17 Haziran 2009

Rasputin

Rasputin_pt

Grigori Yefimovich Rasputin (1869 - 1916)

Doğumu

Grigori Yefimovich Rasputin, 22 Ocak 1869 yılında Ural Dağları'nın eteğindeki Pokrovskoye köyünden Jefim Jakoviç'ten olma Anna Wasiljevna'dan doğmadır. Ailesi çiftçiydi. Çocukluğu hakkında çok şey bilinmeyen Rasputin'in Maria adında sara hastası bir kızkardeşi ve Dimitri adında da bir erkek kardeşi vardı.

2 kardeşini de neredeyse aynı şekilde kaybetmişti, hatta kendi sonu da onlarla aynı olacaktı. Maria adındaki kardeşi Tura Nehri'nde boğularak ölmüş Dimitri vekendisi ise gölde boğulurlarken yoldan geçen biri tarafından kurtarılmışlardı. Fakat Dimitri kendisi kadar şanslı değildi ve zatürreden ölecekti.İki kardeşinin de aynı kaderi paylaşan ölümü Rasputin'i derinden etkiledi. Öyle ki daha sonra çocuklarının isimlerini de Maria ve Dimitri koyacaktı.

Garip olaylar Rasputin'in hayatının daha ilk yıllarında başlamıştı. Genç yaşlarda kendisinde bazı haller olduğunu fark eden Rasputin yavaş yavaş bazı yeteneklerini de (hipnoz) keşfetmeye başlamıştı. Bir gün babasının atı çalındı ve Rasputin hırsızların, gözüne kestirdiği kişiler olduğuna, kalabalığı doğaüstü gücüyle (çok güçlü bir hipnoz yeteneği) ikna etti ve linç edilmelerini sağladı.

Okuma yazma bilmemesine rağmen, zekası ve bu halleri sayesinde dolaştığı yerlerde etrafında insanları toplamaya başladı. Mensubu olduğu Hıristiyanlık dininin Ortodoks mezhebini beğenmez; “Mühim olan kalptir. Kalp temiz olduktan sonra günahların kişiye zararı olmaz. Günah, kişinin kendisine ait olup, yaptığı icraata teşbih edilemez.” derdi.

rasputin22 Rasputin

Yeteneklerini Keşfetmesi

Bir kaç kez hırsızlık suçundan yakalanınca 18 yaşında üç ayını Verkhoturye Manastırı'nda geçirdi. Oradayken Meryem Ana'nın ona göründüğünü iddia etmeye başladı ve kendini seçilmiş bir aziz olarak tanıttı. Serseri bir gençlik yaşamının ardından, Ortodoksların 'hain' bir tarikat olarak telakki ettikleri Skopsty Tarikatı ile tanıştı. Bu tarikatın müritleri, 'Tanrı'ya ulaşmanın tek yolunun 'günah işlemek' olduğunu vaaz ediyorlardı ve bu, Rasputin'e oldukça çekici gelmişti. Günahişleyerek günahtan çıkacaklarına inanan bu topluluk evlilik dışı cinsel ilişkiyi teşvik eder. Bu da Rasputin'in kadınlarla olan dillere destan hikayelerine bir açıklık getirebilir.

1889 yılında Proskovia Fyodorovna Dubrovina ile evlendi ve 3 çocuğu oldu; Maria, Dimitri ve Varvana... Ayrıca başka bir kadından da gayrimeşru bir çocuğu oldu. 1901 yılında artık bir aziz olduğunu iddia ederek Pokrovskoye'deki evini terk etti. Yolculuğu boyunca Yunanistan ve Carussalem olmak üzere bir çok yer gezdi. 1903 yılında St. Petersburg'a varan Rasputin'in, burada mistik bir şifacı ve aziz olarak ünü yayılmaya başladı.

Medeniyetten nasibini almamış olan saray çevresi; pis ve pejmürde kılıklı, parlak sözleri ve birtakım tedavi yetenekleri olan Rasputin’den çok etkilendi.

jPXzhSN

Saraya Yerleşmesi

1905 yılında Çar'ın küçük oğlu Alexei'nin amansız hastalığını duydu. Alexei,hemofili hastasıydı, bu genetik hastalık ona büyük büyükannesi İngiltere kraliçesi Victoria'dan miras kalmıştı. Doktorlar çocuğun hastalığına çare bulamıyorlardı. Bir gün attan düşüp yaralanınca kanamasını bir türlü durduramadılar.Doktorlar tarafından ölmesi beklenen oğlunun bu durumu karşısında Çariçe, çaresiz kalmıştı. Arkadaşı Anna Vyrubova'dan bu gizemli şifacının methini duydu ve Rasputin'i saraya davet etti. Rasputin, çocuğun kanamasını, başında dua ederek ve elleriyle dokunarak durdurdu.

Çar ve Çariçe gözlerine inanamadılar ve Rasputin'i doğaüstü güçleri olan bir peygamber gibi görmeye başladılar. Ancak Alexei'nin hastalığı tamamen geçmemişti. Her nöbetinde Rasputin saraya çağırılıyor ve onu iyileştiriyordu. Çariçe Alexandra, bu olayın ardından, Rasputin'in, Alexis'i korumak için Tanrı tarafından gönderilmiş bir aziz olduğuna inanmaya başladı, kendisine özel bir hayranlık besliyor; oğlunu iyileştiren bu adamın aracılığıyla Tanrının kendisiyle konuştuğuna inanıyordu. (Çariçe aslında Protestandı ve Rus Ortodoks mezhebine uyum sağlamakta güçlük çekiyordu.)

Köylü papazın yükseldiği bu 'sağ kol' pozisyonu, elbette, özellikle geleneksel rahip kastını öfkelendirmiştir. Kısa sürede dedikodular ortaya çıkar: Rasputin, Çariçe ve onun dört kızı ile ahlaksız ilişkilere girmektedir! Rasputin ise, bu dedikoduları haklı çıkarmak için elinden geleni yapmakta, içki masalarında 'Çariçe ve kızları ile maceralarından' bahsetmektedir. Gizli polis, bir süre sonra devreye girer ve Rasputin, olanları duyan öfkeli Çar'ın karşısına çıkarılır. Nikola, ona sürgün cezası verir ama Rasputin şehri terk eder etmez, küçük Alexis onulmaz bir kanamaya tutulur! Rasputin hemen geri çağrılır ve çocuğu kurtarır. Bu andan itibaren, kendisine bağımlı hale gelen Çar ve Çariçe'ye her alanda isteklerini dayatmaya başlar. Dış politikadan ekonomiye kadar birçok alanda, sahip olduğu diğer ilişkilerin de tavsiyeleriyle, adeta ülkeye hükmetmeye başlar.

Sarayda kaldığı süre boyunca Rasputin'in aşırı hareketleri Çar dahil birçok kişiyi huzursuz etmeye başlamıştı. Çarın üzerindeki, dolayısıyla politikaya olan büyük etkisi saray çevrelerinde diğer politikalcıları rahatsız ediyordu. Aile ile kan bağı olmayan çiftçi bir adamın bu kadar büyük bir yaptırım gücüne sahip olması akıl alır şey değildi. Ayrıca cinsel yaşamındaki aşırılıklar ve bunları hiç sakınmadan yaşaması da bardağı taşıran son damla olmuştu. (Rasputin'in bir rahibeye tecavüz ettiği bile rivayet edilir.) Saray çevresindeki bu dedikodular ve huzursuzluklar giderek yayıldı. Ortodoks Kilisesi de kendine peygamber diyen bu adamın din adamı değil, dini istekleri doğrultusunda kullanan bir şeytan olduğunu iddia etmeye başladı. Yaptığı herşey olay haline geldi ve gazetelerde de hergün alay konusu oldu. Artık ilahi güce sahip bir aziz değil, bir şarlatandı. Ve bu adamın sözünü dinleyen Çar'a da tepkiler giderek büyüyordu.

800px-Rasputin--insiderussianrev00dorrrich rasputin_tint

1.Dünya Savaşı

Bu arada I. Dünya Savaşı patlak vermişti. Rasputin kesinlikle bu savaşta Almanya ile barış yapılmasını istiyor ve bunu sıklıkla Çar'a iletiyordu. Savaşa karşı olan Rasputin, bunu hem ahlaki açıdan onaylamıyor hem de Rusya için bir felaket olarak görüyordu. Kendini içkiye ve çarpık cinsel hayata iyice kaptırmıştı. Rusya'nın savaştaki başarısızlığından Rasputin sorumlu tutuluyor, vatana ihanet etmekle ve Alman casusu olmakla suçlanıyordu. Bu arada Rasputin kendine bir vahiy geldiğini ve ordunun başına Çarın kendisi geçmezse savaşı kaybedeceklerini söyledi. Söylenen yapıldı II. Nikolay’ın ordunun başında cepheye gitmesi üzerine, Rusya’nın içişlerinin sorumluluğunu, Rasputin’in elinde oyuncak olan, Çariçe Aleksandra üstlendi. Çar'ın saraydaki yokluğunda Rasputin'in Çariçe Alexandra üzerindeki etkisi iyice arttı.

Onun baş danışmanı haline geldi ve hükümetin kadrolarına kendi seçtiği kişileri getirtti. Kilise görevlilerinin tayinlerinden, kabinedeki bakanların seçimine kadar, her konuya karışmaya başladı.ama bu olayın sonucu felaketle sonuçlandı, Çarın başında olduğu ordu yenilgiye uğradı. Rasputin'e düşman olan diğer politikacılar ve Ortodoks Kilisesi Saraydan desteğini çekti. Rasputin’i öldürüp Rusya’yı daha büyük felaketlerden kurtarmak gayesiyle birçok girişimlerde bulunuldu. Bu girişimlerin sonucunda, aşırı milliyetçi grup lideri Prens F. Yusupov tarafından 30 Aralık 1916 günü vurularak öldürüldü.

b-13269-rasputin e-murder-of-rasputin2

Ölümü

Rasputinin ölümü yaşamından çok daha esrarengiz oldu. Saray hanedanının ve diğer politikacıların Rasputin'den duydukları rahatsızlık had safhaya ulaşmıştı. Artık bu adamın ortadan kaldırılması gerektiğini düşünen hanedan mensubu Prens Felix Yussupov ve birkaç kişi bir komplo hazırladılar. 29 Aralık 1916 gecesi, Rasputin, prens tarafından bir odaya içki içmek için davet edildi. Ancak içkisine siyanür katılmıştı. Rasputin kendisine uzatılan zehir dolu bardağı dikti, ama bir süre geçmesine rağmen hiç birşey olmamıştı. Şaşkına dönen prens ona bir kaç el ateş etti.

Rasputin olduğu yere yığılınca prens bu kez başardığını zannederek sevindi. Ancak Rasputin ayağa kalktı ve prensin gözlerinin içine bakarak birşeyler söyledi ve ordan hızla kaçmaya başladı. Sarayın bahçesinde koşarken birkaç kez daha vurulan Rasputin artık kalkmamak üzere yere yığıldı. Prens ve adamları öldüğünden emin olmak için Rasputin'in cesedini Neva Nehri'nin buzlu sularına attılar. Ertesi gün ceset çıkarıldığında, Rasputin'in hemen ölmediği, boğulmadan önce bir süre çırpındığı anlaşıldı. Şubat Devrimi sırasında cezasını bulmadığı düşünülerek cesedi mezarından çıkarıldı ve yakılarak imha edildi.

Rasputin, insanın ne kadar günah işlerse o kadar günahtan arınacağını savundu. Kendi günahını da içkiye düşkünlüğünde ve abartılı cinsel yaşamında buldu. Doğaüstü güçlere sahip olduğuna inanılan bu esrarengiz kişi Çarlığın çöküşünden ve Sovyet İhtilali'nden sorumlu tutuldu. Adının, Rusça 'yoldan çıkmış' anlamına gelen 'rasputine' ile benzerliği kullanılarak alaya alındı. Halen yaşamı ve ölümü üzerindeki gizem perdesi birçok araştırmacının ilgisini çekmektedir.

http://www.alexanderpalace.org/2006rasputin/


rasputin1 rasputin2

Zehir ve kurşunla ölmediğine inanılan bu Çılgın PapazIn hayatı boyunca yıkanmamış olduğu söylenmektedir , penisi St. Petersburg müzesinde sergilenmektedir:) Boney M gurubu, Rasputin'in için şarkı yapmıştır .

 (şarkının sözleri)

rasputin1 (1)

Otobiyografik Filmi

2vbu0kx Picture1

Rasputinden Sonra

Tarihin düştüğü kayıtlara göre Rus Çarı II. Nikola, karısı Alexandra, beş çocuğu ve maiyetindeki 4 kişi, Bolşevik ihtilalinin yeni parlayan lideri Lenin'in emriyle Yekaterinburg'daki bir evin bodrumunda 17 Temmuz 1918 günü öldürülmüşlerdi. Ölümleri, 300 yıl süren Romanov hanedanlığının sona erdiğini ilan ediyor ve bu olay tüm dünyada büyük yankı uyandırıyordu. Bu olaydan sonra Sovyet yönetimi Romanov hanedanı ile ilgili her türlü konuşma, yazışma ve belge/bilgi toplanmasını yasakladıysa da, hanedansever Ruslar öldürüldükleri evi adeta bir tapınak haline getiriyorlar ve insanlar akın akın burayı ziyaret ediyordu. Nihayetinde 1977 yılında sözkonusu ev buldozerlerle yerlebir ediliyor ve son nokta konuyordu.

Tüm dünyada yankı uyandıran bu toplu öldürme olayını bu kadar dramatik hale getiren ise, Çar II. Nikola'nın dünyalar güzeli küçük kızı Prenses Anastasia'nın da öldürülenler arasında olduğunun ilan edilmesiydi. Çarlık rejimine sempati duyan duymayan, Romanov hanedanını seven sevmeyen birçok insan, Prenses Anastasia'nın ölümüne inanamadı. Nitekim fısıltı gazetesi harekete geçmişti ve kısa bir süre sonra Anastasia'nın öldürülmediği, kendisine merhamet eden infazlarda görevli bir asker tarafından ülke dışına kaçmasına yardım edildiği konuşulmaya başlandı.

Aynı yıllar sinemanın da popülerlik kazanmaya başladığı yıllardı ve sinemacılar hemen "masum Anastasia" üzerine irili ufaklı filmler çekmeye başladılar. Bunlar genelde senaristlerin hayal dünyasını yansıtan yapımlardı.

İşte bu karışık yıllarda, zaman içinde birçok insan "Prenses Anastasia" olduğu iddiasıyla ortaya çıkmaya başladı. Bunların birçoğunun yalan söylediği kısa sürede anlaşılsa da, içlerinden bir tanesi kendisinin Prenses olduğuna, hanedanın Avrupa'da yaşayan akrabalarını ikna etmeyi başarmıştı. 1920 yılında Berlin'de ortaya çıkan Anna Anderson adlı bir genç kız hanedanın büyük kısmını ikna etmeyi başarmış olsa da ölümüne kadar hiçbir zaman resmî olarak "Kayıp Prenses" olarak tescil edilmedi. Anna Anderson 1964 yılında, ABD'nin Virginia eyaletine bağlı Charlottesville'de hayata gözlerini yumarken bile "Prenses Anastasia" olduğu iddiasını tekrarlıyordu.

1991 yılında Sovyetler rejimi yıkılıp dağıldıktan sonra Romanov hanedanı ile ilgili araştırmalara devlet daha ılımlı yaklaşır olmuştu. Rus araştırmacı Gely Ryabov daha 70'li yıllarda konuyu eşelemeye başlamış, hatta infazlarda bulunan Bolşevik nöbetçi Yakov Yurovski'nin hayattaki çocuklarına ulaşmayı başarmış ve onlardan cesetlerin Yekatirenburg yakınındaki bir çayırda bulunan balçık bir alana gömüldüğünü, üzerlerinin toprak ve tahta ile kapatıldığını ve iz bırakılmamaya çalışıldığını öğrenmişti. Gizlice hareket eden Ryabov, sözkonusu alanı bulmuş, toprağı bir miktar kazarak bazı kemik parçalarına da ulaşmıştı. Ancak o yılların kapalı rejiminde daha ileri gitmesinin hayatına mâl olacağının bilinciyle o noktada durmuştu. 91 yılında sözkonusu mezarlardan kemik ve doku örnekleri toplayan Ryabov'un, cesetlerin hanedana ait olduğunu ispatlayabilmesi için, aynı soydan gelen birinin doku örneğiyle karşılaştırma yapması gerekiyordu.

Bu noktada kendisine Çariçe Alexandra'nın soyundan gelen, Kraliçe Elizabeth'in kocası Prens Philip yardımcı oldu. Yapılan testler sonucu mezarda bulunanların Romanov hanedanı olduğu kesinlik kazandı. Ancak çok ilginç başka bir durum da ortaya çıkmıştı. Mezardan çıkarılan ve birleştirilen kemik sayılarıyla tesbit edilen ceset sayısı 9 taneydi. Aynı kanı taşıyan ceset sayısı ise 5. Bu durumda bütün herkes Prenses Anastasia'nın gerçekten de öldürülmeden kurtulduğu veya kurtarıldığı iddiasını güçlendiriyordu. En ciddi, hatta tek Anastasia adayı 1964 yılında ölen Anna Anderson idi. Yasal açıdan mezarının açılması ve doku örneği alınması mümkün değildi. Ancak devreye bir ABD hastanesi girdi. Anderson bir ameliyat geçirmişti ve hastane her ihtimale karşı kendisinden aldığı bir doku örneğini yıllardır saklıyordu. Araştırma ekibinin lideri Peter Gill ABD'ne gidip gizlice doku örneğini aldı ve laboratuvar incelemesi zaten bilinen bir sahtekârlığı tescil etti: Anderson kesin olarak Anastasia değildi!

11 Mart 2009- National Geographic sitesi bu konuya nokta koyan haberi verdi: Çar'ın çocuklarının hiçbiri öldürülmekten kurtulamamıştı! Anastasia dahil...

2007 yılında Yekaterinburg'da bulunan bir mezardaki iki çocuk cesedine yapılan üç tip DNA analizi sonucu, çocukların Romanov ailesine ait olduğunu ortaya çıkardı.

Kısacası, tüm filmlere, romanlar sadece kurguydu, belki de Anastasia'nın kurtulmuş olduğuna inanmak istedik ama gerçek acıydı, Anastasia o gün ailesiyle birlikte öldürülmüştü.


15 Haziran 2009

Kıymet Nadir Bindebir



Bu toplum aynen Nazmiye Demirel gibi altmış yıldır ‘yüce insan ların yanında, ayakta, fonksiyonsuz, kıpırtısız, ağaç gibi dikilip duvar gibi susarak, susturularak, tepkisiz yaşadı. Altmış yıldır sağ iktidarların dayattığı bireysel/toplumsal eşitsizliğe karşı tepki veremeden, Nazmiye Hanım gibi küçük kırmızı mendili terli avu-cunda sıkıp durdu. Sonunda Türk toplumu da Nazmiye Hanım gibi Alzheimer a yakalandı. O artık hiç konuşamama, kimseyi tanıyamama, tepki verememe hali. O beyindeki gri hücreleri artık hiç kullanamama durumu...

Alzheimer'lılar iç dünyalarında ne yaşıyorlar, neler hissediyorlar bilinmiyor; ama bir sandalyede hareketsiz oturup, sabit bakışlarla öööyle ufuklara dalıyorlar.

Kim bilir, belki de eşitsizlikçi sağcı düşüncenin nurlu ufuklarını görüyorlardır.

Kıymet Nadir Bindebir
H@mdolsun Verdiğin Internete
Cinius Yayınları
İstanbul, 2008
14 x 20 cm
342 sayfa


12 Haziran 2009

Türkan Saylan / At Kız

1995-TS-00

Projeler

Deniz Yıldızı Projesi, bir tür lider yetiştirme projesi-çeşitli dallardan üniversite öğrencileri, bir yıl boyunca farklı konularda küçük guruplar halinde konferanslara katılıyorlar ve bir belge alıyorlar,sonraki bir yılda da bir projede çalışıyorlar ve Deniz Yıldızı" diploması alıyorlar, böylelikle, diksiyon dersi görmüş, çeşitli iletişim ve davranış bilgileriyle, genel kültürle donanmış genç, çağdaş kafalı lider adayları oluyorlar.İstanbul'da var olan 23 şubeden her yıl 20 kişi kadar mezun veriyoruz..

- YİBO (Yatılı İlköğretim Bölge Okulları) ve PİO ' lar ( Pansiyonlu İlköğretim Okulları) Türkiye'nin kanı canı YİBO' larda atıyor-toplam PİO' larla birlikte 550 tane okul var bu okullarda ülkemizin en yoksul çocukları okuyorlar yaklaşık 200 bin kişi bu okullarda 8 yılını geçiriyor-düşünün ailesinden hiçbirşey görmemiş, öğrenmemiş 7 yaşında bir çocuk YİBO' ya geliyor dişlerini fırçalamaya, tuvalet terbiyesine,yurttaşlık bilincine, doğru ve yapıcı düşünmeye, sanata ilgi duymaya burada başlıyor, ne verirseniz onu alacak bu çocuklar, dolayısıyla o yörenin ve ülkenin geleceğini onlar kuracak,bu öğrencileri yetiştirecek öğretmenlerin, yöneticilerinde aydın çağdaş insanlar olması gerekir, YİBO'lar eski Köy Enstitüleri işlevini üstlenebilirler, Anadolu aydınlanması buralardan başlamalı, sanat, teknik bilgisayar atölyeleri olmalı ve buraların gerçekten işlemesi lazım, çünkü bazen Dünya Bankası vb. gibi bağışlarla bilgisayar alınmış okullarda öğretmenler bilgisayar kullanmayı bilmiyorlar , müdürlerde bozulur diye bilgisayar odalarını kilitli tutuyorlar..

- Doğu'daki illerimize birilerini götürdüğümde, gittiğimiz her il'de valiye, kaymakamlara, jandarma komutanına uğrarız, buralarda böylesine idealist, başarılı insanların olduğunu görüp şaşırırlar, çünkü hep basından olumsuz şeyler duymuşlardır şimdiye dek, basın ilgi duymuyor, Anadolu'dan kopuk, köşelerinde homur homur homurdanıp duruyorlar, Anadolu'yu tanımadıklarından, toplumsal yapıları bilmediklerinden siyasal yanlışlarda yapıyorlar.Genç arkadaşlarımızı Anadolu'ya götürdüğümde yaptığım bu tanıştırma faslının en büyük yararı da o ana kadar çekindikleri resmi makamlarında aslında toplumun sorunlarını çözmek için oraya oturmuş, kanlı canlı, bizim gibi insanlardan oluştuğunu görmeleri, sonraki işlerinde daha güvenle ve özveriyle hareket etmelerini sağlamak olurdu.

Kendisinin söyledikleri

- Saatimde dakikaların yanı sıra saniyelerde çok iri ve net görünüyor, her dakika benim için çok kıymetli, bir kere zaman beni yiyip bitirmesin diye ben zamanı iyi kullanmaya çalışıyorum, bir çok işi bir arada yapıyorum, çözümlenecek sorunların listesini yapar sonrada onlarla ilgili çağrışımlar bulmaya ve çözüm üretmeye çalışırım, ama bunları yaparken de kendim içinde sıkıcı hale sokmamaya çalışırım, bütün bu ciddi zamanlamaların yanı sıra dostlarıma, tiyatroya, sinemaya,TV de haber ve tartışmalara ve okumaya da kesinlikle zaman ayırırım, gece ikiyi bulmadan yatamam sabahları da yapacağım işe göre 6.30 ile 8.00 arası bir saatte uyanırım.

-Yemek yapıp bulaşık yıkamayı sever, ütüden nefret ederim , çocuklarımı yetiştirirken hem kendime hem çocuklarıma ütü istemeyen giysiler aldım, hiçbir zaman aşırı titizlik göstermem gösterenlerden de rahatsız olurum, hergün evde toz almaya kalkarsanız, hiçbir iş yapamazsınız.

-İlk okul 5’ te okulda saçkıran hastalığına yakalanmıştık, o zaman ağızdan alınacak ilaç yok, şua ile tedavi ediliyordu, hepimizin kafaları kazındı ,makinanın altına yattık, şua yapıldı gayet iyi geldi tedavi, ben yazı kasket ve pantolonla geçirdim bir oğlan çocuğu gibi, birisi bana " oğlum" diye seslenince ne kadar mutlu olurdum anlatamam:) ileri yaşlarda bu duygu azaldı ve özellikle genç kızken, kız olduğum için çok mutlu oldum.

- Geri kalmış ülkelerin basit ama o ölçüde öldürücü hastalıkları var, bunların ilaçlarını araştırmak pek karlı olmuyor,ayrıca başka şeylerde oluyor , örneğin kolesterol seviyesinin normali diyelim ki 240 'tı, Amerika bu seviyeyi daha da aşağıya çekip üst sınırı 200 'e indirdi, böylece 200-240 arasındaki değere sahip milyonlarca kişiye kolesterol ilaçlarını satmak mümkün olabilecek, aynı şey hipertansiyon değerleri ile de yapılmak isteniyor.İlaç firmalarının karlarının bir bölümünü hekimlere havlu , çanta vb. türü armağanlar vereceğine Sosyal Sorumluluk Projelerine yönlendirmeleri gerekmez mi? ÇYDD olarak Çağdaş Eğitim adlı güzel bir kitap derlemiştik 4-5 baskı yaptı, Roche firması güzel bir anlayışla bu kitabı 20 bin kadar basıp tüm sağlık ocaklarına promosyon olarak dağıttı, ne yazık ki ilk ve son oldu bu destek.

1995-TS-02

- Pozitif Ayrımcılık: Her alanda kadınla erkek eşitlenene kadar kadınlara öncelik tanımak, siyasal yaşamda, işe girişlerde belli oranlarda kota koymak gerekir. Dünyanın barış ortamına gerçekten kavuşabilmesi için kadınların olaya yalnızca el koymaları değil, kendi kadınsı bakış açılarıyla el koymaları gerekiyor, çünkü ülkemizde de, dünyada da o kadar erkek modelinde kadın var ki, onlar kadın bedenindeki erkek ruhlar gibi, hareketleri, sözleri bile erkeksi, kadınsı oldukları zaman bile erkek modelindeler çünkü dişilikleri erkeklerin onlardan istedikleri gibi, yaşamak ve yükselmek için böyle olmak zorundalar. "erkek gibi kadın" deyimi bir övgü olarak kullanılır. En kızdığım kadın tipi ise , bu ülkenin olanaklarını kullanarak eğitim gördüğü bir meslek edindiği halde, "hali vakti yerinde" türünden bir koca bulduğunda diplomasını anı diye duvara asıp " ay kardeş ne yapayım kocam beni çalıştırmıyor" diye övünüp canını dişine takmış çalışan diğer kadınlarla alay edenlerdir.Bu durumun erkek tarafı ise şöyle: " O benim vitrimindir, ben çalışır ona bakarım,onu giydiririm takılar alırım, koluma takar, onunla övünürüm, o da benimle övünür..."

- Çok para kazanmalıyım diye bir derdim hiç olmadı, maddi hayallerimi büyütmedim, bunda babamın yaşadıklarının, son yıllarında yaşadıklarımızın etkisi olmuştur diyebilirim, o sıkıntılar bize azla yetinmeyi ve mutluluğun maddi varlıktan başka yerlerde olabileceğini öğretti, sürekli borçlu yaşadım çünkü herşeyi taksitle alırdım, bu bile mutluluktu benim için.

- Üniversiteye kayıt sırasında meydandan yola inip tramvayla Eminönü İskelesi'ne dönmem gerektiğinde korkular sarardı içimi, Eminönü hangi yönde kalmıştı, bir kaç gün şaşırdım, utandığımdan kimseye de soramazdım, o şaşırdığım günlerde atardım kendimi ikinci mevki bir vagona, tramvay Aksaray semtine doğru ilerleyip de tanımadığım bir çevreyi görürsem iner, karşıdaki vagona geçer böylece Eminönü'nü bulurdum, şimdilerde de kaybolma, adres ve yön bulamama beceriksizliğim sürüyor ancak sormaktan hem de defalarca sormaktan hiç çekinmiyorum, genç bir kız olarak yaşadığım sıkıntıları zaman zaman yüreğimde duyarım, o denli ürkek ve çekingen yetiştirilişimizden miydi yoksa bu benim doğal yapımdan mı kaynaklanıyordu, orasını tam bilemiyorum.

- Yakama Tıp rozetini takınca hekim olmuştum ya, havamdan geçilmiyordu, bir akşam üstü vapurdan indim, küçük kardeşlerim beni karşılamışlardı,birlikte eve doğru yürüyorduk, bir delikanlı gurubu da arkamıza takılmıştı.Dr.Taptas Yokuşu'nun tepesine geldiğimizde bir tavuk gurubu ile karşılaştık, tavuklardan birinin sırtına bir horoz binmiş, gagalayıp duruyor, ortalık ciyak ciyak. Ben manzarayı görünce tam bir içgüdüyle, kavga ettiğini sandığım horozu tavuktan uzaklaştırmaya koştum. " Yahu, horoz tavuğu öldürecek" diye bağırmaya ve gelenleri yardım etmeye çağırdım. Arkamı dönüp baktığımda yüzlerindeki ifadeyi hiç unutmam, gülseler mi saçlarını başlarını mı yolsalar diye düşünüyorlardı sanki, sonra en bıçkınları "Türkan dedi, sen Tıbbiye'ye yazılmadın mı?" işte o an ben de aptallığımı farketmiştim ama iş işten geçmişti, kardeşlerimi ellerinden tutarak eve doğru koşmaya başladım..

- Bir çok şeyin değişim geçirdiği o dönemde bile, asistan ve doçentlerin hoca çantası taşımaları, hocayı ekip halinde karşılayıp el öpmeleri, uğurlamaları, Osmanlı geleneklerini sürdürmeleri, hele hele durmadan azarlanmaları aklımın ermediği olaylardı, hiçbirine saygı duymuyordum, ortalıkta boyun eğme-eğdirme dengesi beni çok huzursuz ediyordu. Hasta başı azarlarına dayanamadığım bir gün hasta-hekim-öğrenci ilişkisini çok beğendiğim bir doktora gidip "neden sessiz kaldıklarını, neden kendilerini savunmadıklarını hatta neden hocaya haddini bildirmediklerini soruverdim", elini omzuma atıp "çok haklısın, bilmem neden bu cesareti gösteremiyoruz, böyle gelmiş böyle gider diye düşünüyoruz herhalde." demişti

1998-TS-00

- Kliniğe yeni başladığımız yıl yani üçüncü sınıftım, benden sekiz yaş büyük, geliri olmayan bir başasistanla anlaşıp evlenme kararı aldık,babamdan nüfus kağıdımı istedim, hepimizin tüm resmi belgelerini babam saklıyor kasasında. Ama babam nüfus kağıdını geciktirdikçe geciktirdi, her geçen gün bana yıl gibi geliyor, sanki evlenemeyecekmişim gibi karamsarlıklara kapılıyorum.Babamın üzerine çok gidemiyorum üzülmesin diye ama bir an önce de nikah olsun bitsin istiyorum. Sonunda dayanamadım ve benim meşhur mektupçuluğuma başvurdum.Oturdum, babamı can evinden vuracak bir mektup yazdım: "Babacığım ben bu yola girdim, evlenme kararım kesindir, ama sen bana bir aydır nüfus kağıdımı vermedin, mevcut ve muhtelem tehlikeler karşısında seni uyarıyorum, bana lütfen nüfus kağıdımı ver." O yaşımda ben bu sözü nasıl bulmuştum bilmiyorum ama işe yaradı:) Gelinlik istemedim, basit bir beyaz elbise giydim köy muhtarı gelip nikahımızı kıydı ve Kağıthane'deki kayınpederlerin evinde bize ayrılan bir odada yaşamaya başladık.

- Yirmi iki ile otuz yaş arasındaki 8 yıl benim için toplumsal değişimlerin bir okulu olduğu gibi, tıbbi açıdan da deneyim kazandığım yıllar oldu, o dönemde köydeki hastalara doktor olarak eşimle birlikte yardımcı olurken, okuyup yazmamış ama akıllı, fikirli, otodidakt bir sürü değerli insan tanıdım, daha önce kendi ailemde edinmiş olduğum yargıların bir kısmı değişti, köylü diye ortak bir kavramla tanıtılan insanların da ne kadar değerli, önemli olduğunu, aralarında okumuş olsalar kimbilir ne önemli işler yapacak ne değerlerin bulunduğunu gördüm, böylelikle eşitlik kavramım değişti, o insanların da benimle eşit olduklarını anladım, çok şey öğrendim.

-Evlendikten 1 yıl sonra ilk oğlum 2 yıl sonrada ikinci oğlum doğdu ve her iki doğum öncesinde tüberküloza yakalandım, ikincisinde kemik tüberkülozu teşhisi koyuldu ve tedavi için bacağımdan bir kemik alınıp bel kemiğime eklenmesi gerektiği ortaya çıktı.Bütün bunların olup bitmesi benim 13 ay yüzükoyun yatmam demekti-ameliyat sonrasında da 2 yıl daha çelik korseyle dolaştım. Korseyi giyer giymez herkesin karşı çıkmasına rağmen okula devam etmem gerekir diye karar aldım, dahası ihtisas yapmayı, doktorluk yapmayı istedim.Bu hastalıkların bile hastalara nasıl davranacağım hususunda getirmiş olduğu olumlu yönleri var; hastalara kötü davranan hekimleri gördüğümde benim de içimden " şu adam bir hasta olsa da acının, sıkıntının, hastalığın insan üzerinde yaptığı psikolojik etkin ne olduğunu anlasa" dediğim olur.

- Dahiliyede çalıştığım ve nöbetçi olduğum günlerin birinde bir dilekçe yazdım başhekimliğe: "Nöbetim sırasında şunların şunların olmadığını, şunun bozuk olduğunu, suyun olmadığını, laboratuvarın kapalı olduğunu gördüm. Bunların olmadığı bir yerde nöbet tutulması, görev yapılması mümkün değildir, gelecek nöbetime kadar bunların giderilmesini, aksi halde nöbet tutamayacağımı bildiririm" dedim. Ertesi gün benim böyle bir dilekçe yazdığımı öğrenen mesai arkadaşlarım tamam artık sen yandın ihtisasını yakacaklar, geleceğini kararttın demeye başladılar. Bir hafta sonra tekrar nöbet geldi bana birde ne göreyim; su bidonu konmuş, bir cam dolap konmuş içinde enjektör, tansiyon aleti , gereken herşey var, Amerikan Hastanesiyle de anlaşma yapmışlar, gece gelen hastaların tetkikleri orada yapılacak bize fatura edecekler. Bana ceza falan verilmedi, o zaman insanın istediği herşeyi alabildiğini öğrendim, kendisi için istemezse hele kesinlikle başarılı da oluyor.

-Bir insanın hayatta yükselmesi için yol gösteren, öğüt veren, bilgili insanlara gereksinimi vardır, birisinin ona güvenmesi, önün açması, başarıyı kolaylaştırır, benim de böyle hocalarım oldu, bir tanesinin duyurduğu bir bursu değerlendirerek İngiltere'ye gittim. İngiltere bana kendinme güveni kazandırdı. 35 yaşındaydım ilk kez yurt dışına çıkıyordum. Yurt dışı günlerimden birinde dünya'nın en önemli Lepra'cılarından birinin dersini izliyordum, gösterdiği dialar arasından faklı birşey çıktı, "Bu ne?" diye şaşırdı, bende o hastalığın adını söyledim, bunun üzerine " Ben bunu bilmiyorum." dedi. Ben ilk kez bir otoriterin bilmediği bir şeyi açıkça söylemesine tanık oluyordum ve önemli bir ders almış oldum. Hastalarıma da öğrencilerime de bilmediğim bir şeyle karşılaştığımda " bilmiyorum" demeyi böylelikle öğrendim, açık davranmak her zaman güven sağlıyor insanda.Bunun dışında bilimsel çalışamanın çok basit olmadığını, bazı titizlikler gerektiğini, bir sunum yapmadan önce saatli provasının yapılması gerektiğini hep yurtdışında çalıştığım günlerde öğrendim.

-İngiltere'den döndüğümde, histopatoloji öğrendiğim için biyopsi yapma merağı içindeydim, dikişsiz deri örneği almaya yarayan küçük yuvarlak bıçaklı aletler piyasada olmadığı için o günlerde, gelirken çapları farklı bir kaç alet almıştım, onları erkek kardeşime gösterdim, tornada benzerlerini yaptırttım, yıllarca kullanılıp atılanlar piyasaya çıkana dek kaynatıp kaynatıp bunları kullandık, bir gün Hoca beni çağırıp " Türkan biraz fazla ileri gidiyorsun, tanısı belli hastalardan niye biyopsi alıyorsun, yarın isyan edecekler, yatıracak hasta bulamayacağız." dedi. Oysa dünyada rutin olarak yapılıyordu bu işlem, neyse birkaç gün sonra, büyük vizitede hastalardan biri Hoca'ya " şikayetim var " dedi. "Doktor hanım bir çok hastaya biyopsi midir nedir onu yapıyor, bana yapmadı." bu engelde böylece aşıldı işte.

1987-TS-01 1983-TS-00

- 70 'li yıllarda fakülte kurulları vardı, doçentlik sınavını verdiğiniz anda bu kurullara katılmaya hak kazanıyordunuz, kurul haftada bir toplanır fakültenin bütün sorunlarını masaya yatırır hepsine çözüm bulmaya çalışırdı, değişik her sorun için komisyonlar kurulur ve bütün sorumluluk o komisyonlara verilirdi.Yapılan konuşulan herşeyin kaydı tutulurdu.Fakülte kurulu Dekan'ın İştişare Kurulu düzeyinde değildi. YÖK ten sonra bu işler değişti. Dekanlar bu kurullarda baskıcı olmaya başladılar kurul kararlarını dinlemez oldular, bir profesör bir çok fakültede dekanla görüşmek istediğinde randevu bile alamıyor, bunu anlamak mümkün değil, o yıllarda genç olmama rağmen kurullarda hep söz aldım, düşündüklerimi, önerilerimi söyledim, kayda geçtiler. Şimdi YÖK 'te zabıt bile tutulmuyor, en büyük şikayetlerimden biridir ve kimsenin umurunda değil, ileride YÖK 'le ilgili bir inceleme yapılsa kim ne demiş, hiçbir iz yok.

-Profesörlük için ikinci bir dil gerekiyordu benim liseden ikinci dilim Fransızcaydı, biraz geliştirmek istedim ve dört ay kadar Fransaya gittim, o günlerde üniversitede hocalarımdan birinin abisi Paris'e gelmişti -bir, iki yere gittikten sonra karnımız acıktı hamburger yedik onunla bir yerde. Mönüye baktım, Fransızca öğreniyorum ya, tam anlamadığım bir hamburger sipariş ettim, kocaman yumurtalı bir şey geldi, bir daha bakayım listeye, şunun adı neymiş dedim, dikkatle okuyunca "Hamburger Cheval" yazdığını gördüm. Eyvah dedim, at etinden hamburger, köftesini bırakıp yumurtalı kısmını yedim, sonra hocaya " Hocam bu at etini nasıl yediniz?" diye sordum. Meğerse büyük hamburger anlamına kullanılıyormuş "Cheval (At)" sözcüğü.

- Mustafa Kemal 1933 reformunda, uzmanlara yazdırdığı rapordan esinlenerek, üniversitenin halktan, ülke sorunlarından ne kadar kopuk olduğunu, toplumsal bir hizmet yapmadığını vurgular, yalnızca bilimsel araştırma değildir üniversitenin işi, bizimki gibi geri kalmış bir ülkede üniversitenin bir görevi de halka ulaşıp aydınlatmaktır. Bu kadar çok toplumsal, ekonomik, siyasal , kültürel sorunumuz var ama üniversite kaç konuda ne kadar çözüm için uğraşıyor, nelerin araştırılıp araştırılmaması bile emirle belirlenirse , üniversite adını hak etmiyor demektir, geçenlerde bir öğretmen hanım sordu yetkililere, Amerikan Senatosu soykırımı kabul ederse nasıl karşı bir argümanda bulunacaksınız diye, kadıncağızı apar topar götürdüler, bunu üniversite yenmeli, Akademik yükseltilme kriterleri Sitasyon İndeksi'ne indirgenirse, asistanlığa alınacak kişilerde itaat etme özelliği aranır, hocasını geçmeyecek yetenek ve zeka yeterli görülürse olacağı buydu. Şeriatçı ya da PKK'lı olup olmadığınız araştırılıyor bugün üniversiteye girerken ya da yükselirken ama akademisyenliğin gerçekten olması gereken nitelikleri araştırılmıyor ya da ikinci planda kalıyor, herşey yozlaştırıldı. Her mesleğin kendi özelliğinden kaynaklanan insan gereksinimi vardır, örneğin biz derneğe (ÇYDD) yeni girecek üyeye bile kim olduğunu, sosyal projelerinin ne olduğunu, dernekte ne gibi etkinliklerde bulunmak istediğini gözlerinin içine bakarak sorarız, çünkü onun gerçekten derneğin amacına mı hizmet edeceği yoksa derneği kişisel çıkarları için mi kullanmayı düşündüğünü anlamaya çalışırız.

-Rektör sağlam kişilikli değilse hemen deforme olmaya, hırslarının peşinde ona yaklaşan insanların akıllarıyla yanlış üstüne yanlış yapmaya başlıyor. Sistem bunu besliyor zaten. Rektör YÖK başkanıyla, dekan rektörle arasını iyi tutmak zorunda, yoksa ne bütçe ne kadro alabilir.Eğer yönetici büyük yetkilerle donatılmazsa, kurullar ve kararları ön plana çıkar, ayrıca geri alma yöntemi de işletilebilir. Bilim ve Eğitim dünyasında yöneticilik, belli bir süre fedakarlık ederek hamallığı üstlenmek, düzeni sağlayarak diğerlerinin önünü açmak olarak algılanırsa , çekiciliği ortadan kalkar, hizmet anlamını kazanır, bunca eza-cefa da yok olur.

- Dünyada teoloji alanlarında dersler var, dinlerin nasıl ortaya çıktığı, nasıl yayıldığı, nelere neden olduğu, neler söylediği bilimsel düşünce sistemiyle anlatılırsa din sorun olmaktan çıkar, ben rahip kökenli biyoloji profesörleri tanıdım, rahiplik onlara düzgün, namuslu, iyi insan olmayı aşılıyor, bilimde laboratuvarda ona gerçekleri gösteriyor, edindiği bilgileri iki ayrı bölmede tutabiliyor, her bilim adamından ataist olması beklenemez, çok güçlü olmayı gerektirir ataist olmak..Bilim bütün gizleri çözene kadar insanın tutunacağı bir güç olacaktır Tanrı. Ben gerçek İslamiyet'le barışığım, çocukken yaz aylarında hafta sonlarında Hafız Ahmet Bey adlı bir din hocamız oldu, Ahmet Bey hem Hafızdı hemde Galasaray Lisesinde Türkçe öğretmeniydi, onun bize öğrettiklerinde şiddet, hurafe, doğmatizm yoktu, bu yüzden dinle barışık kaldım, onu bir moral güç kabul ettim.Dinsel düşünce de asla bilimsel düşüncemi etkilemedi..

- 27 Mayıs devriminde ordu yapıcı bir sonuç bıraktı, iyi bir anayasa yapıldı, ama sonradan üç politikacıyı asarak yanlış bir iş yaptılar kanımca, işte o sırada üniversiteler, bu idamlara karşı olduklarını güçlü bir şekilde açıklamalı bu yanlışı engellemeliydiler, askeri idarenin olduğu zamanlarda askerden korktuğu için konuşamadı insanlar, bu da asker-sivil karşıtlığından kaynaklandı, oysa böyle bir karşıtlık olmamalı, örneğin biz Doğu'da çeşitli projeler, çalışmalar yaparken askerin büyük katkısını, yardımını görüyoruz, onların çok güçlü bir toplumsal proje yapma yanları var, gittikleri bölgelerin kalkınmasını, organize olmasını sağlıyorlar, öğretmenlik yapıyorlar, kurslar açıyorlar, onarım, inşaat yapıyorlar, toplumsal karşıtlıklar değil toplumsal uyumlar, uzlaşmalar yaratmak zorundayız.

- Cüzzamla ilk tanışmam öğrenciliğimde oldu, filmlerde gördüğüm, kitaplarda okuduğum cüzzam yoksul insanların üstündeydi, karşımdaydı, çok etkilenmiştim, çünkü herkes onlardan kaçıyor, doktorlar bile ilgilenmek istemiyorlardı, gece gündüz ne yapabilirim onlar için diye düşünüyordum, çok bilgisizdim, gençtim, yetkim yoktu. O sırada Etem Utku'nun kitabına ulaştım, Ankara Üniversitesinde öğretim üyesiymiş, tarama çalışmalarında Van'da arabası devrilmiş, ölmüş. Utku'nun kitabu başucu kitabım oldu, 1971 de İngiltere'ye gidiş orada Dr.Jopling'le tanışmam, Tropikal Hastalıklar Hastanesinde öğrendiklerim, katıldığım kongrelerde cüzzam konusunda dünya büyüklerini tanımam bende bir güç oluşturdu.Sona bir gün Uğur Dündar'la cüzzamı anlatan 35 dakikalık bir film yaptık. Bu film Farah Diba'nın (İran Şahı'nın eşi) Türkiye'ye geldiği akşam, haberlerden sonra verildi, çok büyük bir rastlantıydı bu, çünkü Farah Diba'ya boş zamanlarında ne yaptığı soruluyordu ve o da "Boş zamanlarımı cüzzamlı hastalarla ilgilenerek geçiririm" diyordu.

Televizyonlarında Farah Diba'nın cüzzamlı hastalarla ilgilendiğini öğrenen insanlar 1 saat sonra bizim programı izlediler ve birden bire bu konuya müthiş bir ilgi doğmuştu, yüzlerce kişi Sağlık Bakanlığı'nı aramış, sonra da o zamanki Müsteşar beni çağırıp Doktor hanım siz bize danışmadan nasıl böyle birşey yaptınız, insanları korkuttunuz, bunun ülkeye zararı olabilir , turizm sektörünü etkiler, ben de sizi dava edebilirim gibi sözler söyledi. Bende Müsteşar Bey'e " Bakın, ben tamamen bilimsel bir çalışma yapıyorum, Lepra derneğini kuruyoruz, dernek , bakanlık, üniversite el ele verirsek bu sorunu çözebiliriz ve bu bir kazanç olur , ama siz bana tepki gösterip karşımda yer alırsanız, ben sizinle de bu mücadeleyi yapmak zorunda kalırım, bu ise benim enerjimi tüketir, var olan soruna da bir yarar getirmez.". Benim bu kararlığımı görünce Müsteşar bey bir jest yapıp bana eliyle kahve yapıp ikram etti, insan ilişkilerinin, tavrının yapılacak işlerde ne önemli rolü olduğunu öğreniyor insan zaman içinde...

1980-TS-03

- Ayak deformasyonları olan cüzzam hastaları için özel ayakkabı gerekiyor, biz hastanede bunları üretmeye başladık, sosyal rehabilitasyon merkezi kurduk hastane içinde, para kazanmamız gerekiyordu, Alman Konsolosluğu bize yardım etmek istedi, 10 tane dikiş makinası verdiler, onlarla bir atölye kurduk, hastane nevresimleri dikmeye başladık, sigaraların filtrelerinin fazlasını atıyorlarmış, gittik bu filtreleri bulduk, lif lif ayrılan sentetik bir malzeme, bedava aldık getirdik hastaneye, döktük ortaya, bütün hastalar, hemşireler, doktorlar dittik filtreleri, kabarttık, yastık yaptık, bir ara da Kabataş Erkek Lisesinin girişinde ikinci el giysi satış yeri kurduk, epey sürdü sonra vazgeçtik. Akçeli işler çok zor.

Çalışanlarımızın çocukları için kreş kurduk, okuma yazma bilmeyen hastalarımıza okuma-yazma kursları açtık, bir hastamız bahçıvan oldu, hastanenin bahçesine meyve ağaçları diktik, çocuk bahçesi yaptık, çamaşırhane ve pansumanhane yaptık, hatta bir ara çiçek yetiştirip satmak için sera kuralım dedik başarılı olamadık, yeni kurulan bir Sanayi Sitesinde bir dükkan alıp kiraya verdik hastaneye gelir getirsin diye. Bakanlık 21 yıl boyunca pek karışmadı bize, sıra dışı bir kurumsallaşma yaşadık, dışarıdan bakanın anlayamayacağı, belki de ne biçim yer burası, herkes bildiği gibi davranıyor diyeceği bir yapı var burada, ama bu yapının orada başarıyı sağladığını kimseler anlayamıyor, orada herkesin bir görevi var ve herkes görevinin sorumluluğuna sonuna kadar sahip, herşey zamanında ve doğru yapılıyor ama minimum bürokrasiyle ve hep yararlılık , pratiklik gözetilerek, ben olmadığım halde bu yapı çalıştığına göre orası kurumsallaştı diyebiliriz..

- Bizim sağlık sistemimiz 224 No' lu Yasa'yla sanırım, 1961 yılında Prof. Nusret Fişek zamanında oturtulmuştur. Nusret Fişek harika bir sistem kurmuştur, 3500 kişiye dört dörtlük bir Sağlık Ocağı olacak şekilde, bölge bölge bir sosyalizasyon planlamıştır. Koruyucu sağlık hizmetleri gelişirse tedavi edici hizmete daha az para yatırılabilir diye. Bir gün mecburi hizmetten söz açılınca müsteşar bana dönüp "Ah evladım mecburi hizmet Cumhuriyet'le kurulmuş ama bir bakanın oğlu Tıbbiye'yi bitirdikten sonra mecburi hizmete gitmesin diye kaldırılmış." Zorunlu hizmetin, hekimlerin Anadolu'yu, halkını tanıması açısından çok büyük bir önemi vardır, pratisyen hekimlerin iyi bir şekilde yetişmesini de sağlıyor, isteğe bağlı olarak bu iş yürümez, o yüzden mecburi hizmetin gerektiğine inanıyorum, sadece sistemde biraz iyileştirilmeler yapılabilir..

- Bence hemşireler doktorlardan çok önce gelir, hemşireler gerçekten sağlık sisteminin en önemli taşlarından biridir, hastayla ilgili aklınıza ne gelirse hep hemşireler yapar bu yüzden de hekime eşit bir parçası olacakken yıllar boyu " yardımcı" , "doktorun emirlerini uygulayıcı" konumda kaldıklarını görerek bunun da savaşını vermeye çalıştım..

- Doktorlar neden okunmaz reçeteler yazarlar anlayamıyorum ve çok da kızıyorum, net olarak söylüyorum, doktorların okunmaz yazı yazmaya hakları yoktur, hayatımda kaç kez açık, net yazılmadığı için yanlış ilaçların verildiğini gördüm, yetiştirdiğimiz öğrencilere okunaklı ve açıklamalı reçete yazmayı öğretmeliyiz..

- Yabancı dille eğitim konusunda çok tutucuyum, yabancı dille eğitim bizim kendi dilimizden kopmamıza da neden oluyor. Üniversite öğretimi çok üst düzeyde bir dili gerektirir, yani Türkçe öğrenim bile yapıldığında, lise düzeyindeki dilin üstünde, özgür düşünceyle, bilimsel kuşkuculukla donanmış bir üst düzey anadili gerekir, bir insan ancak kendi dilinde tüm nüanslarıyla anlayabileceği bilgileri, düşünce yöntemlerini bir de çok iyi bilmediği bir yabancı dille anlamaya kalkarsa ne kadar başarılı olabilir ki..Düşünme insanın anadilinde oluyor, sonradan öğrenilen dille anadili arasındaki en önemli fark da bu..

- Para ve zamana tutsak olmak insanın özgürlüğünü kısıtlar, kimliğini de değiştirir, insan elindeki parayı ve zamanı doğru kullanarak özgürleşir, para kuşkusuz insanın beslenmesi ve insanca yaşaması için gerekli ama lüks noktasına varıldığında benim eşitlik duygum bozuluyor, çocukluğumda çevremizde bir çok insanın yamalı elbiseler giydiğini ve benim de onlar gibi yamalı giymek için anneme yalvardığımı hatırlıyorum. Başkalarından daha varlıklı olmak beni rahatsız etmiştir. Borçlu olmaktan hiç korkmadım, taksitle alışveriş yaptım, ama hep ödeyebileceğim miktarları borçlandım, kredi kartım var ama hiç kullanamam, öylece durur, memur zihniyetli bir insanım..

- ÇYDD 'yi radikal islamın yükseldiği bir dönemde kurduk, meşhur türban olaylarının olduğu sıralar biz "kadın başları" sergisini yapmıştık. Kadının Türkiye Cumhuriyeti'nde ve öncesinde Anadolu'da başını nasıl örttüğünü, o güzel tepeliklerle, oyalarla, yazmalarla nasıl süslediğini , aslında Türk kadının kendini örtmek değil kendini güneşten korumak ya da güzelleşmek için bunu kullandığını kanıtlayan çok güzel fotograflarla, Sabiha Tansuğ'un birikimlerinden yapılmış bir sergi oluşmuştu, sergi Basın Müzesi'ndeydi, radikal islamcı guruplar orayı bastılar ve bütün camları indirip tehditlerde bulundular, din sömürüsü Türkiye'nin en büyük zarar vericisi olmuştur..

1983-TS-04

- Nezihe Araz anlatmıştı, Demokrat Parti iktidara geldiğinde Menderes'ten randevu alıyor ve bir röportaj yapıyor; sorularının arasında diyor ki " Sayın Menderes, siz demokrasi getiriyoruz, yeter , söz milletindir" diye iktidara geldiniz ama ilk icraatınız o güzelim Türkçe ezanı Arapçaya çevirmek oldu, yani bu gerekli miydi, Türkiye'nin önünü açan bir olay mıydı, Demokrasiyle ne ilgisi vardı bunun. Bunları içten bir şekilde söylediğinde Menderes demiş ki; "Biliyor musun ben kiminle savaştım, benim karşımda bir dev vardı, (dev de İsmet İnönü ) O Milli Şef'ti, insanların çok sevdiği birisiydi, benim onunla savaşabilmem için bir şeyler ortaya koymam lazımdı , o yüzden bu sözleri verdim.." Din sömürüsü yaptım demiyor da, ezanı değiştireceğim sözünü verdim, onun içinde iktidara gelince bunu yaptım diye içten bir itirafta bulunuyor. Din sömürüsü her zaman için iktidar hırsıyla yanıp tutuşan ama aslında hiçbir projesi, planı olmayan, sadece ve sadece o gücü ele geçirmeye çalışan insanların en kolay erişip, kötüye kullanacakları bir kavram olmuştur.

Öğrencilerimize burs vermek için " Deniz Yıldızı " projesini yaparken bir öyküden etkilenmiştik: "Bir adam sahilde yürüyormuş, denizin kıyısında başka bir adamın eğilip yerden birşey alarak denize doğru fırlattığını, bunu defalarca yaptığını görmüş. Adama yaklaşıp ne yaptığunu sorduğunda, adam, " Karaya vurmuş yıldızları ölmesinler diye denize atıyorum" demiş. Öbür adam, "İyi de milyonlarca yıldız var burada, ne farkedecek " deyince, yıldızları kurtarmaya çalışan adam yere eğilip bir yıldız almış, denize fırlatmış, "Bakın, onun için farketti, " demiş..

- Babam gizemli bir adamdı, annem ya da babaannem bize bildiklerini anlatırlardı bazen onunla ilgili, Galiçya cephesinde savaşmış ve orada ensesine beş tane şarapnel yiyor, ölen arkadaşlarının arasında beş gün kalıyor, o yüzden herhalde çiğ et görmek istemezdi, babamı buluyorlar Almanya'ya götürüyorlar, uzun zaman hastanede kalıp iyileşiyor, orada okula gidiyor, ölümünden sonra evraklarını karıştırdığımızda felsefe ve şan diplomalarını gördük, mesela Shubert'in Serenadının çevirilerini babam yapmış, radyoda Opera söylendiğinde hayranlıkla dinlerdi, bize çok sevdiği halde geçmişini hiç anlatmazdı, sanırım çok acılar çekmişti savaş zamanlarında. Annem de boş kaldıkça okurdu. Onun da kendine özgü kitapları, İngilizce Kuran'ı ve İsviçreli bir papazın otlarla tedavi kitabı elinden düşmezdi, daha çok şiirler, mektuplar yazardı, çok güzel bir yazısı vardı, büyük teyzesi Mina Werling'in ünlü bir şair olmasıyla, kitabıyla övünürdü, önü açılsa belkide ünlü bir şair-yazar olabilecekti..

- B.Pascal'ın küçücük yeşil kaplı bir kitabı elime geçmişti: "Uçsuz bucaksız mekanların sonsuzluğu beni korkutuyor" cümlesini bulup, ardına " beni de " diye yazmıştım..

- Eskiden beri, evliliklerde karı kocanın birbirini değiştirme ve kendine benzetme çabasının yanlış olduğunu düşünürüm, iki insan kendi kimlikleriyle bir arada olabiliyorlarsa olmalı, olamıyorsa olmamalılar.Bu yüzden birlikte olduğum kimseyi değiştirme gibi bir iddiada bulunmadım hiçbir zaman, ama iki evliliğimde de ben ne kadar fedakarlık edebilirim diye düşündüm, insanlar evlenmeden önce ve evlendikten sonra aynı kişi olmuyorlar gibi geliyor bana. Aşk ile evlilik farklı şeyler ve genellikle bir arada olamıyorlar, Aşık olmak insanın içinden gelen bir duygu, hiç bir cinsel yada fiziksel ilişki olmadan, platonik olarak da yaşanabilir, beraberliklerde bu % 100 ölüyor, başlangıçta birlikte olduğunuzda paylaştığınız ve hep karşınızdakinin ruhunuzu okşayan yanlarını görerek oluşturduğunuz mutluluk, güzellik bozulmaya başlıyor, bu güzellikleri koruyamıyorsunuz çünkü hayat size saldırılarda bulunuyor. Evliliği güzel, saygılı, onurlu bir biçimde sürdürebilen çok az insana rastladım ve bunlara çok saygı duyuyorum..

-Ben Cumhuriyet'in bir okuru, ara sıra, karınca kararınca yazarı olmanın dışında dağıtım konusunda da kendimce katkım olsun istedim. Her sabah 2 gazete alıyordum, birini yakınımdaki Karakola bırakıyordum, uzun yıllar sürdürdüm bunu, ne bulurlarsa onu okuyorlardı Karakoldaki genç polisler, bazı dinci gazeteler her sabah bedava dağıtıldığı için Karakollarda hep bunları görüyoruz, Cumhuriyet gazetesi karakollarımıza girerse, polisin bilgilenmesi ve düşüncesi de önemli ölçüde değişir sanıyorum..

- Yıllar önce cüzzam taramaları sırasında Anadolu'da cüzzam hastalarının perişan durumda olan çocuklarını okutmaya, onlara okul, burs bulmaya çalışıyordum, bu insanların çoğu Kürt kökenli, kırsal alan kökenliydiler. O zaman bazı insanlar bana, "Hoca Hanım, bu çocukları neden okutuyorsunuz, bunlar büyüyüp bize silah çekecekler." derlerdi "Hayır , onlar okuyup öğretmen olacak , doktor olacak, bu bölgelere hizmet götürecek, bu insanları aydınlatacak, asıl okumadıkları, bilmedikleri için terörist oluyorlar" diye yanıtlar, bu ön yargılara üzülürdüm..

- Kocaeli depreminde çok üzdüler bizi, orada yaptığımız işlerin hepsini belgeleyip bir kitapta topladık, fotoğraflarıyla, kimden ne alındı nerede kullanıldı, hangi tarihte işe başlandı, hangi tarihte bitirildi, gelen para, harcanan para, genel giderlere ait para. Hepsini döktük, sonra bu hesabı bir basın toplantısıyla bütün kamuoyuna duyurduk, TV ve gazeteler aracılığıyla, ne yazık ki tüm bu şeffaflığına rağmen imzasız mektuplarla, bakanlara verilen yazılı önergelerle bir sürü sorun yaşattılar bize, hastalığımın yeniden ortaya çıkmasına belki de bu iftiralardan duyduğum üzüntü neden oldu diyorum..

- Geçmişi çok fazla düşünen bir insan değilim, geçmişten kalan çok büyük özlemlerim olduğunu sanmıyorum, anılarımı yazarken geçmişi uzun uzun düşünüp anımsamaya çalıştım , baktım ki aklımda hangi anılar kaldı diye. Gördüm ki en çok özlediğim, çocukluğumdaki bahçemiz, bahçedeki ağaçlar, cevizler, incirler , dutlar, çilekler, ıhlamurlar, armutlar, elmalar, şeftaliler, meyvelerin tadından önce kokusunu almak müthiş bir şey.O kokuyu hala özlüyorum..

- Renklerden en çok kırmızıyı seviyorum, karnım acıktığında aklıma gelen en güzel tat, soğan kavurmasıdır, her türlü müziği severim, çok fazla seçici değilim, Klasik müziği yeğliyorum çoğu zaman, bazen de Türk Sanat müziği, dolayısıyla Zeki Müren, Müzeyyen Senar hoşuma gider, en sevdiğim çiçek papatyadır, tavuk göğsünü çok severim, bir de kabak çekirdeğini, kitap olarak da daha çok sosyal ve siyasi içerikli kitapları, tarih ve siyasi tarih kitaplarını seviyorum, bütün kentleri seviyorum ama İstanbul, bütün zorluğuyla en sevgili kent , diğeri de Mardin ve Van. Daha çok duygusal ve belgesel filmleri seviyorum, insan ilişkilerini anlatan şiddet içmeyen filmler.

Türkan Saylan'la ilgili fotoğraflar

Kaynak: Tüm yazı ve fotoğraflar aşağıdaki kitaplardan alınmıştır:

- Güneş Umuttan Şimdi Doğar-Türkan Saylan Kitabı-Mehmet Zaman Saçlıoğlu -İş Bankası Yayınları - At Kız- Türkan Saylan -Cumhuriyet Kitapları

Koca bir hayat ve yaptığı her şeyin karşılık bulduğu bir sürü yaşanmışlıklar, Saylan hakkında ileri-geri , olumlu-olumsuz konuşmadan önce bu kitapların tamamını okuyun lütfen ve bitirdikten sonra kesinlikle ayrı bir insanlık modunda olacaksınız- dışarı çıktığınızda Dünya daha başka görünecek gözünüze..

Related Posts with thumbnails