02 Mart 2020

Melisa Gürpınar-Salkım Söğütlerin Gölgesinde


Melisa Gürpınar, 1941’de İstanbul’da doğdu. İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi ile İstanbul Belediyesi Konservatuvarı Tiyatro Bölümü'nde okudu. İlk şiir kitabı 1962’de yayımlandı. Öğrencilik yılları boyunca, bir sanat dergisinde yazı işleri müdürlüğü, halk eğitim merkezlerinde tiyatro eğitmenliği yaptı, amatör olarak öncü tiyatro çalışmalarına katıldı. Dönemin bütün sanat edebiyat dergilerinde yazdıklarını yayımlandı. Konservatuvarı bitirdikten sonra, iki yıl kadar Londra’da tiyatro eğitimini sürdürdü ve BBC Türkçe servisinde, tiyatro eleştirilerini içeren kültür konuşmaları yaptı.

1966’da İstanbul’da Yeni Tiyatro Derneği adlı oluşumun kuruluşunu üstlendi. 1970’te de Kardeş Sahne adlı profesyonel bir tiyatronun ortaklığını yaptıktan sonra, tiyatro ile ilişkisini uzun bir süre yalnızca eleştirmen olarak sürdürdü. Melisa Gürpınar bir dönem Türkiye Yazarlar Sendikası'nda Oktay Akbal'ın başkanlık yaptığı dönemde 1991-1993 arasında genel sekreterlik görevini üstlendi. Sanatçı, 24 Kasım 2014’te İstanbul’da hayatını kaybetti.

Kitapları

1962-El Yazısı Yılları-Şiir
1975-Yeni Bir Gün Şarkısı-Şiir
1981-Geceyarısı Notları-Deneme
1983-Ara Beni Sevgilim Sözcüklerin İçinde-Yalnızlık Mevsimi-Şiir
1985-Yaz Mektupları-Şiir
1990-İstanbul’un Gözleri Mahmur-Öykü
1993-Yeni Zaman Eski Hayat-Senaryo
1992-Çocukluğum ve Ölümüm-Şiir
1998-Salkımsöğütlerin Gölgesinde-Düzyazı Şiir
1999-Her Harf Bir Melek-Şiir
2003-Ada Şiirleri-Şiir
2008-Dul Evinde İncesaz-Anı
2009-Çamlıca'dan Yel Değirmeni'ne-Anı
2011-Şu Bizim Evliya Çelebi-Senaryo
2014-Güzel Acılar Ülkesi-Şiir
2016-Mühür Kesesi-Deneme

Çocuk Kitapları

1992-Uçup Giden Kent
1997-Okul Arkadaşım-Gençlik Romanı
1998-Kitap Benim Kanadım-Şiirsel Anlatı
2004-Küçük Şeyler-Eğitim
2008-Gel Dünyayı Seyredelim


Salkım Söğütlerin Gölgesinde 
Can Yayınları-1998 / 105 Sayfa

Melisa Gürpınar’ın, yaklaşık kırk yıllık şiir çalışmalarından damıttığı, şiirsel bir düzyazı denemesi. Kendi tanımıyla: okurlarıyla yaptığı bir konuşma aslında. Salkımsöğütlerin Gölgesinde için Melisa Gürpınar, şunları söylüyor:

‘Ben de işte, ömrümün bu döneminde, şairlerin ortak mülkü olan yalnızlık ülkesinin kapılarını, huzur ve dinginliğe biraz olsun aralayarak, sözün isyanını denetlemeyi, haykırmadan acı çekmeyi ve alışılmadık küçük mutluluklar yaratmayı denedim. Bütün isteğim, toplumsal ve bireysel hayatımızın sorunlarla dolu alacakaranlık ortamına, şiirin titrek ışığıyla yeniden yaklaşırken, ayrıntıların üstünde birikmiş tozlu, kıpırtısız duyguları aydınlığa çıkarabilmekti. 


Bu kitabı yazarken, gene bir yitik kent, doğa ve geçmiş zaman izleğinin ardından yola çıkarak, hiç ulaşamayacağımı sandığım bir salkımsöğütün gölgesine vardığımda, ruhumun ve bedenimin rüzgârda eriyerek, sanki sessizliğin kaynağına doğru aktığını duyumsadım. Gerçekliğin içinde yaşanılan her türlü sorgulama ve çatışmaları da unutmaksızın, ötelerde, belki de kendi derinliklerimde ürettiğim düşsel serüvenleri, okurlarımla yüz yüzeymişçesine, içtenlikle ve çok alçak bir sesle, ancak konuşarak anlatabilirim diye düşündüm.’

Alıntılar

Özgürlüğe, neden bu kadar tutkunuz acaba? Eskiciye satılmış antika bir ayna gibi, yitirince dövünürüz peşinden. O bize hep, kendimizi göstermez miydi? Geçmiş ve gelecekteki eylemlerimizi, daha da büyülterek, her zaman üstümüze doğru eğilen, yaldız çerçeveli boy aynasıyla, zaten biz hiç barışık değildik ki.

* * *
‘Ölenle ölünmez,’ derler, doğrudur. Yaşayanlarla da yaşanılmaz bazen. Ömrümüzün bir gününde, panayır yeri tam toplanırken, o telaş ve hesaplaşma içinde, hiç kimseyle yaşanılmaz, bir daha aynı hayat.
İşte eşlerimiz. Onlar ki, ödünç tohum aldığımız tüccar gibidirler, borçlarımızı ödemekle bitiremediğimiz. Ve bütün çocuklarımız, ‘hayırsız’ olmak zorundadırlar biraz. Aklı kıt olanları dışta tutarsak!
Pazarlık bu kadar gündemdeyken, her durakta bir ayrılık beklerken bizi, hiç binemediğimiz uçan bir halıya benzemez mi dostluklar, süzülüp geçerken göklerden, şaşkınlıkla ardından baktığımız.

* * *
Rüzgâr, uçuruyor kiremitleri, saçaklar dökülüyor, çarpıyor kırık panjur, kim bilir kaç yıldan beri? Gene yağmurlu bir gece, gene yalnızım. Ya herkesinki kadardır yaram ya da biraz daha derince yüreğimdeki. Meğer ne kadar alışmışım kendime, her gün giyilen bir giysi gibi.
Soğuk bir odada, bir servi sandık kadar unutulmuş olup da, içi durmadan geçmişle dolup taşan biri, acaba nasıl korumalı, güvelerin saldırısından kendini?

* * *
İçimizdeki o gizli nehre, her gün buruşturup attığımız kâğıttan kayık, söyleyemediklerimiz, hatta yazamadıklarımızda. Peki, ya gözlerimizdeki duman? Bir aşk çöplüğünün, içten içe yandığının belirtisi midir acaba sizce?


Rüzgarın ve gölgenin aşkına söyle; bu hayatın neresinde yaz olmuştu da, bir gün sürmüştü hani, sürmemişti bile belki? Elmalar kızarıvermişti dalında. Hastanın alnında ısınmıştı elim. En son anımsadığımsa, batan güneşe baktığımdı dalgın dalgın.
Sanki boşlukta duran bir kâğıt parçasıydım da, koşup dünyanın gölgesine sığınmasam, yanacakmışım gibi gelmişti bana.

* * *
Turuncu göğüslü nar bülbülü, daha doğmamış olanların şarkısını söyler ilkbaharda. Ve güz rüzgârı, ölümü yaklaşanları, saçlarından acımasızca çeker gibidir bir kuytuya. Bana sorarsanız, karakış çocuklarındır. Küçük bir kar masalıyla ısınır uykuları. Yaz ise, âşıkların mülküdür. Güneş aşkı kanatlandırır, beden uçmaklardadır.
Hiçbir mevsim, bir ölüm şiirinde yer almak istemez. Ah ölüm! Dünya güneşten kopuyormuşçasına, öyle gürültülü bir ânıdır ki hayatımızın, buzla ateş, su ile toprak harmanlanır, dağlar yürür, gök yırtılır. Lavların altında kalan bir sarı çiçek gibi insan, bir anda yanar ve bilinmedik bir mevsimde, belki bir anda yeniden yaratılır.

* * *
Besbelli dönüyoruz bir atlıkarıncayla da, eğlence nerede başlayıp nerede bitiyor, kimse söylemiyor bana. Neden gökleri özlüyor, toprağa değen gövde?

* * *
Tam ölüm ânında, ağaçlara bakıp ağlayan ve kargaların sesine yanıt veren bir insan, nasıl da sığınıyor aslında doğaya. Peki hayat, zamanla, bir çocuk şiiri kadar yalınlaşacak olduktan sonra, yaşanılan bunca kavga, intikam, kan ve acı, bunca kargışlama ve dil ile anlatılan destanlar, kimlere kalacak sonunda?
Ölümü uzakta sanan acemiler oyalanacak herhalde, sözün saraylarında bir süre daha.

* * *
İnsan öldüğünde, bir şey götürmez yanında derler ya, yanlış bir tanımdır bu. Her şeyini alır aslında. Yaz sonunda, denizin kumsalı da sürüklemesi gibi peşinden, söker götürür kendini yanında. Ama kimileri, beğenmediklerini bırakırlar geride. Kullanılmış eşya gibi çıkarıp bırakırlar kapı önüne. Yazıyla, boyayla, taşla, notayla biçimlemeye çalıştıkları, duygularını düşüncelerini bırakıverirler, belki başkalarının işine yarar diye.

Koskoca hayat sarayları, içinde onca hâzineyle uçar gider de, onların kapılarının önünü süpürmek düşer bizlere, merak ve içtenlikle.

(Bir İstanbul aşığıydı..yazdıklarıyla da İstanbul'a borcunu ödemiş oldu..)


Related Posts with thumbnails