30 Aralık 2022

Armağan Şarkılar-2023


 2022 yılı boyunca severek dinlediğim parçalardan seçtiklerim...

01.Avishai Cohen-Aley Giva (7:49) 
02.Aynur Doğan-Dar Hejiroke-Live Performance (8:35) 
03.Cem Erdost İleri & Fırat Tanış-Artık Benim Onurum (5:43) 
04.Cemil Qoçgiri & Tara Jaff-Nevai (2:21) 
05.Cemil Qoçgiri & Tara Jaff-Revin (4:35) 
06.Cemil Qoçgiri & Tara Jaff-Ruh (4:21) 
07.Cemil Qoçgiri & Tara Jaff-Tembur (1:54) 
08.Charlie Puth-Attention (3:31) 
09.Chip Taylor-Fuck All The Perfect People (4:18) 
10.Constantinople-Ablaye Cissoko-A L'écoute Du Moro (6:09) 
11.Constantinople-Ablaye Cissoko-Before The Rain (3:04) 
12.Constantinople-Ablaye Cissoko-Lountang (7:01) 
13.Constantinople-Ablaye Cissoko-Poisson Au Fond De L'ocean (5:04) 
14.Constantinople-Ablaye Cissoko-Rêveries (5:52) 
15.Constantinople-Ablaye Cissoko-Soutouro (6:40) 
16.David Darling-For The Love Of Oceans (4:29) 
17.David Darling-I Don’t Know Yet (6:14) 
18.David Darling-Water Dragon (3:02) 
19.Del Shannon-Runaway (2:21) 
20.Dolores Del Rio-Ramona (3:32) 
21.Dolores Del Rio-The Mass (5:20) 
22.Elia Bastida-Django (5:17) 
23.Elia Bastida-Nature Boy (2:09) 
24.European Jazz Trio-When I Got You On My Mind (5:12) 
25.Fatma Said-Barcarolle Belle Nuit, Ô Nuit D’amour (3:58) 
26.Fatma Said-Minué Cantado (2:30) 
27.Fatma Said-Wiener Blut (2:41) 
28.Fini Hostrup-Per Gade-Parakeet (4:58) 
29.Gonzalo Rubalcaba & Aymee Nuviola-Bemba Colora (5:16) 
30.Guns N’ Roses-Knockin' On Heaven's Door (5:36) 
31.Hajo Weber & Ulrich Ingenbold-Der Wundersame Weg (4:56) 
32.Hajo Weber & Ulrich Ingenbold-Sommerregen (5:52) 
33.Hajo Weber & Ulrich Ingenbold-Winterreise (4:21) 
34.Hans Ulrik-Epilogue (3:24) 
35.Hans Ulrik-The Summer Knows (5:18) 
36.Helle Lund-Den Gamle Skaerslippers Forarssang (3:08) 
37.Helle Lund-I Sne Star Urt Og Busk İ Skjul (3:27) 
38.Helle Lund-Spurven Sidder Stum Bag Kvist (5:02) 
39.Imany-Believer (4:42) 
40.Imany-Little Black Angels (2:51) 
41.Imany-Slow Down (Acoustic Session) (3:45) 
42.Jacob Gurevitsch-Buika-Melancoli´a (6:15) 
43.Jacob Gurevitsch-La Maison Verte (4:20) 
44.Jacob Gurevitsch-La Ville (3:42) 
45.Jacob Gurevitsch-Tiden Der Forstar (4:49) 
46.Jan Johansson-Liksom En Herdinna (2:55) 
47.Jim Croce-Time In A Bottle (2:28) 
48.Joel Lyssarides-Cloudberry Hill (4:36) 
49.Joel Lyssarides-Sommarsnö (2:06) 
50.John Zorn-The Forking Path (7:58) 
51.Katherine Jenkins-The Flower Duet (3:49) 
52.Kostas Matsigos-Avre Tu Puerta Cerrada (3:19) 
53.Leszek Mozdzer-Don't Give Up (Just Ignore It) (7:41) 
54.Leszek Mozdzer-Nikita's Dream (6:24) 
55.Leszek Mozdzer-Silento (8:50) 
56.Marek Konarski-Chopin (5:21) 
57.Marek Konarski-Jabluszko (3:37) 
58.Maria Daines-Dead İn The Water (6:51) 
59.Maria Daines-That's What The Blues Is All About (6:04) 
60.Matteo Bocelli-Cautionary Tale (3:49) 
61.Maya Perest-Yok Bana Bu Cihanda (4:28) 
62.Mihalis Kalkanis-Global Dance (5:13) 
63.Mihalis Kalkanis-Karpathos (4:21) 
64.Naumilkat,Jens,Schmiedt,Henning-No.8.Orgono Ta Nera (3:07) 
65.Nena Venetsanou-Lilith (3:36) 
66.Nick Cave-To Be By Your Side (4:04) 
67.Nils Landgren-Caecilie Norby-Hurt (4:52) 
68.Nizami Aliyev-Vaqif Xatiresi (5:35) 
69.Olaf Taranczewski-Ligature (8:02) 
70.Olaf Taranczewski-When I Was (4:26) 
71.Omar Sosa & Marialy Pacheco-Angustiado 4 Hands (10:22) 
72.Omar Sosa & Marialy Pacheco-Manisero (8:27) 
73.Ozgü Özman-Kanadım Değdi Sevdaya (4:37) 
74.Paul Winter Consort-Ode To A Fillmore Dressing Rom (5:34) 
75.Pete Seeger-Bach At Treblinka (1:16) 
76.Pete Seeger-The Water İs Wide (2:30) 
77.Pete Seeger-We Will Love Or We Will Perish (1:30) 
78.Prague Cello Quartet-Bohemian Rhapsody (5:55) 
79.Prague Cello Quartet-Pirates Of The Carribean (3:26) 
80.Sendecki And Spiegel-Don't Give Up (6:14) 
81.Sendecki And Spiegel-Little People (4:36) 
82.Sendecki And Spiegel-Solace (5:16) 
83.Seyyal Taner-Ahmet Abi-Mendilimde Kan Sesleri (3:25) 
84.Silvana Estrada-La Enfermedad Del Siglo (2:40) 
85.Silvana Estrada-Marchita (3:46) 
86.Silvana Estrada-Sabré Olvidar (4:29) 
87.Sinikka Langeland-Den Lille Fløyten (4:39) 
88.Sinikka Langeland-Row My Ocean (4:29) 
89.Stavros Lantsias-As Far As Your Eyes Can See (Live) (5:58) 
90.Stavros Lantsias-Midnight Walk [Live] (4:49) 
91.Stavros Lantsias-Prelude, Op. 28, No. 4 İn E Minor (Live) (2:22) 
92.Stavros Lantsias-Return (Epistrofi) [Live] (5:17) 
93.Stavros Lantsias-The Scent (To Aroma) [Live] (6:41) 
94.The Platters-Only You (And You Alone) (2:40) 
95.Tino Rossi-Catari, Catari (3:20) 
96.Tino Rossi-Chant D'amour De Tahiti (3:20) 
97.Tino Rossi-Vieni, Vieni (2:59) 
98.Tom Holkenborg-Djinn Theme (1:32) 
99.Tom Jones-Not Responsible (2:08) 
100.Tord Gustavsen Trio-Opening (3:25) 
101.Tord Gustavsen Trio-The Circle (3:56) 
102.Torsten Goods-Work Song (3:27) 
103.Triosence-Squirrel's Rock (5:27) 
104.Ulf Meyer & Martin Wind-Django (8:52) 
105.Ulf Meyer & Martin Wind-You Look Good To Me (5:43) 
106.Vagıf Mustafazade-Mugam (4:24) 
107.Vagıf Mustafazade-The Bride Comes To Our House (6:35) 
108.Vagıf Mustafazade-Witnessed-Ahmadova Reflection (3:59) 
109.Vincent Peirani-Les Larmes De Syr (8:29) 
110.Yellow Dog-Gypsy Soul (4:11) 
111.Zbigniew Preisner-Effroyables Jardins (3:33)

111 tracks in Playlist length:  8 hours 35 minutes 14 seconds /1.12 GB

26 Kasım 2022

Ingmar Bergman

 

"Bana filmlerimin genel amacının ne olmasını istediğim sorulsa, geniş düzlükteki katedralde çalışan sanatçılardan biri olmak isterim diye karşılık veririm. Ben, taştan, bir ejder başı, bir melek, bir şeytan -belki de bir ermiş yapmak istiyorum. Hangisi olursa olsun; önemli olan, gönlünü kandırmışlık duygusudur. İnanıp inanmadığım, Hıristiyan olup olmadığım bir yana, ben, katedralin elbirliğiyle kurulmasında rolümü oynamak istiyorum.''

Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918 tarihinde İsveç’in Uppsala şehrinde dünyaya gelen İsveçli yönetmen, senarist ve yapımcıdır. Tam adı Ernst Ingmar Bergman’dır. Papaz Erik Bergman, çocuklarını cezalandıracağı zaman bir dayak töreni düzenler, önce onların ifadesini alır, sonra da çırılçıplak soyunmuş evlatlarını yüzü koyun yatırıp halı dövme sopasıyla vurmaya başlardı. Annenin işlevi ise oğlanların dayaktan kabarmış bedenlerine pansuman yapmaktı. Bu iki çocuktan biri, 20. yy’ın efsanevi yönetmeni Ingmar Bergman’dı. Yönetmen olma kararını da bir başka ceza yöntemi sırasında aldı, ihtimal. Kapatıldığı karanlık dolaba yerleştirdiği ışıklı el feneriyle dolabın içinde görüntüler yaratıp, kendini sinemada varsayarak korkusunu geçiştirmeye çalıştığı günlerde...

Anne babalarımızın çocukluğumuzda yaptığı hatalar, bütün bir ömrü etkiler. Bergman’ınkini de etkiledi. Denetlemekte zorlandığı huzursuz bir ruhu oldu. Önceden kestiremediği şeylerle karşılaştığında hep acı çekti. ‘Ölüm korkusu’ onu dehşete düşürecek kadar yoğundu. Ağır bir ‘kaygı’ hali yaşadı; tıpkı son filmi ‘Saraband’de dediği gibi kaygısı kendisinden çok daha büyüktü. Etrafı kasıp kavuran öfkesiyle mücadele etti yıllarca. Ve bütün bu süreçte, insan ruhunun tüm girdaplarında kulaç attı, bu netameli deneyimlerini de filmlerine yansıttı.


Sinema kariyerine 1940’lı yıllarda başlayan yönetmen, 2. dünya savaşının sonunda İsveç’te yükselen bir intihar olaylarından etkilenerek ilk dönem filmlerinde bu umutsuzluğu ön plana çıkartmaktadır. Genel olarak yarattığı karakterler varoluşsal sıkıntılar yaşayan, umutsuz bir yalnızlıkla mücadele eden tiplemeler olmuştur. Bu karanlık temadaki eğilimleri filmlerine aktaran Bergman’ın doruk noktası Zindan isimli filminde açık olarak belli olmaktadır.

1950’li yıllarda ise filmlerinde yenileme ve zenginleştirmeler ön plana çıkar. İşlediği temalar genelde Aşk, sevgi, ayrılıktır. Genel olarak kadınlara yöneldiği bu filmlerde kadınlar ön plana çıkarken erkeklere karşı küçümseyici duruşu belli olmaktadır.

1950’lerin sonunda Bergman’ın sinema alanında Dikey Sineması olarak adlandırılan objektifin gökyüzüne doğru çevrildiği bir kavram ortaya çıkar. Bu durum Yedinci Mühür ile filmiyle başlar. Varoluşsal eğilimlerin görüldüğü eserler ortaya koyduğu bir dönem olur.


1960’larda yaptığı filmlerinde ise bilinçsiz güdülenmelere bağlı sorunları ele alır. Bergman’ın sinema tarihinde patlaması 1958 yılında Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri filmiyle olmuştur. Cannes Film Festivali’nde yer alan bu filmi için jüri çok beğendiğinden özel bir ödül yaratmıştır. (Şiirsel Hiciv Ödülü) Ardından Bergman’ın filmleri Avrupa genelinde yayınlanmaya ve tanınmaya başlamıştır. 

1970'li yıllar Bergman'ın Avrupa'da bir efsane haline geldiği yıllardır. Mali polisin gelip sahibi olduğu tiyatroyu basması ve gelir bildirimleri ile ilgili olarak Bergman'ı (biraz da hoş olmayan biçimde) sorgulaması üzerine ülkesine küsen sanatçı, 1976 yılında Almanya'nın Münih kentine taşınır.

Kariyeri boyunca birçok farklı temalar işleyen Bergman, mizahi ve eğlenceli filmler ortaya koymuştur. 2005’te Time dergisi, Bergman’ı dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak tanımlamıştır. 2003 yılında emekli olan usta yönetmen, 2007’de İsveç, Fårö adasında evinde ölmüştür.


2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilen Bergman, filmlerinde edebi inceliği de ustaca kullanan bir sanatçıdır. Ingmar Bergman'ın kapsamlı üretimin içinde; sinema ve TV için 62 film, 172 tiyatro yapımı, yaklaşık 300 yazı ve makale bulunuyor. 

Filmleri

1944-Çılgınlık-Hets-Asistan
---------------------------------------------------
1946-Kriz-Kris
1946-Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu-Det regnar på vår kärlek
1947-Hindistan'a Giden Gemi-Skepp till Indialand
1948-Karanlıkta Müzik-Musik i mörker
1948-Liman Kenti-Hamnstad
1949-Fangelse-Zindan
1949-Susuzluk-Törst
---------------------------------------------------
1950-Neşeye Doğru-Till gladje 
1950-Burada Yapılmayan Türden Bir Şey-Sant hander inte hër
1951-Yaz Oyunları-Sommarlek
1952-Kadınların Bekleyişi-Kvinnors väntan
1953-Monikayla Bir Yaz-Sommaren med Monika
1953-Çıplak Gece-Gycklarnas afton
1954-Bir Aşk Dersi-En lektion i kärlek
1955-Düşler-Kvinnodröm
1955-Bir Yaz Gecesi Tebessümleri-Sommarnattens leende
---------------------------------------------------
1957-Yedinci Mühür-Det sjunde inseglet
1957-Yaban Çilekleri-Smultronstället
1958-Yaşamın Eşiğinde-Nära livet
1958-Yüz-Ansiktet
1960-Fırtına-Oväder
1960-Genç Bakire Pınarı-Jungfrukällan
1960-Şeytanın Gözü-Djävulens öga
---------------------------------------------------
1961-Aynadaki Gibi-Såsom i en spegel
1963-Kış Işığı-Nattvardsgästerna
1963-Sessizlik-Tystnaden
---------------------------------------------------
1963-Rüyada Oyun-Ett drömspel
1964-Bütün O Kadınlar Üstüne-För att inte tala om alla dessa kvinnor
1965-Don Juan-Don Juan-TV dizi 
---------------------------------------------------
1966-Persona-Persona
1968-Kurtların Saati-Vargtimmen
1968-Utanç-Skammen
---------------------------------------------------
1969-Ayin-Riten
1969-Anna'nın Tutkusu-En passion
1970-Faro Belgesi-Fårödokument-TV Belgesel
1971-Temas-Beröringen
1972-Çığlıklar ve Fısıltılar-Viskningar och rop
1973-Bir Evlilikten Manzaralar-Scener ur ett äktenskap
1975-Sihirli Flüt-Trollflöjten
1974-Mizantrop-Misantropen
1974-Evlilikten Sahneler-Tiyatro Versiyonu-Scener ur ett äktenskap
1976-Yüzyüze-Ansikte mot ansikte
1977-Yılan Yumurtası-Ormens ägg
1978-Güz Sonatı-Höstsonaten
1980-Kuklaların Yaşamından-Aus Dem Leben Der Marionetten
1982-Fanny ve Alexander-Fanny och Alexander
1983-Evlilik Okulu-Hustruskolan-TV
1984-Provadan Sonra-Efter repetitionen-TV
1986-Kırık Kalpler-De två saliga-TV
1986-Fanny ve Alexander'ın Yapılışı-Dokument Fanny och Alexander
1992-Madam Sade-Markisinnan de Sade-TV
1993-Bakkhalar-Backanterna-TV Film
1997-Bir Palyaçonun Önünde-Larmar och gör sig till-TV
2000-Imaj Yaratıcı Bildmakarna-TV Film
2003-Saraband -Saraband 
2007-Sözlü Sonatlar-Spöksonaten

Kısa Filmleri

1957-Bay Sleeman Geliyor-Herr Sleeman kommer-43 dak
1958-Venedikli-Venetianskan-56 dak
1967-Daniel-Daniel-11 dak
1976-Lanetli Kadınların Dansı-De Fördömda Kvinnornas Dans-24 dak
1984-Karin'in Yüzü-Karins Ansikte-14 dak
1995-Son Çığlık-Sista skriket-60 dak
1996-‎Harald & Harald-‎Harald  ile Harald-10 dak


Hakkındaki Türkçe Kitaplar

-İmgeler-1000 Kitap Yayınları
-Büyülü Fener-Agora Kitaplığı
-Yedinci Mühür-İz Yayıncılık
-Yaban Çilekleri -Aynadaki Gibi-Kırmızı Kedi
-Sinematografi İnsan Yüzüdür-Agora Kitaplığı
-Bir Evlilikten Sahneler-Nisan Yayınları
-Pazar Çocuğu-Afa Yayınları


Ingmar Bergman beş kez evlendi ve dokuz çocuğu oldu:

-Else Fisher (1943-1946) : Lena Bergman
-Ellen Lundstrom (1947-1952) : Eva, Jan, Anna, Mats Bergman
-Gunvor Hagberg (1952-1959) : Ingmar Bergman, Jr.
-Kabi Laretei (1959-1969) : Daniel Bergman
-Ingrid Karlebo (1971-1995) : Maria von Rosen
-Liv Ullmann-1966: Linn Ullmann (Liv ile evlenmedi) 

Birger Malmsten / Harriet Andersson / Bibi Andersson ile de kısa süreli gönül ilişkileri oldu...

Ullmann sadece sevgilisi, arkadaşı, oyuncusu olmadı Bergman’ın. Aynı zamanda ilham perisiydi de... Ama öyle sıradan bir peri değil, Bergman’ın deyişiyle Liv Ulmann onun ‘stradivarius’uydu. Liv Ullmann da kendi içindekileri keşfetti, ‘hayatımı değiştiren erkek’ dediği, kızının babası Bergman’la olan ilişkisi boyunca.

Annesi ve babasıyla ilgili olarak yaptığı ‘anlamaya çalışma’ ve onları affetme mesaisi uzun sürdü. 1965’te 47 yaşındayken, 27’sindeki Norveçli oyuncu Liv Ulmann ile tanıştığında kadınlarda ‘annesini’ arıyordu hala. Ulmann ise babasını... Çocuk yaşta kaybettiği ‘kahverengi deri ceketli’ babasını... O da, sık sık kahverengi deri ceket giyen Bergman’da gidermeye çalıştı bu özlemini. Çocukluktan getirdikleri ‘boşluk ve yalnızlık’ duygularını birbirlerinde azaltmaya çalıştılar ama olmadı. Tanışmalarına vesile olan film ‘Persona’nın (1966) Farö adasındaki çekimleri sırasında tutkulu bir yakınlaşma başladı aralarında. Adada, birlikte yaptıkları uzun bir yürüyüşün sonrasında denize bakan taşlı gri bir bayıra oturup soluklanırken Ulmann’ın elini tutup “Dün gece bir düş gördüm. Senle ben, acılar içinde birbirimize bağlanmıştık,” dedi Bergman. Tam da böyle bir ilişkileri oldu, beş yıl süren. Narsisizm, kıskançlık, yoğun beklentiler, hayal kırıklığı...
 
‘Birbirlerini ele geçirme’ savaşıyla geçen beş yıl, ayrılıkla sonuçlandı. Arkadaş kalmaya karar verdiler ve dostlukları Bergman’ın ölümüne dek, tam 42 yıl devam etti. Kendileriyle yüzleşmiş, yanlışlarını görmüştüler. 5 evlilik yapan Bergman yalnızken de hayatında biri varken de, Ulmann yeni aşklara yelken açmış evlenmiş boşanmışken de hep görüştüler. Onlarınki sadece birbirlerine ihtiyaç duyduklarında, bencilce diğerine ‘ses verdikleri’ türden bir arkadaşlık değildi. Bu arkadaşlığın karinesi ‘samimiyet’ti. Ayrıca iyi günlerin, vaktiyle birbirlerinden gördükleri desteğin, bitmiş bile olsa aşkın hatrı vardı. Öte yandan, 12 yapımda birlikte çalıştılar. ‘Utanç’ (1968), ‘Kurtların Saati’ (1968), ‘Tutku’(1969), ‘Çığlıklar ve Fısıltılar’ (1973), ‘Evlilik Yaşamından Sahneler’ (1973), ‘Yüz Yüze’ (1976), ‘Yılanın Yumurtası’ (1977), ‘Sonbahar Sonatı’ (1978), ‘Özel İtiraflar’ (1996), ‘Sadakatsiz’ (2000) ‘Saraband’ (2007).


Söyledikleri
 
Pazar günü, Erland Josephson'la tiyatrodaki odamda oturup Bach'dan sözediyoruz.  Bach bir geziden döndüğü  zaman yokluğunda karısıyla iki çocuğunun öldüğünü öğrenip güncesine şunları yazmış:  "Sevgili  Tanrım,  coşku  beni  terketmesin."  Tüm bilinçli yaşamım boyunca Bach'ın coşku dediği şeyle yaşadım. Bunalımlardan ve mutsuzluklardan çıkmamda bana o yol gösterdi, tıpkı yüreğim gibi teklemeden benim için çalıştı.  Kimi zaman beni bunalttı ve baş edilmesi zor bir hal aldı ama hiçbir zaman yıkıcı ve düşmanca davranmadı. Bach bu duruma coşku demiş, Tanrıdaki coşku. Sevgili Tanrım, coşku beni terketmesin! Birdenbire  kendimi  Erland'a  şunları  söylerken  buluyorum: "Coşkumu yitirmek üzereyim. Bedenimle hissediyorum bunu. Akıp gidiyor, içim kuruyor." Ağlamaya başlıyorum. Bu beni korkutuyor, çünkü ben hiç ağlamam. Çocukken ağlamayı çok severdim, annem gözyaşlarımın ardını görür ve beni cezalandırırdı.  Sonra  ağlamaz  oldum. Ara sıra içimde derin bir yerde çılgın bir haykırış duyarım, haykırışın yalnızca yankısı bana ulaşır...


Dalama' daki yazlık eve "Varoms" denirdi, Orsa yöresinde konuşulan diyalektte bu "bizim" demekti. Oraya, yaşamımın ilk ayında gitmiştim ve anılarımda Varoms'da yaşamayı hala sürdürürüm. Mevsim hep yazdır. Kocaman bir huş ağacı hışırdıyor, sıcak tepelerin üzerinde titreşiyor, hafif giysiler içinde insanlar terasta geziniyor, pencereler açık, birisi piyano çalıyor, kriket topları yuvarlanıyor,  yük trenleri  makas  değiştiriyor ve istasyona gelmeden epey önce işaret veriyorlar. Nehir en ışıklı günlerde bile bir giz saklarmışcasına  kapkara  akıyor, üzerinde kesilmiş ağaçlar tembel tembel yüzüyor ya da hızla daireler oluşturarak dolaşıyorlar. Ortalık inci  çiçeği, karınca yuvası, kızarmış dana eti kokuyor.  Çocukların  hepsinin  dirsekleri ve dizleri sıyrık. Nehirde yada Svaitsjön'de, gölde yüzüyoruz, yüzmeyi çok erken öğreniyoruz. Çünkü nehirde de, gölde de vıcık vıcık balçık yatakları ve birdenbire derinleşen çukurlar var. 

1941 yazında yirmi üç yaşına girmiştim ve gidip anneannemin Dalecarlia' daki evine kapandım. Özel yaşamım karmakarışıktı. Üstelik bir çok kez zorunlu askere çağrılmıştım. Sonunda ülser oldum ve askerlikten muaf tutuldum. Annem Varoms'da  tek başına yaşıyordu.  Daha önceleri de zaman  zaman bir şeyler yazmıştım, ama hepsi çekmecemin alt gözüne kaldırılmıştı. Yine de tüm karmaşıklıktan uzak Dalecarlia' da kalmak görece bir rahatlamaydı. Yaşamımda ilk kez kesintisiz yazmaya başladım. Sonuç on iki sahne  oyunu ve bir opera librettosuydu. 


1964 güzünde Kraliyet Dram Tiyatrosu'na döndüm ve  o yıl iki büyük başarı yaşandı. Gertrud Fridh'ın oynadığı Ibsen'in Hedda Gabler'ini ve Moliere'in Don Juan'ını yönettim. Ne var ki hem tiyatronun içinde, hem de dışarıda karşıt bir eylem oluştu. Sezonun sonuna doğru Örebrn kentinde yeni bir tiyatronun açılış  törenine katılmakla  yükümlü topluluğumuz korkunç bir yolculuk yaptı. İnsanlar öldü ya da ciddi olarak  hastalandı. Ben, çok yüksek ateşle bu yolculuğa çıktım ve iki yanlı zatürree ve yoğun bir penisilin tedavisiyle yolculuğu tamamladım. Bitkindim,  yine  de tiyatroyu yönetmeye çalıştım, ancak nisan ayında doğru dürüst bir bakım görmek için Sophiahemmet Kraliyet Hastanesi' ne yatırıldım.

Yaratıcılığımı köreltmemek için Persona'yı orada yazmaya başladım. O dönemde Yamyamlar projesi iptal edilmişti. Hem Svensk Filmindustri, hem ben böyle büyük bir prodüksiyonun yönetiminin bir yaz süresine sığdırılmasının gerçekçi olmadığını görmüştük. Bu, yıllık yapım planında bir delik açıldığı ve bir filmin eksildiği anlamına geliyordu. İşte  o  zaman  ben,  "umutsuzluğa  kapılmayalım.  Ben yine  de bir  film yapmaya  çalışacağım.  Belki bundan bir şey çıkmayacak, ama  en azından deneyebiliriz," dedim. 1965 Nisan'ında yanlış tedavi edilmiş zatürreemin yan etkileri sürerken bazı notlar almaya başladım, yazmaya dönmemin bir nedeni de tiyatro yönetiminde, beni hedef alan berbat kokulu bombaların saldırısına uğramamdı. Kendime şunları sormaya başlıyordum: Neden bu işi yapıyorum? Neden bu denli önemsiyorum? Tiyatronun rolü bitti mi? Sanatın görevini başka başka güçler mi ele geçiriyor?  Böyle şeyler düşünmek için geçerli nedenlerim vardı: Bu profesyonel yaşamıma karşı geliştirdiğim bir tiksinti değildi. 

Nevrotik biri olmama karşın mesleğimle ilişkilerimde sinirlerim şaşılacak kadar sağlamdır. Şeytanlarımı arabama bağlayacak gücüm her zaman vardır ve şeytanlarını kendilerini yararlı kılmaya zorlanırlar. Özel yaşamımda ise bana  işkence  etmeyi  ve  utanılacak  durumlara  düşürmeyi  sürdürürler.  Bu köhne sirkin sahibinin, sizin de fark etmiş olabileceğiniz gibi, sanatçılarının onun kanını emmesine izin vermesi gibi bir huyu vardır. Sophiahemmet'te sağlığım geri gelirken İsveç Ulusal Tiyatrosu'nun başı  olarak  etkinliklerimin,  yaratıcılığımı engellemekte  olduğunu anlamaya başladım. Tüm motorlarımı en yüksek hızda çalıştırmıştım ve motorlar bu gövdeyi, parçalayıncaya dek sarsmışlardı. Bu boşluk ve hiçbir yere varamamak duygusunu dağıtmak için artık yazmam gerekliydi. İçinde bulunduğum  durum,  Hollanda'nın Erasmus Ödülü'nü  aldığımda yazdığım ve Persona'nın önsözü olarak basılan "Yılan Derisi" adını verdiğim denemede açıkça anlatılmıştır: İçimdeki sanatsal yaratıcılık her zaman kendini açlık gibi  duyurmuştur. Ben de  hoş bir doyumla  bu  gereksinimi karşılamışımdır.  


Bu taslağın içinde yalnızca Sessizlik değil Yılanın Yumurtası da gizlidir. Yitik partner düşüncesi Ayin' de de ortaya çıkar. Eğer  yeterince  deşersem kent konusunun  derininde  Sigfrid  Siwertz'in kısa bir öyküsünün yattığına inanıyorum:  1907'de yayımlanan Daire, Berlin' de geçen birkaç öyküyü içerir. Bu öykülerden "Zaferin Karanlık Kraliçesi" beni çok etkilemişti. Körpe bilincime bir kurşun gibi işlemiş olmalı. Bu öykü benim sık sık gördüğüm bir düşün temeli oldu: Kocaman, yabancı bir kentteymişim. Kentin yasak bölgesine ilerliyorum. Burası yalnızca insan eti tencerelerinden çıkan buharlarıyla kötü ünlenmiş;  güvenilmez bir  alan değil,  çok  daha kötü bir şey var.  Bölgede  gerçekliğin  yasaları ve toplumun kuralları artık varlıklarını sürdürmüyor. Burada her  şey  olabilir ve oluyor. Tedirgin edici şeyse benim sürekli kentin yasak bölgesine doğru ilerlemem ve oraya hiçbir zaman ulaşamamam. Ya uyanıyordum ya da düş bir başka  düşe dönüşüyordu. 

Büyülü Fener'de,  Yılanın Yumurtası'nın  başarısızlığının esas nedeninin filmi 1920'lerin Berlin'ini yansıtan bir dekorda çekmem olduğunu yazdım. "Eğer  düşlerimdeki  kenti var olmayan ve  hiçbir zaman da var olmamış, ama yine de yaklaşan bunalımıyla, kokularıyla, gürültü patırtısıyla varlığını ortaya  koyan o kenti yaratmış  olsaydım, yalnızca tam bir özgürlük ve katıksız bir ait olma duygusuyla hareket etmekle kalmayıp  aynı  zamanda ve  daha  da önemlisi izleyiciyi kendine yabancı olan, ama gizliden gizliye tanıdığı bir dünyaya götürecektim. Yılanın Yumurtası'nda hiç kimsenin, benim bile tanımadığım bir Berlin yaratma cüretini gösterdim." Ne var ki şimdi bu başarısızlığın çok daha derinde olduğuna inanıyorum.  Zaman ve  yerin  ele alınış  tarzları tartışılabilir, ama filme  gösterilen özeni yadsımak güçtür. Setler, kostümler ve rol dağıtımı uzmanlar tarafından yapılmıştır.  Yılanın Yumurtası'na salt sinema dili açısından bakarsanız kusursuz  parçalar vardır ve kurgunun  dramatik yapısı iyidir.  Film bir an için  bile  insanı sıkmaz. Aslında tam  tersini  yapar. Anabolizan almışçasına aşırı kışkırtıcıdır. Ancak bu  canlılık yüzeysel düzlemde güçlüdür,  başarısızlık bunun altında gizlidir.


Yönetmenin 62 filmini 2 ay boyunca tarih sırasıyla izledim...

En çok hoşuma giden iki filmi "Yılanın Yumurtası" ve "Bir Palyaçonun Önünde" oldu, özellikle "Bir Palyaçonun Önünde"çok dokunaklı geldi nedense;

Mucit Carl Åkerblom Franz Schubert’in 54 yaşındaki hayranı ve aynı zamanda nişanlısını dövdükten sonra psikiyatri koğuşunda kalan bir hastadır. Carl Åkerblom başka bir hastayla birlikte bir film projesi yaparlar: canlı sesli film. Çok geçmeden filmleriyle çılgın bir tura çıkarlar.

film bittikten sonra Franz Schubert'in hayatını merak edip okudum gerçekten öyle mi diye...

-bütün filmlerinde nerdeyse insanın gözüne sokarcasına oyuncularına sigara içiriyordu, resmen sanki özendirme yoluyla sigara firmalarına hizmet ediyordu...

-diğer dikkatimi çeken bir husus ise filmlerindeki diyaloglarda gerçek hayatta asla diyemediğimiz açıklıkta sözleri söyletmesiydi ve bu durum karşıda yıkıcı etki yaratmamakta tam tersine kendisinin nerede durduğunu ortaya koymaya yaramasıydı...

-hikaye anlatmasını bilen yönetmenlerden..izlemeli...

09 Ekim 2022

Anthony Aveni-Yıldız Hikayeleri



Anthony Aveni-Yıldız Hikayeleri
Çev. Erdem Gökyaran / Yapı Kredi / 152 sayfa

Önsöz

Akıllı telefonlardan önce kitaplar vardı. Kitaplardan önce ise mağara duvarlarına veya kutsal tapınaklara yapılmış resimler vardı ve bu resimlerin iletmek istediği mesaj, günümüze ulaşmayan sözlü kelimelerle pekiştiriliyordu. Gökyüzü de yaşamın anlamı hakkında hikayeler anlatmak için öteden beri bir tuval vazifesi görmüştür. Erken dönemlerde insanlar gökyüzü ile yeryüzü arasında gizli benzerlikler aramış, yarattıkları göksel imgeler yoluyla da yukarıdaki bilinmezi aşağıdaki günlük yaşamlarıyla birleştirme umudu taşımışlardır. Gökyüzüyle temasımız bizi insanlaştırmış, kim olduğumuza dair hikâyeler anlatmak için hayal gücümüzü kullanmaya teşvik etmiştir.

Dünya üzerindeki her şeyin aksine, gökyüzü saf ve kusursuzdu- dolayısıyla, tanrıların ikamet etmesi için ideal bir yerdi. Göksel zaman, bize kaderimizi önceden haber veren sonsuz döngüler halinde ilerliyordu. Geleceğe dair öngörüde bulunmanın en iyi yolu, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmak değil miydi? Ahlaki içeriğe sahip hikayeler yaratmak için, mevsimlerle gidip gelen yıldızların -özellikle de doğumları ve ölümleri haber veren, savaş ve refah dönemlerini bize hatırlatan ve kişisel aşklarımızın ve maceralarımızın anısını canlı tutan takımyıldızların-sessiz ve güvenilir güzergâhından daha iyi bir vasıta olabilir miydi?

Yıldız Hikayeleri, kozmik anlatıların doğasında var olan kültürel çeşitliliğe odaklanıyor. Antik ve çağdaş çok sayıda kültürün tasavvur ettiği takım yıldızlar ve yıldız kümeleri, doğanın (iklim, çevre, enlem) ve kültürün (avcı toplayıcılardan imparatorluklara dek), gökyüzündeki şekiller yoluyla birbirinden çeşitli anlatılar yaratmaya insanları nasıl teşvik ettiği konusun da ayrıntılı bir tartışma için zemin oluşturacak. Bizden önce sayısız kuşak boyunca anlatılagelen bu hikayeler, bugün de bizler tarafından paylaşılmayı ve üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.



"Göğün Altında Uzanan”, Mayaların Quiriguáya vermiş oldukları eski isimdir. Üç tanrı, ölüleri yeraltı dünyasındaki nehirde taşıyan kanonun küreklerini çeker. Yeraltı dünyasına ise Samanyolu`ndan geçilerek ulaşılır. Orion`un Kemer’inin üç ocak taşı üstünde yer alan yıldızları, Mayaların Kaplumbağa Takımyıldızını meydana getirir. Kaplumbağa, gökyüzü yükseltilmeden önce, yeryüzünde beliren ilk yaşam formudur. Kabuğu üzerinde üç taştan oluşan bir hiyeroglif vardır. Orion'un Kemeri ile mısır bitkisinin mevsimsel döngüsü arasında mecazi bir bağlantı olabilir. Erken Klasik Maya Döneminde (MÖ 500-200) Orion”un Kemeri, mısır ekme mevsiminde, yani Nisan sonu ile Haziran başı arasında gözden kayboluyor ve mısırın filizlendiği sırada yeniden beliriyordu. Eylül sonunda mısırın hasat zamanı geldiğinde, üç yıldız gece yarısı ufuk üzerinde dikey konumda hizalanıyor ve tam gelişmiş bir mısır bitkisini andırıyordu. Üç ocak taşı tasavvuru, Maya kültüründe bugün de önemini korumaktadır. Yeni insan ırkını (yani halihazırdaki yaratılışın insanlarını) besleyen kutsal ateşi hatırlatmak üzere, günümüz Maya evlerinin çoğunun merkezinde-yemek pişirilen yerde- büyük ve yuvarlak ocak taşlarından oluşan bir üçgen yer alır..


Başarılı hikâyelerin çoğu, uyarlanabilir olma özelliğine sahiptir. Öyle ki, yetenekli bir anlatıcı, “mitsel ikame” yoluna başvurabilir- diğer bir deyişle, bir hikâyedeki karakterleri ve olayları farklı dinleyici kitlelerine hitap edecek şekilde değiştirebilir. And yerlilerinin bir tilki tarafından takip edilen lama ve yavrusu miti, bunun iyi bir örneğidir. Hikâye doğuya doğru ilerleyip Amazon Havzasının yağmur ormanlarına ulaştığında, tilkinin temsil ettiği etobur yırtıcı bir jaguara, Samanyolu boyunca takip ettiği otobur kurbanı ise bir tapire dönüşür. İki bölge arasındaki bayırlarda, tapirin yerini bir geyik alır. Daha güneyde, Şili’nin güneyi ve Arjantin’deki Gran Chaco çayırlarında ise bu takımyıldız ikilisinin bir köpek ve bir nandudan, yani Güney Amerika devekuşundan oluştuğu görülür- yalnız bu kez, devekuşunun (bir lamanınkini andıran) uzun boynu nedeniyle, kovalayan ve kovalanan gökyüzünde yer değiştirmiştir..


Kitab-ı Mukaddes`te Pleiadlardan üç yerde bahsedilir. Hz. Muhammed ve Platon da onlardan söz etmiştir. Aynı şekilde Milton, Byron, Keats ve Tennyson da. Edgar Alan Poe, “Serenat" adlı şiirinde söyle der' 

“Parıltılı yüzeyinde okyanusun  
Bir cennet görüntüsü uzanır durgun:  
Yedi Pleiad mest olmuş gökte
Bir diğer yedisi şekillenir derinde.” 

Amy Lowell’in “Pleiadlar" başlığını taşıyan bir şiiri vardır. Dünyanın en eski yıldız haritası olan 3500 yıllık Nebra Gökyüzü Diski’nde Pleiadlar hemen kendini belli eder. Aynı tasarımı Subaru marka araçların logosunda da görmek mümkündür: Söylendiğine göre her bir yıldız. Subaru`yu meydana getiren şirketlerden birini temsil etmektedir. (“Birleşik" anlamına gelen Subaru, Pleiadlar için Japoncada kullanılan kelimedir.) Karayip yerlileri bu yedi yıldıza baktıklarında, bir insanın iç organlarını görmüşlerdir. Onların Pleiadlar hikâyesi, Kitaba Mukaddes’teki Kabil ile Habil`i akla getirir. Tumong, karısına göz diken kardeşi tarafından öldürülür. Fakat Tumong’un hayaleti, katilinin başına musallat olur -ta ki cesedi yeniden gömülene ve bağırsakları, suçların en büyüğü olan kardeş katline karşı bir uyarı niteliğinde gökyüzüne saçılana dek. Ortaçağ Türkiye’sinde Pleiadlar (Ülker), düşmanı pusuya düşürmeye yarayan askeri bir taktiğin adıydı. İskandinav mitolojisinde, bir tavuk ve civcivleri olarak betimlenirler. And Dağları ve Ukrayna gibi birbirinden çok uzak yerlerde ise bir ambar olarak düşünülmüşlerdir; bu da, her yıl hasat vaktine yakın, güneş battıktan sonra doğuda yeniden görünmeleriyle uyum içindedir.



Saf bir düzen, mükemmellik ve kesinlik arayışında başvurduğumuz bütün doğal araçlar arasında hiçbiri, gökyüzünün sunduğu olanakları aşamaz. Hiçbir şey Güneş`in, Ay'ın ve gezegenlerin Zodyak boyunca takip ettikleri güzergâhtan daha öngörülebilir değildir. Gökyüzündeki işaretlere gönül rahatlığıyla güvenebiliriz. İşte bu yüzdendir ki her zaman gökyüzüne müracaat etmişizdir.


Bu kadim halkların nasıl olup da bizden bu kadar farklı olduklarına şaşırsak da, unutmamalıyız ki, gerek Yunan gerek Çin veya Maya astrolojisi bizimkinden çok farklı koşullarda yaşayan insanlara hitap ediyordu. Astrolojinin kehanet ve alametlerini sadece kaderci ve güvenilmez tahminler olarak görmemeliyiz. Aksine bunlar, insanları beşerî meseleler hakkında düşünüp konuşmaya yönelten bir teşvik unsuru olmuştur. Bu kadim halkların peşine düştükleri bilgi, bizim bilimsel astronomimiz tarafından artık önemsenmiyor belki ama onların yaşamında vazgeçilmez bir yere sahipti. Onlar bu bilgiyi, doğa ve insanlık arasındaki ilişkiye dair köklü inanışlarla harmanladılar. Eğer gözümüzü yeterince açarsak, dünya halklarının farklı Zodyakları bize kendimiz hakkında çok şey öğretebilir.


Maurilerin ışıltılı çakıltaşlarından oluşan bir Samanyolu gördükleri yerde, Hintliler yüzen bir yunus sürüsü, Finler ise uçan bir kuş sürüsü görürler. Ermeniler, bir saman balyası çalan bir hırsızın kaçarken arkasında bıraktığı saman sapları tahayyül etmişlerdir. Çerokilere göre ise hırsız, bir mısır unu çuvalını etrafa saçan bir köpektir. Macarlar Samanyolu’nu, süvariler dörtnala savaşa giderken atlarının nallarından çıkan kıvılcımlara benzetir. Zuluların gözünde Samanyolu, bir ineğin midesidir. Antik Yunanlar içinse, Herakles`in bebekken annesinin memesini fazlaca sert emmesiyle gökyüzüne saçılan süttü. Modern zamanlarda Samanyolu’nu -gökyüzünü boydan boya kuşatan, karanlık bulutlar serpiştirilmiş bu puslu ışık şeridini- 100 milyar ışık yılı karelik bir alana yayılmış 200 milyar güneş ve milyonlarca güneş sistemiyle paylaştığımız galaktik evimiz olarak adlandırıyoruz. Samanyolu’nu yıldız kümeleriyle döşeli bir patika gibi görmemizin nedeni, onun ince bir diski andıran spiral yapısı içinde sarmalanmış olmamızdır. Galaksiyi meydana getiren yıldızlar o denli uzaktadırlar ki, birbirlerine karışıp kesintisiz bir arka plan oluştururlar.


Göksel lamanın hareket halindeki görüntüsünün And halkları için nasıl bir anlam taşıdığını-ve taşımaya da devam ettiğini- daha iyi kavramak amacıyla, bir an durup gökyüzündeki nesnelerin hareketinin bizim ihtiyaçlarımızı nasıl karşıladığını düşünelim. Bizim mevsimsel takvimimiz 365,24219 günden meydana gelir. Bu sayı, dünyanın Güneş etrafındaki tam bir dönüşü (yıl) boyunca kendi ekseni etrafındaki 24 saat 56 dakika 4 saniyelik dönüşünü (gün) kaç kez tamamladığını ölçen titiz gözlemlerle belirlenmiştir. Güneşin Zodyak kuşağını boydan boya kat ettiği zaman olarak deneyimlediğimiz bu süreyi yıllık 1 saniyenin altında bir doğrulukla hesaplayabiliyoruz. Bazen, dünyanın dönüş hızındaki yavaşlamayı telafi etmek amacıyla “artık saniye” adı verilen fazladan 1 saniye ekliyoruz. Hızla değişen bir teknoloji dünyasında yaşadığımızdan, her şeyde tam bir kesinlik arar olduk! 

Oysa tarih boyunca ihtiyaçlarımız farklılık göstermiştir. Modern Batı’nın ataları, bundan 500 yıl öncesinin düşük teknolojili dünyasında, sadece günün saatini gösteren tek ibreli saatlerle yetiniyorlardı. Roma İmparatorluğu öncesinde zaman, günü farklı uzunluktaki saatlere bölen güneş saatleriyle ölçülüyordu ve 365 günlük mevsimsel döngünün tamamını takip etmek şart değildi. Çiftçilerin sadece önemli ayları, yani ekimden hasat sonuna kadarki ayları bilmeleri yeterliydi ve bunun için de dolunaylardan yararlanıyorlardı. Roma öncesi dönemin sonlarına doğru, sığırların gebelik süresini temel alan 305 günlük (on aylık) bir takvim yılı geliştirildi. Bu da gayet mantıklıydı, zira tüm yaşamları bu en önemli evcil hayvanın yaşam döngüsüne bağlıydı. Onun etiyle besleniyor, sırtında yük taşıyor, tüylerinden iplik eğiriyor, derisiyle ısınıyor ve kemiğiyle alet yapıyorlardı. Benzer şekilde, İnkaların bir yılı 328 gün sürüyordu ki, bu da Lamaların yaşam döngüsünde gebeliğin başlangıcından doğuma kadar geçen zaman aralığıdır. İnkalar bu zaman aralığını biyo-astronomik bir rastlantı sayesinde, Pleiadlann son gözden kayboluşları ile ilk ortaya çıkışları arasındaki 37 günü, 365 günlük mevsimsel yıldan çıkararak hesaplıyorlardı.


Günümüzde And Dağlarının yüksek kesimlerindeki çiftçiler de hava durumunu tahmin etmek için Pleiadlara bakıyorlar. Dediklerine göre eğer Pleidlar şafak öncesi gökyüzünde açık ve parlaksa bu, gelecek aylarda havanın iyi olacağına delalettir. Yok eğer soluk görünüyorlarsa, patates hasadından fazla bir şey beklememek gerekir. Bu durumda en iyisi ekimi ertelemektir, zira yağmurlar geç gelecek ve yağış miktarı düşük olacaktır. Modern bilimsel araştırmalar, yerli halkın 400 yıldan uzun bir süredir kullandığı bu tekniğin, And Dağları yükseklerinde kuraklığa yol açan El Nino için oldukça iyi bir tahmin aracı olduğunu doğrulamaktadır. Atmosfer bilimciler, Pleaidların yerliler tarafından başvurulan tüm belli başlı görsel özelliklerinin -genel parlaklık ve büyüklük, ilk görünür olma tarihi ve en parlak yıldızın görünüşü- bir El Nino yılından aylar önce ortaya çıkan yüksek irtifalı saydam bulutların görsel etkisiyle bağlantılı olduğunu belirtiyorlar. Yani folklorik bir uygulama, bilimsel bilgiyle uyum içindedir!

 

Navaholar da, benzer şekilde, gökyüzü ile yaşadıkları yer arasında mimari bağlantılar kurarlar. Evlerine verdikleri Hogan ismi, ho (yer) ve ghan (yuva) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Yaratılış Hogan`ı. Novahoların Pleiadlar hikâyesinde karşılaştığımız Kara Tanrı tarafından inşa edilmiştir. Kara Tanrının içine yıldızları yerleştirdiği bu hogan, onun soyundan gelen bizlerin de burada, yeryüzünde yaptığımız tüm hoganların ilk örneğini oluşturur. Kara Tanrıya bir saygı göstergesi olarak bütün hoganlar yıldızların gökyüzündeki hareketiyle uyumlu bir doğrultuda konumlandırılmalıdır. Hoganın çatısı tıpkı gökyüzü gibi kubbe şeklindedir. Işık ve ısı kaynağı güneş (ha’a’aah yani ‘düzenli şekilde hareket eden yuvarlak nesne-") gibi de yuvarlak olmalıdır. En önemlisi de, hoganın kapısı, güneşin her gün yolculuğunun başladığı doğuya açılmalıdır. Bütün hoganların dört direği vardır ve bunların her biri, gökyüzünü taşıyan dağlar gibi, ana yönlere yerleştirilmiştir. Hogan'ın duvarları da dağlar gibi dimdik yükselir. Bir hoganın içine girildiğinde, güneşin hareketini taklit ederek her zaman saat yönünde hareket edilmelidir. İçerisi fiziksel olarak bölümlere ayrılmamıştır; fakat yine de (kuzey, doğu, güney ve batıda olmak üzere) dört özel alan veya köşenin varlığından söz edilebilir. Yemek pişirilip yenilen yer doğudadır. Gün içinde misafirliğe gelenler batıda ağırlanır. Dua ve ibadet edilen yer kuzeyde, çalışılan yer güneydedir. Beşinci yön, yani merkez, ortadaki güneşi çevreleyen gökyüzünü simgelemektedir.


Çinlilerin gökyüzünde ayırt ettikleri 283 yıldız deseninin tümü, tek ve büyük bir yapı içinde birbirine bağlanır. Navaho, Pawnee ve Lakota yerlilerinin göksel evleri ve kulübeleri gibi, Çin gökyüzü de imparatorluğun en önemli konutunu yansıttığı düşünülen göksel bir imparatorluk olarak tasavvur ediliyordu. En başta da Kuzey Gökyüzünün Üç Mahfazası geliyordu. Merkezde ise hareketsiz Kutup Yıldız’ıyla temsil edilen imparator bulunuyordu.


İmparator yeryüzündeki başkentin düzenlenmesini kozmik enerjinin belirli bir noktadaki özellikleriyle uyumlu kılmak için, ƒeng shui sanatını icra eden bir falcıya başvururdu. Yer üzerindeki işaretleri veya bir avuç dolusu toprak havaya atıldığında oluşan şekilleri yorumlayan bu uzman kişi, bir binanın nereye yapılması ve hem içinin hem çevresinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine karar verirdi. Kozmik bilgisinin kaynakları arasında manyetik alanlar, akarsu yolları ve yeryüzü şekilleri bulunuyordu. Ayrıca, üzerine çeşitli yazılar kazınmış eski kemik ve deniz kabuğu parçalarından oluşan kehanet kemiklerine de başvurabiliyordu. Kimi zaman, bir inşaat alanından geçen yin ve yang enerjilerini dengelemek için, işçilerin çok sayıda büyük kaya parçasını kaldırıp yerine bir orman dolusu ağaç dikerek araziyi tümüyle dönüştürmesi gerekiyordu. (Bugün de Şangay ve Pekin gökdelenlerinde bu tür mimari modifikasyonlar görebilirsiniz.) Şehrin uygun bir forma kavuşabilmesi, doğal çevreyle ve özellikle de dört ana yönle uyum içinde olmasına bağlıydı.

 

Bir plan dahilinde inşa edilmiş Amerikan şehirlerinin en mükemmel örneği olan Washington, 18.yüzyıl Fransız Aydınlanmasının bir ürünüdür. Fransız-Amerikalı askeri mühendis Pierre Charles L’Enfant tarafından hazırlanan görkemli tasarımı, Avrupa`nın büyük şehirleriyle boy ölçüşme amacındaydı. Washington, başlangıçta, her kenarı 10 mil (16 km) uzunluğunda olan ve köşeleri ana yönleri gösteren kusursuz bir kare şeklinde düzenlenmişti. Bir zamanlar antik şehirlerin merkezinde yükselen piramit veya zigguratların, daha sonraları ise şehir merkezini belirten katedral, tapınak veya camilerin yerini burada Kongre Binası almıştır.


Aydınlanma filozofu Jean-Jacques Rousseau’ya göre her devlet, ister monarşi olsun ister demokrasi, tanrılarla bağ kurmak zorundadır. Washington’un telli bir tekerlek ve onun üzerinde dörtgen bir ızgara şeklindeki planı, ziyaretçilerde ulusal bir mitoloji hissi uyandırır. Kongre Bina’sından Beyaz Saray’a Pennsylvania Bulvarı boyunca ilerleyen geçit törenleri ve Washington Anıtı’ndan Ağaçlıklı Yol (Mall) boyunca Kongre Binası`na uzanan davetkâr manzara tören yolları ve haç güzergâhları düzenleme şeklindeki kadim geleneğe öykünmektedir. Washington, kutsal ve dünyevi uzamların bir kesişme noktası, evrenin geometrisini ve alemlerin ahengini yansıtan bir iktidar merkezi olarak sunar kendini. Çinliler için eski Pekin neyse, Amerikalılar için de Washington odur: Göksel bir şehir.


Desanalar, Kuzeybatı Amazon’un ekvatoral yağmur ormanlarında yaşayan Tukanoan halkına mensup bir kabiledir. Desanaların kurucu kahramanı, asasını dik tuttuğunda gölge düşürmeyeceği bir yer bulmak için dünyayı dolaşan bir tanrıymış. Sonunda aradığı yeri ekvator hattı üzerinde bulmuş ve halkını oraya yerleştirmiş. Hikâyede, rahim benzeri bir göle düşen ve yeryüzünü dölleyen dikey bir ışık demetinden bahsedilir. Bu özel yer, gökyüzünün yeryüzüyle temas ettiği noktadır. Yeryüzündeki yaşam bu noktadan başlar ve bir merkez etrafında, sınırları belli bir alan dahilinde gelişir. Desanalar tüm deneyimlerini düzenleyen temel şeklin altıgen olduğuna inanır. Bal petekleri, yabanarılarının yuvaları, kaplumbağaların kabuklarındaki desenler ve şamanların güç edinmek için kullandıkları kaya kristalleri hep altıgen şeklindedir. Ayrıca ana rahmi ve insan beyninin bölümleri de bir altıgen olarak düşünülür.



Antik Yunan-Roma, Aztek ve Çin uygarlıklarının üçü de son derece ataerkil bir yapıya sahipti. Kadınlar tarafından anlatılmış hikâyeler vardıysa bile, günümüze ulaşmamıştır. Kadınların toplumdaki temel rolünün hakiki bir ifadesini bulabilmek için, hiyerarşik örgütlenmenin daha zayıf olduğu kültürlere bakmalıyız: Mesela Kuzey Amerika’daki İrokua, Navaho ve Lakato kabileleri ile Avustralya, Afrika ve Amazon’un yerli halkları. Çoğu durumda gökyüzündeki şekiller üzerinden anlatılan geleneksel hikayeler, eğer bir sır olarak saklanmamışlarsa hem erkek hem kadın anlatıcılar yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmıştır ve bu hikayelerden çıkarılan derslerin çoğu, bugün de pratik değerini korumaya devam etmektedir.


Fletcher Büyük Ovalar'ın yerli halkları için büyük önem taşıyan cinsiyetler arası denge fikrini ele aldığı ilk eserlerinden birinde, Pawneelerle ilgili şöyle yazar: “Her şey ya erkektir ya dişi: Bu iki ilke, her şeyin devamı için elzemdir.” Örneğin, doğu ve güney erkek, batı ve kuzey dişidir; yukarısı erkek, aşağısı dişidir -tıpkı lrokualarda olduğu gibi. Köyde her cinsiyetin, kendi kılavuz yıldızları altında konumlanan mabetleri vardı. (Bu yıldızların hangileri olduğu bugün artık bilinmiyor.) Ayrıca, dört ana yöndeki mabetleri birbirine bağlayan ara yönlerde de başka yıldızlar yer alıyordu. Dini törenlere kadınlar ve erkekler sırayla liderlik yapıyordu. Bu törenlere katılanlar, batıdan başlayarak saat yönünde kuzey, doğu ve güneye doğru, ufuk boyunca bir mabetten diğerine ilerliyordu.

  

Yerlilerin cinsiyetler arası ilişkilerde tamamlayıcılığı vurgulayan çoğu takımyıldızı, verilmek istenen mesajı bir tür gerçekçi ve toplumsal bir latifeyle iletir. Şahsen benim favorim. Ntshune’dir (Güney Balığı Takımyıldızı’ndaki Fomalhaut). Botswana’da Tswanalar, bu yıldıza "Öpücük Yıldızı" adını verir çünkü kışın sabah vakti görünür -yani tam da genç aşıkların, ebeveynlerine yakalanmadan önce ayrılmaları gereken saatte.


Bu kitapta aktardığım yıldız hikayelerinin her biri, esrarengiz doğa olaylarını aşina deneyim ve fikirlerle ilişkilendirmek, böylelikle de insanlara endişelerini giderecek bir şekilde açıklamak için kullanılmıştır. Bu, kozmik kaygıyı yatıştırmanın bir yoludur. İşte bu yüzdendir ki gökcisimlerinin isimleri, ruhları ve hatta biyolojik işlevleri vardır: Örneğin İnuitler, mantarlara “yıldızların dışkısı", yosunlara ise “Güneş'in idrarı” der; kırmızı yıldızlar karaciğerle beslenirken, beyaz yıldızlar böbrekle beslenir. İnsanların yaşamını şekillendiren toplumsal ve dini değerlerin derinliğine nüfuz etmeden, herhangi bir kültürün astronomi bilgisini anlayıp takdir etmeniz mümkün değildir. Dolayısıyla, takımyıldızların hikayelerini anlatmakla amaçlanan, gökyüzüne baktığımızda yaşadığımız deneyimin diğer deneyimlerle -yaşamın başlangıcı ve sonu, kovalama, kurtulma, hayatta kalma ihtiyacı, mevsim değişikliklerini öngörme veya iyi davranışla ilgili ortak kuralların gerekliliği -bağlantısını kurmaktır. Her yıldız hikâyesi bize kendimizi anlatır.



Anthony Aveni

Russell Colgate Distinguished Üniversitesi, Astronomi, Antropoloji ve Amerikan Yerlileri Çalışmaları profesörüdür ve aynı üniversitede Fizik ve Astronomi ile Sosyoloji ve Antropoloji bölümlerinin her ikisinde de görev yapmaktadır. Dünya genelinde üç yüzden fazla üniversitede ders veren Aveni, antik Orta ve Güney Amerika kültürlerinin astronomik tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla, gelişmesine katkıda bulunduğu “Kültürel Astronomi” alanının kurucuların biri olarak kabul edilmektedir. 

Rolling Stone dergisince hazırlanan listede Amerika Birleşik Devletleri’nin en iyi on üniversite profesörü arasında yer almasının yanı sıra Council for the Advancement and Support of Education (Eğitimi Geliştirme ve Destekleme Konseyi), Washington D.C. tarafından Yılın Profesörü seçilen Anthony Aveni; ulusal ve uluslararası pek çok ödüle layık görülmüş, çalışmaları aralarında National Geographic Society ve National Science Foundation’ın da bulunduğu çok sayıda resmi ve özel kuruluş tarafından desteklenmiştir. Saygın bilim dergilerinde yayımlanan üç yüzden fazla makale kaleme alan Aveni, 35’den fazla kitaba imza atmış ya da yayıma hazırlamış; uzman olduğu alanlarda Discovery Chanel, Learning Channel ve BBC gibi kurumların belgesel ve TV programlarına konuk olmuştur.

Anthony Aveni, sanatçı eşi Lorraine ile birlikte Hamilton, New York'ta yaşıyor.

  

Türkçedeki Kitapları:

2021-Zamanın Kültürel Tarihi
2022-Yıldız Hikayeleri

web sayfası



















 



11 Mayıs 2022

Helle Lund-2015-Danske Arstidssange

01. En Yndig Og Frydefuld Sommertid (5:31)
02. Jeg Ved Hvor Der Findes En Have Sa Skon (4:25)
03. Jeg Er Havren (6:31)
04. Sensommervisen (5:06)
05. Nu Falmer Skoven Trindt Om Land (4:35)
06. Spurven Sidder Stum Bag Kvist (5:03)
07. Sneflokke Kommer Vrimlende (5:08)
08. I Sne Star Urt Og Busk İ Skjul (3:28)
09. Jeg Ved En Laerkerede (2:37)
10. April, April (4:10)
11. Den Bla Anemone (4:58)
12. Den Gamle Skaerslippers Forarssang (3:08)

Helle Lund Trio'nun 12 Danimarka mevsimlik şarkıdan oluşan yeni albümüne, doksanların sonlarında Danimarka caz sahnesinin en önemli ve popüler isimlerinden biri Hans Ulrik eşlik ediyor.Ulric'in yanı sıra basçı Jesper Bang Pedersen ve davulcu Kaoru Obayashi'den oluşan Trio son 15 yıldır birlikte çalışıyorlar.

Albüm repertuaru, klasik Danimarka şarkıları ve ilahilerinden oluşuyor.  I'm the Oats, The Late Summer Song, Snowflakes Come Bol, The Blue Anemone vb. şarkılar konserde kaydedilmiştir. 

Müziğe kendiliğindenlik ve dolaysızlık hissi vermeye yardımcı olan orijinal besteler etrafında yumuşak ve melodik bir şekilde doğaçlama yapan trio, ellerindeki bu klasik malzemeye büyük saygı duyarak onlara yeni bir ruh kazandırmıştır. Helle Lund bu albümdeki eski melodilerde harikalar yaratmıştır, Hans Ulrik hem tenor hem de soprano saksofonda elinden gelenin en iyisini yaparak  güzel bir atmosfer yaratan iyi bir kombinasyon ortaya koymuşlardır..

Trionun 2015 den sonra yaptığı herhangi bir çalışmaya rastlayamadım ne yazık ki..

albümü indirip dinlemek için


09 Nisan 2022

Adam Johnson-George Orwell Arkadaşımdı


 
















1967’de Güney Dakota’da doğdu. Esquire, Harper’s Magazine, Tin House ve The Paris Review’da öyküleri yayımlandı. 2013’te aynı zamanda New York Times çok satanlar listesine de giren ikinci romanı Yetimlerin Efendisi’nin Oğlu (çev. Güneş Demirel, Pegasus Yay., 2014) ile Pulitzer Edebiyat Ödülü’nü kazandı. George Orwell Arkadaşımdı 2015’te National Book Award’a, 2016’da Story Prize’a layık görüldü. Emporium (2002) adlı bir öykü derlemesi ve Parasites Like Us (2003) adlı bir romanı daha var. Stanford Üniversitesi’nde yaratıcı yazarlık dersleri veriyor ve ailesiyle San Francisco’da oturuyor.

 

Adam Johnson - George Orwell Arkadaşımdı
2018 Yüz Kitap Yay. / çev. Deniz Keskin / 260 sayfa

Kitap 6 öyküden oluşuyor ve her biri o kadar güzeldi ki...

Adam Johnson’un olağanüstü öykü derlemesinin sayfalarında şairane bir anlatım ve kalp kırıklıkları var. Johnson, öyküleri ister New Orleans’ta veya Palo Alto’da ister Kore’de geçsin, aynı duyarlılık ve kavrayışla yazan bir virtüöz. Bu sayfalardan şaşırtıcı, komik, hüzünlü ve derinden sarsıcı sesler yükseliyor.

Bu altı öyküde, Johnson sevgiyi ve kaybı, teknolojinin özel hayata nüfuzunun etkilerini ve siyasalın kişiseli nasıl biçimlendirdiğini keşfe çıkıyor. Johnson’un öyküleri harap olmuş Amerikan şehirlerinden terk edilmiş işkence odalarına, tanıdık gelen tekinsiz bir dünyada geçiyor.

Bu altı öyküde, Johnson sevgiyi ve kaybı, teknolojinin özel hayata nüfuzunun etkilerini ve siyasalın kişiseli nasıl biçimlendirdiğini keşfe çıkıyor. Johnson’un öyküleri harap olmuş Amerikan şehirlerinden terk edilmiş işkence odalarına, tanıdık gelen tekinsiz bir dünyada geçiyor.

Karısının hastalığı karşısında kendisini aciz hisseden ve kaçışı simülasyonlar yaratmakta bulan bir yazılımcı, yıkıcı bir kasırganın ertesinde küçük oğlunun sorumluluğu üstüne kalan genç bir baba, ailesini geride bırakıp ölmeye hazır olmayan kanser hastası bir kadın, yönettiği cezaevinde yapılan işkenceleri hâlâ inkâr eden sabık bir Doğu Alman hapishane müdürü, içindeki sapkınlığı dizginlemeye çalışan bir bilgisayar programcısı, Kuzey Kore’den kaçıp Güney’deki yeni hayatlarında bocalayan iki arkadaş...

Johnson raydan çıkmış hayatlarını yoluna sokabilmek için güç toplamaya çalışan insanların öykülerini anlatıyor; bu satırlarda Kurt Cobain’in, totalitarizmin ezdiği hayatların, yıkılmış evlerin, kaçak babaların, kayıp organların hayaletleri dolaşıyor.


öykülerden bazıları:

Nirvana 
Anlatıcı bir mucittir, iProjector diye alet icat edip suikasta uğramış bir başkanın hologramvari versiyonunu yaratır. Başkanın sanal ortamda gezinen her türlü bilgisini toplar ve alete aktarır, böylece insanlara yardımcı olmak ister, kendine de. Karısı Guillain-Barré Sendromu'na yakalanmıştır, kasları beyinden gelen sinyallerden ibarettir, isyan halindeki vücut hareket edemez, acıdan başka bir şey sunmaz ve kadını yaşamından bezdirir. Hiçbir şey kadının acısını hafifletmez, sadece gece gündüz dinlediği Nirvana ve Kurt Cobain ona iyi gelmektedir..  İntihar konusunda eşinin yardım sözünü alır, böyle bir şeye girişmeyeceğini söylese de kendi sınırına ulaşmak üzere olduğunu sezer ve verilen sözü eşine hatırlatıp durmaya başlar. Anlatıcı dayanamaz, eşine iyi geldiğini düşündüğü için Kurt Cobain'in hologramını yaratır..

Anonim Kasırgalar
 
Doğal felaketler insanların kendi felaketleriyle birleştiği zaman sıkı kararlar alınabildiğini gösteren bir öykü. Katrina Kasırgası'nın hemen ardında, yıkıntıların arasında birkaç insanın yaşamlarını sürdürme çabaları ve farklı yönlere sapmalarını, yaşamlarını birleştirip ayırmalarını anlatıyor. Çocuklarını terk edip giden, köprüden aşağı atarak ölmelerine sebep olan anneler, her şeye rağmen sevdiği adamların yanında yer alan kadınlar, karar verme anı geldiğinde ortadan kaybolan ve sorumluluk alıp en iyisini umarak harekete geçen erkekler, yıkık evler, yıkık köprüler, parçalarını bir araya getirmeye çalışan ruhlar, bir kasırga panoramasında mücadele.  

İlginç Bir Bilgi 

Kanserden ölmekte olan ve öldüğünü fark eden kadının eşiyle olan hesaplaşması, ölümünden sonra yaşamaya devam eder gibi anlatması bir şey, her şeyin olup bittiği dünyada kalanların kayıplardan, değişimlerden çabuk sıyrılmaları başka bir şey. Kadının çocukları ve babası bir süre yas tutsalar da her şey olağan haline geri dönüyor, boşluk bir şekilde doluyor. Dünyanın uğultusu geri geliyor, her ne olursa olsun geri geliyor, yoksunluğu duyulan şeyleri yavaş yavaş silmek için. Bir bahçenin yoksunluğu uğultuda yeni bir sokağın sakinliğine dönüşüyor. 

Kadın. Kocası bir yazar, Pulitzer ödüllü. Kendisi de yazar ama metinleri basılmamış. Kocasının kendisinden çaldığı bir fikri fark etmek, kocasının başka kadınlarla görüşmeye başladığını görmek, çocuklarının yaşamlarını sürdürdüklerine şahit olmak, ilginç bilgilerle dolmak ve bu bilgiler sayesinde yaşamak, bir filin bir ağaca kaç dakikada çıkacağının istatistiksel bilgisiyle yaşamak örneğin, dünyaya dair bilinecek ne varsa bilmeye çalışmak belki de kadının hâlâ buralarda olmasının sebebidir.
  

George Orwell Arkadaşımdı

Yönettiği cezaevinde yapılan işkenceleri hâlâ inkâr eden sabık bir Doğu Alman hapishane müdürü, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra emekli olan köpeği ile yaşayan adamın yönettiği cezaevinin bir utanç merkezi olarak anımsanması için müzevari bir hale dönüştürülmesinden sonra kendisine eski günlere ait yaşadıklarını anlatması istendiğinde her şeyi normalleştirerek günlük hayatına devam edebilmesinin altındaki ruh halini gösteren bir öykü...

Karanlık Çayır

İçindeki sapkınlığı dizginlemeye çalışan bir bilgisayar programcısı, porno sektörünün mutfağını bilen ve yazılacak bir kodla bu sayfalardan indirilen resimlerin izinin sürülebileceği konusunda polise yardımcı olacağını ifade ederken aslında bu işin ne kadar dokunulmaz olsa da işin psikolojik tarafını da çok özenli seçilmiş sözcüklerle ifade eden bir öykü..

Gülen Talih

Kuzey Kore’den kaçıp Çin'e gidecekken çeşitli engeller yüzünden Güney Kore'de takılıp kalan ve Güney’deki yeni hayatlarında bocalayan iki arkadaş. Kuzey ve Güney Kore hakkında önemli arka planlar sunuyor, birinin durumu kabullenip uyum sağlarken, diğerinin platonik bir aşkla bağlandığı ve Kuzeyde kalan sevdiği kadına  dönmesi gerektiğini bahane ederken aslında ölümü pahasına geri dönmesinin daha derinliklerden gelen uyumsuzluk durumları olduğunu anlatan zor bir öykü...

Türkçede bir tane daha yayınlanmış kitabı bulunmaktadır..


Adam Johnson-Yetimlerin Efendisi'nin Oğlu
çev. Güneş Demirel/ 2014 Pegasus Yayınları / 576 sayfa 

Pak Jun Do, zorla başkente götürülmüş şarkıcı bir kadının ve yetimhane müdürü bir babanın oğludur. Kuzey Kore’nin üst düzey yetkilileri kısa zamanda onun sadakatini ve yeteneklerini fark eder. Kendisini sadece “dünyanın en yüce ulusunun bir neferi” olarak gören Jun Do, kısa zamanda yükselir. Hayatta kalmak için değişen kurallarla, işkencelerle ve üstlerinin kafa karıştırıcı istekleriyle mücadele etmek zorundadır. Herhangi bir insanın katlanabileceğinden fazlasına maruz kalan Jun Do, sevdiği kadın Sun Moon’u kurtarabilmek için Kim Jong İl’in rakibi rolüne bürünür.

Bu destansı romanda Adam Johnson, açlıkla kırılan, yozlaşmışlık ve zulmün sıradan olduğu bu dünyanın sürükleyici bir anlatımını sunuyor. İnsanın kırılganlığının ve insan iradesinin yenilmezliğinin anlatıldığı roman, hiç tanınmayan bir dünyanın kapılarını aralıyor. 



29 Mart 2022

Taranczewski-2022-When I Was

  

01-Coco (4:19)
02-And Everything Was Calm (7:06)
03-The Composer (5:06)
04-Grønland (6:31)
05-When I Was (4:26)
06-Thing of Souls (3:34)
07-Ligature (8:02)
08-Twenty-One Years (3:56)
09-Mysore (6:26)
10-Me Time (4:53)
11-Take Me Home (4:03)

Olaf Taranczewski, piyano
Jean-Philippe Wadle; kontrbas
Benedikt Stehle, davul

Olaf Taranczewski, basçı Jean-Philippe Wadle ve davulcu Benedikt Stehle'yi onlarca yıldır tanıyor, ancak grubun 2020'deki oluşumundan önce hiç birlikte çalmadılar. Kasım 2020'de Berlin-Kreuzberg'deki stüdyoda çalınan ilk notaların ardından grup, kendi seslerini bulduklarını hissettiler. Üç müzisyen, müziklerini Sinematik Caz olarak tanımlıyor.

Olaf Taranczewski, "Parçaların kendileri de en fazla 15 yaşında" diye ekliyor. "Şarkılar söz konusu olduğunda, bir bakıma son on buçuk yılın bestelerimin 'en iyisi'. Ancak, her zaman yarım kalmış gibiler. Benedikt ve Jean-Philippe ile tamamen yeniden yaratıldılar."


albüm web

10 Şubat 2022

Hajo Weber & Ulrich Ingenbold

 

 Hajo Weber & Ulrich Ingenbold- Winterreise (ECM 1982)

01. Der wundersame Weg  
02. Karusell  
03. Winterreise  
04. Zweifel  
05. Sommerregen  
06. Drehung in der Luft  
07. Filmmusik  
08. Son's Song

HAJO WEBER - gitar
ULRICH INGENBOLD - gitar, flüt

Mart 1982'de Tonstudio Bauer, Ludwigsburg'da
kaydedildi. Yapımcı Manfred Eicher

ECM firmasının gelmiş geçmiş en güzel albümlerinden biridir..İkili hakkında nette hiçbir bilgi olmaması ve başka da bir kayıt yapmamaları üzücü çünkü gitar sesinin ruhunuza bu kadar derinlemesine nüfus etmesini sağlayan albümler çok az.

albümü indirmek için tıklayın
ECM 'nin sayfasındaki tanıtım yazısı

22 Ocak 2022

Henri Cartier Bresson-Yüzyılın Gözü


Sahaftan tesadüfen görüp aldığım bir kitaptı: Yüzyılın Gözü Henri Cartier Bresson  dün başladım okumaya...Bresson'u daha önceden biliyordum, bana göre gelmiş geçmiş en iyi 3 fotografçıdan biridir..

fotoğraf bloguma da eklemiştim daha önce de..

photoreferans'a da bütün fotoğraflarını albüm olarak koymuştum..

Kitabın girişinde anlattığı bir şey etkiledi beni o yüzden paylaşmak istedim..

Kitabın yazarı Pierre Assouline, Henri Cartier Bresson'la röportaj için evine ilk gittiğinde bu kadar ünlü bir fotoğrafçının evinde sadece 2 tane fotoğraf asılı olduğunu görüp şaşırır: sonrasını kendi sözcükleriyle yazayım:

"Gün sona eriyordu. Dışarıdan atölyeye sızan ışık git gide azalırken, o lambayı yakmayı hiç aklına getirmiyordu. Önemi de yoktu zaten. O çayı hazırlarken ben de etrafa göz gezdirdim. Olabildiğince sade mobilyalar, karıştırılmaktan ciltleri yorgun düşmüş sanat kitapları ve sergi kataloglarıyla dolup taşan bir kütüphane.

Duvarda, camın altında duran, ama gereğinden fazla da özen gösterilmemiş babasına ait resimler, amcasının guvaşları ve kendisine ait olmayan iki adet fotoğraf vardı. Bunlardan biri, 1929 sularında Macar Martin Muncaski tarafından çekilmiş, ters ışıkta Tanganyika gölünün dalgalarına doğru atlayan üç siyah gencin arkadan göründüğü bir fotoğraf, diğeri ise Meksikalı Agustin Casasola'ya ait olan ve Meksika'daki Devrim Müzesinde muhafaza edilen, 1913 'de kalpazan Fortino Samano'yu sırtını duvara dayamış, yüzü idam mangasına dönük, elleri cebinde, dudaklarında bir sigara, yüzünde meydan okuyan sırıtmasıyla, oradaki ölüme kafa tutarak küstahça poz vermiş hâlde gösteren bir fotoğraftı. 

İlki, kendiliğinden ve yoğun bir yaşama sevincini, ikincisi ise ölümün kaçınılmaz olduğu o anda sabitlenmiş mutlak özgürlüğü ifade ediyordu.

Kendininkiler de dahil, başka fotoğraf yoktu."

Bu iki fotoğrafı bulup bakmak isteği oluştu içimde, baktığımda ise ikisinin de daha önce gördüğüm-öylesine bakıp geçtiğim-fotoğraflar olduğu ortaya çıktı, tek farkı artık bu satırlardan sonra insanın gözüne daha farklı görünüyordu...

Martin Munkácsi-Three Boys at Lake Tanganyika


Agustin Casasola-Fortino Samano


Henri Cartier Bresson

Fransız fotoğrafçı Henri Cartier Bresson 1908’de Seine-et-Marne kentinde Chanteloup en Brie’de doğdu. Beş çocuğun en büyüğü olan sanatçının babası zengin bir tekstilciydi. Annesinin ailesi ise, Henri’nin çocukluğunun bir bölümünü geçirdiği Normandiya’dan gelen tüccarlar ve toprak sahipleri idi.

Önce bir Katolik okulu olan École Fénelon’a katıldı. Müzik öğrenmeye çalıştıktan sonra, yetenekli bir ressam olan amcası Louis resim yapmayı öğretti, fakat I. Dünya Savaşı’nda Louis Amcası ölünce resim dersleri yarım kaldı.

1927’de Kübist ressam ve heykeltıraş André Lhote’nin Lhote Akademisi’ne girdi. Bu dönemde Dostoyevski, Schopenhauer, Rimbaud, Nietzsche, Mallarmé, Freud, Proust, Joyce, Hegel, Engels ve Marx’ı okudu. Lhote, öğrencilerini klasik sanatçıları okumak için Louvre’a ve çağdaş sanatı incelemek için Paris galerilerine götürdü.

Cartier-Bresson’un modern sanata ilgisi, Rönesans ustalarının eserlerine duyulan hayranlıkla birleştirildi. Jan van Eyck, Paolo Uccello, Masaccio, Piero della Francesca eserleri onun için “kamerasız fotoğrafçılık” öğretmeni işlevi görüyordu.

Henri Cartier Bresson, Lhote’un sanata “kural yüklü” yaklaşımıyla hüsrana uğramış olsa da, sıkı teorik eğitimi daha sonra fotoğrafçılıkta sanatsal biçim ve kompozisyon sorunlarını tanımlamasına ve çözmesine yardımcı oldu. 1920’lerde, Avrupa genelinde fotoğrafçılık gerçekçiliği okulları ortaya çıktı, ancak her birinin fotoğrafın çekmesi gereken yön üzerine farklı bir görüşü vardı. 


Afrika seyahatinin ardından Fransa’ya geri dönen Cartier-Bresson, 1931 yılının sonlarında Marsilya’da Sürrealistler ile olan ilişkisini derinleştirdi. Marsilya’da uzun yıllar ona eşlik edecek olan 50 mm’lik lens ile Leica kamerayı aldı. Küçük kameranın kendisine kalabalığın içinde veya yakın bir zamanda verdiği anonimlik, fotoğraflandığının farkında olan kişilerin resmi ve doğal olmayan davranışlarının üstesinden gelmesini sağladı. Leica kendisine yeni olanaklar yarattı. Fotoğrafları ilk olarak 1932’de New York’taki Julien Levy Galerisi’nde ve daha sonra Madrid’deki Ateneo Kulübü’nde sergilendi. 1934 yılında Meksika’da Manuel Álvarez Bravo ile bir sergi paylaştı.

II. Dünya Savaşı’nın başlamasıyla birlikte Fransız Ordusu’nda görev yaparken Nazilere esir düşen Henri Cartier-Bresson, üç defa Nazi kamplarından kaçmayı denedi ve 1943 yılında sonuncu denemesinde kurtulmayı başardı. Savaş sebebiyle Leica fotoğraf makinesini toprağa gömdü ve kamptan kurtulduktan hemen sonra makinesini gömdüğü yerden çıkararak tanık olduklarını fotoğraflamaya devam etti. Le Retour ise 1945 yılı yapımı Henri Cartier-Bresson’ın esir alınan insanların ülkelerine teslim edilme sürecini belgelediği 34 dakikalık bir belgesel yayınladı.

1947’nin başlarında, Cartier-Bresson, Robert Capa, David Seymour, William Vandivert ve George Rodger ile birlikte Magnum Photos’u kurdu.


Küçük kamerasıyla fotoğraf çekmeyi, anında desen çizimine benzetti....daima siyah-beyaz fotoğraflar çekti.. bu konuya ilişkin de  “Duyguyu yalnızca siyah beyazda buluyorum. Renkli bakış aslında eksik bir bakıştır. Renkli fotoğraf yalnızca tüccarları ve dergileri mutlu eder.” Ayrıca hiçbir fotoğrafını keserek düzenlemedi... Bütün fotoğrafları için büyük bir titizlikle ve emekle çalıştığı için fotoğraflarında olmaması gereken gereksiz ayrıntılar yoktur. Anlatılanlara göre Henri Cartier-Bresson, bu durumu kanıtlamak için ise tüm fotoğraflarını negatiflerinin boş ve siyah kısımlarıyla beraber bastı.

Sanat dünyasından Albert Camus, Pablo Picasso, Jean Paul Sartre, Salvador Dali, Simone de Beauvoir gibi isimleri kadrajına alan ve fotoğraf sanatına ismini altın harflerle yazdıran Henri Cartier-Bresson, 2004 yılında aramızdan ayrıldı. Yazımı Henri Cartier-Bresson’ın fotoğraf sanatına bakış açısını ortaya koyan ve fotoğraf sanatının sahip olduğu etki gücüne ilişkin söylemiş olduğu sözüyle bitirmek istiyorum: “Fotoğraf çekmek eş zamanlı olarak ve saniyenin bir kesri içinde hem olayın hem de ona anlam veren görsel biçimlerin farkına varmaktır. Amaç olayları biriktirmek değildir, olayların tek başlarına hiçbir önemi yoktur. Önemli olan onların içinden seçim yapabilmek, derinlerde gerçekle bağlantılı olduğu doğru olayı yakalayabilmektir. En küçük şey fotoğrafta büyük bir konu olabilir, en ufak insani ayrıntı ana fikre dönüşebilir.”


Related Posts with thumbnails