14 Ağustos 2008

Fidelin Yüzünden




La Faute A Fidel

Yönetmen : Julie Gavras
Senaryo : Arnaud Cathrine , Julie Gavras , Domitilla Calamai
Görüntü Yönetmeni : Nathalie Durand
Müzik : Armand Amar
Yapım : 2006, İtalya / Fransa , 99 dk.
Tür : Dram / Politik / Tarihi

Oyuncular: Nina Kervel-Bey (Anna de la Mesa) , Julie Depardieu (Marie de la Mesa) , Stefano Accorsi (Fernando de la Mesa) , Benjamin Feuillet (François de la Mesa) , Martine Chevallier (Bonne Maman) , Olivier Perrier (Bon Papa) , Marie Kremer (Isabelle)

Usta yönetmen Costa-Gavras'ın kızı olan Julie Gavras, babasının pek çok filminde yardımcı yönetmenlik yaparak kendisini geliştirdi ve ikinci yönetmenlik deneyimi olan Fidel'in Yüzünden ile 2007 Sundance Film Festivali'nde hem izleyicilerden hem de eleştirmenlerden büyük beğeni topladı. Aynı zamanda senaryosunun da kendisine ait olduğu film, güçlü oyunculukları ile de takdir topluyor.

Beyazperdenin efsane yönetmeni Costa Gavras'ın kızı Julie Gavras da baba mesleğini sürdürüyor. Gavras, ilk uzun metrajlı filminde 1970 ve 71 yıllarında yaşanan değişimleri 9 yaşındaki küçük bir kızın gözünden anlatıyor.

1970 sonbaharında dokuz yaşında olan Anna, gazeteci annesi Marie, zengin bir İspanyol aileden gelen avukat babası Fernando, kardeşi François ve her şeyini kaybetmesinden Castro’yu sorumlu tutan Kübalı dadısı ile Paris’te yaşamaktadır. Ailenin rahat ve huzurlu yaşamına düşen tek gölge, İspanya’da faşist Franco yönetimine karşı mücadele veren eniştedir. Komünist olduğu için evde adı dahi anılmamaktadır.

Ailenin burjuva yaşamı, eniştenin öldürülüp, eşi ve çocuğunun kaçarak yanlarına sığınmasıyla altüst olur. O güne dek İspanya’daki duruma tepkisiz kalan Anna’nın babası, derin bir suçluluk duygusuna kapılır. Eşiyle birlikte Şili’ye ideolojik bir yolculuk yapar.

Dönüşte bahçeli, geniş evlerini bırakıp küçük bir apartman dairesine taşınırlar. Ateşli siyasi aktivistlere dönüşen anne-babasının yeni dünyası, Anna için farklı anlamlar taşımaktadır: Ev değiştirmek, düzensizlik, dadısını kaybetmek ve yeni yüzler...

Evleri günün her saati sakallı adamlarla dolarken; annesi kadın haklarını savunan bir kitap yazmaya girişir; babası ise “faşist” bulduğu Mickey Mouse’u okumasını yasaklar...

İdealleri uğruna evlerinden ve tüm burjuva zevklerinden vazgeçmeye kadar vardırdıkları eylemcilikleri, yedi yaşındaki bir çocuğun hayat algılamalarının fazlaca üzerindedir. Kendi varlığını görmezden gelen anne ve babasına karşı Anna'nın yapabileceği tek bir şey kalmıştır: O da onlara karşı isyan edecektir!


07 Ağustos 2008

Max Ernst



Önce Dadaist ve sonra Surrealist ressam.

Surrealizmin, Magritte ve Dali ile birlikte unutulmayacak üçüncü ismi..Kafayı kuşlarla bozmuş ve pek çok sinemacı-edebiyatçıya esin kaynağı olmuştur uzun bir süre grupta kaldıktan sonra Breton tarafından çıkarılan Max Ernst, Surrealist bir teknik olan "frottage'ın" da kaşifidir. Max Ernst liseden sonra 1910 yılında Bonn’da felsefe bilimleri okumaya başlamış, aynı zamanda akıl hastalarının yaptığı işleri incelemiştir, Alman romantik yazarlarının yapıtlarını okumuş ve sonunda resim yapmaya karar vermiştir.


Savaşla birlikte orduya alınarak resim yapmaya devam etmiştir, savaştan sonra (1920 sonrası) Dadaizm’e yönelmiştir; zira geleneksel sanatın anlamsız olduğunu düşünmektedir.

1922’de litterature (yazın) dergisi’nde çalışmaya başlayarak gerçeküstücülerle tanışmıştır, bu dönemde fotoğraf ve kolajla ilgilenmiş, gerçeküstücülük’ten etkilenerek eserlerindemitolojik ve tarihi konulara yer vermiştir.

André Breton ve arkadaşları ile birlikte hipnotizma uykuları düzenlemiş, “sesli düşünme” ve “otomatik yazı” denen düşünce yazısı üzerine araştırmalar ve deneyler yapmış, Freud’un yapıtlarını incelemiştir.1930'dan itibaren resimlerinde “loplop” (kuşa benzeyen bir yaratık) görülmeye başladı. Bu yaratık Ernst’ü simgeliyordu.

1935–1941 yılları arasındaki eserlerinde konu olarak doğayı seçti 1941’de siyasi olaylar yüzünden ABD’ye sığınmak zorunda kaldı. Burada dekalkomani tekniğini geliştirdi. (ıslak yağlı boyanın fırçayla kanvasa sürülmeyip, bir cam levhayla yapılacak resmin fonuna bastırılması)

1942 –1944 yılları arasında dripping (damlatma) tekniğini denedi. 1947’de çeşitli parçaları bir araya getirerek heykeller yaptı. 1948’de Amerikan uyruğuna geçti ve bu tarihten sonra peyzajlara yöneldi. 1954’te Venedik Bienal’i ödülünü aldı. 1959’da fransız milli büyük sanat ödülünü aldı.



Max Ernst resimlerinde düşsel objelere ve bilinçaltının çağrışımlarına yer vermiştir. Dadaizm’den de etkilenmiş ve kitlelerin görmeye alıştığı herşeyi, onlara yabancılaştırarak yeniden sunmuştur, geleneksel olana yapıtlarıyla karşı çıkmıştır, savaşı kınamış, yaşamın gülünç yanlarını ortaya çıkarmıştır. Ernst bunu dinginlikle, figürlerindeki durağanlıkla ve umutsuz ifadelerle vermiştir

Bir de Carrington faciası yaşamıştır Ernst, tam 26 yaş genç olmasına rağmen, bu kadın ressama "gerçeküstü bir aşk"la bağlandı fakat ikinci dünya savaşı pekçok aşkı dramatik bir şekilde yok ettiği gibi bu oldukça yaratıcı olabilecek aşkı da darma duman etti. Ernst hapse girmişti ve çıktığında Carrington çoktan Fransa'yı terk etmişti,önce Lizbon'a sonra Newyork'a gidecekti Carrington ve ikisi bu iki şehirde de birçok defa karşılaşma ve birlikte vakit geçirme olanağını buldular savaştan sonra. Ancak işin yaratıcılık kısmında biraz durmak ve düşünmek gerekiyor. Ernst'in hayatında daha birçok kadın oldu Carrington'dan sonra, fakat ikisi Ernst'ün ölümüne dek görüşmeyi sürdürdüler. Bu buluşmalar her ikisine de rahmeti bol ilhamların kuraklaşmış beyinlerine dökülen bir çeşit yağmur etkisi yapıyordu ve bu gazla her ikisi de pek hengameli resimleri vücuda getirdiler.

Leonara Carrington, 1939 yılında Erst'ün portresini oluştururken onu, üzerinde kırmızı kürk bir mantoyla, buzlarla kaplı ormanlık arazide yürüyen bir şaman olarak resmetmişti, bunun gibi daha bir çok yapıtta her ikisininde ortak olarak kullandıkları bazı temel simgeler, semboller ve figürler vardı. Daha çok bunlar kaynaklarını simya ve mitolojiden alıyorlardı. Özellikle ikisinin de kullandığı ve cinsel bir sembol olarak ele aldıkları at figürü bunların içinde belirgin bir yere sahipken, bu at figürü daha çok arkaik bir boşluğa gönderme biçimindedir.


 "Beynin İçindeki Muğlak Boşluk-Une Semaine de Bonté" adında bir kitabı vardır. Kitap Türkçe'ye Merhamet Haftası" adıyla çevrilmiştir.

Max Ernst-Merhamet Haftası 
Kolaj Türünde Gerçeküstü Bir Roman
1934 Altıkırkbeş Yayınları / Sanat Dizisi

Düşsel görüntüler ve erotik fanteziler gerçeküstücülerin malzemeleriydi. İmgelerin özgür çağrışımları, farklı nesnelerin anlamlı bir aradalıkları ve sanattaki hareket serbestliği unsuru ile ilgilenen ressamlar için kolaj en uygun teknikti. Kübistler ve fütüristler onun son derece önemli bir sanat türü olduğunu ileri sürmüşler, Alman ve Rus Dışa vurumcularla Avrupa'nın her yerindeki Dadaistler yeni güçler yüklemişler ve kolaj türü, Gerçeküstücüler (pek çoğu daha önce Dadaist olan) arasında önemli bir yer edinmiştir. Max Ernst genellikle bu türün ateşli savunucusu olarak tanınır.

Une semaine de bonté ilk baskısında yüksek bir beğeni toplamış ve ileriki yaratmalar için bir uyarıcı olmuştur. Son derece dikkat çekici bir şekilde Hans Richter'in, 1947 yılında avant-garde bir serüven filmi olan Dreams That Money Can Buy (Paranın Satın Alabildiği Düşler) filminin ilk bölümü olarak gösterime giren 1946 yapımı Desire (Tutku) adlı filme ilham kaynağı olmuştur.



Bu çığır açıcı Alman'ı en iyi anlatan öykü belki de en bilinenidir:

Yeni yetme zamanlarında evlerinin bahçesinin kusursuz bir resmini yapar. Resmin gerçeğinden tek farkı ortadaki ağacın dallarından birinin olmamasıdır. Bu durum kendisine hatırlatıldığında Ernst resmine bir dal eklemek yerine gidip bahçedeki ağacın dalını keser...

Otobiyografisinde Birinci Dünya Savaşı'na katıldığı tarihi "öldüğüm gün" olarak belirtir.

1920'lerde düzenlediği bir serginin girişinde, küçük katalogların yanında birer tane de balta dağıtır konuklarına ve sergideki eserleri gönül rahatlığıyla parçalayabileceklerini belirtir.


Bitirilmiş, sunulmuş hiçbir şeyi kabul etmemeyi, onları yıkıp değiştirme özgürlüğünü sokar şaşkın konukların gözüne gözüne...



Kimileri Ernst in resimlerine, tıpkı Rorschach testinde olduğu gibi iç dünyayı yansıtma görevi üstleyebilmektedir.

Murat Gülsoy bunu Istanbul'da Bir Merhamet Haftası adlı kitabında her ne kadar kurguyu kullansa da uygulamalı olarak göstermiştir. 7 kişiye gönderilen 7 resmin yorumunu 49 bölüm yazarak bizlerle buluşturmuştur.



264 sayfa / Can Yayınları


Ben olmamış bir kahraman emeklisi,
ben bir kırmızı çarpı, ben uygun adım serseri,
bir gençlik düşü, ben bir yanılgılar bileşimi,
ben: yeri belli olan; geçip gidiyorum şehrin
içinden. Hayatın akışına aldırmıyorum.
Çünkü ben suskunluk ve unutuşun sivil
ifadesiyim. Aslında Promete'nin ciğerini
söken kartal olmalıymışım.
Promete olamadıktan sonra...

Bir kitabın bize yeni bir dünyanın kapılarını aralamasını ya da kendi deneyimimize farklı ve daha parlak bir ışık tutmasını bekleriz çoğu kez. Çaresiz bir anlam arayışıdır bu.

Murat Gülsoy, İstanbul'da Bir Merhamet Haftası'nda, bu çaresizliğin insani boyutunu aramaya çıkarken okurlarını da peşinden sürüklüyor. Kimi zaman ürkek, kimi zaman saldırgan kahramanları, kimi zaman şiirsel, kimi zaman mekanik üsluplarıyla bizi “bakmaya” davet ediyorlar. Ancak, Gülsoy'un edebiyatı, röntgenci heveslerden uzakta, arka pencereye değil, yazıdan bir aynaya bakmaya çağırıyor okurunu.

Anlamı kendinde gizli bir dünyayı seyre dalan insanların zihinlerinde geziniyoruz. Bir şeye, dünyaya, insanlara bakmanın kendimize bakmak; kendimize bakmanın bir şeye, dünyaya, insanlara bakmak olduğunu hissederek...

Une Semaine de Bonté

224 Fotograf  / 51.0 MB

05 Ağustos 2008

Yıldız Kenter



Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha...

İnsanın ortak kaderi doğum, ölüm ve
o aradaki zaman, yaşam...
Doğmak, ölmek isteğe bağlı değil...
Ölmek, belki bazen.
Bize düşen yaşamak.
Koşullar ne olursa olsun yaşamak...
Ayakta kalmak...
Hadi sıyırttın sıyırttın,
hayatta kalabildin zar zor...
Uzun yaşamak, bir ayrıcalık.
İyi, güzel...
Ama ayakta kalmak, kalabilmek. Ceza !
Müthiş bir ceza!

İlkokuldaydım, birinci sınıfta.
Hiç unutmadığım bir cezaya
çarptırıldım.Karatahtanın önünde,
sırtım sınıfa, yüzüm karatahtaya
dönük, ders bitimine kadar
kıpırdamadan ayakta durmak...
Utanıyorum, midem bulanıyor.
Ölmek istiyorum.
Herkesten nefret ediyorum,
herkes ölsün istiyorum.
Sonra bir ara cebimdeki kabarıklığı
hissediyorum: Kabak çekirdeklerim!
Bir kuruşluk kabak çekirdeği almıştım,
bir tane bile yemedim.
Mahmut'la ( benden birbuçuk yaş büyük
ağabeyim; üçüncü sınıfa gidiyor)
eve giderken yiyecektik. Evimiz taa tepede,
Abidin Paşa Köşkü'nün orada.
Bahardı... Bademler açmış,
tepeye giden toprak yol bomboş.
Ev yok pek. Apartman hele hiç yok.
Göz alabildiğine tarla.
Papatyalar, gelincikler.

Hadi be sen de!.. Ne diye ölecekmişim...
Mati'cigimle güzelim dağ yolunda
çekirdek yiyerek,
konuşa gülüşe eve gitmek varken !

Şimdi dönüp geriye baktığımda,
hep çekirdek misali umutlar peşinde
ayakta kalabildiğimi görüyorum.
Öleceğimi bile bile bir çekirdek uğruna
bu kadar çaba, çırpınma!
Değer mi ?.. Birşey yap,
Met'i anımsıyorum, sevgili Aziz Nesin'i...
İçim ısınıyor yeniden.
Kalk hadi diyorum, durma koş,
birşeyler yap. Yaşa...
Dur diyorlar bir yandan da, koşma...
Yeter dinlen artık. Koşma...

Öl artık !

Ama çekirdeklerim bitmedi ki daha..."

(Yıldız Kenter)


Related Posts with thumbnails