezegen tahayüllünde aynı kaba koyarak karıştırabilirdim.

İnsan bir şeyi 15 yılda nasıl yazar, delirmez mi?

- Zaten belki de delirdiği için bunu yapıyordur.

582 sayfa ama aksiyon filmi gibi, cırt diye okunmuyor ama insan elinden bırakamıyor?

- Evet bir dağ gibi, yavaş yavaş çıkıyorsun ve birden bire iniyorsun. Yavaşlık, hız, doğu felsefeleri, yolculuk, kimlik değiştirme, bir esrarın peşine düşme. İçinde bugüne kadar geçtiğim bütün yerlerden, yurtlardan esintiler, izler taşıyan bir roman?

Yazdığınız romanların kraliçesi gibi mi hissediyorsunuz?

- Her zaman son aşık, en iyisi değil midir? İnsan bir roman yazarken, ne okumak istediğini de yazıyor aslında.

Peki siz ne bekliyorsunuz bir romancıdan?

- Çok basit bir şey: Bana öyle bir atmosfer kursun ki, söylediği her şeye inanayım. Bana öyle bir dille anlatsın ki, ben o dili özleyeyim ve yeniden sesini duymak için, o kitaba döneyim. İyi bir romandan aklımda hayatımın sonuna kadar unutamayacağım en az üç sahne kalmalı. Sadece dil atraksiyonu ya da edebiyatçının kültürel performansıyla yazılan kitaplar var. Ama ben Amerika’da ya da Avrupa’da yazılan bir edebiyatın Türkiye şubesi değilim. Ben kendimi kendi temalarımla inşa ediyorum.
Kitaptaki karakterler inanılmaz canlıydı. Sanki karşımdaydılar, hâlâ sokaklarda rastlayacağım gibi geliyor onlara?

- İyi bir romandan insana güçlü karakterler kalır. Sonra hayatımızda biriyle tanışırız, “Aaa ne kadar da o romandaki kadına, adama benziyor” deriz.

Yaşlılığa övgü

Karakterlerin bu kadar yaşlı (120, 130) olmasının özel bir sebebi var mı?

- Bilinçli olarak yapmadım ama bu romanda, yaşlılığa bir övgü var. Çünkü hayat, bize bir gençlik projesi olarak öğretiliyor. Hep bir gençlik tapınmacalığı var. Genç kadın olmak, güzel kadın olmak, yakışıklı adam olmak... Hepimiz bunun tuzağına düşüyoruz. “Yaşına göre giyinmeyen kadın” denir ya da “O yaşta adam bunu mu yapar mı?” Böyle bir kültürün içinden geliyoruz. Oysa yaşlılıkta, edindiğimiz zenginliklerin esamesi okunmaz.

Çoook uzun yaşamak istediğiniz için mi böyle insanlar kurguladınız? Kendi ruh halinizin bir yansıması mı?

- Hiçbirimiz ölmek istemeyiz. Ama şu var: Yaşlılık, bilinç dışımızda ölümün habercisi gibi kodlanmış. Oysa eski Yunan’da, Anadolu’daki bazı İslam tarikatlarında ve doğu bilgeliğinde, yaşlılığın erdemleri var. Oysa bizim karşı karşıya olduğumuz sürekli bir gençlik tapınması?

Peki ya aşk?

- Aşk bile bir gençlik rezervasyonu?

Sizi aşk hayatınız ne alemde bu arada?

- “Hayat, bana bir aşk borcun var!” diyorum.

Güzelmiş! Romanın kahramanlarından Vyela ile Gamenn bir konuşmalarında, “Aşkın aslında genç kalplerin işi olduğunu ama aynı zamanda olgunluğun bilgisine ve donanımına ihtiyaç duyduğunu” söylüyorlar?

- Evet, aşkın doğasında böyle bir çelişki var. Kendi hayatımdan da görüyorum. “Ya demek öyle! Kapı açık, arkanı dön ve çık” demeyi bir beceri zannederken, bir yaşa geldikten sonra, en şiddetli tartışmada bile karşındakine, “Bunu yarın konuşalım” demeyi öğreniyorsun. Aşkı yaşatan ve ilişkiyi uzatan şey, zamanın ve hayatın sana öğrettiği şeyleri kullanışlı kılmak. Genellikle insanların beceremediği, dostlukta da, sevgide de, arkadaşlıkta da, aşkta da, birbirleri için kutsal olana dokunmamak...
Açar mısınız?

- Tam tersine gidiyoruz, onu Aşil topuğundan vuruyoruz. Sevdiklerimizi korumak yerine, ilk hamlede onların kutsalına saldırıyor ve onarılmaz yaralar açıyoruz.

Yaş aldıkça bu öğreniliyor mu?

- Olgunlaştıkça öğreniliyor. Ama her yaş alan olgunlaşmıyor. Herkes farklı yaş alıyor. Öğrenmeye ne kadar açık olduğunla ve kalbinle ne yapmak istediğinle alakalı?

Şiirin çok büyük bir değer olduğu bir gezegen kurmanızın özel bir sebebi var mı?

- Şiir hakkında söylediğim temel tezler var kitapta. Şiir, dilden önce var. Şiir aslında annenin ninnisinde de var, ilk insanların ses tekrarlarında da var. Ve bütün kutsal kitaplar, şiirle yazılmış. Ama sadece edebiyattaki şiirden söz etmiyorum, hayatın şiirini öldürmüşüz biz, kalbimizin şiirini öldürmüşüz. En büyük şiir de, varoluşun şiiri. Tabiattan koptukça, var oluşun şiirinden de kopuyoruz. Hepimiz evrenden kopmamızın bedelini ödüyoruz.

Doğaya, şiire, emeğe müthiş bir methiye kitabınız?

- Evet, bu kitap pagan bir kitap. İnsanlara dolu dolu tabiatı hatırlatmak istedim. Evrenden koptuğumuz gibi kendi gezegenimizden de kopmuş vaziyetteyiz. Bir tutam yeşile, ağaca hasretiz. Düşünsene, kaç kuşak toprağa basmadan yürüyor. Apartmanlarda, asfaltlarda, yollarda. Bu kitap belki de bir ruh çağırma. Ben ruhları çağırdım. Geldiler, beraber yazdık.

Kendini sevmezsen karşındakini temiz sevemezsin

Kahramanlarınızdan biri, “Kendini sevmezsen karşındakine duyduğun aşk temiz olamaz” diyor?
- Kendinden nefret eden insanlar tanıdım. Günün birinde yanlışlıkla biri onlara aşık olduğu zaman, en çok istedikleri bu olduğu halde, o insana düşman kesiliyorlar. Kendini sevmeyen ve sevilmez bulan biri, bir başkasının da kendisini sevmesini kabul edemiyor. O zaman onu hor görmeye, küçük görmeye başlıyor. İnsanın kendisiyle barışması önemli bir eşik.

Daha kanın susmamış senin

Bir arkadaşımın doğum günü nedeniyle Nevizade’de bir meyhanedeydik. Duvarlarda 60’lardan resimler vardı, kalktım baktım, çocuklar da baktı, sonra oturduk sohbet ettik. Çıktıktan sonra çocuklara bir hikaye anlattım, “Ya ne güzel! Ne zaman yazdın bu hikayeyi?” dediler. “Az önce” dedim. Oysa biz hepimiz aynı resimlere bakmıştık. İşte o kurgulayan, bakan, gören göz önemli. Resimlere bakarken kafamda hikaye oluştu. Ben hayattan çok beslenen bir yazarım. Karşıya giderken mesela artık arabayla gitmiyorum. Motora biniyorum, insanları seyrediyorum, konuşmalarına kulak kabartıyorum. Romanın kahramanlarından Sahremina’nın Bendag’a söylediği lafa bayılıyorum mesela, “Sakın ölmeyi düşünme, daha kanın susmamış senin!” Benimki de o hesap. Bir de Bendag’ın, “Hayat yalan olduğunda güzel?” lafını seviyorum.

Nasıl yani?

- Bir arabaya biniyorsun, taksi şoförüyle muhabbet ediyorsun, bir daha muhtemelen görmeyeceğin biri. Bu durum bana başka bir kimliği oynama imkanı veriyor. Ne yaptığımı soruyor, işimi yani. Bir deniz nakliyat şirketinde çalıştığımı söylüyorum. Amacım adamı kandırmak değil, rolüme çalışıyorum, yazarlığıma çalışıyorum. “Yazarım” demekten uzun zaman önce vazgeçtim, çünkü “Hangi gazetede yazıyorsunuz?” diye soruyorlar. Komik şeyler de oluyor, mutlaka tanır zannettiğim biri hiç tanımıyor ama çok alakasız bir yerin garsonu getirip kitabını imzalatıyor. Tanır zannettiğim o insana mesela, “Muhasebeciyim” diyorum, bir gün öğrendiğinde mahcup olsun diye. Bunlar hoşuma gidiyor, hayatın zenginliği, küçük oyunlar.

Nereli olduğunuzu sorduklarında?

- Duruma göre ve ruh halime göre değişiyor?

Aile çoluk, çocuk?

- Onu yurtdışında yapıyorum. Bir keresinde sabun alıyordum, girer girmez, satıcı kadının benden hoşlandığını fark ettim. Etrafımda pervane, seçtiğim sabunları beğeniyor, iltifat ediyor, “Eşiniz çok şanslı bir kadın olmalı!” dedi. Ben de ona bir aile hikayesi anlattım ve onu mutlu ettim, daha doğrusu onun hayal ettiği bir ilişkiyi anlattım. Sadece masa başında yazmıyorsun yani.

Hayat gerçekten de yalan olduğunda güzel yani, öyle mi?

- Evet ama başkasını kandırmak, aldatmak anlamında bir yalandan bahsetmiyorum. Burada karşılıklı bir hayat güzelleştirmesi var.

Her zaman renkli bir seks hayatım oldu

Seks konuşmadık şaşırtıcı bir şekilde?

- (Gülüyor) Romanda yok?

Nasıl oldu bu?

- Edebiyatta bazı şeyler temel çengel. Aşk ve çocukluk bunlardan biri. Bahsetmeye başladığınızda, okuru esir alıyorsunuz. Ve söylemek istediğiniz diğer şeyler gölgede kalıyor. Seks de öyle bir şey?
Ya “Bu adamın hayatında seks yok, ondan” derlerse?

- Her zaman renkli ve zengin bir seks hayatım oldu, bununla da ne övündüm ne yerindim. İçinde seks olmadığı halde, çok erotik sahne var. Düşünsün istedim insanlar, Gamenn, yatamadığı kadınlara aşık oluyor. Gerçekten de çok saygı duyduğu, gözünde idealize ettiği, büyüttüğü kadınlarla yatamayan erkekler vardır.

Yine karakterlerden biri, “Kadının kadına duyduğu aşkı erkekler anlayamaz” diyor?

- Evet, anlamak, kendini ötekinin yerine koyabilme kabiliyetidir. Erkekliğin en büyük tuzaklarından biri, kendini ötekileştirememektir çünkü kendini korumak üzerine kurmuştur bütün inşaatını. Erkekliğinden yeterince vazgeçmeyenler, kadınlar arasındaki aşkı anlayamaz.

Kendinden sarhoş olan adam sonunda kendi mezarına düşer

Kitaptaki metaforları, kavramları görünce aklım uçtu. Tamam, “Ben şairim benim için nefes almak gibi bir şey” diyorsunuz ama ben bir kere daha hayran oldum. Peki insan bir süre sonra kendine hayran olmuyor mu?

- Olmaz olur mu? Narsist değilsem neden sanatçı olayım? Bunu biliyorsan, söyleyebiliyorsan, artık şımarıkça yaşayamazsın. “N’apim ben de böyleyim” demezsin. Kendime hayran da olurum, narsist de olurum. Fakat bunu başkaları için kabul edilebilir bir hale getirmem gerekir ve bunun benim için nasıl bir tuzak olacağını görmem gerekir. Kendinden bu kadar sarhoş olan adam, sonunda kendi mezarına düşer?

Okurlara özel bir bulmaca

Dilimizde çok kullanılan bir kelimeyi 582 sayfa boyunca hiç kullanmadım..

Kitapta bir oyun yaptım, bir bulmaca. Hürriyet okurlarına söylüyorum. Tıpkı George Perec’in bir kitap boyunca e harfini kullanmadığı gibi, dilimizde çok kullandığımız bir sözcüğü bu romanda hiç kullanmadım. 582 sayfa boyunca yalnızca bir tek yerde o sözcük geçiyor. Onu da özellikle bıraktım. Geri kalan her yerden ayıkladım. Sözcük anlamı dışında, yan anlamlarını da çok kullandığımız bir sözcük. Edebiyat bir yalnızlık oyuncağıdır. Çocukken oyun severiz, yaş aldıkça oyunlarımızın kurgusu değişir, ama yine de severiz. Ne yaparsak yapalım, biz oyun oynayan çocuklarız.

Annen baban hayattaysa hala birinin çocuğusun:

Geçenlerde 1976’daki sevgilimle karşılaştım. İçki içen biri değilim ama o akşam da tekila ve votka gecesi yapmışım. Çok neşeliydim. Şiddetli bir aşktı. Ben 22 yaşındaydım, o 21. O zamandan bir kırgınlığım vardı; bana o gece, yaşananların benim zannettiğim gibi olmadığını anlattı. Oysa ben 20 yıl boyunca öyle zannetmişim. Gençken konuşmuyor ki insanlar. Şimdi hayatta olsa babamla bir iki şeyi, şimdiki kelimelerimle konuşmak isterdim mesela. Çocukluk önemli bir şey. Kaç yaşında olursan ol, annen ya da baban hayattaysa, sen hâlâ birinin çocuğusun. Ben çok erken kaybettim onları... (Ayşe Arman)




Bendeki Murathan Mungan..



Kimdi giden kimdi kalan,
gidenmi suçludur her zaman
ne zaman başlar ayrılıklar,
dostluklar biter ne zaman
her geçen gün bir parça daha
aldı götürdü bizden
aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu herşey kendiliğinden
artık çözülmüştü ellerimiz,
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi bunu,
ötekini incitmeden
kimdi giden kimdi kalan,
aslında giden değil
kalandır terkeden
gidende bu yüzden gitmiştir zaten...


1992-Yaz Geçer

Yaz Geçer’den...

Başlangıçta doğruydu belki
sıradan bir serüven, rastgele bir ilişki
gibi başlayıp
günden güne hayatıma yayılan
büyüyüp kök salan
benliğimi kavrayıp, varlığımı ele geçiren bir aşka
bedellendin..
ve hala bilmiyordun sevgilim
ben sende tüm aşklarımı temize çektim
anladındaysa yapacak tek şey kalmıştı sana ,
bütün kazananlar gibi
terkettin..



Dalgın çalgıcılar gibi duran akşamüzerleri
incir kokan gece sokağı
sonra yüzündeki sabahın ilk ışıkları
yağmurlara çıkamazdın
günler gölgelenirdi kendiliğinden
sonra günler üst üste
üst üste düşerdi yeniden

bütün gün güz bahçelerine uğramadım

gözlerimde sarmaşık, ıtır, su zambakları
ellerine karacalar inerdi
güneş yanığı perdelerde
eteklerine kuşların konduğu sedir
pamuk akı örtüler
suyu hiç çekilmeyen sürahinin ışığı
asılı kalırdı zaman
ölümsüz sanırdık kendimizi
kızılı erken düşen ikindilerde

bir daha hiç dağılmadı
karanlığım...


Ne zaman nerde
bir şey yitirsek,
burada bulacağımızı sanırdık,
bu sandık odasında
mümkünmüş gibi
balkonda
unuttuğumuz
nice yazlardan
sonra....



Senelerce senelerce evveldi
sen yoktun
bu aşk başladığında
senelerce senelerce evveldi
sen yoktun
ben de yoktum
bu aşk başladığında...


Onüç yıl sonra sevgilimden ayrıldığım bu derin,
bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü
sordum kendime, sonra anladım ;
"bir aşk, birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde..."


Daha o gün anlamalıydım
bu ilişkinin yazgısını
takvim tutmazlığını
aramızda bir düşman gibi duran
zaman'ı
daha o gün anlamalıydım
benim sana erken
senin bana geç kaldığını....

Konuşamadıklarımız bir bulut kalınlığında duruyordu aramızda,
oysa konuşsak ya da dokunsak birbirimize, çekip gidecekti
o korkunç noksanlık...


Bir tek balık alınmadı
Nuh'un gemisine
su' daydı O,
içindeki suda
tehlikenin içindeki suda...


Yeryüzündeki en eski şey su
tufandan önceki suyla
tufandan sonraki bile aynı değildir...


1986-Cenk Hikâyeleri Murathan Mungan_Cenk Hikayeleri

Cenk Hikayeleri 'nden...

"Saklanmanın en güzel yolu ortalıkta görünmektir"


Ruhlarımızın ikliminde değişen şey
yalnızca saatlerimizin kadranı,
kaldı ki buralarda hala
kum saati kullanılıyor,
kadranı bir mızrak boyu
ve mızrağın bir gölgesi olan
ölüme kadar
kurulan...


Yasaklar gerçeği yoketmez, yalnızca erteler...


Sevda bölücü bir duygudur, insanı ilkin kendinden sonra da başkalarından ayırır, sonuçta kendisine de bir yararı yoktur...


Güçsüzün sevda neyine, zaten sevda da güçsüzlük değil midir ; bu ve benzeri sözleri birinden duymuş olduğunu anımsadı, konuştuğu her sözü birilerinden duymuştu, hiç kendi sözü olmamıştı demek, ansızın sevindi, sevdanın güçsüzlük olduğu kendi lafıydı...


Bir yol ayrımını yaşayanlar, birbirlerinin yollarını merak ederler...


İhanet, sevgi sözkonusu olduğu zaman vardır...


Başkaldıran, başkaldırmanın büyüsü bittiğinde şaşırır,
boşlukta duyar kendini...


Bir insan hep aynı şeyi çizer aslında,
ama hiçbiri ötekine benzemez,
benzememelidir...


Yaşamında eksikliğini hissetmediğin bir şeyi bilmek
insana hiçbir şey katmaz...

Murathan Mungan_Lal Masallar

Lal Masallar'dan...

Konuşan bir uçuruma inanmak, çoğu zaman bir çok başka şeye inanmaktan çok daha az tehlikelidir inan...


Gözler sade bir kez görür,
ondan gayrı hep yürek görür, duyar...


Herkes kendi uçurumunu yüreğinde taşır...
(her yürek ses veren bir uçurumdur zaten...)


Ordu, hep yönetilen ve korkulan bir şey, belki de buyuranın buyrulandan duyduğu korkuda, hep bilinmeze karşı duyulan güvensizliğin sarsıcı kuşkusu yatıyor ; ne düşündüğünü ve ne hissettiğini hiç bilemediğin bir güç, tarihin bir zaaf anında silahını, kendini yönetene de çevirebiliyor...


Anlatsamda inanmazlar oğul, masal derler masala inanmazlar, masalı yalnız dinlerler, sanki hakikati bilirmiş gibi, sanki hakikatin sırrına ermiş gibi ; masala inanmayan gerçeğe inanır mı...

Son İstanbul

Son İstanbul'dan...

İNSAN KAÇ HAYAT YAŞARSA O KADAR ÖLÜMLE ÖLÜR...


Yemekler yenilirdi bu bahçede oyunlar oynanırdı ,uzun geceler yaşanırdı, bahçenin birkaç ağacının meyvesi ,çocuklarda sonsuz bir zenginliğe sahip oldukları sanısını uyandırırdı ...


HER LİSAN BİR İNSAN DEĞİL, HER LİSAN BİR YALNIZLIK...


Parça parça yaşıyorum artık, her şeyin sırası değişiyor kafamda, artık bununda bir önemi yok, hiç yineleyemediklerimizle hep yinelediklerimiz arasında gidip geliyor hayatımızın sarkacı...


HER OLAYA BİR MASAL UZAKLIĞI KATIYORDU...


Hiçbir zaman gerçek düşüncelerimi söyleyemedim insanlara, düşündüklerimi yapamadım,hep erteledim,hep uzlaştım onlarla, hayatım boyunca savaşmam gereken insanlarla barışık yaşadım, hiç bir eleştirinin beni onaracak yanı kalmamıştı, çünkü ben her şeyin herkesten önce öylesine farkındayım ki


SANAT YALNIZCA BİR DUYARLILIK ÇOĞALTMACISIYDI ,O KADAR...


Soruların serpintisi başlamıştı gene ,bütün yaşamı boyunca sorularını yanlış seçmişti, her hesaplaşmada bir kader tadı vardı artık, bunu öğrendiğinden beri sorulardan uzak durmuştu ...


EN ÖNEMLİ KORKULARIMIZ, EN NEDENSİZ OLANLAR DEĞİL MİDİR ...

Bayağılaşmak insanı popüler kılıyor, yalnızlığında kurtarıyor
en mutlak yalnızlığı, en büyük en geniş kalabalıklarla yaşıyorsunuz ...


EN GÜZEL DÜŞÜNCE UNUTKANLIKTIR,
ZAMANIN GÜCÜ UNUTKANLIKTAN İLERİ GELİR…

Murathan Mungan_Kırk Oda 1987-Kırk Oda

Kırk Oda'dan

Biliyor musunuz, tecavüz insanı olgunlaştırır, benim içinse ayrı bir önemi vardı bu tecavüzün, gücümü ilk kez sınadım ben, bilerek,isteyerek,seçerek ilk kez, birine tecavüz etmek varolduğunu duymaktır, bir gizli teoridir tecavüz,

- Peki şimdi ben ne yapacağım?
işte bir tecavüzün yanıtını veremediği tek şey budur...


Sinema duyarlıklarıyla yaşamı idare etmeye çalışan binlerce insandan biri olduğumu, aslında çok sıradan, yalnızca bu olduğumu çok ortalama bir insan olduğumu yıllarca kabullenmeden kendimi türlü sıfatlarla başka kazıklara/kızaklara çekmeye uğraştığımı anladım, sessiz dünyamı birilerinin keşfetmesini beklemekle eskittim gençliğimi, içimdeki çocuk hiç büyümedi...


Kimseyle konuşacak bir şeyim kalmamıştı artık, herbiri küçücük yaşamlar kuruyorlar kendilerine, TV dizileri seyrediyorlar, onların sonlarını merak ediyorlar kendi sonlarını merak etmiyorlar çünkü kendi sonlarını biliyorlar, dünyayla tüm ilişkileri bir yinelemeden ibaret ; onlardan nefret ettiğimi ayrımsadım bir gün, onları hor görüyordum, küçümsüyordum, yaşamlarında bir büyük eksiklik bir boşluk varmış gibi geliyordu, bir çarpıklık görüyordum hayatlarında, oysa onlara özeniyordum, onlar gibi eşim, çocuklarım, evim-barkım olsun istiyordum o hayata ne kadar katlanabilirdim- o ayrı konu-bilmiyordum, bütün gücümle olağan, normal bir insan olmaya uğraşıyordum, sanki dengemi ancak böyle koruyabilirmişim gibi geliyordu bana, galiba tüm kusurum biraz fazla kitap okumaktı...


Evet, mutsuzdu, karamsardı, kötümserdi ama insanların mutsuz olmaları, mutlu olmalarından daha inandırıcıydı...


Hemen her sabah sokağa çıkmadan önce o pencerenin önünde duruyordu, kendini dışarıya alıştırıyordu...


Çok uzak ülkelerin birinde çocuğu olmayan bir padişah yaşarmış, karısı da kendisi de çocukları olmadığı için çok mutsuzlarmış, yoksul halk bellekleri padişahlarını çocuksuz, dölsüz bırakarak öç alır onlardan, kendilerinin en çok yapabildikleri (ya da tek yapabildikleri) şeyi padişahlarının yapamayacağını düşünmek keyif verir onlara, bir masal keyfi, oysa tarih padişah çocuğundan ve onların ince zulmünden geçilmez...


Nitekim her din, her öğreti kendinden önceki insanlık tarihini uyku hali diye yorumlar...


İnsanın bilgisini, davranış biçimlerini, değerlerini ve yaşamını korku yönetir çünkü insan, korkan bir varlıktır, öteki yaratıklarda korkarlar ama onlar, düşünemedikleri için korkularını hafifletecek olan düşler kuramazlar, aynı biçimde insan, öleceğini bilen tek varlıktır...


Üstelik Adem, kovuluşunun sabahında cennete değin bildiği ne varsa unutmuştur, belleğin bir "tad'a" bu denli yenilmesi, yenik düşmesi tarihte bir daha görülmediyse de "nefs terbiyesi" bütün dinlerin ana izleklerinden biri olmuştur, bu anlamda insanın "uyku ile ideoloji"arasındaki temel ilişkinin tarihi tarihi elma ile başlar, dolayısyla insanlar takvimi/ni Milattan Önce/Sonra diye ayıracaklarına, Elmadan Önce/Elmadan Sonra diye ikiye ayırmalıdırlar, yani Adem'in daha karmaşık, daha teorik kişiliğinin yanında İsa,her an tokatlanmaya hazır yanağıyla biraz sümsük kalıyor...


Sevmek kendi kendimizi büyülemektir
kendi kendimize yaptığımız bir büyü...


İnsan, ne denli aldatılırsa aldatılsın, kazıklanırsa kazıklansın ne kadar severse sevsin, nasıl kararlar alırsa alsın, her seferinde aynı yerinden bir kez daha düzülüyor...


Aşk, hiç bir zaman yardım etmemektir...


Üç türlü insan vardır dünyada (mucize açısından tabi), birinci tür, hiçbir mucizeyi kaldıramaz, ikinci tür ise-ki en mutsuz türdür bu- hem mucizeyi kaldırabilir hem de mucize sonrasına katlanabilirler, dolayısıyla da bunlar için hiç bir mucize kalmamıştır dünyada...

1994-Kaf Dağının Önü

Kaf Dağının Önü'nden...

Aslında hiçbir şey aslında değildir diyorum, "zevk meselesi" gibi demokratik terimleri her türlü sözlükten kaldırmalı, içerdiği demokrasi anlayışı kadar iğrenç çünkü, "zevkler ve renkler münakaşa edilmez" hayır iğrenç bayan, edilir, hem de nasıl edilir, hem de ayağın altına alınıp üzerinde tepinelerek edilir, hem o görece dediğiniz kavramda o kadar izafi birşey değil, bunu da yutturamazsınız artık...

Aynı zamanda herşeyi birden olmak isteyen bir yeteneğin zorunlu uğrak yerlerinden biriydi soyut resim...


Demin sana kadın meselesi falan dedim ya, yalan! Türkiye'de kadın meselesi falan yok, yok öyle birşey, Türkiye'de erkek meselesi var, kadınlar ezile büzüle de olsa iyi kötü bir denge kurmuşlar kendilerince yaşayıp gidiyorlar ya erkekler, onlar ne kadar çaresiz, ne kadar korunmaya muhtaçlar, bomboş bir böbürlenme ile geçiyor bütün yaşamları, bir kuruntuyla yaşıyorlar, erkek olma uğruna neler yitirdiklerinin farkında bile olmadan ölüp gidiyorlar...


Yaşamımızı düzenleyen hiyerarşi, acılarımızı, mutsuzluklarımızı da derecelendiriyor, mutsuzluğumuzun kaynağı hangi yelpazede yer alıyorsa, acımızda ona göre saygı görüyor, yenik bir solcu-aydın olmak, kimseden yüz bulamayan çirkin bir eşcinsel olmaktan daha anlaşılır ve saygın bir mutsuzluk yaratıyor...


Her karşılaşmamızda ben aynıydım, çok az değişmiştim, çok az değişebilmiştim, dışarıdan bakıldığında istikrar olarak görünen bir yoksulluğu yaşıyordum, kaybedecek hayallerim bile olmamıştı...

Hiçbir tutukluluk, tutuklanınca başımıza gelecekleri hayal etmekten daha kötü değildir, hiçbir somutluk, hayal gücü kadar işkence edemez insana...

1985-Sahtiyan

Sahtiyan'dan...

Bugün adına halk dediğimiz, nüfus kağıtlarında resim yerleri kalabalık, bir gün toplu halde resim çektirmeyi öğrenecektir, ve ben nüfus kağıtlarındaki üçüncü satır barikatlarına çarparak dağılan mürekkebin, adını yanlış yazan üçüncü sınıf yuttaşlık haklarına, çok sesli ve dağılmış aynalar tutarak, yeni söylemlerle bir çağrı çıkarıyorum, şehrin en gürültücü meydanlarına her yerden görülebilir bir kent alınlığına, her toplum kendi kadavrasını tanımanın büyük ve zorlu sınavlarına bu meydanlarda sokulmalıdır, okunaksız sınav kağıtları halkın toplu halde resim çektirmesinden korkanların göğsüne asılmalı ve evrilmenin gazabından korkan insan topluluklarına artık bir tarih diye anlatılmalıdır...


Ben ki kendi ülkemde tedbil gezerim herkes bir padişahsa, padişah korkusuna kumaşsız bir alkandır göyneğim bayrak diye takılmış israfil borusuna hiç sordun mu kendine ben ki bir kendine gurbetim kederlerim henüz dokunmamış bir kumaşsa hiç şaşmamak gerek bir çıplağın fütursuz sorusuna : kendi ülkemde ben niye tedbil gezerim...


Gözlerin yüzünün meclisinde en doğru tanık...


Timsah Sokak Şiirleri'nden

Sevgilim yetimim benim nasıl da kayıtsız gülüyorsun hayata öldüğünden haberi yok fotoğraflarının...


En çok ben onardım dostlukları bağışlamasız sanırken kendimi en çok ben unuttum kalbimin benden sakladıklarını bir şiirden bir romandan bir filmden çıkıp her seferinde aydınlık bir inat gibi yerniden karıştım hayata...


Bazılarının defteri hayata hiç kapanmıyor...


Zamanı yıllarla tartanlar yanılırlar hiçbir şey tartılmaz başka bir şeyle hatta çoğu zaman kendiyle bile yaşanır, içini tohuma bırakır geçer gider, geçmez sandıkların bile hiçbir geçen tartılmaz kalanla neyin kaldığını, çoğu kez kendi de bilmezken insan...


Ne kadar varsam, o kadar kimseyim kendime...


Aşk yalnızca bir fikirdir
bu kez gerçekleştiğini sandığın bir fikir...


Kendi gölgende kalıyorsun hep kimsesizliğe terzi olmuyor kimse neye soyunursan soyun memleket kadar giyiniyorsun...


Yüzündeki zaman söylüyor ayrıldığımızı biliyorum, sözcükler sonradan gelir...


HAYAT AKRABAM!..


Hayat eksiltememişken bizi birbirimizden
ölüm hangimize verecek sırasını..


Aşkın ve şiirin çevirisi olmaz tıpkı doğrusunun olmadığı gibi diz dize gelirsin yanındakiyle öldürdüğü ilk aşkın sen olduğunu bilirsin bir zamanlar senin öldürdüklerinle seni öldürenler şimdi iç içe...


Hem çok zor, hem çok kolay
vazgeçmeyi öğrendiğin yaşların başlangıçları...


Ben çaresizliğin eli olsaydım
tutamazdım kimsenin elini
giderdim giderdim giderdim

ben anımsayışın eli olsaydım
tutmazdım kimseyi hatırımda
giderdim giderdim giderdim

ben bekleyişin eli olsaydım
tutmazdım hiçbir aşkın kapısını
giderdim giderdim giderdim

ben yorgunluğun eli olsaydım
giderdim giderdim giderdim



Çıkamazsın cezanı doldurmadan çünkü aşk hapishanedir kendini biriktiren için için ve kendiliğinden çözülen günü geldiğinde kilidinden..


Tamamlanmamış ihtilallerde kaldı kalbimin gençliği hızlıydım, ağırdım, uzundum yordu, yordum, yoruldum...


Ancak yıllar sonra elinden tuttum kendi çocukluğumun
sahip çıktım içimdeki parçalanmaya...

En çok ayrılıklar öğretti bana intiharın hiç değişmeyen ihtimali olduğunu hayatımın...


1997-Paranın Cinleri

Paranın Cinleri'nden...

Fotoğraflar, yitirmiş anları belgeler, yitirilmiş anlar, zaman ile ölüm arasında en kısa yoldur, biz büyüdükçe, o fotoğraflarda yeni anlamlar, yeni tarihler edinir, yani kavrayışların ışığında yepyeni anlamlar kazanır, hikayeler derinleşir, pus ve ışık aynı gölgeler üzerinde yer değiştirir, gözlerini koruyamayanların zamanla bakacak fotoğrafları da kalmaz, albümler kadar gözlerimizi de korumamız gerekir...


Boktan görünüyorsun, neyin var ayol?', dedi
-'Babam', dedim. Anladı, 'Aman be', dedi,
'Yaşarken ayrı ağzımıza sıçarlar, ölürken ayrı'...


Büyükbabam, büyükannemin altınlarını satıp kendisine gönderdiği paraları parçalıyor, elmaların içine saklıyormuş. Bunu niye yaptıklarını sorduklarında paraya gizlenmiş bütün cinleri hapsettiğini söylüyormuş..


Aşk birlikte yaşanmamış zamanları da ele geçirmek ister...


Ölüm gelecek, senin gözlerin olacak...(Pavese)

Murathan Mungan_Yüksek Topuklar

Yüksek Topuklar'dan

Hayat bazılarına mutsuz olmakla, duygusuz olmak arasında tercih hakkı tanır, daha fazlasını tanır..


Mutluluğun anlarla tartıldığı yaşlara geldik, hiçbir mutluluğumuz, neşemiz, keyfimiz geniş zamanlara yayılmıyor artık...


Kadınlar esir alındıkları yeri, korundukları yer sanırlar, kadınlar için hem siper, hem sığınaktır mutfak, yaşayan ölüler haline gelmiş kimi kadınların morgudur aynı zamanda, toprağa verilene kadar bekledikleri yerdir...


Erkeklerle kadınlar arasında yeni hiçbir şey yok, binlerce yıldır böyle sürüp gidiyor, değişen yalnızca dekorlar ve kostümler, henüz yaratılmamış erkekler için acı çekiyorsunuz, sizin o en sıkı devrimci erkekleriniz bile sizinle tartışıp benimle yatıyorlar, erkeklere cazip gelen şey bu...


Bir ip koptuğunda yeniden bağlanabilir, ama eskisi gibi çekmez.. (B. Brecht)


Toplumsal hafıza, yalnızca başarmışların kaydını tutar, kaybedenlerin hikayesi hiç saklanmaz, oysa dünya tarihinin çok önemli bir bölümü kaybedenlerin hikayelerinde saklıdır, günümüzde kaybetmek ise, bir entelektüel statünün simgesi oldu, ortalık sahte 'kaybeden' lerle kaynıyor...


Bazı insanlar geçmiş duygusunu erken yaşta edinirler, yaşla ilgisi yoktur bu duygunun, bazen duygularımız bizden erken yaşlanır ve bizden hayatın geri kalanını alır, hayatın kendini anlayanları cezalandırmasıdır bu...


Suç paylaştırıldıkça ayakta kalan birşey...


Yeni tanıştıklarında aralarına kimseyi istemeyen hatta dünyayı görmeyen gözler, zamanla başka birilerinin varlığına gereksinim duyarlar, çevrelerindeki herkes, yalnızca arkadaşları olmaktan çıkıp, evliliklerini yada beraberliklerini kurtarma operasyonunun birer can simidine dönüşür, çiftlerin yalnızlığı daha koyu bir yalnızlıktır...


Almasını ve vermesini bilmeyen insanların hayatta en büyük sorunları, içlerinin dengesini tutturmaktır, bu yüzden bir çok insanın burun kıvırdığı küçük hesaplar onlar için küçüklük değil hayatın bütün tadı tuzudur...


Güçlü kadınlar erkekleri zayıf kadınlardan daha iyi severler, sevmek güç gerektirir çünkü, zayıfların sevmek için bahaneleri, güçlülerin ise gerekçeleri vardır, arkasında durabilecekleri gerekçeleri...


Sürpriz kötüdür, özellikle de insanın kendi kendisine yaptığı sürprizler, insan kendisini şaşırtmamalıdır, bu tehlikelidir, içindeki taşlar yerinden oynar, insanın kendi hakkında yanlış da olsa bir kararı olmalıdır...


Bazı cevapları hayatın yaymak gerekir, doğru cevaplar ancak yıllar sonra gelir çünkü...


Kadınlarda zeka hemen kurnazlığa dönüşür, düşük kalite bir el işçiliğine, bir süsleme sanatına, küçük entrikalara, çapsız oyunlara, kadınsı bir cilveleşmeye. Erkeklerdeki zeka ise daha hamdır, işlevseldir...


Bir Fransız çifti üç kişiden oluşur, bu sosyolojidir...

2004-Çador

Çador'dan....

Yalan herkesin gerçeğe birşey eklemesiyle ortaya çıkar...


En sağlam sınırlar, 'ölülerle' yapılandır, kimse öteki tarafa geçemez..


En kötü yabancı çeşidi, bir zamanlar tanıdıklarının içinden çıkar...


Doğuda ölüm, herkesin gizli mesleğidir...


Çok kitap okuyan insanlara hayatın yetmediğini biliyordu, hangi yazı hayata yetmişti...


İnsanın kelimelerini emanet edebileceği bir yüzün var senin, kendi uğultusunda kör olmamış bakışların hala taze bakıyor dünyaya...


Hayatları çoktan bittiği halde ömürleri bitmemiş insanların sürüncemede kalmış günlerini yaşıyor gibiydiler...

2000-Meskalin 60 Draje

Meskalin 60 Draje'den...

Her şeyin incesi dayanıksızdır,
insanın kalını...(Kürt atasözü)


Güttüğü iki keçi, ıslığı dağı taşı tuttu..(Kürt atasözü)


Türkiye'de herşey olabilirsiniz ama
bir tek şey hariç: Rezil olamazsınız...


Melekler uçabilirler, çünkü onlar kendilerini hafife alırlar...(Chesterton)


Sahnede bir tüfek varsa, mutlaka patlamalıdır... (Çehov)


Eylemlerimizi kendimiz yaparız ama hayallerimizi gölgemiz kurar,yalnızca hayatta sanat yapılmaz, sanattan da hayat yapılır...


Her doğan gün kadar yenilik vardır dünyada ama gözünüzde de varsa...


Gün gelir bir dahi çıkar ortaya ve sizin o güne kadar bütün öğrendiğiniz kuralları altüst eder, bir dahi olup olmadığınızı anlayana kadar kendinize bir şans tanıyın, herkes kendi çağrışımı doğrultusunda bunun bir gönderme olduğunu düşünüp, kendi seçtiği adrese postalar söylediklerimi...


Cehennem başkalarıdır... (Sartre)


Tarih, onun için, yağmaladığı ganimettir, tarihle her zaman sıfır sıfır berabere kalan bir toplum için, ne geçmiş, ne şimdiki zaman, ne de gelecek kavramsal bir değer taşır, kafaları yalnızca bir kontenjandır..


Kültür, bir yük gibi sırtımızda taşıdığımız değil, bir aydınklık olarak içimizde taşıdığımız bir şey olmadığı sürece inanın hamallığına değmez...


Killi topraklar su geçirmezler, suyu yüzeylerinde tutarlar, yalnızca ıslanmalarına göz yumarlar, su üzerlerinde akar gider, kil direngendir, kendini kolay kolay teslim etmez. Humuslu toprak ise geçirgendir, suya izin verir, suyu emer, bünyesine katar, onu dönüştürür, gücüne olanak tanır. Granit ise kunttur, hem serttir, hem delik deşiktir, tamamlanmıştır, kullanışsızdır, keskin profili dünyaya fazladan hiçbir şey söylemez, artık çok yaşamıştır, sanki diyeceğini demiş, şimdi yalnızca zamanın geçmesini beklemektedir, biz hepsine taş toprak deriz ama, milyonlarca yıllık evrimin oluşturduğu yerkabuğunun yarattığı dünyayla ilişkisi farklı bünyelerdir bunlar, insanlar da böyledir...

2011-Kibrit Çöpleri

Kibrit çöpleri'nden...

Ağaç zamanı diye bir şey vardır, bilir misin?
İnsanlar ömrü ağaçla ölçerlerdi eskiden; çocukları doğduğunda onlar için diktikleri ağaçlar olurdu. İnsanlarla ağaçlar kardeş büyürlerdi. Ağacın ruhu sahibini korurdu. Onlar hakkında bilinmesi gereken iki şey vardır derler. İlkini unuttum, ikinciyse...
Galiba ikincisini de unuttum...

Nedense ağacımı değil kabuğunu hatırlıyorum şimdi. Dün gibi gözümün önünde. Onca şeyi unutuyor da insan, bazı şeyler hep dün olarak duruyor insanın içinde. Ağaçların dünleri kim bilir ne kadar yakın gelir birbirine. Biz kendimizde neyin kabuk bağladığını bile artık hatırlamazken...


Eskiden kimi halklar ölülerin göz kapaklarına paralar, taşlar koyarlarmış uğurlarken..
Anlar bizim göz kapaklarımızda kalandır.
Hayatın dizinin dibine oturup hikaye söyleyenler, bizim sanatımız gözkapakları için anları parlatmaktır...

Murathan Mungan Şarkıları




1-Ağır Kapı
2-Aşk Yeniden
3-Çember
4-Dönmek
5-Fırtına
6-Göç Yolları
7-İstersen Hiç Başlamasın
8-Maskeli Balo
9-Olmasa Mektubun
10-Sesler Yüzler Sokaklar
11-Telli Telli
12-Terkeden

albümü indirin

Related Posts with thumbnails