22 Şubat 2014

Julian Barnes-Hayat Düzeyleri



Balonculuk, fotoğraf sanatı ve aşk üzerine deneme fragmanlarıyla başlayan Hayat Düzeyleri, yazarın kaleminde bir leitmotif olarak sürekli yinelenen "daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirirsiniz ve hayat değişir" düsturunun eşliğinde, "yukarılara yükselme/ aşağılara inme" metaforunun optiğinde okunarak, sonunda çok değişik ve dokunaklı kişisel bir yas anlatısına eklemleniyor. 

Farklı hayatlar arasındaki "ortak motifler" arayışından yola çıkan Julian Barnes, XIX. yüzyılın tanınmış fotoğraf sanatçısı Nadar'ın, aynı yüzyılın ünlü tiyatro oyuncusu Sarah Bernhardt'ın ve yine aynı yüzyıldan serüvenci bir albay olan Fred Burnaby'nin hayat hikâyelerini ilginç anekdotlar aracılığıyla bir bir katederek, kitabının son bölümünde kendi yas deneyimine varıyor: 

2008'de kaybettiği ve yazdığı bütün kitapları adadığı karısının ardında bıraktığı derin boşluğu betimliyor ve ortaya çıkan "keder" duygusunun o çok katmanlı uzamını, kederin devasa boyutlarını, tek başına kalmışlığın ve yalnızlığın ıstıraplarını, bu ıstırabı dindirebileceği varsayılan kimi çözümleri çarpıcı ve düşündürücü bir dille sorguluyor. (Tanıtım Bülteninden)

Çeviri : Serdar Rifat Kırkoğlu
Orjinal isim: The Levels of Life
96 sayfa-İstanbul, 2013


Julian Barnes’ın karısı Pat Kavanagh’a beyin kanseri teşhisi konduğunda çift 30 yıldır birlikteydi. Pat, 37 gün sonra öldü. Julian ona adadığı bu kitabı ancak 5 yıl sonra yazabildi.

Yas süreci ölümden önce başlar. Yası anlatmak için en uygun metafor irtifa kaybı, o çok bildik düşüyorum duygusu. Julian Barnes gibi ölümle sık sık edebi yoldan hesaplaşmış bir yazar bile irtifa kaybediyor. Belki de bu edebi hesaplaşmalar kaçınılmaz yere çakılışı önlemek için. Korkulacak Bir Şey Yok’ta, yas duygusunu kendi ölümlülüğünü hissetmek olarak anlatmıştı. Bir varoluş sorgulaması olarak önce kendi yaşamının yasını tutar gibiydi. Bir Son Duygusu’nda, arkadaşın intiharı ardından hissedilen hayatta kalma suçluluğuydu yas. Hafızanın seçiciliği ve anılarla yaratılan yanlış gerçek, yas duygusunu hissetmeye karşı bir çeşit savunma mekanizmasıydı. Hayat Düzeyleri’nde ise, yas aşkın karşıtıdır diyor. Ama yas, aşkla aynı anda başlıyor. Kaybetme korkusu yasın tohumlarını atan. Aşk ne kadar yükseğe çıkardıysa, yas yani düşme hissi o kadar büyük.

Julian Barnes, türler arası geçişler yapıyor yine. Kendine özgü anlatımı kurmaca, tarihi anlatı, otobiyografi ve deneme arasındaki sınırları kaldırıyor. Bu sadece üslup değil, yazarın en kontrolde hissettiği şekilde yazarak duygularını anlama ve dizginleme çabası.

 

Kitap üç bölümden, üç katmandan oluşuyor. İlk bölüm, 19. yüzyıl balonla uçuş maceralarının kısa bir tarihçesi. Uçma tutkusunun tesadüflerle birleştirdiği üç tarihi karakterle tanıştırıyor bizi Julian Barnes. Fransız tiyatro oyuncusu Sarah Bernhardt, fotoğraf sanatçısı Nadar ve serüvenci İngiliz Albay Fred Burnaby. Havacılık ve fotoğrafçılık tarihi meraklıları için ilginç anekdotlarla dolu bu giriş, Julian Barnes için ise uçma kavramı üzerinden tutkuyu, duyguların limitini, özgürlüğü, tanrıyı sorguladığı mükemmel bir metafora dönüşüyor. Balonun sepeti içinde, aşağıdaki yeryüzü insanlarına bir üstünlük duygusuyla bakanların duygularını hissetmemizi sağlayan bir nevi simülasyon görevi görüyor Barnes’ın betimlemeleri.

 

Julian Barnes, kitabın ikinci bölümünde, Sarah Bernhardt ile Albay Burnaby arasındaki, sonunda Burnaby’nin kalbinin kırılması ile sonuçlanan aşkı anlatıyor. Sarah Bernhardt’ın evinde aynı kafeste yaşayan bir maymun ve bir papağan var. Maymun, papağanı sürekli hırpalıyor. Ama maymun kafesten çıkarıldığında, papağan kederleniyor. Aşk, gerçeğin ve sihrin bir araya gelmesi gibi. Bazen iki kişi, birbirini yok ediyor, bazen iki kişiden daha büyük bir bütün oluyorlar. İşte o zaman, birinin kaybı, geriye bütün bir benlik bırakmıyor. İşte o yüzden her aşk hikayesi, bir yas hikayesi.

Barnes, Sarah Bernhardt’ı bohem, duygusal olarak acıtacak kadar açık sözlü, baştan çıkarıcı, yaşamı anlık zevkler silsilesi olarak gören ve bir erkeğe bağlanmayı reddeden bir kadın olarak portreliyor. Burada bize karısı Pat Kavanagh’ı mı anlatıyor bilmiyoruz. Yazar bize, karısının aynı zamanda menajeri olduğunu, profesyonel bir ortaklıkları da olduğunu anlatmıyor. Çocuksuz olduklarından, Pat’in Jeannette Winterson ile bir ilişki yaşadığı dönemde kendisini terk ettiğinden söz etmiyor. Bu kitap Pat hakkında değil, onun yokluğu hakkında.

 
Üçüncü bölüm, Julian Barnes’ın kişisel yas anlatısı. Yas duygusunu deneyimleyenler ve deneyimlemeyenler arasında kesin bir ayrım olduğunu söylüyor Barnes. Yas tahmin edemeyeceğiniz kadar bencil bir süreç. Aynı zamanda kendinizi hiçe saydığınız, yok olduğunuz. Bu iki zıt varoluş paramparça ediyor. Yas, aynı zamanda öfke, endişe, korku gibi duyguları daha derin hissetmenize yol açıyor. Diğer insanlara kızıyorsunuz. Onların yas tutma sırası geldiğinde anlayacaklar sizi ama geç olacak. 

Arkadaşlarınız bir an önce normale dönmenizi umuyor. Bazısı korkuyor bu yaslı halinizden. Bazısı tavsiyelerde bulunmayı empati kurmakla karıştırıyor. Yasınızı, hayatınızı yargılayarak açıklamaya çalışıyorlar. Acıyorlar. Böylece derinizin altına işliyor yas. Dışarıdan görünmemeye başlıyor. Rüyalarınıza geliyor ölenler. Her ayrıntıyı, her anıyı hatırlamak zorunda hissediyorsunuz. Unutursanız, tekrar öleceklermiş gibi. Yasın bitmesi ihanet demekmiş gibi.

 

ve kitabın ilk bölümünden Nadar ile ilgili bir bölüm:

Gaspard-Félix Tournachon  1820 de doğdu ve 1910'da öldü. İnce ve uzun, biraz sarsak yürüyüşlü, aslan yelesi gibi kızıl saçları olan, tutkulu ve mizaç olarak yerinde duramayan bir adamdı. Baudelaire ona, " canlılığın insanı hayrette bırakan bir ifadesi" diyordu; enerji patlamaları ve saçlarının alevleri bir balonu kendi başlarına havalandıracakmış gibi görünüyordu. Hiç kimse şimdiye dek onu aklı başında olmakla suçlamamıştı. Şair Gerard de Nerval, onu dergi editörü Alphonse Karr'a şu sözlerle tanıtmıştı: "Çok esprili ve çok aptal." Daha sonraları editörü ve yakın bir dostu olan Chralis Philipon da onun için, "aklı başındalığın gölgesini bile taşımayan esprili bir adam, hayatı öteden beri tutarsız oldu, hala tutarsız ve hep tutarsız kalacak." demişti. Evlenene dek dul annesiyle birlikte yaşamış bohem yaradılışlı bir kişiydi; aynı zamanda da sadakatsizlikleri karısına aşırı düşkünlükle bir arada var olmuş olan bir koca.

Tournachon gazeteciydi, karikatüristti, fotoğrafçıydı, baloncuydu, girişimciydi ve mucitti; patent alma ve şirketler kurma konusunda çok aktifti; patent alma ve şirketler kurma konusunda çok aktifti; kendinin yorulmak bilmez bir reklamcısıydı ve yaşlılık çağında, güvenilmez anıların verimli bir yazarı oldu. Bir ilerici olarak III.Napoleon'dan nefret ediyordu; imparator, Dev'in (balonunun ismi) havalanışını seyretmeye geldiğinde onun arabası içinde somurtup durmuştu.

 

Fotoğrafçı olarak, içinde yaşadığı çevreleri geride anı olarak bırakmayı yeğleyerek, yüksek sosyetenin adetlerine katılmayı geri çevirdi; doğal olarak, Sarah Bernhardt'ın birkaç kez fotoğrafını çekti. Fransız Hayvanları Koruma Derneği'nin ilk aktif üyesiydi. Polislerle karşı karşıya geldiğinde bir hayli patırtı çıkarır ve hapishaneleri onaylamazdı. (kendisi de borç yüzünden bir kez içeri alınmıştı) . Jürilerin, "Suçlu mu? " diye değil, "Tehlikeli mi?" diye sormaları gerektiğini düşünüyordu. Büyük partiler veriyor ve sofrasını herkese açık tutuyordu; Boulevard des Capucines'de bulunan fotoğraf stüdyosunu 1874'de yapılan ilk İzlenimci Ressamlar Sergisi'ne vermişti. Yeni tür bir barut icat etmeyi planlıyordu, aynı zamanda da"akustik bir daguerretype" (ilk pratik fotoğraf çekme sürecinin mucidi olan Fransız fizikçi Louis-Jacques-Mande Daguerre'in adını ifade eden yöntem) adını verdiği bir çeşit konuşan resim hayal ediyordu. Para konusunda ümitsiz vakaydı.

Tumturaklı bir Lyon'lu adı olan Tournachon ismiyle tanınmıyordu. Gençliğinin bohem çevresinde, arkadaşlara çoğu kez bir sevgi ifadesi olarak yeni adlar takıyordu- sözgelimi bir-dar soneki ekleyerek ya da çıkararak. Böylelikle o da ilkin Tournadar ve sonunda sadece Nadar oldu. Nadar olarak yazılar yazdı, karikatürler yaptı, fotoğraflar çekti; 1855 ile 1870 yılları arasında, Nadar olarak, şimdiye dek görülmüş en güzel portre fotoğrafçısı oldu. Ve 1858'in sonbaharında, daha önce bir araya getirilmemiş iki şeyi bir araya getirdiğinde de adı buydu.

Fotoğrafçılık, caz gibi, çok çabuk denebilecek sürede teknik yetkinliğe erişmiş, ansızın ortaya çıkmış çağdaş bir sanattı. Ve stüdyonun sınırlarından bir kez çıkma gücünü elde ettiğinde de dışarıya ve bütün yönlere yayılma eğilimi gösterdi. 1851 yılında Fransız Hükumeti, ulusal kültür varlığını oluşturan binaları (ve harabeleri) kaydetmek üzere ülkenin dört bir yanına beş fotoğrafçıyı gönderen Heliografik Misyon'u kurdu. İki yıl önce, Sfenks ile Piramidler'in fotoğrafını ilk kez çeken bir Fransız olmuştu. 

Nadar ufki çekimlerden çok dikey çekimlerle, yükseklik ve derinlikle ilgileniyordu. Portreleri daha derinlere indiği için çağdaşlarınkini aşar. Nadar, fotoğrafçılık kuramının bir saatte, tekniklerinin bir günde öğrenilebileceğini, ama öğretilemeyecek olan şeyin ışık duygusu, poz veren kişinin ahlaki zekâsını kavrayış ve "fotoğrafçılığın psikolojik yanı" olduğunu söylüyor, "bu sözcük benim için fazla iddialı gibi görünmüyor" diyordu. Fotoğrafını çektiği kişileri gevezelik ederek gevşetiyor, onları lambalarla, perdelerle, örtülerle, aynalarla ve reflektörlerle model haline sokuyordu. Şair Theodore Banville onu, "avını kovalayan bir romancı ve karikatürist" diye adlandırıyordu. Bu psikolojik portreleri çizmiş olan, poz veren kişilerin en kendini beğenmişlerinin aktörler olduğu sonucuna varan, romancının kendisiydi; aktörleri yakından askerler izliyordu. 

Aynı romancı, aynı zamanda cinsiyetler arasından çok önemli bir fark da gözlemlemişti: birlikte fotoğraf çektirmiş olan bir çift, fotoğraflarını incelemek üzere geri döndüklerinde, kadın eş her zaman önce kocasının portresine bakıyordu ve koca da aynı şeyi yapıyordu. Şu sonuca varmıştı Nadar; insanlığın öz sevgisi böyleydi işte, çoğu kişi sonunda kendine ait gerçek bir imgeyi gördüğünde kaçınılmaz olarak hayal kırıklığına uğruyordu.

  

Ahlaki ve psikolojik derinlik, aynı zamanda da fiziksel derinlik. Paris kanalizasyonlarının ilk kez fotoğraflarını çeken kişi Nadar'dı, bu konuda 23 görüntü oluşturmuştu. Aynı zamanda Katakomblar'a da inmişti. 1780'lerde mezarlıkların taşınmasından sonra kemiklerin yığıldığı şu kanalizasyon benzeri gömütlükler. Burada 18 dakikalık poz süresine gereksinim duydu. Ölüler için elbette hiç problem yoktu; ama yaşayanları taklit etmek için, mankenleri kumaşla giydirip kuşattı, onlara oynayacakları roller verdi; bekçi, kemik yığıcı, kafatasları ve kaval kemikleriyle dolu bir vagonu çeken işçi.

Ve bu, yüksekliği dışarıda bırakıyordu. Daha önce bir araya getirilmemiş ve Nadar'ın bir araya getirdiği şeyler, modernliğin üç simgesinden ikisiydi: fotoğrafçılık ve aeronotik.

1858 First picture from the air..



İlkin, balonun beşik bölmesinde, siyah ve turuncu çifte perdelerle kaplı bir karanlık oda inşa edilmesi gerekti; içeride bir lambanın zayıf ışıltısı vardı. Yeni ıslak-klişe tekniği, bir cam tabakayı kollodyonla kaplamaktan, sonra da onu gümüş nitrat solüsyonu içinde duyarlı hale getirmekten oluşuyordu. Ne var ki bu, usta el işçiliği gerektiren meşakkatli bir süreçti, bu yüzden de Nadar'a bir klişe hazırlayıcı eşlik etti. Kamera, Nadar'ın patentini aldığı özel türde yatay bir objektif kapağı olan bir Dallmeyer'di. İki adam, Paris'in kuzeyinde Petit-Bicetre yakınlarında 1858 sonbaharının az rüzgârlı bir gününde bağlanmış bir balonun içinde havalanıp dünyanın gökyüzünde çekilmiş ilk fotoğrafını çektiler. Balondan inip karargâhları olarak kullandıkları yöre hanına döndüklerinde bu klişeyi heyecanlı bir şekilde banyo ettiler.

Ve hiçbir şey bulamadılar. Ya da daha doğrusu, hiçbir görüntü izi taşımayan çamurlu ve kurum siyahı bir klişeden başka hiçbir şey göremediler. Yeniden denediler ve başarısızlığa uğradılar. Üçüncü bir deneme yaptılar ve yine başarısızlığa uğradılar. Banyonun içindeki sıvının kirli maddelerden oluşabileceğinden kuşkulanarak sıvıyı defalarca filtreden geçirdiler ama yine hiçbir sonuç alamadılar. Bütün kimyasal maddeleri denediler ama yine hiçbir fark yoktu. Zaman geçiyor kış yaklaşıyordu ve büyük deney başarısız olmuştu, derken, Nadar'ın anılarında anlattığı kadarıyla, bir gün bir elma ağacının altında oturuyormuş ki (belki de inanmayı iyice zorlaştıran Newtonvari bir rastlantı) birden bire meseleyi anlamış. "Meğer uğradığımız sürekli başarısızlık, havalanışlar sırasında her zaman açık bırakılan balon boynunun, hidrosülfirik gazının, banyodaki gümüş nitratlı solüsyonun içine sızmasına neden olmasından kaynaklanıyormuş."


Bu yüzden bir sonraki denemede, yeterli irtifaya bir kez yükselince, Nadar gaz supabını kapamıştı ki bu, balonun patlamasına yol açabilecek tehlikeli bir yöntemdi. Hazırlanmış olan klişe ışığa maruz kaldı ve yeniden hana döndüklerinde Nadar bir görüntüyle ödüllendirildiklerini fark etti; bağlanmış balonun altında gözüken üç binanın zayıf ama ayırt edilebilir görüntüsüydü bu: çiftlik, han ve jandarma karakolu. Çiftliğin çatısındaki iki beyaz güvercin görülebiliyordu, tarla yolunda durmuş bir yük arabası vardı ve içindeki adam gökyüzünde süzülen garip nesneye merakla bakıyordu.

Nadar'ın anısı ve bizim daha sonra hayal ettiklerimiz dışında çekilen ilk resim günümüze kalmadı; bunu izleyen on yıl içinde çektikleri de kalmadı. Balon deneyiminin ilk görüntüleri 1868'den kalmıştır. Bunların birinde Arc de Triomphe'a çıkan sokakların sekiz parçalı ve çoklu mercekle çekilmiş bir görüntüsü vardır; bir başkası Avenue du Bois de Boulogne (şimdi Avenue Foch) üzerinden Les Ternes'e ve Montmartre'a doğru bir görünüm sunar.



23 Ekim 1858 de Nadar, "yeni bir balon fotoğrafçılığı sistemi" için No 38 509 kaydını taşıyan patenti olağan bir şekilde aldı. Ne var ki bu sürecin, teknik olarak güç ve tecimsel olarak da kazançsız olduğu anlaşıldı. Halktan bir karşılık alamaması da cesaret kırıcıydı. "Yeni sistemi" için kendisi iki pratik uygulama yolu hayal etti. Bunların ilkinde, kara haritacılığını dönüşüme uğratmayı planlıyordu: bir balondan, tek bir kerede, bir milyon metre karelik ya da yüz hektarlık bir arazinin haritasını çıkarabilir ve bir gün içinde böyle on gözlem yapabilirdiniz. Yöntemin ikinci kullanım alanı askeri amaçlı keşifler olacaktı: bir balon: "seyahat eden bir çan kulesi" işlevi görebilirdi. 

Bu da aslında yeni bir şey değildi: Devrim ordusu 1794'deki Fleurus Muhaberesi'nde böyle bir balon kullanmıştı ve Napoleon'un Mısır'a götürdüğü keşif kuvvetleri arasında da dört balonla donanmış bir Baloncu Birliği vardı (birlik Aboukir Körfezi'nde Nelson tarafından tahrip edilmiştir.) Bununla birlikte, fotoğrafçılığın kullanıma girmesi, pek de yeterli olmayan generallere kesinlikle üstünlük kazandıracaktı. Peki, bu olanağı ilk kez kullanmaya çalışan kim olacaktı? Sadece nefret edilen III. Napoleon; imparator 1859 'da Nadar'a Avusturya'yla yapacakları savaşta göstereceği hizmetler karşılığında 50.000 frank önermişti. Fotoğrafçı bu öneriyi geri çevirdi. Patentinin barış zamanı kullanımları içinse 'seçkin dostu Albay Laudesset' Nadar'ı (belirtilmeyen sebeplerle) havadan kara haritacılığı yapmanın "olanaksız" olduğu konusunda temin etti. Hayal kırıklığına uğrayan ve her zamanki gibi yerinde duramayan Nadar, balon fotoğrafçılığı alanını Tissandier kardeşlere, Jacques Ducom'a ve kendi oğlu Paul Nadar'a bırakarak faaliyetlerini sürdürdü.


Paris'in Pruyalılar tarafından kuşatılması sırasında, dış dünyayla iletişim bağlantısı oluşturabilmek için Compagnie d'Aerostatiers Militaires'yi (Askeri Baloncular Şirketi) kurdu. Montmartre'daki St-Pierre Meydanı'ndan "kuşatma balonları" uçurdu. Balonların biri Victor Hugo, ötekiyse George Sand adını taşıyordu ve balonlar mektupları, Fransız hükümetine verilen raporları ve gözü pek baloncuları taşıyordu. İlk balon 23 Eylül 1870'de havalandı ve Normandiya'ya güvenli bir şekilde indi; posta çantasının içinde Nadar'dan Londra'da faaliyet gösteren The Times gazetesine gönderilen bir mektup da vardı, gazete mektubu , beş gün sonra, tam metin ve Fransızca olarak yayımladı. Bu posta servisi bütün kuşatma sırasında sürdü, gerçi bazı balonlar Prusyalılar tarafından düşürüldü ve ayrıca herşey rüzgarın yönüne bağlıydı. Balonların biri de Norveç fiyorduna düştü.

Fotoğrafçı, hep ünlü biri olarak kaldı: bir seferinde Victor Hugo bir zarfın üzerine bir tek "Nadar" sözcüğünü yazmış ve mektup yine de ona ulaşmıştı. 1862' de dostu Daumier onun Nadar Fotoğrafı Sanat Düzeyine çıkarıyor başlıklı bir taşbaskıda karikatürünü yaptı. Karikatürde Nadar, Paris'in ta tepesinde bir balonun içinde kamerasının üzerine çömelmiş ve kentin bütün evlerinin duvarına PHOTOGRAPHIE ilanları yapıştırılmışken betimlenmişti. Ancak sanat, fotoğrafçılık denen bu tecimsel ve çıkarcı iletişim aracına karşı çoğu kez ihtiyatlı duruyor ya da ondan korkuyorsa da balonculuğa düzenli olarak ve rahat bir şekilde saygı gösterisinde bulunuyordu. Guardi sessiz sakin Venedik semalarında süzülen bir balonu gösterdi: Manet, Dev adlı balonun Les Invalides'den son havalanışını yaparken (sepetinde Nadar ile birlikte) portresini yaptı. Goya'dan Gümrükçü Rousseau'ya kadar ressamlar balonları daha dingin bir gökyüzünde sessiz sakin süzülürken resmettiler: pastoralin göksel versiyonuydu bu.


Ancak balonculuğun en çok dikkat uyandıran tek imgesini ortaya koyan sanatçı Odilon Redon oldu ve o, karşı görüşteydi. Redon, Dev'in havalanışına ve aynı zamanda da 1867 ve 1878 Paris Sergilerinde yıldızlaşan Henri Giffard'ın "Büyük Tutsak Balon"una tanık olmuştu. 1978'de Göz Balonu adında kömür kalemle yapılmış bir desen ortaya koydu. İlk bakışta sadece, esprili görsel bir cinas gibi görünüyor: kocaman bir küre gri bir manzara üzerinde süzülürken, balon küresiyle göz yuvarı tek bir görüntü olana dek şişirilmişti desende. Göz balonunun gözkapağı açıktı, böylelikle de kirpik, gölgeliğin tepesinin çevresinde bir saçak oluşturuyordu. 


Balondan sallanır şekilde, içinde kaba bir yarım kürenin oturduğu bir beşik vardı: bir insan başının üst yarısıydı bu. Ne var ki imgenin tonu yeni ve uğursuzcaydı. Bizler balonculukla gelen yerleşik mecazlardan hiç bu kadar uzak olamazdık: özgürlük, tinsel coşku, insanın ilerlemesi. Redon'un sonsuza değin var olan açık gözü, derinden derine rahatsız edici bir görünüm sunmakta. Gökyüzündeki göz; Tanrı'nın güvenlik kamerası. Ve o aptalca insan başı, uzayın kolonileştirilmesinin onu kolonileştiren kişileri arıtmadığı sonucunu çıkarmaya davet ediyor bizi; bütün olan biten, kendi günahkârlığımızı yeni bir yere getirmiş olmamız.

Balonculuk ve fotoğrafçılık pratik yurttaşlık sonuçları olan bilimsel ilerlemelerdi. Ancak gelişmelerin ilk yıllarında, her ikisini de bir gizem ve büyü halesi sarmıştı. Bir balonun sürüklenen çıpası ardında koşan şu pörtlek gözlü saf taşralılar, balondan Tanrıça Sarah'ın ineceğini bekledikleri kadar Büyücü Simon'ın da inebileceğini bekleyebilirlerdi. Fotoğrafçılık poz veren kişinin sadece özsaygısını tehdit eden bir şey gibi gözükmüyordu. Kameranın ruhlarını çalabileceğinden korkanlar yalnızca orman sakinleri değildi. Nadar, Balzac'ın insanın nefesine ilişkin bir kuramını anımsatıyordu, bu kurama göre bir insanın özü, her biri, bir diğerinin üzerine yığılmış, sonsuza yakın sayıda hayaletvari katmanlardan oluşmaktaydı.

Romancı ayrıca "Daguerrevari işlem" sırasında böyle bir katmanın sıyrılıp büyülü enstrüman tarafından alıkonulduğuna inanıyordu. Nadar bu katmanın sonsuza değin kaybolup kaybolmadığını da bir yeniden doğuşun mümkün olup olmadığını da anımsayamıyordu; gerçi Balzac'ın etli butlu gövdesi göz önünde tutulursa, romancının birkaç hayaletvari katmanın üzerinden sıyrılmasından çoğu kişiden daha az korkma gerekçesi olduğunu da biraz aşırı bir özgüvenle ortaya atıyordu. Ne var ki bu kuram-ya da algılayış-sadece Balzac'a özgü değildi. Yazar dostları Gautier ve Nerval tarafından da paylaşılıyor ve Nadar'ın "kabalistik trio" adını verdiği şeyi oluşturuyordu.

 

Félix Tournachon karısına düşkün bir adamdı. Ernestine'le 1854 Eylül'ünde evlenmişti. Dostlarını şaşırtan ani bir evlilikti bu: gelin Normandiya'nın Protestan burjuvazisinden gelen on sekiz yaşında bir kızdı. Doğru, kızın drahoması vardı ve evlilik Felix için "Anne ile birlikte yaşamak" tan yararlı bir kaçış yoluydu. Ancak Nadar'ın bütün hercailiklerine karşın, ilişkinin uzun bir ilişki olduğu kadar, sevecen bir ilişki olduğu da anlaşılıyor. Tournachon yalnızca tek erkek kardeşi ve tek oğluyla kavga etti; her ikisi de kendi yaşamlarını yazarak onun hayatından kendi kendilerine çıktılar. Ernestine, Nadar'ın hep yanında oldu. Nadar'ın hayatının bir ortak motifi olduysa, bunu Ernestine sağladı. Dev'in Hanover yakınlarına düşüşünde Nadar'la birlikteydi. Ernestine'in parası stüdyo harcamalarını ödemeye yardımcı oldu; daha sonraları, iş sözleşmeleri onun adına yapıldı.

1887' de Ernestine, Opera Comique'de bir yangının çıktığını duyup da oğlu Paul'ün orada olduğuna inanınca, bir inme geçirdi. Felix ailesini hemen Paris'in dışına Senart Ormanı'na taşıdı, orada L'Hermitage adında bir mülkü vardı. Bu tarihi izleyen sekiz yıl boyunca orada kaldılar. 1893' de Edmond de Concourd aileyi Journal'ında şöyle betimledi:

..Merkezde, konuşma yetisini yitirmiş ve ak saçlı, yaşlı bir profesör gibi görünen Madam Nadar var. Pembe ipek astarlı, gök mavisi bir geceliğe sarınmış olarak yatakta yatıyor. Onun yanında Nadar sevecen hastabakıcı rolünü üstlenip kadının parlak renkli geceliğine çekidüzen veriyor, şakaklarına düşen saç perçemlerini düzeltiyor, ona hep dokunuyor ve okşuyor..

Ernestine'nin sabahlığı, artık uçmadıkları gökyüzü rengindedir. Artık her ikisi de yere inmiş bulunuyorlardı. 1909' da, elli beş yıllık bir evlilikten sonra, Ernestine öldü. O aynı yıl, Louis Bleriot, Manş'ın üzerinden uçtu ve bu, Nadar'ın-havadan daha ağır-araçlarla uçmaya inancının somut bir doğrulaması oldu; baloncu havacıya bir kutlama telgrafı gönderdi. Bleriot uçarken, Nadar dümenini yitirmişti. Ernestine'in ölümünden sonra çok yaşamadı; köpekleri ve kedileriyle çevrili olarak 1910'un Mart'ında öldü.

...

Nadar'ın elimizde olan biricik balon fotoğrafları 1868'den kalmıştır. Tamı tamamına bir yüzyıl sonra, Aralık 1968'de, Apollo-8, Ay'a gitmek üzere misyonuna başladı. Uzay aracı Noel arifesinde Ay'ın uzak tarafından geçti ve yörüngeye oturdu. Anlaşıldığı kadarıyla astronotlar yeni bir sözcüğe gerek duyulan bir fenomeni görmüş olan ilk insanlardı: "Yeryüzünün ufukta doğuşu". Ay modülünün pilotu olan William Anders, özellikle ortama uyarlanmış bir Hasselblad kamera kullanarak, gece gökyüzünde yükselen Yeryüzü ‘nün üçte ikilik kısmının göründüğü fotoğraflar çekti. Fotoğraflarda Yeryüzü son derece tatlı renklerde, üzerinde kuştüyü benzeri bulutlar varken, fırtına sistemleri girdap gibi dönerken, zengin mavi denizleri ve pas rengi kıtalarıyla görünüyordu. Tuğgeneral Anders daha sonra şunları düşündü:


"Sanırım herkesi, aslında güneş sistemi ağının içinde tutan, Yeryüzü'nün ufukta doğuşuydu... Dönüp gezegenimize, evrildiğimiz yere bakıyorduk. Yeryüzümüz tamamen renkliydi, dahası son derece kaba, engebeli, harap görünümlü, hatta sıkıcı Ay yüzeyiyle karşılaştırıldığında hoş ve zarifti. Sanırım Ay'ı görmek için 384.400 kilometre kat etmiş olmamız ve gerçekte görülmeye değer şeyin Yeryüzü olduğu buradaki herkese çarpıcı gelmişti.."

O zamanlar, Anders'in çektiği fotoğraflar güzel olduğu kadar rahatsız ediciydi ve bugün de aynen öyleler. Kendimize uzaklardan bakmak, öznel olanı birdenbire nesnel kılmak: bu bizde psişik bir şok yaratıyor. Ne var ki iki şeyi ilk kez bir araya getiren kişi-sadece birkaç yüz metrelik bir yükseklikten, sadece siyah beyaz ve sadece Paris'in bir kaç manzarasını çekmiş olsa bile-alev saçlı Félix Tournachon oldu...

Nadar'ın çektiği tüm fotoğraflara buradan ulaşabilirsiniz..

Julian Barnes'ın Türkçeye çevrilmiş kitapları

1996-Metroland
1997-Benimle Tanışmadan Önce 
1989-Flaubert'in Papağanı 
1993-Oklukirpi 
1994-10½ Bölümde Dünya Tarihi 
1999-Manş Ötesi 
2000-Seni Sevmiyorum 
2000-Bendeniz Duffy 
2000-Yalan Dolan Kenti 
2001-Tekmeyi Yapıştırmak 
2002-Aşk Vesaire
2002-Çulsuzlar
2003-İngiltere İngiltere'ye Karşı 
2004-Bir Çift Söz 
2006-Limon Masası 
2006-Gündoğumuna Yolculuk 
2009-Arthur ve George 
2011-Korkulacak Bir Şey Yok
2013-Hayat Düzeyleri


Related Posts with thumbnails