09 Ekim 2022

Anthony Aveni-Yıldız Hikayeleri



Anthony Aveni-Yıldız Hikayeleri
Çev. Erdem Gökyaran / Yapı Kredi / 152 sayfa

Önsöz

Akıllı telefonlardan önce kitaplar vardı. Kitaplardan önce ise mağara duvarlarına veya kutsal tapınaklara yapılmış resimler vardı ve bu resimlerin iletmek istediği mesaj, günümüze ulaşmayan sözlü kelimelerle pekiştiriliyordu. Gökyüzü de yaşamın anlamı hakkında hikayeler anlatmak için öteden beri bir tuval vazifesi görmüştür. Erken dönemlerde insanlar gökyüzü ile yeryüzü arasında gizli benzerlikler aramış, yarattıkları göksel imgeler yoluyla da yukarıdaki bilinmezi aşağıdaki günlük yaşamlarıyla birleştirme umudu taşımışlardır. Gökyüzüyle temasımız bizi insanlaştırmış, kim olduğumuza dair hikâyeler anlatmak için hayal gücümüzü kullanmaya teşvik etmiştir.

Dünya üzerindeki her şeyin aksine, gökyüzü saf ve kusursuzdu- dolayısıyla, tanrıların ikamet etmesi için ideal bir yerdi. Göksel zaman, bize kaderimizi önceden haber veren sonsuz döngüler halinde ilerliyordu. Geleceğe dair öngörüde bulunmanın en iyi yolu, başımızı kaldırıp gökyüzüne bakmak değil miydi? Ahlaki içeriğe sahip hikayeler yaratmak için, mevsimlerle gidip gelen yıldızların -özellikle de doğumları ve ölümleri haber veren, savaş ve refah dönemlerini bize hatırlatan ve kişisel aşklarımızın ve maceralarımızın anısını canlı tutan takımyıldızların-sessiz ve güvenilir güzergâhından daha iyi bir vasıta olabilir miydi?

Yıldız Hikayeleri, kozmik anlatıların doğasında var olan kültürel çeşitliliğe odaklanıyor. Antik ve çağdaş çok sayıda kültürün tasavvur ettiği takım yıldızlar ve yıldız kümeleri, doğanın (iklim, çevre, enlem) ve kültürün (avcı toplayıcılardan imparatorluklara dek), gökyüzündeki şekiller yoluyla birbirinden çeşitli anlatılar yaratmaya insanları nasıl teşvik ettiği konusun da ayrıntılı bir tartışma için zemin oluşturacak. Bizden önce sayısız kuşak boyunca anlatılagelen bu hikayeler, bugün de bizler tarafından paylaşılmayı ve üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.



"Göğün Altında Uzanan”, Mayaların Quiriguáya vermiş oldukları eski isimdir. Üç tanrı, ölüleri yeraltı dünyasındaki nehirde taşıyan kanonun küreklerini çeker. Yeraltı dünyasına ise Samanyolu`ndan geçilerek ulaşılır. Orion`un Kemer’inin üç ocak taşı üstünde yer alan yıldızları, Mayaların Kaplumbağa Takımyıldızını meydana getirir. Kaplumbağa, gökyüzü yükseltilmeden önce, yeryüzünde beliren ilk yaşam formudur. Kabuğu üzerinde üç taştan oluşan bir hiyeroglif vardır. Orion'un Kemeri ile mısır bitkisinin mevsimsel döngüsü arasında mecazi bir bağlantı olabilir. Erken Klasik Maya Döneminde (MÖ 500-200) Orion”un Kemeri, mısır ekme mevsiminde, yani Nisan sonu ile Haziran başı arasında gözden kayboluyor ve mısırın filizlendiği sırada yeniden beliriyordu. Eylül sonunda mısırın hasat zamanı geldiğinde, üç yıldız gece yarısı ufuk üzerinde dikey konumda hizalanıyor ve tam gelişmiş bir mısır bitkisini andırıyordu. Üç ocak taşı tasavvuru, Maya kültüründe bugün de önemini korumaktadır. Yeni insan ırkını (yani halihazırdaki yaratılışın insanlarını) besleyen kutsal ateşi hatırlatmak üzere, günümüz Maya evlerinin çoğunun merkezinde-yemek pişirilen yerde- büyük ve yuvarlak ocak taşlarından oluşan bir üçgen yer alır..


Başarılı hikâyelerin çoğu, uyarlanabilir olma özelliğine sahiptir. Öyle ki, yetenekli bir anlatıcı, “mitsel ikame” yoluna başvurabilir- diğer bir deyişle, bir hikâyedeki karakterleri ve olayları farklı dinleyici kitlelerine hitap edecek şekilde değiştirebilir. And yerlilerinin bir tilki tarafından takip edilen lama ve yavrusu miti, bunun iyi bir örneğidir. Hikâye doğuya doğru ilerleyip Amazon Havzasının yağmur ormanlarına ulaştığında, tilkinin temsil ettiği etobur yırtıcı bir jaguara, Samanyolu boyunca takip ettiği otobur kurbanı ise bir tapire dönüşür. İki bölge arasındaki bayırlarda, tapirin yerini bir geyik alır. Daha güneyde, Şili’nin güneyi ve Arjantin’deki Gran Chaco çayırlarında ise bu takımyıldız ikilisinin bir köpek ve bir nandudan, yani Güney Amerika devekuşundan oluştuğu görülür- yalnız bu kez, devekuşunun (bir lamanınkini andıran) uzun boynu nedeniyle, kovalayan ve kovalanan gökyüzünde yer değiştirmiştir..


Kitab-ı Mukaddes`te Pleiadlardan üç yerde bahsedilir. Hz. Muhammed ve Platon da onlardan söz etmiştir. Aynı şekilde Milton, Byron, Keats ve Tennyson da. Edgar Alan Poe, “Serenat" adlı şiirinde söyle der' 

“Parıltılı yüzeyinde okyanusun  
Bir cennet görüntüsü uzanır durgun:  
Yedi Pleiad mest olmuş gökte
Bir diğer yedisi şekillenir derinde.” 

Amy Lowell’in “Pleiadlar" başlığını taşıyan bir şiiri vardır. Dünyanın en eski yıldız haritası olan 3500 yıllık Nebra Gökyüzü Diski’nde Pleiadlar hemen kendini belli eder. Aynı tasarımı Subaru marka araçların logosunda da görmek mümkündür: Söylendiğine göre her bir yıldız. Subaru`yu meydana getiren şirketlerden birini temsil etmektedir. (“Birleşik" anlamına gelen Subaru, Pleiadlar için Japoncada kullanılan kelimedir.) Karayip yerlileri bu yedi yıldıza baktıklarında, bir insanın iç organlarını görmüşlerdir. Onların Pleiadlar hikâyesi, Kitaba Mukaddes’teki Kabil ile Habil`i akla getirir. Tumong, karısına göz diken kardeşi tarafından öldürülür. Fakat Tumong’un hayaleti, katilinin başına musallat olur -ta ki cesedi yeniden gömülene ve bağırsakları, suçların en büyüğü olan kardeş katline karşı bir uyarı niteliğinde gökyüzüne saçılana dek. Ortaçağ Türkiye’sinde Pleiadlar (Ülker), düşmanı pusuya düşürmeye yarayan askeri bir taktiğin adıydı. İskandinav mitolojisinde, bir tavuk ve civcivleri olarak betimlenirler. And Dağları ve Ukrayna gibi birbirinden çok uzak yerlerde ise bir ambar olarak düşünülmüşlerdir; bu da, her yıl hasat vaktine yakın, güneş battıktan sonra doğuda yeniden görünmeleriyle uyum içindedir.



Saf bir düzen, mükemmellik ve kesinlik arayışında başvurduğumuz bütün doğal araçlar arasında hiçbiri, gökyüzünün sunduğu olanakları aşamaz. Hiçbir şey Güneş`in, Ay'ın ve gezegenlerin Zodyak boyunca takip ettikleri güzergâhtan daha öngörülebilir değildir. Gökyüzündeki işaretlere gönül rahatlığıyla güvenebiliriz. İşte bu yüzdendir ki her zaman gökyüzüne müracaat etmişizdir.


Bu kadim halkların nasıl olup da bizden bu kadar farklı olduklarına şaşırsak da, unutmamalıyız ki, gerek Yunan gerek Çin veya Maya astrolojisi bizimkinden çok farklı koşullarda yaşayan insanlara hitap ediyordu. Astrolojinin kehanet ve alametlerini sadece kaderci ve güvenilmez tahminler olarak görmemeliyiz. Aksine bunlar, insanları beşerî meseleler hakkında düşünüp konuşmaya yönelten bir teşvik unsuru olmuştur. Bu kadim halkların peşine düştükleri bilgi, bizim bilimsel astronomimiz tarafından artık önemsenmiyor belki ama onların yaşamında vazgeçilmez bir yere sahipti. Onlar bu bilgiyi, doğa ve insanlık arasındaki ilişkiye dair köklü inanışlarla harmanladılar. Eğer gözümüzü yeterince açarsak, dünya halklarının farklı Zodyakları bize kendimiz hakkında çok şey öğretebilir.


Maurilerin ışıltılı çakıltaşlarından oluşan bir Samanyolu gördükleri yerde, Hintliler yüzen bir yunus sürüsü, Finler ise uçan bir kuş sürüsü görürler. Ermeniler, bir saman balyası çalan bir hırsızın kaçarken arkasında bıraktığı saman sapları tahayyül etmişlerdir. Çerokilere göre ise hırsız, bir mısır unu çuvalını etrafa saçan bir köpektir. Macarlar Samanyolu’nu, süvariler dörtnala savaşa giderken atlarının nallarından çıkan kıvılcımlara benzetir. Zuluların gözünde Samanyolu, bir ineğin midesidir. Antik Yunanlar içinse, Herakles`in bebekken annesinin memesini fazlaca sert emmesiyle gökyüzüne saçılan süttü. Modern zamanlarda Samanyolu’nu -gökyüzünü boydan boya kuşatan, karanlık bulutlar serpiştirilmiş bu puslu ışık şeridini- 100 milyar ışık yılı karelik bir alana yayılmış 200 milyar güneş ve milyonlarca güneş sistemiyle paylaştığımız galaktik evimiz olarak adlandırıyoruz. Samanyolu’nu yıldız kümeleriyle döşeli bir patika gibi görmemizin nedeni, onun ince bir diski andıran spiral yapısı içinde sarmalanmış olmamızdır. Galaksiyi meydana getiren yıldızlar o denli uzaktadırlar ki, birbirlerine karışıp kesintisiz bir arka plan oluştururlar.


Göksel lamanın hareket halindeki görüntüsünün And halkları için nasıl bir anlam taşıdığını-ve taşımaya da devam ettiğini- daha iyi kavramak amacıyla, bir an durup gökyüzündeki nesnelerin hareketinin bizim ihtiyaçlarımızı nasıl karşıladığını düşünelim. Bizim mevsimsel takvimimiz 365,24219 günden meydana gelir. Bu sayı, dünyanın Güneş etrafındaki tam bir dönüşü (yıl) boyunca kendi ekseni etrafındaki 24 saat 56 dakika 4 saniyelik dönüşünü (gün) kaç kez tamamladığını ölçen titiz gözlemlerle belirlenmiştir. Güneşin Zodyak kuşağını boydan boya kat ettiği zaman olarak deneyimlediğimiz bu süreyi yıllık 1 saniyenin altında bir doğrulukla hesaplayabiliyoruz. Bazen, dünyanın dönüş hızındaki yavaşlamayı telafi etmek amacıyla “artık saniye” adı verilen fazladan 1 saniye ekliyoruz. Hızla değişen bir teknoloji dünyasında yaşadığımızdan, her şeyde tam bir kesinlik arar olduk! 

Oysa tarih boyunca ihtiyaçlarımız farklılık göstermiştir. Modern Batı’nın ataları, bundan 500 yıl öncesinin düşük teknolojili dünyasında, sadece günün saatini gösteren tek ibreli saatlerle yetiniyorlardı. Roma İmparatorluğu öncesinde zaman, günü farklı uzunluktaki saatlere bölen güneş saatleriyle ölçülüyordu ve 365 günlük mevsimsel döngünün tamamını takip etmek şart değildi. Çiftçilerin sadece önemli ayları, yani ekimden hasat sonuna kadarki ayları bilmeleri yeterliydi ve bunun için de dolunaylardan yararlanıyorlardı. Roma öncesi dönemin sonlarına doğru, sığırların gebelik süresini temel alan 305 günlük (on aylık) bir takvim yılı geliştirildi. Bu da gayet mantıklıydı, zira tüm yaşamları bu en önemli evcil hayvanın yaşam döngüsüne bağlıydı. Onun etiyle besleniyor, sırtında yük taşıyor, tüylerinden iplik eğiriyor, derisiyle ısınıyor ve kemiğiyle alet yapıyorlardı. Benzer şekilde, İnkaların bir yılı 328 gün sürüyordu ki, bu da Lamaların yaşam döngüsünde gebeliğin başlangıcından doğuma kadar geçen zaman aralığıdır. İnkalar bu zaman aralığını biyo-astronomik bir rastlantı sayesinde, Pleiadlann son gözden kayboluşları ile ilk ortaya çıkışları arasındaki 37 günü, 365 günlük mevsimsel yıldan çıkararak hesaplıyorlardı.


Günümüzde And Dağlarının yüksek kesimlerindeki çiftçiler de hava durumunu tahmin etmek için Pleiadlara bakıyorlar. Dediklerine göre eğer Pleidlar şafak öncesi gökyüzünde açık ve parlaksa bu, gelecek aylarda havanın iyi olacağına delalettir. Yok eğer soluk görünüyorlarsa, patates hasadından fazla bir şey beklememek gerekir. Bu durumda en iyisi ekimi ertelemektir, zira yağmurlar geç gelecek ve yağış miktarı düşük olacaktır. Modern bilimsel araştırmalar, yerli halkın 400 yıldan uzun bir süredir kullandığı bu tekniğin, And Dağları yükseklerinde kuraklığa yol açan El Nino için oldukça iyi bir tahmin aracı olduğunu doğrulamaktadır. Atmosfer bilimciler, Pleaidların yerliler tarafından başvurulan tüm belli başlı görsel özelliklerinin -genel parlaklık ve büyüklük, ilk görünür olma tarihi ve en parlak yıldızın görünüşü- bir El Nino yılından aylar önce ortaya çıkan yüksek irtifalı saydam bulutların görsel etkisiyle bağlantılı olduğunu belirtiyorlar. Yani folklorik bir uygulama, bilimsel bilgiyle uyum içindedir!

 

Navaholar da, benzer şekilde, gökyüzü ile yaşadıkları yer arasında mimari bağlantılar kurarlar. Evlerine verdikleri Hogan ismi, ho (yer) ve ghan (yuva) kelimelerinin bir araya getirilmesiyle oluşturulmuştur. Yaratılış Hogan`ı. Novahoların Pleiadlar hikâyesinde karşılaştığımız Kara Tanrı tarafından inşa edilmiştir. Kara Tanrının içine yıldızları yerleştirdiği bu hogan, onun soyundan gelen bizlerin de burada, yeryüzünde yaptığımız tüm hoganların ilk örneğini oluşturur. Kara Tanrıya bir saygı göstergesi olarak bütün hoganlar yıldızların gökyüzündeki hareketiyle uyumlu bir doğrultuda konumlandırılmalıdır. Hoganın çatısı tıpkı gökyüzü gibi kubbe şeklindedir. Işık ve ısı kaynağı güneş (ha’a’aah yani ‘düzenli şekilde hareket eden yuvarlak nesne-") gibi de yuvarlak olmalıdır. En önemlisi de, hoganın kapısı, güneşin her gün yolculuğunun başladığı doğuya açılmalıdır. Bütün hoganların dört direği vardır ve bunların her biri, gökyüzünü taşıyan dağlar gibi, ana yönlere yerleştirilmiştir. Hogan'ın duvarları da dağlar gibi dimdik yükselir. Bir hoganın içine girildiğinde, güneşin hareketini taklit ederek her zaman saat yönünde hareket edilmelidir. İçerisi fiziksel olarak bölümlere ayrılmamıştır; fakat yine de (kuzey, doğu, güney ve batıda olmak üzere) dört özel alan veya köşenin varlığından söz edilebilir. Yemek pişirilip yenilen yer doğudadır. Gün içinde misafirliğe gelenler batıda ağırlanır. Dua ve ibadet edilen yer kuzeyde, çalışılan yer güneydedir. Beşinci yön, yani merkez, ortadaki güneşi çevreleyen gökyüzünü simgelemektedir.


Çinlilerin gökyüzünde ayırt ettikleri 283 yıldız deseninin tümü, tek ve büyük bir yapı içinde birbirine bağlanır. Navaho, Pawnee ve Lakota yerlilerinin göksel evleri ve kulübeleri gibi, Çin gökyüzü de imparatorluğun en önemli konutunu yansıttığı düşünülen göksel bir imparatorluk olarak tasavvur ediliyordu. En başta da Kuzey Gökyüzünün Üç Mahfazası geliyordu. Merkezde ise hareketsiz Kutup Yıldız’ıyla temsil edilen imparator bulunuyordu.


İmparator yeryüzündeki başkentin düzenlenmesini kozmik enerjinin belirli bir noktadaki özellikleriyle uyumlu kılmak için, ƒeng shui sanatını icra eden bir falcıya başvururdu. Yer üzerindeki işaretleri veya bir avuç dolusu toprak havaya atıldığında oluşan şekilleri yorumlayan bu uzman kişi, bir binanın nereye yapılması ve hem içinin hem çevresinin nasıl düzenlenmesi gerektiğine karar verirdi. Kozmik bilgisinin kaynakları arasında manyetik alanlar, akarsu yolları ve yeryüzü şekilleri bulunuyordu. Ayrıca, üzerine çeşitli yazılar kazınmış eski kemik ve deniz kabuğu parçalarından oluşan kehanet kemiklerine de başvurabiliyordu. Kimi zaman, bir inşaat alanından geçen yin ve yang enerjilerini dengelemek için, işçilerin çok sayıda büyük kaya parçasını kaldırıp yerine bir orman dolusu ağaç dikerek araziyi tümüyle dönüştürmesi gerekiyordu. (Bugün de Şangay ve Pekin gökdelenlerinde bu tür mimari modifikasyonlar görebilirsiniz.) Şehrin uygun bir forma kavuşabilmesi, doğal çevreyle ve özellikle de dört ana yönle uyum içinde olmasına bağlıydı.

 

Bir plan dahilinde inşa edilmiş Amerikan şehirlerinin en mükemmel örneği olan Washington, 18.yüzyıl Fransız Aydınlanmasının bir ürünüdür. Fransız-Amerikalı askeri mühendis Pierre Charles L’Enfant tarafından hazırlanan görkemli tasarımı, Avrupa`nın büyük şehirleriyle boy ölçüşme amacındaydı. Washington, başlangıçta, her kenarı 10 mil (16 km) uzunluğunda olan ve köşeleri ana yönleri gösteren kusursuz bir kare şeklinde düzenlenmişti. Bir zamanlar antik şehirlerin merkezinde yükselen piramit veya zigguratların, daha sonraları ise şehir merkezini belirten katedral, tapınak veya camilerin yerini burada Kongre Binası almıştır.


Aydınlanma filozofu Jean-Jacques Rousseau’ya göre her devlet, ister monarşi olsun ister demokrasi, tanrılarla bağ kurmak zorundadır. Washington’un telli bir tekerlek ve onun üzerinde dörtgen bir ızgara şeklindeki planı, ziyaretçilerde ulusal bir mitoloji hissi uyandırır. Kongre Bina’sından Beyaz Saray’a Pennsylvania Bulvarı boyunca ilerleyen geçit törenleri ve Washington Anıtı’ndan Ağaçlıklı Yol (Mall) boyunca Kongre Binası`na uzanan davetkâr manzara tören yolları ve haç güzergâhları düzenleme şeklindeki kadim geleneğe öykünmektedir. Washington, kutsal ve dünyevi uzamların bir kesişme noktası, evrenin geometrisini ve alemlerin ahengini yansıtan bir iktidar merkezi olarak sunar kendini. Çinliler için eski Pekin neyse, Amerikalılar için de Washington odur: Göksel bir şehir.


Desanalar, Kuzeybatı Amazon’un ekvatoral yağmur ormanlarında yaşayan Tukanoan halkına mensup bir kabiledir. Desanaların kurucu kahramanı, asasını dik tuttuğunda gölge düşürmeyeceği bir yer bulmak için dünyayı dolaşan bir tanrıymış. Sonunda aradığı yeri ekvator hattı üzerinde bulmuş ve halkını oraya yerleştirmiş. Hikâyede, rahim benzeri bir göle düşen ve yeryüzünü dölleyen dikey bir ışık demetinden bahsedilir. Bu özel yer, gökyüzünün yeryüzüyle temas ettiği noktadır. Yeryüzündeki yaşam bu noktadan başlar ve bir merkez etrafında, sınırları belli bir alan dahilinde gelişir. Desanalar tüm deneyimlerini düzenleyen temel şeklin altıgen olduğuna inanır. Bal petekleri, yabanarılarının yuvaları, kaplumbağaların kabuklarındaki desenler ve şamanların güç edinmek için kullandıkları kaya kristalleri hep altıgen şeklindedir. Ayrıca ana rahmi ve insan beyninin bölümleri de bir altıgen olarak düşünülür.



Antik Yunan-Roma, Aztek ve Çin uygarlıklarının üçü de son derece ataerkil bir yapıya sahipti. Kadınlar tarafından anlatılmış hikâyeler vardıysa bile, günümüze ulaşmamıştır. Kadınların toplumdaki temel rolünün hakiki bir ifadesini bulabilmek için, hiyerarşik örgütlenmenin daha zayıf olduğu kültürlere bakmalıyız: Mesela Kuzey Amerika’daki İrokua, Navaho ve Lakato kabileleri ile Avustralya, Afrika ve Amazon’un yerli halkları. Çoğu durumda gökyüzündeki şekiller üzerinden anlatılan geleneksel hikayeler, eğer bir sır olarak saklanmamışlarsa hem erkek hem kadın anlatıcılar yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılmıştır ve bu hikayelerden çıkarılan derslerin çoğu, bugün de pratik değerini korumaya devam etmektedir.


Fletcher Büyük Ovalar'ın yerli halkları için büyük önem taşıyan cinsiyetler arası denge fikrini ele aldığı ilk eserlerinden birinde, Pawneelerle ilgili şöyle yazar: “Her şey ya erkektir ya dişi: Bu iki ilke, her şeyin devamı için elzemdir.” Örneğin, doğu ve güney erkek, batı ve kuzey dişidir; yukarısı erkek, aşağısı dişidir -tıpkı lrokualarda olduğu gibi. Köyde her cinsiyetin, kendi kılavuz yıldızları altında konumlanan mabetleri vardı. (Bu yıldızların hangileri olduğu bugün artık bilinmiyor.) Ayrıca, dört ana yöndeki mabetleri birbirine bağlayan ara yönlerde de başka yıldızlar yer alıyordu. Dini törenlere kadınlar ve erkekler sırayla liderlik yapıyordu. Bu törenlere katılanlar, batıdan başlayarak saat yönünde kuzey, doğu ve güneye doğru, ufuk boyunca bir mabetten diğerine ilerliyordu.

  

Yerlilerin cinsiyetler arası ilişkilerde tamamlayıcılığı vurgulayan çoğu takımyıldızı, verilmek istenen mesajı bir tür gerçekçi ve toplumsal bir latifeyle iletir. Şahsen benim favorim. Ntshune’dir (Güney Balığı Takımyıldızı’ndaki Fomalhaut). Botswana’da Tswanalar, bu yıldıza "Öpücük Yıldızı" adını verir çünkü kışın sabah vakti görünür -yani tam da genç aşıkların, ebeveynlerine yakalanmadan önce ayrılmaları gereken saatte.


Bu kitapta aktardığım yıldız hikayelerinin her biri, esrarengiz doğa olaylarını aşina deneyim ve fikirlerle ilişkilendirmek, böylelikle de insanlara endişelerini giderecek bir şekilde açıklamak için kullanılmıştır. Bu, kozmik kaygıyı yatıştırmanın bir yoludur. İşte bu yüzdendir ki gökcisimlerinin isimleri, ruhları ve hatta biyolojik işlevleri vardır: Örneğin İnuitler, mantarlara “yıldızların dışkısı", yosunlara ise “Güneş'in idrarı” der; kırmızı yıldızlar karaciğerle beslenirken, beyaz yıldızlar böbrekle beslenir. İnsanların yaşamını şekillendiren toplumsal ve dini değerlerin derinliğine nüfuz etmeden, herhangi bir kültürün astronomi bilgisini anlayıp takdir etmeniz mümkün değildir. Dolayısıyla, takımyıldızların hikayelerini anlatmakla amaçlanan, gökyüzüne baktığımızda yaşadığımız deneyimin diğer deneyimlerle -yaşamın başlangıcı ve sonu, kovalama, kurtulma, hayatta kalma ihtiyacı, mevsim değişikliklerini öngörme veya iyi davranışla ilgili ortak kuralların gerekliliği -bağlantısını kurmaktır. Her yıldız hikâyesi bize kendimizi anlatır.



Anthony Aveni

Russell Colgate Distinguished Üniversitesi, Astronomi, Antropoloji ve Amerikan Yerlileri Çalışmaları profesörüdür ve aynı üniversitede Fizik ve Astronomi ile Sosyoloji ve Antropoloji bölümlerinin her ikisinde de görev yapmaktadır. Dünya genelinde üç yüzden fazla üniversitede ders veren Aveni, antik Orta ve Güney Amerika kültürlerinin astronomik tarihi üzerine yaptığı çalışmalarla, gelişmesine katkıda bulunduğu “Kültürel Astronomi” alanının kurucuların biri olarak kabul edilmektedir. 

Rolling Stone dergisince hazırlanan listede Amerika Birleşik Devletleri’nin en iyi on üniversite profesörü arasında yer almasının yanı sıra Council for the Advancement and Support of Education (Eğitimi Geliştirme ve Destekleme Konseyi), Washington D.C. tarafından Yılın Profesörü seçilen Anthony Aveni; ulusal ve uluslararası pek çok ödüle layık görülmüş, çalışmaları aralarında National Geographic Society ve National Science Foundation’ın da bulunduğu çok sayıda resmi ve özel kuruluş tarafından desteklenmiştir. Saygın bilim dergilerinde yayımlanan üç yüzden fazla makale kaleme alan Aveni, 35’den fazla kitaba imza atmış ya da yayıma hazırlamış; uzman olduğu alanlarda Discovery Chanel, Learning Channel ve BBC gibi kurumların belgesel ve TV programlarına konuk olmuştur.

Anthony Aveni, sanatçı eşi Lorraine ile birlikte Hamilton, New York'ta yaşıyor.

  

Türkçedeki Kitapları:

2021-Zamanın Kültürel Tarihi
2022-Yıldız Hikayeleri

web sayfası



















 



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails