22 Aralık 2009

Deli Deli Olma-Murat Saraçoğlu




Yönetmen : Murat Saraçoğlu
Senaryo : Sevim Hazel Ünsal
Tür : Dram , Tarihi
Ülke : Türkiye
Süre : 100 dk.
Oyuncular (ilk 10): Çağla Acar, Şerif Ağdaş, Tarık Akan, Deniz Arna, Murat Aydın, Yeşim Ceren Bozoğlu, Muhammed Cangören, Korel Cezayirli, İbrahim Coşkun, Özlem Dilber

IMDB: http://www.imdb.com/title/tt1368068/

Konusu:

“93 Harbi” sonrasında Çar’ın Rusya’da yaşamasını istemediği Malakan kavminin bir kısmı Kars’a göçe zorlanır. Göç edenler arasında Mişka’nın (Tarık Akan) ailesi de vardır. Filmde Mişka 70’li yaşlardadır. Bir zamanlar köyün değirmenini işleten Mişka, modern makineler çıktıktan sonra, işini yapamamış ve maddi sıkıntıya düşmüştür.

Köyün huysuz ihtiyarı Popuç (Şerif Sezer), Mişka’dan nefret eder ve köyde yaşamasını istemez. Köylüler bir zarar görmedikleri hatta sevdikleri kendi halinde, barışçı, yardımsever Mişka ile Popuç arasında kalmışlardır. Popuç, oğlu Şemistan (Levent Tülek), gelini Figan (Zuhal Topal) ve üç torunuyla yaşar. Torunlarından en küçüğü Alma dik başlı, sevecen bir kızdır ve doğuştan iyi bir müzik kulağına sahiptir. Alma’nın öğretmeni Metin, Alma’daki yeteneği fark etmiştir ve kesinlikle değerlendirilmesi gerektiğini düşünür. Alma ve Mişka arasında sıcacık bir dostluk vardır. Metin öğretmenin uğraşları sonucunda Alma konservatuar sınavlarına girer…

Mişka hastadır. Köyde Mişka’nın yakında öleceği konuşulur. En sonunda iki yaşlı geçmişlerini sorgularlar ve aralarındaki büyük sır ortaya dökülür.



Kars şivesiyle konuşulan film beni çocukluğuma götürdü birden-hasta olduğumuzda gittiğimiz Rum doktor Budak bey, dişimiz çekileceği zaman bahçesinde köpek olduğu için korktuğumuz ama içeri girince sevimliliği ile bütün korkularımızı unutturan Rus dişçi Trofim ( yaşlılar hala onun yaptığı dişlerin hala ne sağlam olduğundan dem vururlardı) Küçükken en çok kullandığımız küfürleri filmdeki çocukların ağzından duyunca çok keyiflendim nedense.

Kars yıllar sonra sinemacıların/ romancıların dikkatini çekti sanırım. Nuri Bilge Ceylanın "İklimler"i, Orhan Pamuğun "Kar" adlı romanından sonra Murat Saraçoğlu'da çok bu kervana katılmış..

Yukarıdaki fotoğrafta görülen Ruslardan kalma taş binanın hemen hemen her yerini Ziraat Bankasında çalışan babamın bankadaki mevkii yükseldikçe dolaşıp durduk. Şimdi sanırım Kars Anadolu Lisesi olarak hizmet veriyor.

17 Aralık 2009

Hüsnü Arkan

MPic4843 25444977

1958 Kınık doğumlu, Türk söz yazarı, besteci, yazar ve Ezginin Günlüğü grubunun vokalisti.
Yorumcu kimliğiyle öne çıkmakta olan ama aslında on parmağında on marifet bir sanat insanıdır. yazardır, şairdir, muhalif bir bestecidir, yorumcudur, çoğu kimse bilmez ama karikatüristtir ve hukukçudur.

1958 yılında Kınık'ta dünyaya geldi. Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nden mezun oldu, yazıyla ve müzikle ilgilenmeye başladı. 1985 yılında gittiği Amsterdam'da 8 yıl kaldı, kurduğu müzik grubuyla Avrupa'nın birçok kentinde konserler verdi. 1991'de "Bir Yalnızlık Ezgisi" isimli solo albümünü yayımladı. Emin İgüs'ten sonra 1993'te " İstavrit " albümüyle vokalist, söz yazarı ve besteci olarak gruba katıldı. Nadir Göktürk ile birlikte 1993'ten bu yana çıkan "Ezginin Günlüğü" albümlerinin mimarlarından oldu.

Yapıtları:

Roman:

-1998-Ölü Kelebeklerin Dansı-Metis Yayınları
-2001-Menekşeler Atlar Oburlar-Om Yayınları
-2005-Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer-Yapı Kredi Yayınları
-2008-Uyku-İthaki Yayınları
-2011-Mino’nun Siyah Gülü-Kırmızı Kedi Yayınları


Şiir:

-Hiçe Doğru-2005-Seyhan Kitap
-Naş-2014-Kırmızı Kedi

Benim Notlarımdan:

-Bahçeye bakan pencereden pırıltısız, donuk bir ışık sızıyordu, geçmişin bir rengi varsa bu olmalıydı...

-Sevgi, korkunun emzirdiği o küçük kedi yavrusu...

-Asgari bir yaşam; yetinmenin, doyurmayan, tatsız, bulanık suyunu annemle birlikte yudumluyoruz...
 
-Her gün Cumartesi, yaşam uzun bir Cumartesi’ne fit olmak sanki...

-Yüzünün aslında yağmur yüklü bir bulut olduğunu, hep kendi içine yağdığını, Kaptan'ın kendine yakıştırdığı o hülyalı o mutlu halin, ekmeğin peşinde koşan yoksul ve mutsuz bir aslanın gölgesinde uyuduğunu, vatan çocuklarının papikle, otla boyanmış yaşamlarının vicdanımızın boyadığı, adına gerçek dediğimiz resimlerden bir farkı olmadığını söylemiyordum...

-İstekle açılmış ağzında yaşamın dişlerini görür gibi oldum bir an..

-Sözcüklerimin kapısını yalnızca onlara açıyorum, sesimi yalnızca onlara bağışlıyorum çünkü...

-Bir şey yaşarsınız ama aslında yaşadığınız başka bir şeydir, hıçkırarak ağlarsınız ama aslında kahkahalar atmışsınızdır, sevgi , mutluluk, zafer hepsi birer yanılsamadır, yaşam kurgudur, gerçek düştür, yalnızca inancınızla biçimlenen bir avuç hamur, neye inanıyorsanız gerçek o dur...
(Menekşeler Atlar Oburlar kitabından…)


-Bazen sen gideli yüz sene olmuş gibime geliyor, bazen de ve bilhassa gece vakitleri herkes kendi ruhunun viranesine çekildiğinde bir rüzgar senin kokunu getiriyor ve o vakit daha bir saat evvel yanında olduğumu tasavvur ediyorum, az evvel ellerini tutmuşum da ürpermişsin, saçlarını okşamışım da kokun karanlığın içinde ateşböcekleri gibi yanıp sönmeye başlamış...

-Canlılar büyüdükçe içlerindeki ateş de büyüyor. Hayat bir demirci; körüğüyle üstümüze üflüyor, küçük bir kıvılcımı kor haline getiriyor, sonra sönmeye yüz tutuyoruz; o esinti başımıza dert oluyor...
(Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer kitabından..)


Kitapları

Ölü Kelebekler husnua

01-Ölü Kelebeklerin Dansı
Metis Yayınları, Ekim 1998, 145 sayfa

Öldüm ve Tanrı burada da yok! Ne yapabilirim? Ölümden sonra da bir hayat var mı? Binlerce yıldır tüm dinler ve felsefi sistemler bu soruya cevap arıyor. Ama daha dehşet verici bir soru sormak mümkün: " Ya ölümden sonra bir hayat varsa ve tıpkı bu hayata benziyorsa, aynı sıkıntıları, aynı anlamsızlık duygusunu, aynı çaresizlikleri tekrar tekrar yaşıyorsak? Ya ceza ve ödül yoksa? Ya bize kalacak olan puslu bir belirsizlikse yalnızca?

"Düşünde kendini bir kelebek olarak gören biri bir kez uyandıktan sonra, bir kelebek olmadığından ve artık düşünde kendini bir insan olarak görmediğinden hiçbir zaman emin olamaz."
Kitabın yayınlanmasından sonra Radikal Gazetesinden Sema Uludağ'ın kendisiyle yapılan bir söyleşiden:

"Kelebeklerin Ömrü Kısadır"

-Kitabınızda bir yaşantının bitip diğer bir yaşantının başladığını anlatıyorsunuz. Ölümden sonraki yaşamın da gerçek yaşam gibi olacağı fikri nasıl gelişti?

-Varoluş, ölüm ve yaşam herkes için olduğu gibi benim için de ilginç bir durum. Ben ölümden sonra yaşamın olduğuna inanmıyorum. Sonuçta o bir kurgu. Bütün dinlerde ölümden sonra yaşam denen bir şey var ve dinine bağlı her müslüman, her hıristiyan ölümden sonrası için vaat edilen bir takım şeylere inanıyor. Bunun genel kabul görmüşlüğü ilginç geldi. Dinler hakkında ne düşünürsek düşünelim insanı en iyi açıklayan metinler yine din kitaplarında bulunuyor. Bunun için de ölüm ve ölümden sonrası önemli bir konsept oluşturuyor.

-Kitabınızda gerçekle düş, soyut ile somut iç içe girmiş. Bunu gerçek olarak mı yoksa düş olarak mı adlandırmak gerektiğini baştan ben de bilmiyordum. Çünkü ölümden sonrasının boşluk olduğuna inanıyorum ve kitap bu yanıyla bir düş. Ama anlatılanlar gerçek.Kitapta ele aldığım temel şeylerden biri göç ve mültecilik sorunu. O bir gerçeklik. Düşün içinde anlatılsa da, gerçek yaşam kesitinde anlatılsa da gerçeklik.

-Kelebeklerle kitabın kahramanı Haldun arasında benzerlik kurmuşsunuz. Kelebekler bir anlamda özgürlüğün, güzelliğin ve değişimin simgesi. Ancak Haldun bir ölü, kelebeklerin özelliklerine sahip değil. Kelebekler yalnızca bir tek nedenden ilgimi çekti. Yaşamları çok kısa ve kelebekler iki yaşamlı canlılar. Bu açıdandır ki Haldun'un ölümüne ve ölümden sonra değişik bir hayat biçimine adapte olmasına benziyor. Bu açıdan bir paralellik olduğunu düşündüm. Daha sonra Haldun'un gerçeği anlamasını (katilinin kim olduğunu öğrenmesini) sağlayan unsur olarak kullandım kelebekleri.

Menekşeler Atlar Oburlar zz3a

02-Menekşeler Atlar Oburlar
Om Yayınevi, Nisan 2001, 206 sayfa

Bir şey yaşarsınız ama aslında yaşadığınız başka bir şeydir. Hıçkırarak ağlarsınız ama aslında kahkahalar atmışsınızdır. Sevgi, mutluluk, zafer hepsi birer yanılsamadır. Yaşam kurgudur, gerçek düştür. Yalnızca inancınızla biçimlenen bir avuç hamur. Neye inanıyorsanız, gerçek olur.
Erhan Bener'in iç kapağa yazdığı yazı:

"Ezginin Günlüğü topluluğunun solisti Hüsnü Arkan'la ilk olarak bir pop müzik kasetini dinlerken karşılaştım. Can Yücel'in Sevgi Duvarı şiirinden kendi bestelediği bir parçayı sölüyordu. O şiiri öyle algılayabilmek ve öyle besteleyip söyleyebilmek için gerçek bir sanatçı kumaşına sahip olmak gerekirdi.

Arkasından,1998 Kasım'ında yayımlanan "Ölü Kelebeklerin Dansı" romanı elime geçti. Türkçe yazılan romanlarda en azından benim görmediğim bir tarzda, sanal bir dünyada yaşanan ya da yaşanıp yaşanmadığı kuşkulu insanlar ve olaylar, gizli bir alaycılık ve şaşılacak bir doğaçlama havası içinde anlatılıyordu bu romanda.

Hüsnü Arkan yeni romanında kendisini bize bu kez bambaşka bir atmosfer içinde gösteriyor: Şiirli bir anlatım,12 Eylül döneminin bunalımlı günlerini alegorik duyumsatmalarla sezdiriş, polisiye bir gerilim ve son derece de akıcı bir üslup.

Arkan bu çok başarılı yeni romanıyla, Türkçe edebiyat içinde, artık kendisine de bir yer ayrılması gerektiğini tartışmasız bir biçimde kanıtlıyor."

Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer zzzHüsnü Arkan

03-Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer
Yapı Kredi Yayınları, Aralık 2005, 263 s

"Bazen sislere gömülen, bazen de tipiyle uğuldayan ova, Palandöken'in devasa hayaleti, ağırlaşan toprak, ağaran tepeler, ağaran düzlükler, hastaların iniltisi, Nizamettin 'in oradan oraya koşuşturan silueti, hayvanlarla peksimetlerini paylaşanlar, henüz ölmüş, amele mangalarının gömmesi için şosenin kıyısına bırakılmış, çarığı, kaputu yağmalanmış, ağızları, gözleri açık kalmış erler; atıştıran kar, tipiye dönen kar, kağnıların ezgisi, moraran ayaklar, bacaklar, günden güne yakınlaşan gökyüzü, beyaz, beyaz, beyaz..."

Hüsnü Arkan'ın Uzun Bir Yolculuğun Bittiği Yer'i baytar yüzbaşı olarak katıldığı Sarıkamış Muharebesi'nde Ruslara esir düşen ve Rusya'da geçirdiği uzun yıllardan sonra, doğduğu İstanbul'a 12 Eylül 1980 darbesini önceleyen günlerde, yaşı yüzü aşkın bir "Büyükdede" olarak dönen Abdülhalim Bey'in hikâyesi.

Arkan, dört kuşağı içine alan romanında 12 Eylül 1980 öncesinin gerilimli ortamını ustalıkla yansıtıyor.

Hiçe Doğru ezginin_gunlugu_292x324

04-Hiçe Doğru
Seyhan Kitap, Aralık 2005, 80 sayfa

Hüsnü Arkan’ın Hiçe Doğru adlı bir şiir kitabı 2005 yılında yayımlandı. ‘Hiçe Doğru’, hiç kapanmamış bireysel yaraların bilinciyle, bireyselliğe saplanmadan, insanlığın varoluştan bu yana kanayan yaralarına bakmayı yeğleyen bir şiir birikimi. Hüsnü Arkan’ın sözcüklerle serüveninde, hiçlikte yitik yeni zamanları dile yansıtma çabası öne çıkıyor.

İnsanlık, anlamı tükettiği her dönemde, hiçlikten yeni bir sözcük yaratarak, yeniden düşmüyor mu yollara? Yollar yan yana dizdiğimiz sözcüklerden ibaret değil mi?

Boşluğu onaramıyor insan
Ama inanabiliyor işte boşluğa

Keman
Hiç keman öğrenmedim apartman odalarında sınav günlerine doğru
Fakat biliyorum çocuklar, hayatın kendi şarkısı yoktur
Sizinkini söyler
Düşman komşulara karşı
.”

Uyku zzezginingunlugu

05-Uyku
İthaki Yayınları, Kasım 2008, 219 sayfa

Şimdi, kulübesinin önünde, çardağın altındaki koltuğunda asma kabağı gibi sallanarak geçmişini seyreden yaşlı bir adamım. Her şeye uzaktan bakıyorum. Bir asma kabağının baktığı kadar uzaktan.
İçim boş.

Bence her insan iki kişidir. Birincisi önden gidip yolu açar. Ama belki de kapatır; emin değilim. Öteki bazen irkilerek, korkuyla; bazen de umut ederek onun peşine takılır.
Önümdeki beni buraya getirdi; ya da arkamdaki adımlarımı izledi ve işte sonunda buluştuk. Geçip gitmiş zaman böyle bir şeydir; ayak izleri birbirine karışır. Köpek yaşlanır, susar. Adını seslendiğinizde başını bile kaldırmaz.

Artık önümde biri yok; kimsenin peşinden gitmiyorum. Biz, iki kişi, yıllarca birbirimize bakmaktan, birbirimizi anlamaya çalışmaktan yorulduk.
İşte ilk yalanımı söylüyorum; iyi bir hikâyenin kahramanı başına buyruk olmalı, kalemi tutanın biçtiği role asla sadık kalmamalıdır!

Aslında en başa gidip her şeyi yeniden yaşamayı ve gerçekten başına buyruk olmayı dilerdim ama yazmakla yetinmek zorundayım. Yaşadıklarımı bir kez de böyle yaratmamın ne sakıncası olabilir ki?
Biz ikimiz; ben ve beni izleyen ya da ben ve benim izlediğim adam; anlamsızlığın keşfinden geliyoruz. Gemimiz bir yıkıntı halinde karaya vurdu. Bütün mürettebat öldü; tanığımız yok. Kıç tarafında hâlâ sallanan şey, bir bayrak değil; tayfalardan birinin donu.

Hüsnü Arkan’dan, gerçekle ütopyanın kesiştiği ve birbirine karıştığı anlara dair bir roman. Bazen ütopyalar gerçeklerden daha can yakıcıdır…

(kitapla ilgili bir röportaj)



06-Mino’nun Siyah Gülü
Kırmızı Kedi Yayınları-2011-252 sayfa

Tayin emrim üç ay sonra çıktı. Emri aldığım günün sabahında Hasan'ı astılar.

İnfaz gecesi uyumamıştık. Babam, Nuri Amca, annem ve ben, salondaki masanın çevresinde oturuyorduk. Pencerenin önündeki çıplak akasyaya konmuş suskun, korunmasız kış serçeleri gibi... Radyoyu açmıştık; bir haber bekliyorduk... Annem sık sık mutfağa gidip ağlıyordu. Nuri Amca, kımıldamaksızın önüne bakıyordu. Elleri dizlerinin üstündeydi. Omuzları çökmüştü... Konuşmuyorduk. Birbirimizin yüzüne bakamıyorduk.

İnsan, sonuna kadar umutlu olabiliyor. Umut bir çare değil ama galiba çareden daha büyük bir şey.

1960'lı yıllarda bir Ege kasabasında başlayan yasak bir aşkla 12 Eylül'ün hemen öncesinde gelişip darbenin ardından pek çok kişiyle paylaşılan bir kaderle son bulan kırık bir aşk: iki katmanlı bu romanın iç içe geçen iki farklı hikâyesi. Mücadeleleriyle, inançlarıyla, haklılıkları ve yenilgileriyle bütün bir kuşak ve darbelerden, idamlardan geçen, yarım kalan hikâyelerle 2000'li yıllara uzanan yakın tarihimiz. Siyasi bir ortamın içinde filiz veren aşklar, yeşeren duygular,
yarım kalan umutlar.

Hüsnü Arkan, 60'lı yıllardan başlayarak, özellikle 12 Eylül döneminin acıtan sayfalarına bir ailenin kadınlarının gözünden bakıyor.
(Tanıtım Bülteninden)


Çıkardığı Albümler

1990-Bir Yalnızlık Ezgisi
2011-Solo

67666_2 acikhavada-muhtesem-02


Nereye Uçar Turnalar

Eksilmesin dudağından gülüşün
eksilse yaşamından güneş
Yüzün kararmasın gecede,
gülümse düşlerinde yine
Nereye uçar turnalar,
nereye gider gökyüzü?
Alıp kanatlarına umutlarını geçmişin...

Sen yıkıldın altında göğün,
yandın küçük bir pervane gibi
Ah, küçük bir pervane gibi

Kim götürdü bakışından ışığı,
kim aldı gözlerinden onu?
Kadehlerden yüreğine boşalan
acı bir umutsuzluk o mu?
Kime söyledin derdini,
kimi sevdin gizli gizli?
Kimler uyandırdı içindeki kötü kırık türküleri?

Ölenlerin adını unutma,
türkülerin, meydanların
Ah, bırakmasın onlar seni
Ne de çabuk yıktın kendini
sarıldın yalanlara, boşluğa
Hey! bak işçi tulumu giymiş umut!

İsterse uçsun turnalar,
isterse gitsin gökyüzü
Alıp kanatlarına bulutlarını rüzgarın...

(söz-müzik: Hüsnü Arkan)



Anıların Yüzünden-Yeni Albümü Solo'dan..

Related Posts with thumbnails