"Bana filmlerimin genel amacının ne olmasını istediğim sorulsa, geniş düzlükteki katedralde çalışan sanatçılardan biri olmak isterim diye karşılık veririm. Ben, taştan, bir ejder başı, bir melek, bir şeytan -belki de bir ermiş yapmak istiyorum. Hangisi olursa olsun; önemli olan, gönlünü kandırmışlık duygusudur. İnanıp inanmadığım, Hıristiyan olup olmadığım bir yana, ben, katedralin elbirliğiyle kurulmasında rolümü oynamak istiyorum.''
Ingmar Bergman, 14 Temmuz 1918 tarihinde İsveç’in Uppsala şehrinde dünyaya gelen İsveçli yönetmen, senarist ve yapımcıdır. Tam adı Ernst Ingmar Bergman’dır. Papaz Erik Bergman, çocuklarını cezalandıracağı zaman bir dayak töreni düzenler, önce onların ifadesini alır, sonra da çırılçıplak soyunmuş evlatlarını yüzü koyun yatırıp halı dövme sopasıyla vurmaya başlardı. Annenin işlevi ise oğlanların dayaktan kabarmış bedenlerine pansuman yapmaktı. Bu iki çocuktan biri, 20. yy’ın efsanevi yönetmeni Ingmar Bergman’dı. Yönetmen olma kararını da bir başka ceza yöntemi sırasında aldı, ihtimal. Kapatıldığı karanlık dolaba yerleştirdiği ışıklı el feneriyle dolabın içinde görüntüler yaratıp, kendini sinemada varsayarak korkusunu geçiştirmeye çalıştığı günlerde...
Anne babalarımızın çocukluğumuzda yaptığı hatalar, bütün bir ömrü etkiler. Bergman’ınkini de etkiledi. Denetlemekte zorlandığı huzursuz bir ruhu oldu. Önceden kestiremediği şeylerle karşılaştığında hep acı çekti. ‘Ölüm korkusu’ onu dehşete düşürecek kadar yoğundu. Ağır bir ‘kaygı’ hali yaşadı; tıpkı son filmi ‘Saraband’de dediği gibi kaygısı kendisinden çok daha büyüktü. Etrafı kasıp kavuran öfkesiyle mücadele etti yıllarca. Ve bütün bu süreçte, insan ruhunun tüm girdaplarında kulaç attı, bu netameli deneyimlerini de filmlerine yansıttı.
Sinema kariyerine 1940’lı yıllarda başlayan yönetmen, 2. dünya savaşının sonunda İsveç’te yükselen bir intihar olaylarından etkilenerek ilk dönem filmlerinde bu umutsuzluğu ön plana çıkartmaktadır. Genel olarak yarattığı karakterler varoluşsal sıkıntılar yaşayan, umutsuz bir yalnızlıkla mücadele eden tiplemeler olmuştur. Bu karanlık temadaki eğilimleri filmlerine aktaran Bergman’ın doruk noktası Zindan isimli filminde açık olarak belli olmaktadır.
1950’li yıllarda ise filmlerinde yenileme ve zenginleştirmeler ön plana çıkar. İşlediği temalar genelde Aşk, sevgi, ayrılıktır. Genel olarak kadınlara yöneldiği bu filmlerde kadınlar ön plana çıkarken erkeklere karşı küçümseyici duruşu belli olmaktadır.
1950’lerin sonunda Bergman’ın sinema alanında Dikey Sineması olarak adlandırılan objektifin gökyüzüne doğru çevrildiği bir kavram ortaya çıkar. Bu durum Yedinci Mühür ile filmiyle başlar. Varoluşsal eğilimlerin görüldüğü eserler ortaya koyduğu bir dönem olur.
1960’larda yaptığı filmlerinde ise bilinçsiz güdülenmelere bağlı sorunları ele alır. Bergman’ın sinema tarihinde patlaması 1958 yılında Bir Yaz Gecesi Gülümsemeleri filmiyle olmuştur. Cannes Film Festivali’nde yer alan bu filmi için jüri çok beğendiğinden özel bir ödül yaratmıştır. (Şiirsel Hiciv Ödülü) Ardından Bergman’ın filmleri Avrupa genelinde yayınlanmaya ve tanınmaya başlamıştır.
1970'li yıllar Bergman'ın Avrupa'da bir efsane haline geldiği yıllardır. Mali polisin gelip sahibi olduğu tiyatroyu basması ve gelir bildirimleri ile ilgili olarak Bergman'ı (biraz da hoş olmayan biçimde) sorgulaması üzerine ülkesine küsen sanatçı, 1976 yılında Almanya'nın Münih kentine taşınır.
Kariyeri boyunca birçok farklı temalar işleyen Bergman, mizahi ve eğlenceli filmler ortaya koymuştur. 2005’te Time dergisi, Bergman’ı dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak tanımlamıştır. 2003 yılında emekli olan usta yönetmen, 2007’de İsveç, Fårö adasında evinde ölmüştür.
2005 yılında Time dergisi tarafından dünyanın yaşayan en büyük yönetmeni olarak nitelendirilen Bergman, filmlerinde edebi inceliği de ustaca kullanan bir sanatçıdır. Ingmar Bergman'ın kapsamlı üretimin içinde; sinema ve TV için 62 film, 172 tiyatro yapımı, yaklaşık 300 yazı ve makale bulunuyor.
Filmleri
1944-Çılgınlık-Hets-Asistan
---------------------------------------------------
1946-Kriz-Kris
1946-Aşkımızın Üstüne Yağmur Yağıyordu-Det regnar på vår kärlek
1947-Hindistan'a Giden Gemi-Skepp till Indialand
1948-Karanlıkta Müzik-Musik i mörker
1948-Liman Kenti-Hamnstad
1949-Fangelse-Zindan
1949-Susuzluk-Törst
---------------------------------------------------
1950-Neşeye Doğru-Till gladje
1950-Burada Yapılmayan Türden Bir Şey-Sant hander inte hër
1951-Yaz Oyunları-Sommarlek
1952-Kadınların Bekleyişi-Kvinnors väntan
1953-Monikayla Bir Yaz-Sommaren med Monika
1953-Çıplak Gece-Gycklarnas afton
1954-Bir Aşk Dersi-En lektion i kärlek
1955-Düşler-Kvinnodröm
1955-Bir Yaz Gecesi Tebessümleri-Sommarnattens leende
---------------------------------------------------
1957-Yedinci Mühür-Det sjunde inseglet
1957-Yaban Çilekleri-Smultronstället
1958-Yaşamın Eşiğinde-Nära livet
1958-Yüz-Ansiktet
1960-Fırtına-Oväder
1960-Genç Bakire Pınarı-Jungfrukällan
1960-Şeytanın Gözü-Djävulens öga
---------------------------------------------------
1961-Aynadaki Gibi-Såsom i en spegel
1963-Kış Işığı-Nattvardsgästerna
1963-Sessizlik-Tystnaden
---------------------------------------------------
1963-Rüyada Oyun-Ett drömspel
1964-Bütün O Kadınlar Üstüne-För att inte tala om alla dessa kvinnor
1965-Don Juan-Don Juan-TV dizi
---------------------------------------------------
1966-Persona-Persona
1968-Kurtların Saati-Vargtimmen
1968-Utanç-Skammen
---------------------------------------------------
1969-Ayin-Riten
1969-Anna'nın Tutkusu-En passion
1970-Faro Belgesi-Fårödokument-TV Belgesel
1971-Temas-Beröringen
1972-Çığlıklar ve Fısıltılar-Viskningar och rop
1973-Bir Evlilikten Manzaralar-Scener ur ett äktenskap
1975-Sihirli Flüt-Trollflöjten
1974-Mizantrop-Misantropen
1974-Evlilikten Sahneler-Tiyatro Versiyonu-Scener ur ett äktenskap
1976-Yüzyüze-Ansikte mot ansikte
1977-Yılan Yumurtası-Ormens ägg
1978-Güz Sonatı-Höstsonaten
1980-Kuklaların Yaşamından-Aus Dem Leben Der Marionetten
1982-Fanny ve Alexander-Fanny och Alexander
1983-Evlilik Okulu-Hustruskolan-TV
1984-Provadan Sonra-Efter repetitionen-TV
1986-Kırık Kalpler-De två saliga-TV
1986-Fanny ve Alexander'ın Yapılışı-Dokument Fanny och Alexander
1992-Madam Sade-Markisinnan de Sade-TV
1993-Bakkhalar-Backanterna-TV Film
1997-Bir Palyaçonun Önünde-Larmar och gör sig till-TV
2000-Imaj Yaratıcı Bildmakarna-TV Film
2003-Saraband -Saraband
2007-Sözlü Sonatlar-Spöksonaten
Kısa Filmleri
1957-Bay Sleeman Geliyor-Herr Sleeman kommer-43 dak
1958-Venedikli-Venetianskan-56 dak
1967-Daniel-Daniel-11 dak
1976-Lanetli Kadınların Dansı-De Fördömda Kvinnornas Dans-24 dak
1984-Karin'in Yüzü-Karins Ansikte-14 dak
1995-Son Çığlık-Sista skriket-60 dak
1996-Harald & Harald-Harald ile Harald-10 dak
Hakkındaki Türkçe Kitaplar
-İmgeler-1000 Kitap Yayınları
-Büyülü Fener-Agora Kitaplığı
-Yedinci Mühür-İz Yayıncılık
-Yaban Çilekleri -Aynadaki Gibi-Kırmızı Kedi
-Sinematografi İnsan Yüzüdür-Agora Kitaplığı
-Bir Evlilikten Sahneler-Nisan Yayınları
-Pazar Çocuğu-Afa Yayınları
Ingmar Bergman beş kez evlendi ve dokuz çocuğu oldu:
-Else Fisher (1943-1946) : Lena Bergman
-Ellen Lundstrom (1947-1952) : Eva, Jan, Anna, Mats Bergman
-Gunvor Hagberg (1952-1959) : Ingmar Bergman, Jr.
-Kabi Laretei (1959-1969) : Daniel Bergman
-Ingrid Karlebo (1971-1995) : Maria von Rosen
-Liv Ullmann-1966: Linn Ullmann (Liv ile evlenmedi)
Birger Malmsten / Harriet Andersson / Bibi Andersson ile de kısa süreli gönül ilişkileri oldu...
Ullmann sadece sevgilisi, arkadaşı, oyuncusu olmadı Bergman’ın. Aynı zamanda ilham perisiydi de... Ama öyle sıradan bir peri değil, Bergman’ın deyişiyle Liv Ulmann onun ‘stradivarius’uydu. Liv Ullmann da kendi içindekileri keşfetti, ‘hayatımı değiştiren erkek’ dediği, kızının babası Bergman’la olan ilişkisi boyunca.
Annesi ve babasıyla ilgili olarak yaptığı ‘anlamaya çalışma’ ve onları affetme mesaisi uzun sürdü. 1965’te 47 yaşındayken, 27’sindeki Norveçli oyuncu Liv Ulmann ile tanıştığında kadınlarda ‘annesini’ arıyordu hala. Ulmann ise babasını... Çocuk yaşta kaybettiği ‘kahverengi deri ceketli’ babasını... O da, sık sık kahverengi deri ceket giyen Bergman’da gidermeye çalıştı bu özlemini. Çocukluktan getirdikleri ‘boşluk ve yalnızlık’ duygularını birbirlerinde azaltmaya çalıştılar ama olmadı. Tanışmalarına vesile olan film ‘Persona’nın (1966) Farö adasındaki çekimleri sırasında tutkulu bir yakınlaşma başladı aralarında. Adada, birlikte yaptıkları uzun bir yürüyüşün sonrasında denize bakan taşlı gri bir bayıra oturup soluklanırken Ulmann’ın elini tutup “Dün gece bir düş gördüm. Senle ben, acılar içinde birbirimize bağlanmıştık,” dedi Bergman. Tam da böyle bir ilişkileri oldu, beş yıl süren. Narsisizm, kıskançlık, yoğun beklentiler, hayal kırıklığı...
‘Birbirlerini ele geçirme’ savaşıyla geçen beş yıl, ayrılıkla sonuçlandı. Arkadaş kalmaya karar verdiler ve dostlukları Bergman’ın ölümüne dek, tam 42 yıl devam etti. Kendileriyle yüzleşmiş, yanlışlarını görmüştüler. 5 evlilik yapan Bergman yalnızken de hayatında biri varken de, Ulmann yeni aşklara yelken açmış evlenmiş boşanmışken de hep görüştüler. Onlarınki sadece birbirlerine ihtiyaç duyduklarında, bencilce diğerine ‘ses verdikleri’ türden bir arkadaşlık değildi. Bu arkadaşlığın karinesi ‘samimiyet’ti. Ayrıca iyi günlerin, vaktiyle birbirlerinden gördükleri desteğin, bitmiş bile olsa aşkın hatrı vardı. Öte yandan, 12 yapımda birlikte çalıştılar. ‘Utanç’ (1968), ‘Kurtların Saati’ (1968), ‘Tutku’(1969), ‘Çığlıklar ve Fısıltılar’ (1973), ‘Evlilik Yaşamından Sahneler’ (1973), ‘Yüz Yüze’ (1976), ‘Yılanın Yumurtası’ (1977), ‘Sonbahar Sonatı’ (1978), ‘Özel İtiraflar’ (1996), ‘Sadakatsiz’ (2000) ‘Saraband’ (2007).
Pazar günü, Erland Josephson'la tiyatrodaki odamda oturup Bach'dan sözediyoruz. Bach bir geziden döndüğü zaman yokluğunda karısıyla iki çocuğunun öldüğünü öğrenip güncesine şunları yazmış: "Sevgili Tanrım, coşku beni terketmesin." Tüm bilinçli yaşamım boyunca Bach'ın coşku dediği şeyle yaşadım. Bunalımlardan ve mutsuzluklardan çıkmamda bana o yol gösterdi, tıpkı yüreğim gibi teklemeden benim için çalıştı. Kimi zaman beni bunalttı ve baş edilmesi zor bir hal aldı ama hiçbir zaman yıkıcı ve düşmanca davranmadı. Bach bu duruma coşku demiş, Tanrıdaki coşku. Sevgili Tanrım, coşku beni terketmesin! Birdenbire kendimi Erland'a şunları söylerken buluyorum: "Coşkumu yitirmek üzereyim. Bedenimle hissediyorum bunu. Akıp gidiyor, içim kuruyor." Ağlamaya başlıyorum. Bu beni korkutuyor, çünkü ben hiç ağlamam. Çocukken ağlamayı çok severdim, annem gözyaşlarımın ardını görür ve beni cezalandırırdı. Sonra ağlamaz oldum. Ara sıra içimde derin bir yerde çılgın bir haykırış duyarım, haykırışın yalnızca yankısı bana ulaşır...
Dalama' daki yazlık eve "Varoms" denirdi, Orsa yöresinde konuşulan diyalektte bu "bizim" demekti. Oraya, yaşamımın ilk ayında gitmiştim ve anılarımda Varoms'da yaşamayı hala sürdürürüm. Mevsim hep yazdır. Kocaman bir huş ağacı hışırdıyor, sıcak tepelerin üzerinde titreşiyor, hafif giysiler içinde insanlar terasta geziniyor, pencereler açık, birisi piyano çalıyor, kriket topları yuvarlanıyor, yük trenleri makas değiştiriyor ve istasyona gelmeden epey önce işaret veriyorlar. Nehir en ışıklı günlerde bile bir giz saklarmışcasına kapkara akıyor, üzerinde kesilmiş ağaçlar tembel tembel yüzüyor ya da hızla daireler oluşturarak dolaşıyorlar. Ortalık inci çiçeği, karınca yuvası, kızarmış dana eti kokuyor. Çocukların hepsinin dirsekleri ve dizleri sıyrık. Nehirde yada Svaitsjön'de, gölde yüzüyoruz, yüzmeyi çok erken öğreniyoruz. Çünkü nehirde de, gölde de vıcık vıcık balçık yatakları ve birdenbire derinleşen çukurlar var.
1941 yazında yirmi üç yaşına girmiştim ve gidip anneannemin Dalecarlia' daki evine kapandım. Özel yaşamım karmakarışıktı. Üstelik bir çok kez zorunlu askere çağrılmıştım. Sonunda ülser oldum ve askerlikten muaf tutuldum. Annem Varoms'da tek başına yaşıyordu. Daha önceleri de zaman zaman bir şeyler yazmıştım, ama hepsi çekmecemin alt gözüne kaldırılmıştı. Yine de tüm karmaşıklıktan uzak Dalecarlia' da kalmak görece bir rahatlamaydı. Yaşamımda ilk kez kesintisiz yazmaya başladım. Sonuç on iki sahne oyunu ve bir opera librettosuydu.
1964 güzünde Kraliyet Dram Tiyatrosu'na döndüm ve o yıl iki büyük başarı yaşandı. Gertrud Fridh'ın oynadığı Ibsen'in Hedda Gabler'ini ve Moliere'in Don Juan'ını yönettim. Ne var ki hem tiyatronun içinde, hem de dışarıda karşıt bir eylem oluştu. Sezonun sonuna doğru Örebrn kentinde yeni bir tiyatronun açılış törenine katılmakla yükümlü topluluğumuz korkunç bir yolculuk yaptı. İnsanlar öldü ya da ciddi olarak hastalandı. Ben, çok yüksek ateşle bu yolculuğa çıktım ve iki yanlı zatürree ve yoğun bir penisilin tedavisiyle yolculuğu tamamladım. Bitkindim, yine de tiyatroyu yönetmeye çalıştım, ancak nisan ayında doğru dürüst bir bakım görmek için Sophiahemmet Kraliyet Hastanesi' ne yatırıldım.
Yaratıcılığımı köreltmemek için Persona'yı orada yazmaya başladım. O dönemde Yamyamlar projesi iptal edilmişti. Hem Svensk Filmindustri, hem ben böyle büyük bir prodüksiyonun yönetiminin bir yaz süresine sığdırılmasının gerçekçi olmadığını görmüştük. Bu, yıllık yapım planında bir delik açıldığı ve bir filmin eksildiği anlamına geliyordu. İşte o zaman ben, "umutsuzluğa kapılmayalım. Ben yine de bir film yapmaya çalışacağım. Belki bundan bir şey çıkmayacak, ama en azından deneyebiliriz," dedim. 1965 Nisan'ında yanlış tedavi edilmiş zatürreemin yan etkileri sürerken bazı notlar almaya başladım, yazmaya dönmemin bir nedeni de tiyatro yönetiminde, beni hedef alan berbat kokulu bombaların saldırısına uğramamdı. Kendime şunları sormaya başlıyordum: Neden bu işi yapıyorum? Neden bu denli önemsiyorum? Tiyatronun rolü bitti mi? Sanatın görevini başka başka güçler mi ele geçiriyor? Böyle şeyler düşünmek için geçerli nedenlerim vardı: Bu profesyonel yaşamıma karşı geliştirdiğim bir tiksinti değildi.
Nevrotik biri olmama karşın mesleğimle ilişkilerimde sinirlerim şaşılacak kadar sağlamdır. Şeytanlarımı arabama bağlayacak gücüm her zaman vardır ve şeytanlarını kendilerini yararlı kılmaya zorlanırlar. Özel yaşamımda ise bana işkence etmeyi ve utanılacak durumlara düşürmeyi sürdürürler. Bu köhne sirkin sahibinin, sizin de fark etmiş olabileceğiniz gibi, sanatçılarının onun kanını emmesine izin vermesi gibi bir huyu vardır. Sophiahemmet'te sağlığım geri gelirken İsveç Ulusal Tiyatrosu'nun başı olarak etkinliklerimin, yaratıcılığımı engellemekte olduğunu anlamaya başladım. Tüm motorlarımı en yüksek hızda çalıştırmıştım ve motorlar bu gövdeyi, parçalayıncaya dek sarsmışlardı. Bu boşluk ve hiçbir yere varamamak duygusunu dağıtmak için artık yazmam gerekliydi. İçinde bulunduğum durum, Hollanda'nın Erasmus Ödülü'nü aldığımda yazdığım ve Persona'nın önsözü olarak basılan "Yılan Derisi" adını verdiğim denemede açıkça anlatılmıştır: İçimdeki sanatsal yaratıcılık her zaman kendini açlık gibi duyurmuştur. Ben de hoş bir doyumla bu gereksinimi karşılamışımdır.
Bu taslağın içinde yalnızca Sessizlik değil Yılanın Yumurtası da gizlidir. Yitik partner düşüncesi Ayin' de de ortaya çıkar. Eğer yeterince deşersem kent konusunun derininde Sigfrid Siwertz'in kısa bir öyküsünün yattığına inanıyorum: 1907'de yayımlanan Daire, Berlin' de geçen birkaç öyküyü içerir. Bu öykülerden "Zaferin Karanlık Kraliçesi" beni çok etkilemişti. Körpe bilincime bir kurşun gibi işlemiş olmalı. Bu öykü benim sık sık gördüğüm bir düşün temeli oldu: Kocaman, yabancı bir kentteymişim. Kentin yasak bölgesine ilerliyorum. Burası yalnızca insan eti tencerelerinden çıkan buharlarıyla kötü ünlenmiş; güvenilmez bir alan değil, çok daha kötü bir şey var. Bölgede gerçekliğin yasaları ve toplumun kuralları artık varlıklarını sürdürmüyor. Burada her şey olabilir ve oluyor. Tedirgin edici şeyse benim sürekli kentin yasak bölgesine doğru ilerlemem ve oraya hiçbir zaman ulaşamamam. Ya uyanıyordum ya da düş bir başka düşe dönüşüyordu.
Büyülü Fener'de, Yılanın Yumurtası'nın başarısızlığının esas nedeninin filmi 1920'lerin Berlin'ini yansıtan bir dekorda çekmem olduğunu yazdım. "Eğer düşlerimdeki kenti var olmayan ve hiçbir zaman da var olmamış, ama yine de yaklaşan bunalımıyla, kokularıyla, gürültü patırtısıyla varlığını ortaya koyan o kenti yaratmış olsaydım, yalnızca tam bir özgürlük ve katıksız bir ait olma duygusuyla hareket etmekle kalmayıp aynı zamanda ve daha da önemlisi izleyiciyi kendine yabancı olan, ama gizliden gizliye tanıdığı bir dünyaya götürecektim. Yılanın Yumurtası'nda hiç kimsenin, benim bile tanımadığım bir Berlin yaratma cüretini gösterdim." Ne var ki şimdi bu başarısızlığın çok daha derinde olduğuna inanıyorum. Zaman ve yerin ele alınış tarzları tartışılabilir, ama filme gösterilen özeni yadsımak güçtür. Setler, kostümler ve rol dağıtımı uzmanlar tarafından yapılmıştır. Yılanın Yumurtası'na salt sinema dili açısından bakarsanız kusursuz parçalar vardır ve kurgunun dramatik yapısı iyidir. Film bir an için bile insanı sıkmaz. Aslında tam tersini yapar. Anabolizan almışçasına aşırı kışkırtıcıdır. Ancak bu canlılık yüzeysel düzlemde güçlüdür, başarısızlık bunun altında gizlidir.
Yönetmenin 62 filmini 2 ay boyunca tarih sırasıyla izledim...
En çok hoşuma giden iki filmi "Yılanın Yumurtası" ve "Bir Palyaçonun Önünde" oldu, özellikle "Bir Palyaçonun Önünde"çok dokunaklı geldi nedense;
Mucit Carl Åkerblom Franz Schubert’in 54 yaşındaki hayranı ve aynı zamanda nişanlısını dövdükten sonra psikiyatri koğuşunda kalan bir hastadır. Carl Åkerblom başka bir hastayla birlikte bir film projesi yaparlar: canlı sesli film. Çok geçmeden filmleriyle çılgın bir tura çıkarlar.
film bittikten sonra Franz Schubert'in hayatını merak edip okudum gerçekten öyle mi diye...
-bütün filmlerinde nerdeyse insanın gözüne sokarcasına oyuncularına sigara içiriyordu, resmen sanki özendirme yoluyla sigara firmalarına hizmet ediyordu...
-diğer dikkatimi çeken bir husus ise filmlerindeki diyaloglarda gerçek hayatta asla diyemediğimiz açıklıkta sözleri söyletmesiydi ve bu durum karşıda yıkıcı etki yaratmamakta tam tersine kendisinin nerede durduğunu ortaya koymaya yaramasıydı...
-hikaye anlatmasını bilen yönetmenlerden..izlemeli...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder