28 Mart 2011

Surname-2010

Surname-01

İstanbul Şehir Tiyatroları’nın Bir Oyunu: Surname 2010

İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları, 2010-2011 sezonunda, proje tasarımını Candan Seda Balaban ve Yiğit Sertdemir’in yaptığı, Yiğit Sertdemir’in yazıp yönettiği Surname 2010 adlı oyunla, seyirciyle buluşuyor.

Kocasının ölümünün ardından açtığı sahafında, özel bir nedenle geceyi bekleyen Sühendan Hanım, kocasına ait hiç görmediği notlarla karşılaşır. Bu notlar, kocasının kendisi için düşündüğü “sözde şenliğe” dair fikirleri içermektedir. Yazılanları şaşkınlıkla okumaya başlayan Sühendan Hanım; kendisini bir düşün içinde, geçmiş ile bugünün İstanbul’u arasında gerçekleşen bir şenliğin tam ortasında bulur.

Katalog-04 Katalog-03

Kadro

Proje Tasarımı: Candan Seda Balaban-Yiğit Sertdemir
Yazan-Yöneten: Yiğit Sertdemir
Maske-Kukla-Kostüm Tasarımı: Candan Seda Balaban
Müzik-Ses Tasarımı: Selim Can Yalçın-Barış Manisa
Işık Tasarımı: Mahmut Özdemir
Hareket Düzeni: Özgür Tanık
Proje Danışmanı: Engin Uludağ
Şarkı Sözleri: Yiğit Sertdemir

Surname-14

Oyuncular

Ayşem Yağmur Ulusoy, Can Alibeyoğlu, Ceren Hacımuratoğlu
Derya Keykubat, Derya Yıldırım, Elyesa Çağlar Evkaya
Engin Akpınar, Eraslan Sağlam, İrem Erkaya
Mana Alkoy, Mehmet Soner Dinç, Mert Aykul
Özgür Atkın, Özgür Tanık, Seda Fettahoğlu
Semah Tuğsel, Seza Güneş, Şeyda Arslan
Uğur Dilbaz, Yiğit Sertdemir, Zeynep Göktay Dilbaz

Surname-12 Surname-13

Yazan-Yöneten: Yiğit Sertdemir

1979’da İzmir’de doğdu. Fen Lisesi’ni 1995 yılında bitirdikten sonra, İTÜ’de Makine Mühendisliği okumak için İstanbul’a geldi. İTÜ’de tiyatro ile uğraşırken, mühendislik eğitimiyle amatör olarak ilgilendi. 1998 yılında, ilk oyun denemesi olan “Yumuşak Ge”yi yazdı. Buna rağmen yazmaktan vazgeçmedi. 1999 yılında, İTÜ’den yaşamdaşlarıyla, Altıdan Sonra Tiyatro’yu kurdu. Aynı sene Sadri Alışık Tiyatrosu’nda ilk kez profesyonel olarak sahneye çıktı.

2002 yılında kaydını alıp, Yeditepe Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde burslu olarak okumaya ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda ‘yevmiyeli sanatçı’ olarak çalışmaya başladı. Bir ara mezun oldu. 2009’da, Kumbaracı50 adlı sahne ile İstanbul’u buluşturanlar arasındaydı. Halen; Altıdan Sonra Tiyatro’da ve İBBŞT’de tiyatro ile uğraşmakta, geceleri yazmakta, boş kalan zamanlarında da uyumaktadır. Evlidir. Umutludur.

oynadığı oyunlar

-Can Ateşinde Kanatlar
-Bağdat Hatun
-Çılgın Dünya,
-Üç Kız Kardeş
-Deri Ceket
-Mefisto

yönettiği oyunlar

-O.B.E.B., Öldün Duydun mu?
-Kapıların Dışında
-Leonce ile Lena
-Yeşil Papağan Limited
-Koleksiyoncu
-Surname 2010

yazdığı oyunlar

-Bekleme Salonu,
-O.B.E.B., Öldün Duydun mu?
-444
-Medeniyet Tiyatrosu
-Fail-i Müşterek
-Surname 2010

kitapları

-Toplu Oyunları I -II/ Mitos Boyut Yayınevi

Surname-08 Surname-09

Maske-Kukla-Kostüm Tasarımı: Candan Seda Balaban

1971 yılında İzmit‘te doğdu. Kocaeli Anadolu Lisesi’nden 1989’da mezun oldu ve aynı yıl Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’ni kazandı.

Maskeye olan merakı 1996 yılında maske koleksiyonu yaparak başladı ve Kasım 1999’da eczacılık mesleğini tamamen bırakarak kendine bir eğitim programı hazırladı. İki yıl seramik, iki yıl heykel ve bir yıl desen çalıştı. Kukla ve maskeye dair ne biliyorsa yurtdışından sipariş ettiği kitaplardan deneyerek öğrendi. 2004 yılında kurduğu “Atölye Curcunabaz’’da halen kukla ve maske çalışmalarını devam ettiriyor.

çalışmalarından bazıları

- “Popmit” fotoğraf projesi için maskeler
- Gülben Ergen’in “Uçacaksın’’ konseri için maskeler
- Açıkgöz Kukla Tiyatrosu için ipli kuklalar
- Zeynep Casalini’nin “Delilik” klibi için kukla yapımı ve oynatımı
- Türkmen Devlet Kukla Tiyatrosu için kukla
- Oyun Atölyesi’nin sahnelediği “Atinalı Timon” için maskeler
- Tan Sağtürk’ün dans gösterisi için maskeler
- Avrupa Birliği Bilgi Merkezi “Lokumla Avrupa'ya’’ oyunu için kuklalar
- Altıdan Sonra Tiyatro’nun sahnelediği ‘’Kapıların Dışında’’ oyunu için kukla/maske tasarımı ve uygulaması
- Y.T.Ü Oyuncuları “Antigone” oyunu için maskeler, “Denizde Karaltı Var” oyunu için kuklalar
- Ahşap Çerçeve Kukla Tiyatrosu’nun “Küçük Deniz Kızı” ve “Varyeteler”oyunları için kuklalar, ”Notre Dame’ın Kamburu” için maskeler
- Van Devlet Tiyatrosu’nun “Gayrı Resmi Hürrem” oyunu için kuklalar
- TRT Çocuk kanalı için “Bizim Mahalle”, “Çık Dışarıya Oynayalım”, “Namnam ve arkadaşları” çocuk programlarına kuklalar
- İstanbul Kukla Tiyatrosu “İncirci Çocuk” oyunu için kuklalar

Surname-07 Surname-10

Oyun Üzerine Düşünceler

Çok küçüktüm. Daha doğru düzgün yürüyemiyor muydum ne... İzmir’de tam Üçyol’a bir meydan kurulurdu. Meydanın ortasında da koca bir çadır. İçinde türlü hünerler, gösteriler... Ben ağzı açık seyreder, gıpta ile, kıskançlık ile düşler kurardım içinden o çadırın geçtiği.

Çok küçüktüm. Son yazlık sinemalara ağabeyimle, ablamla kaçar, gizliden çiğdem çitleyerek filmler seyrederdik. Yaşar Usta’ları, Ferit’leri, Güdük Necmi’leri, Şekerpare’yi, Vecihi’yi... Gülerdim. Ama nasıl çok gülerdim. Oradaki herkes gülerdi. Görseniz, sanki birbirini hep çok sevmiş insanlardı tahta sandalyelerde yan yana oturup kahkahalar atan.

Çok küçüktüm. Yolun köşesinde bir boyacı çocuk; sandukası devrilmiş, boyaları dağılmış, çökmüş olduğu yere ağlardı. Herkes koşardı boyacının yanına, elbirliği ile dağılan eşyalarını toplar, çocuğa da üç beş kuruş verip sırtını sıvazlardı. Sonra hep beraber silinirdi dağılmış boyanın yerde yarattığı iz. İsmini bilmediğimiz sübyana, omuz omuza sahip çıkardık biz.

Çok küçüktüm. Güzelbahçe’de, evlerin ortasında koca bir masa. Masanın üstünde herkesin evinden getirdiği yemekler. Bir yandan şarkılar söylenir, bir yandan sohbetler edilirdi. Birinin derdi varsa, gözyaşı herkesin içinden geçer, toprağı öyle delerdi. Komşusu açken, tok yatan olmazdı. Herkesin yüzü gülmeden, kimse gidip uyumazdı.

Katalog-05 Surname-04

Büyüdüm bir ara. İstanbul’a gelmek icap etti.

İstanbul, büyüklüğüme denk geldi. Kayboldum. Yalnızdım. Anlamadım. Kalabalıktı. Görmüyordu kimse kimseyi. Sanki İstiklal, bir ruhlar resm-i geçidiydi. Sevmedim şehri! Sandım ki, kabahat İstanbul’un... Hâlbuki büyümüştüm...

Bu oyun, bir özür. Bir hatırlama. Bir barışma vesilesi… İstanbul’la... Birbirimizle...

Yüreğimizde bir boşluk. Boşluğun içinde koca bir şenlik. Şenliğin içinde ortak gördüğümüz bir düş.

Özlediğimiz her şey! Bir arada durmak. Yan yana, fark olmaksızın.

Çevrenize bakın. Yanınızdakine, yörenizdekine.

Çekin tutun kolunu. Bırakmayın.

Sarılın. Benden söylemesi.

Sımsıkı sarılın.

Ortak aklın, ortak emeğin ürünü... Bir ekip ve emek oyunu. Beğendiğiniz her şey, ekibin başarısıdır. Beğenmediklerinizse benim kabahatim.

Düş sizin, gerçek sizin.

Şenliğinizi başlatın.

Düşmemek için...

Birbirinize sahip çıkın...

(Yiğit Sertdemir)

Surname-15 Surname-16

Proje Üstüne

Dev kuklaları kullanarak Osmanlı şenlikleri ile ilgili bir proje yapmak uzun zamandır hayal ettiğim bir şeydi. Ayşenil Şamlıoğlu’nun Surnamelere ve şenliklere olan merakı, bu konuda Yiğit Sertdemir’den bir proje istemesi harika bir olay olarak karşıma çıktı.

Osmanlı şenliklerini içinde hapsolduğu Surnamelerden çıkarıp bugüne getirmek ilk hareket noktamızdı.

Oyunda kullandığımız kukla ve maske tasarımlarının bir kısmını önceden çizdiysem de çok büyük bir kısmı prova öncesi çalışmaların, provalar sırasında çıkan doğaçlamaların ve fikirlerin sonucunda şekillendi. Şehir Tiyatroları atölyelerinde üç aylık aralıksız ve uzun çalışma saatleri boyunca sürdürülen bir üretim sonucu tasarımlar gerçekleştirildi.

Tüm dünyada daha çok geçit törenlerinde kullanılan dev kuklaları bir tiyatro oyununun içine taşımak, bazen yedi oyuncunun aynı anda manipüle ettiği kuklaları tasarlamak zordu ancak bir o kadar da geliştiriciydi.

Bana inanıp tüm tasarımlarımda beni özgür kılan yönetmenim Yiğit Sertdemir’e, bu projede gecesini gündüzüne katıp asistanlığımı yapan sevgili Sedef Kermen’ e, büyük özveriyle çalışan realizatörlerimiz Bahri İridağ, Nevin Sağırosmanoğlu ve Gökçe Okay Delagrange’a, tasarımların hayata geçirilmesinde büyük emekleri olan heykeltıraşlar Özlem Aksar, Eda Taşlı, Başak Günaçan, Nevin Köksal ve Hülya Genç’e, mehter takımı mekaniğinde yardımlarıyla bana destek olan eşim Savaş Balaban’a, tüm Şehir Tiyatroları atölyesi çalışanlarına ve tabii ki kukla ve maskeleri gerçek kılan oyuncu arkadaşlarıma destek ve emekleri için teşekkür etmek isterim.

Bir kukla sanatçısı olarak umarım ki büyük bir çaba ve özveriyle gerçekleştirdiğimiz oyunumuz, çocukların olduğu kadar yetişkin seyircinin de kukla tiyatrosuna olan ilgisini arttıracaktır.

(Candan Seda Balaban)

Surname-11 Surname-18

İstanbulbazlar

Güldürü üzerine eleştirisini kuran Yiğit Sertdemir, Surname 2010 oyunu ile İstanbul’da yaşayabilme hünerini İstanbulbazlar ile sahneye taşıyor.

Yönetmen Yiğit Sertdemir, İBB Şehir Tiyatroları’nda sahnelenen “Surname 2010″ adlı oyunundaki ‘İstanbulbazlar’ ile İstanbul’da yaşayabilme hünerini anlatıyor. Geniş bir ekibin hazırladığı oyunun senaryosunu da yazan Sertdemir, bu yeni oyun ile Osmanlı ile yaşıt olan şenlikleri, günümüzle harmanlayarak sahneye koyduğunu söylüyor. Temaşa sanatının ustalarının yâd edildiği ve İstanbul’da yaşayanların sosyal hayat içindeki durumunun gözler önüne serildiği oyunda ipli kuklalar ve masklı oyuncular rol alıyor. Kostüm tasarımı Candan Seda Balaban’a, kareografisi Özgür Tanık’a ait olan oyun, titiz bir çalışmanın ürünü olan kostümleri ve dekoruyla dikkat çekiyor ve size keyifli dakikalar vaad ediyor.

Katalog-02 Katalog-03

Surname, Divan Edebiyatı’ında sünnet, düğün ve şenlik gibi sevinçli olayların anlatıldığı eserlere verilen ad. Bilinen ilk büyük yazma ise daha çok Surname-i Hümayun olarak da anılan III. Murad Surnamesi. Seyyid Lokman tarafından 1582′de yazılan, Nakkaş Osman tarafından resimlenen bu surnamede, Şehzade Mehmet’in sünnet düğünü nedeniyle yapılan geçit törenleri, eğlenceler ve şenlikler anlatılıyor.

Surname-06 Surname-17

Bizim ‘Surname’miz adından anlaşılacağı gibi bugünde geçiyor. “Surname 2010″ eski Osmanlı törenlerinin ve tarihi figürlerin dev kuklalar ile şenlik havasında sunulduğu bir oyun. ‘İstanbulbazlar’ aracılığıyla bugüne de eleştiri getiren oyun, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Şehir Tiyatroları’nın üç aylık emeğinin ürünü. Sahnede ilk olarak kocası ölen sahaf Sühandan Hanım’ı görüyoruz. Yalnızlık içinde kitapların arasında günleri geçen Sühandan Hanım’ın eşinin yazmış olduğu ama tamamlayamadığı surnameyi okumaya başlaması perdeyi hareketlendiriyor. Sahneye konan Zümrüd-ü Anka kuşunun kanatlarında, masal diyarında yaşayan kuklalar, tellallar, tulumcular, curcunabazlar, çengiler, kuşbazlar peş peşe can buluyor.

Katalog-06 Katalog-07

“Acı ve sevincin birlikte yaşandığı bu topraklarda kara mizah her zaman sevilir. Cenazelerinde fıkralar anlatan bir toplumuz biz, bunun nedeni yaşanılan acıdan uzaklaşmak isteğidir.” diyen Yiğit Sertemir, oyununa, İstanbul’da yaşayan herkesin kendisinden bir parça bulacağı tiplemeleri dahil ediyor. Siyah giyisilerle sahneye çıkan, vapura yetişmeye çalışan, tranvaydan inmek isteyen, birlikte maç izleyen İstanbulbazlar, artık İstanbulluya çok sıradan gelen bu anlamsız hıza eleştiri getiriyor. Yaşadığımız telaş ve kargaşayı, medeni ilgisizliği sahnede görmeninin izleyici üzerindeki etkisi de büyük. Oyunun sadece güldürü olarak algılanmaması gerektiğini vurgulayan Yiğit Sertdemir de özellikle bu sahnelere dikkat çekiyor: “Oyunda en çok alkış alan yerler eleştirinin yoğun olarak geçtiği İstanbulbazlar bölümü. Bunun nedeni ise izleyicilerin her gün yaşamış olduklarını yani kendilerinden birşeyleri sahnede görmeleridir.” Temaşa sanatlarının hala yaşadığını fakat günümüze taşınırken çağın koşullarının düşünülmesi gerektiğini söyleyen Sertemir bu işi iyi bilenlerin icra etmesinin gerekliliği üzerinde önemle duruyor.

Katalog-01

Surname-05

Bir Kritik (Mehmet K. Özel)

Oyunla ilgili değerlendirmeler ve video görüntüler için tıklayın-yukarıda sözü edilen 'İstanbulbazları' da video görüntülerinde izleyebilrsiniz..

23 Mart 2011

Robert Bresson

Bresson1

Robert Bresson 25 Eylül 1901'de Fransa'da, Auvergne'de doğdu. Aslında ressam ve fotoğrafçı olan yönetmen, 30'lu yıllarda film alanında bazı deneyimler kazandı. İlk konulu film denemesini 1943 yılında gerçekleştirdi. Kendi özgün uslubunu, o gün bu yana çevirdiği çoğu edebiyat uyarlaması filmlerle oluşturdu. Erdem, masumiyet ve suç, ölüm - özellikle intihar -, tinsel açıdan yeniden yaradılış ve çürüyüş temalarında tutkulu ısrarı, pek çok ödüle sahip bu sinema ustasını, saygı duyulan, ancak popüler olmayan bir yönetmen konumuna getirdi. 18 Aralık 1999' da öldü..

Robert Bresson dünya sinemasında çok özel yere sahip bir yönetmendir. Fransız sinemasında, aynı dönemlerde ürün verdiği Fransız Yeni Dalgası yönetmenlerinden farklı bir yerde, kendisine has ve tek başına ancak kategorize edilebilecek özel bir yerde durur. Yarattığı çok özel stille kendisinden sonra gelen birçok yönetmene örnek olmuştur. Sinemayla ilgilenen çoğu insanın adını bile duyunca saygı göstermesine karşılık, filmlerinin, sinema eleştirmenleri tarafından dahi çok bilindiğini söyleyemeyiz.

Toplam 14 filminin birkaçı dışında çoğunu başyapıt olarak değerlendirebiliriz. Bresson filmlerinin en önemli özelliği ulaşılması zor sadeliğidir. Oyuncu seçimlerinde profesyonel olmayan oyuncuları yeğleyen ve oyuncuların oynadıkları rolde duygusallığa izin vermeyen bir yönetmen olan Bresson’un filmleri bu açıdan çok nevi şahsına münhasırdır. Kamera hareketlerinde, seste, müzikte ve oyunculuklardaki bu tutumluluk Bresson’un, hayatı “nasılsa o şekilde ve tüm sadeliğiyle” kavrama isteğinden kaynaklanır. Sinema dili, sinemada minimalizm olarak da değerlendirilebilir.

Bresson3Bresson2Bresson

Bir röportajında, hayatın içindeki basitlik ve sıradanlıkta, Tanrının adını anmaya gerek duymadan O’nun varlığını görmenin öneminden bahseden Bresson için tüm filmleri böyle bir arayışın sembolü mahiyetindedir. Bu yüzden Bresson söz konusu olduğunda, onun filmlerini salt estetik düzeydeki minimalizmiyle değil, bu minimalizmin sebeplerini, yani Tanrıyı hissetmek ve hissettirmek isteyen bir insanın çabaları olarak görmeliyiz. Bu anlamda Bresson, seyircisinden de aynı şeyi talep eder. Filmin ruhsallığına katılabilmek için de belki Tarkovsky filmlerine benzer şekilde bir teslimiyet ve ruhsal olarak filmdeki yaşantıya katılmak gerekir.

Bresson, filmlerinde özellikle ilk dönem birkaç filmi hariç hep amatör oyuncular kullanmıştır. Bunun sebebini ise, profesyonel oyuncuların filmin istediği ruhsallığa, duygusal atraksiyonları yüzünden katılamamaları olarak gösterir. “Model” adını verdiği oyuncular onun için filmin içinde bulunduğu ruhsal atmosferin modelleridir, başka bir şey değil! Duygusallığın uzağında bir oyunculuk anlayışı Bresson’un çok kendine has özelliğidir. Bresson’a göre filmin ruhsallığı ancak ve ancak duygusallığın uzağında ve üstünde gerçekleşebilir. Duygusallık ise ruhsallığın önüne set vuran (aynen Hollywood filmlerinde olduğu gibi) bir engel gibidir Bresson için.

“Filmlerimi yaparken ne yapacağım üzerinde çok fazla düşünmem; sadece açıklamaya kalkmadan bir şeyleri hissetmeye çalışır ve bunu yakalamaya çalışırım…Düşünmek çok korkunç bir düşmandır. Sanat yaparken zekanı kullanmak yerine, sezgilerini ve kalbini kullanmalısın!” diyen bir yönetmen için seçtiği biçimin de bu fikre uygun bir biçim olması kaçınılmazdır.

Une Femme Douce3 vlcsnap-2010-09-23-22h20m52s179

Filmlerinde dramatik kurguyu çok önemsemeyen, klasik kamera açıları yerine mesela insanların ellerine, ayaklarına ve yaptıklarına odaklanan, genelde hareketsiz, bel hizası bir çekimi yeğleyen Bresson, bu özellikleriyle hemen fark edilen bir stile sahiptir. Görüntülerdeki tutumluluğu ve sadece “gerekli” görüntüleri aktarmak isteği, onun kesimlerini sadece gerekli yerlerde yapılması gereken bıçak gibi keskin anlatım imkanları olarak görmemize sebep olur.

“Gördüğünü senin gördüğün gibi gören ilk insan sen ol” diyerek aslında hayatın bir kere oluşmuş bir halini aktarmak ister Bresson. Bu anlamda, nesnelere ve onların, kişilerin yaptıklarıyla ilişkilerine özel bir önem verir. “Sinematograf Üzerine Notlar” adı kitabında herkesin koşuşturup durduğu ama aslında yavaş olabilen filmlerden ve hiç kimsenin hareket etmediği ama içinde hareket olan filmlerden bahseder. Kendi filmleri de işte normalde yavaş ilerleyen ama insanoğlunun kadîm problemlerine eğildiği için çok yoğun bir içsel düşünceyi ve hareketi çağırırlar. Çoğu filminde diyalog açısından da minimal bir tutum izler Bresson. Sadece “gerekli” olan görüntünün, sadece gerekli olan diyalogları söz konusudur filmlerinde fazlası değil!

“Bir Taşra Papazının Güncesi (1950)” filminde taşraya atanan ve ağır bir hastalık geçirmekte olan bir din adamının inancı ile kendisini bekleyen son arasındaki tezata gösterdiği sabır ve sebat anlatılır. Aslında din ve Tanrı ile ilişkisini koparmış bir dünyada, hayata bakışını din üzerinden kuran; yardımı, iyiliği, ahlakını ve başkası için adanmayı ancak bu çerçevede anlamlandıran bir insanın, anlaşılamaması ve git gide bulunduğu ortama yabancılaşması söz konusudur. Bütün diğer filmlerinde de olduğu gibi, Bresson, modern çağlarda insanoğlunun katı acımasızlığını ve merhametsizliğini önümüze sürer. Tarkovsky’ye göre gelmiş geçmiş en iyi film olan “Bir Taşra Papazının Güncesi” filmi, gerçekten de ruhsallığı ile seküler dünya arasındaki büyük çatışmanın dindar bir insana yaşatabileceği acıları ve onun yalnızlaşmasını konu edinir.

Un Condamné à Mort S'est Echappé Un Condamné à Mort S'est Echappé2 Le Diable Probablement

“Bir İdam Mahkumu Kaçtı (1956)” filmi ise idama mahkum olan bir insanı konu edinir. Bütün filmlerinde olduğu gibi bu filmi de, anlatılan konunun çok ötesinde insan denen varlığın ruhsal mücadelesi ve kurtuluşunun çarelerini araştırır. Filmin finali bu açıdan çok önemlidir..
“Yankesici (1959)” Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanı ile gevşek olarak ilintli bir filmdir. Yankesicilik yapan Michel, Raskolnikov gibi bunu insanlığın iyiliği için yaptığını düşünmektedir.

Zenginden yoksulun hak ettiğini alıyordur çünkü. Bu film Bresson’un bir taraftan insanın en temel erdemlerine ve kötülüklerine bakışı olurken, diğer taraftan da içinde bulundurduğu çok ilginç yankesicilik sahneleriyle hareketli bir yapı arz eder. Filmin sonunda Michel’in sevdiği kadına hapiste söylediği “Seni bulmak için ne kadar uzun bir yol kat etmem gerekiyormuş” sözünü söylediği an, aslında doğru yolun çok dolambaçlı ve çoğu zaman da acı veren yollardan geçilerek bulunabildiğini imâ eden çok önemli bir andır; aynen Raskolnikov’un Sonya’daki saf aşkta sükût bulması ve huzura ermesi gibi…

Les Anges du PéchéLes Anges du Péché2Lancelot du Lac

“Jean D’arc’ın Yargılanması (1962)” Dreyer’in Jean D’arc filminden bazı noktalarda ayrı yerde durur. Belki Bresson’un en iyi filmlerinden olmasa da yine de Bresson’a has özellikleri gördüğümüz ve orijinal Jean D’arc yargılanmasına yakınlığı ve yine duygusallıktan uzak bir oyunla (Dreyer’inkinin tam tersi) aktarılmasıyla önemli bir filmdir.

Procès de Jeanne d'Arc MouchetteMouchette2

“Mouchette (1967)” ise Bresson’un büyük başyapıtlarından birisidir. Birçok açıdan “Au Hasard Balthazar” filmine benzeyen Mouchette filminde, 15 yaşlarında bir genç kızın önü gelmez acılarının karşısında umutsuzca sürüklenmesi söz konusu edilir. Benim sinema tarihinde gördüğüm en derin (ama aynı zamanda ancak hissedilebilecek kadar sade, hemen tüm Bresson filmlerinin finalinde olduğu gibi) final sahnesinde, annesinin öldüğü gün hayatla kalan son bağını da koparmaya niyetlenen genç kızın son bir umudunun nasıl bir vurdumduymazlıkla suya düştüğünü görürüz:

Mouchette intihar etmek için bir göl kenarına gider. Amacı suya atlayıp kendisini orada boğmaktır. İlk denemesi başarısızlıkla sonuçlanır. İkincisini denemeden önce ilerideki yoldan bir traktör geçiyordur. Kız, hayata tutunma isteğinin küçücük de olsa bir karşılığını bulmak istiyordur, insanlarda küçücük de olsa bir merhamet kırıntısına şahit olmak! Traktör şoförüne elini kaldırarak selam verir. İster ki bir küçük karşılık görsün ve hayata tutunacak bir sebebi olsun; ama traktör şoförü Mouchette’in el selamını görür ama kafasını çevirip yoluna devam eder. İntiharla biter film.

Mouchette, hayatımızdaki en büyük acımasızlıkları, vurdumduymazlıkları sadece “kötü” insanların değil, aynı zamanda normal hayatlarını yaşayan “iyi” insanların da yaptığının; yaptığımız ya da yapmadığımız küçücük şeylerin bir insanın hayatında yaratabileceği devasa etkileri görmek konusundaki körlüklerimizin yüzümüze vurulmasıdır bir anlamda. Aynı son “Devil Probably” filminde de vardır. Hayattaki acımasızlığa, çürümüşlüğe itiraz ve protesto olsun diye ve hayatta yaşamaya değer bir şey bulmadığı için intihar etmek isteyen genç bir adam, intihar etmek istediği son gün, dışarıdan gelen müthiş bir Mozart müziği duyar. Hiç olmazsa bu müziğin nereden geldiğini, bu kadar ince ve güzel bir müziği çalan insanın, şu hayata tutunmak için yeterli bir sebep olabileceğini düşünüp dışarı bakar. Ancak bir süre sonra anlar ki, bu müzik bir televizyondan geliyordur…intihar eder.

L'argent Les dames du bois de boulogne 1945 real : Robert Bresson Paul Bernard Maria Casares Elina Labourdette COLLECTION CHRISTOPHEL Quatre Nuits D'un Rêveur

Son filmi “L’Argent- Para (1984)” filminde paraya bağımlı ve materyalizmin tutsağı olmuş acımasız bir dünyaya bir protesto söz konusudur. Bresson, filmini bir seri cinayet filmi olarak adlandırır. Seri cinayet, aslında paranın bizlerin ruhuna yaptığından başka bir şey de değildir. Artık vücutların kendilerine varlık ve anlam veren ruhsallıklarını kaybettikleri ve birer makinaya döndükleri bir dünyadır “Para” dünyası. O yüzden bu film sık sık ruhsallığını yitirmiş ve birer makine parçası gibi işlev gören ellere, kollara, ayaklara ve diğer vucut parçalarına odaklanır yüz yerine… Filmde, sahte paranın kaynağının peşinde giderken, paranın getirdiği sahte dünyaları önümüze koyar Bresson.

Au Hasard Balthazar Une Femme Douce Une Femme Douce2

Birçok sinema eleştirmeni ve yönetmeni ta rafından sinemanın gelmiş geçmiş en önemli birkaç filmi arasında gösterilen “Au Hasard Balthazar (1966)” filmi için büyük Fransız yönetmen Jean-Luc Godard “Bir buçuk saatte dünya” yorumunu yapmıştır. Bir eşeğin başrölü oynadığı filmde, eşeğin başına gelenlerle benzer bir kadere yürüyen Marie’nin hayatı anlatılır.

Bir çiftlik evinde doğduğunda “vaftiz edilen” ve Marie ile Jacques’in çocukluk anılarına eşlik eden eşek “Balthazar”, hayatının geri kalanında sık sık el değiştirirken aynı zamanda insanlığın yüzüne tutulan bir ayna işlevi görmektedir. Her gittiği yerde insanlığın acımasızlığına ve zulmüne şahit olur Balthazar. Ancak bu zulümler Gerard gibi gerçekten kötü insanların zulmü olabildiği gibi, sıradan “iyi” denebilecek insanların da vurdumduymazlıklarının, çıkarcılıklarının sonucudur çoğunlukla. Bresson bu filmde de diğer filmlerinde izini sürdüğü temel kötülüğü araştırır. İnsanoğlu, diğer insanlara ve canlılara bu kadar acı çektirebilmeyi hangi temel dürtüyle becerebilmektedir? Bundan çıkış ve kurtuluş yolu nedir?

Bencilliklerinin peşinde koşan ve bu bencillikleri yüzünden Balthazar’a ve diğer insanlara acı çektiren insanlar, tüm insanlığın da bir prototipi gibidir. Bencillik, insanlığın en büyük kötülüklerinden birisidir ve bu yüzden başkalarına çektirdiğimiz acıları dahi anlayamadığımız ve belirli bir süre sonra kendilerimize acı çektirmek olarak yansıyabilecek temel bir kötülüktür. Aynen Balthazar’da olduğu gibi, bu bencillikler, yapılan kötülüklerin üstünü örter, hatta bunları kötülük olarak görmeyecek kadar da kalp körleşmesine yol açar! Balthazar, bütün bu kötülüklerin, zulümlerin sessiz bir tanığıdır. Marie’nin hayatını daha 15 yaşındayken bir cehenneme çeviren bu tür bir bencillik ve acımsızlıktır aslında. Hem kötü insanların, hem de iyi insanların, yaptıkları ve yapmadıkları sonucu büyük bir felakete sürüklenen Marie ve Balthazar adeta insanlığın gitmekte olduğu büyük felaketin sembolleri gibidirler.

Bresson’un diğer önemli filmlerinin olduğu gibi “Au Hasard Balthazar” filminin de final sahnesi, çok sade ama bir o kadar da insanlığın üzerine düşünmesi gereken bir finaldir. Hayatı boyunca kendisine acılar çektirmiş insanların zulümlerinin en sonuncusunda vurulduktan sonra gidip bir koyun sürüsünün şefkatine ve koruyuculuğuna sığınan ve ölümü orada, huzurla yatarak karşılayan Balthazar, bizlere de huzur için bir seçenek sunuyor gibidir.

2305605323_e945fd4ae4_o i029

Bresson’un filmlerini bir başka açıdan Tarkovsky filmleriyle karşılaştırırsak belirli ortak noktalarla birlikte bazı karşıtlıklar da buluruz. Bresson filmlerinde ruhsallığı ile yaşadığı dünyanın gerçekliği arasındaki çatışmayı ve çelişkiyi intiharda bulan genç insanlar söz konusudur. Mochette, Devil Probably, Gentle Creature hatta bariz bir görünme olmasa da Balthazar…yine yaşadığı dünya ile uyumsuzluğunu çözebilme ve direnebilme gücünü yitirmiş ruhsal açıdan güçsüz insanlar vardır (Bir Taşra Papazının Güncesi, Au Hasard Balthazar vesaire) .

Tarkovsky filmlerinde ise yaşanan dünya ile insanın ruhsal yönü arasındaki tüm çelişkiye rağmen, buna direnen ve kendi ruhsallığını hayata tutturmaya çalışan ruhsal açıdan güçlü insanlar vardır. Nostalghia’da intihar eden deli Domanico bile bu intiharı bir güçsüzlük sebebiyle değil, tam tersi insanlığa çözüm yolunu gösterebilmek amacıyla yapar. Bu yüzden Bresson’un, insanoğlunun ruhsallığı ile reel dünyanın acımasızlığı arasındaki dengesizliği ve çelişkiyi çözebilecek bir çıkış yolu bulamadığı, ya da o çelişkiden umutsuzluğa kapıldığı sonucuna varabiliriz.

Dünya sinemasının kendine has, kopya edilemez büyük bir yönetmeninin sadelik başyapıtı olan “Au Hasard Balthazar” gerçekten de 90 dakikada insanlık tarihi olarak değerlendirilebilir.

(http://archive.sensesofcinema.com sitesinden alıntı )

Bresson0

Yönetmenliğini yaptığı filmler

1983-L'argent/ Para
1977-Le Diable Probablement /Herhalde Şeytan
1974-Lancelot du Lac / Göl'ün Lancelot'u
1971-Quatre Nuits D'un Rêveur
1969-Une Femme Douce /Zarif Bir Kadın
1967-Mouchette /Mouchette
1966-Au Hasard Balthazar /Rastgele Balthazar
1962-Procès de Jeanne d'Arc /Jeanne d'Arc'ın Yargılanması
1959-Pickpocket / Yankesici
1956-Un Condamné à Mort S'est Echappé /Bir İdam Mahkumu Kaçtı
1951-Journal d'un Curé de Campagne /Bir Köy Papazının Güncesi
1945-Les Dames du Bois de Boulogne/Boulogne Ormanının Hanımları
1943-Les Anges du Péché / Günah Melekleri
1937-Courrier Sud
1936-Les Jumeaux de Brighton
1934-Les Affaires Publiques-Kısa Film
1933-C'était Un Musicien

Journal d'un Curé de Campagne Journal d'un Curé de Campagne3 Journal d'un Curé de Campagne2

Journal D'un Cure De Campagne (1951)

Diary of a Country Priest (1951)
Bir Taşra Papazının Güncesi (1951)
Yapım: 1951-Fransa
Tür: Dram, Gizem
Yönetmen: Robert Bresson
Senaryo: Robert Bresson
Senaryo (Kitap): Georges Bernanos
Yapımcı: Robert Sussfeld, Leon Carre
Görüntü Yönetmeni: Léonce-henri Burel
Müzik: Jean-jacques Grünenwald
Süre: 1 saat 50 dk

Oyuncular: Andre Guibert, Antoine Balpêtré, Bernard Hubrenne, Claude Laydu, Gaston Severin, Gilberte Terbois, Jean Danet, Jean Riveyre, Jeanne Etievant, Leon Arvel, Marie-Monique Arkell, Martine Lemaire, Nicole Maurey, Nicole Ladmiral

Genç bir taşra papazı, iç karartan Ambricourt köyünün sakinleri tarafından düşmanlık ve güvensizlikle karşılanıyor. Yalnızlıktan ve mide ağrılarından mustarip papaz, tek teselliyi zeki bir adam olan Torcy rahibinde bulur. Papaz yerel şatodaki derin çatışmalara müdahale etmeye çalışır. Kont, kızının mürebbiyesiyle bir ilişki yaşamakta; Kontes ise hâlâ yıllar önce küçük yaşta ölen oğlunun yasını tutmaktadır. İçi düş kırıklığı ve kızgınlıkla dolu olan kızları ise intihar etmeye niyetlidir. Minimalist yönetmen Robert Bresson'un en iyi filmlerindendir.

Din ve Tanrı ile ilişkisini koparmış bir dünyada, hayata bakışını din üzerinden kuran; yardımı, iyiliği, ahlakı ve başkası için adanmayı bu çerçevede anlamlandıran bir insanın anlaşılamaması, onu git gide bulunduğu ortama yabancılaştırıyor. İnsanoğlunun modern çağlarda acımasızlıklarla ve merhametsizliklerle anılır olmaya başlaması bu kopuşla olduğu kadar, kopanın yerine bir şey ekleyememekle ilgili. Ortaya çıkan kocaman boşluğun yarattığı anaforda oradan oraya sürüklenir olmuş tüm insanlık!

Bu kopuş, inanan ve inandığı gibi bir hayat sürmeye çalışan bir insan için, iç çatışma ve bu çatışmanın getirdiği yalnızlıktan başka bir sonuç getiremez mi gerçekten? İdeali ile yaşadığı hayat arasında bunca kopukluk olan inanan bir insan, şizofren olmadan yaşamayı nasıl becerebilir?


Pickpocket2 Pickpocket Pickpocket3

Pickpocket-1959-Robert Bresson

Yönetmen: Robert Bresson
Tür: Crime,Drama,Thriller
Ülke: France
Dil: French
Senaryo: Robert Bresson | Fyodor Dostoevsky
Görüntü Yönetmeni: Léonce-Henri Burel
Yapımcılar: Agnès Delahaie
Süre: 75 min

Oyuncular: Martin LaSalle, Marika Green, Jean Pélégri, Dolly Scal, Pierre Leymarie, Kassagi, Pierre Étaix, César Gattegno

Michel zeki, çalışmayı pek sevmeyen ve içindeki bazı dürtüleri harekete geçiren soğukkanlı bir insandır. Bu yüzden yankesicilik yapar. İlk başlarda tek başına yaparken daha sonradan başka yankesicilerle beraber organize olarak işi devam ettirir. Michel, sonunda insanlardan ne kadar para çalarsa çalsın, zamanın ondan çaldıklarını bir türlü yerine koyamayacağını geç de olsa anlayacaktır.
Filmde karakterler arasında geçen diyaloglar da çok tutarlıdır. Kapkaç sahneleri o kadar iyi çekilmiş ki geriliyorsunuz, sanki kapkaçı yapan sizsinizde her an yakanabilirsiniz gibi. İşte bu da Bresson'un sadeliğinden, yakaladığı görüntü açısının mükemmelliğinden ve rahatsız edici sessizlikten ileri geliyor.

Dikkatle bakıldığında Dostoyevski'nin Suç ve cezasındaki varoluşu, aşk'ta bulma, ya da Kant'ın transandantal (aşkınsal) içeriğine göndermelere haiz bir yapıttır Pickpocket. Hırsızımızın amacı çalmak değil ya da diğer bir deyişle yapılan eylemden çok eylemin neden yapıldığına dair bir imgelem içerir. eğer insan hiçbirşeyse ve kaybedeciği bir şey yoksa ya kendini öldürür, ya inzivaya çekilir ya da kendisine varlığını tanıtlayacak bir meşgale bulur. Burda da ayyuka çıkan meşgale 'Yankesicilik'tir.


web sitesi

Related Posts with thumbnails