"Parlak ayın çevresinde sayısız yıldız
Rüzgarsızken duru gökyüzü
Nasıl yanarsa ışıl ışıl
Bütün doruklar, sivri kayalar ve çayırlar
Nasıl serilirse göz önüne
Gökler yırtılıp da açılır
Tekmil yıldızlar görünür
Ferahlar yüreği çobanın... "
Endymion efsanesi Homeros'un bu birkaç dizesinden doğmuş gibidir. Ama bu efsanenin asıl kahramanı eski adıyla Latmos, bugün Beşparmak diye anılan dağdır. Beşparmak Dağının eteğinde Menderes Irmağı kendi ovasınca akarak bin bir dolanışla gümüşten aylar çizer. Koca ırmak Bafa Gölüne ve batıda Adalar Denizine pırıl pırıl boşanır. Geceleri Bafa Gölü tepsi dolusu gümüştür.
Beşparmaklar'ın heybeti insan hayalini uzak geçmişlere, kıtaları sarsıp dağları birbirinin üzerine yığan büyük yer sarsıntıları çağına götürür. Beş doruğunu bir elin beş parmağı gibi göğe uzatan bu dağa bakarken o depremlerin gürleyişini duyar gibi olur insan. Ama ay ışığı bu dağların sertliğini şeker gibi eritir ve çatık kaşlarını çözer. O zaman insan bir dünya manzarası değil, yeryüzüne paldır küldür yıkılmış bir cennet görmüş gibi olur.
Beşparmak Dağı'nın rüzgârı denizcileri boğmaz, ormanları söküp yamyassı etmez. O rüzgâr yel değirmenlerine üfleyince, en ağır taşları topaç gibi döndürür ve toz haline gelmiş ay ışığı gibi unlar öğütür.
Beşparmak'ın suları sanki daha güzel hoplamak için en dik uçurumları seçerler, avuç avuç elmasları, pırlantaları sağa sola saçarlar. Denize kavuşmak aşkıyla kendilerini kayadan kayaya atan bu sular bağırlarını parça parça ederler, birbiri ardınca köpük tabanları gürleterek Büyük Menderes'e kavuşurlar. Irmağın kıyısında şafak renkli zakkum çiçekleri altın şamdanlar gibi dikilir.
Beşparmaklar'da ağaçlar sert ve çıkıntılı kayaları avuç gibi kavrarlar. Bazıları uçurumun dibine bakmak için yarlardan eğilirler, başları yokuş aşağı inen atlılar gibi dimdik arkaya irkilirler. Pınarın tatlı suyunu içmek için kıyısına üşüşürler, çimenlerde halka olup yellerle hora teperler, sonra meralara gelip dinlenirler; kalkarlar geçit resmi yapıyorlarmış gibi Beşparmaklar'ın keskin doruklarından dizi dizi göklere doğru çıkarlar. Ağaç kalabalığının ne olduğunu asıl burada görmeli. Burası bir dal ve yaprak mahşeridir.
Beşparmaklar'ın üstünde zikzaklayan şimşekler gelin telleri gibi çakar, bulut bulut yağmurlar boşanır, sonra da çevre çevre gök kuşakları salınır.
Endymion efsanesi işte bu dekor içinde doğdu. Endymion, Beşparmak Dağı’nda sürülerini otlatan bir çobanmış. Kavalından başka bir varlığı olmayan yoksul bir çoban. Gündüz kayadan kayaya hoplayan boynuzlu, sakallı kara keçilerini gözler, yamacın misk kokulu kekiklerini yiyen sürünün titrek meleyişlerine kulak kabartırdı. Kavalı Endymion'un biricik dostu, sırdaşıydı. Dağlarda yapayalnız yaşamanın verdiği hürlük, açıklık duygusunu da kalabalık şehirlerde oturan hemcinslerine özlemini de hep bu kavala söylerdi. Kaval sanki onu biran dinler, sonra boğuk veya tiz, gülen veya ağlayan seslerle duygularını dile getirir, uzak doruklara kadar ulaştırırdı. Endymion'un kavalı yalnız çobanın sevincini, özlemini söylemekle kalmaz, kara dorukların, yeşil çimenlerin, bulut bulut yapraklarıyla sağa sola serpilmiş ağaçların, cıvıl cıvıl akan suların da seslerini duyururdu.
Bu ıssız dağlarda Endymion'u ne gündüz kavalını üflerken, ne gece taze çayırın üstüne uzanıp sere serpe uyurken kimsecikler görmezdi. Yalnız, ay ışığı görürdü onun gürbüz bedenini, erkekçe güzelliğini. Ay tanrıçası Selene, Endymion'a baka baka, gönül vermişti ona. Her gece üzerine eğilir, gümüş ışığıyla onu sarıp bütün gövdesini içine alırdı.
Sevişmeleri sabaha kadar süren ışıklı bir uykuda uzun, aralıksız, durgun bir birleşme idi. Endymion her gece serin çayırın üstüne yatınca kollarını sevgilisine açardı.
Selene de gökte ne zaman doğarsa, nerede doğarsa, hemen çobanına koşar, gövdesini ışınlarıyla sarar, öperdi.
Ne var ki, Selene bazı gece daha çok, bazı gece daha az kalırdı sevgilisinin yanında. Ayın Endymion'la hiç birleşemediği karanlık geceler de vardı. Onlar Beşparmaklar’ın dorukları gibi kara, korkulu bir bekleyiş içinde geçerdi. Ama bu bekleyiş uzun sürmez, ilk ay gökte gözüktü mü, Endymion'la Selene gene kavuşurlar, denizden yeni çıkmış balıklar kadar serin, diri, parıltılı gövdelerini birbirlerine değdirirlerdi. Her buluşmada ilk defa buluşuyormuş gibi olurlar, hiç tatmadıkları bir tadı dudaklarında eme eme doyamazlardı. Her öpüşte gövdeleri daha da aydınlanır, tepeden tırnağa nur kesilirdi. Endymion'la Selene için sevgi, ışığın ta kendisiydi.
Ölümsüz tanrılar kimi zaman kıskanır insanların mutluluğunu. Sevgiyle insanların bir çeşit ölümsüzlüğe ermelerini, tanrılara denk gelmelerini istemezler de ondan. Ama tanrıların tanrısı Zeus, Selene ile Endymion'un bu hep yenilenen bitimsiz sevgilerinden hoşlanmış, Beşparmak Dağları’nın yoksul çobanına bir armağan vermeyi kurmuş. Dile benden ne dilersen, demiş ona. Endymion'da ne dilesin, ölümsüz bir uykuda uyumayı dilemiş.
O gün bugün Beşparmak dorukları ay ışığında karlı gibi ağarır. Ulu çamları uyuyan ve ışıklı düşler gören insanlara benzer. Nerden geldiği belirsiz bir esintiyle yaprakları ürperir, fısıldaşır zaman zaman. Ay ışığı göklere parmak uzatan doruklardan aşağı su şırıltısı gibi şarıl şarıl akar. Yamaçlarda çobanların yaktığı ateşler mavi mavi tellenen ince dumanlar salar. Endymion’un kavalı yankılanır kayadan kayaya. Hep aynı sestir o, dağların ıssızlığını, insanların özlemini söyler. Ayın çevresinde yıldızlar kıpırdaşır. Gökler sanki yırtılmış, açılmıştır. Beşparmaklar'ın çobanı Endymion'un ışıklı, ölümsüz mutluluğunu gözümüzle görebiliriz…
(Azra Erhat-Mavi Anadolu")
Azra Erhat
Yazar, Çevirmen
• İstanbul'da 6 Haziran 1915 tarihinde doğdu. Babası tütüncüydü. Annesiyle romantik mektuplaşmalar yoluyla evlenmişlerdi.
• Dedesi, ninesi ve teyzesiyle bir arada yaşıyorlardı. Evlerini İngilizler işgal edip yerleşince, 1922 sonbaharında ailece İzmir'e göçtüler.
•1923 yılında Cumhuriyet'in ilanının coşkusunu İzmir'de yaşadı.
•1925 yılında, babası Viyana’da iş bulunca oraya gitti.
•1927 yılında, Belçika'ya geçtiler.
•1932 yılında, babasını yitirdi.
•Liseyi bitirmesine bir yıl kaldığı için ailesi İstanbul'a döndü kendisi Brüksel'de kaldı.
•1934 yılında, İstanbul Üniversitesi, Roman Filolojisi Bölümü’ne girdi. Kaydını yaptırırken kendisine yardımcı olan kişi Orhan Veli'ydi.
•Prof. Leo Spitzer'in öğrencisi oldu. Asistanı Sabahattin Eyüboğlu ile tanıştı.
•Öğretmeni Prof. Leo Spitzer onu Ankara'da Klasik Filoloji okutan Prof. Georg Ronde ile tanıştırdı.
•Prof. Ronde onu DTCF’ye çevirmen olarak aldı.
•1936 yılında, Latince “Grammer”i çevirdi.
•Ankara'ya taşındı.
•1937 yılında, II.Türk Tarih Kongresi’ne katıldı. Atatürk'ün gözlerine vuruldu.
•1941 yılında, Sophokles'den “Elektra”yı çevirdi.
•1944 yılında, Platon'un “Devlet” adlı yapıtının üçüncü bölümünü çevirdi.
•Orhan Veli ile birlikte Moliere'nin “Versailles Tuluatı” adlı oyununu Türkçeleştirdi.
•1947 yılında, Aristophanes'in “Barış” adlı yapıtını Türkçe’ye kazandırdı.
•Üniversite'de başlatılan kıyımın ilk kurbanı oldu. Doçentliğe yükseldiği üniversiteden Macar biriyle evlendiği bahanesiyle uzaklaştırıldı. Onun ardından Amerikalı bir kadın ile evlendiği gerekçesiyle Sosyolog Muzaffer Şerif'i üniversiteden attılar. Muzaffer Şerif ülkesine küserek ABD'ye yerleşirken Azra Erhat İstanbul'a döndü.
•1949 yılında, Ayşe Nur takma adıyla, Yeni İstanbul, Vatan gazetelerinde çalıştı.
•Sabahattin Eyüboğlu ve Halikarnas Balıkçısı ile yaşamını adadığı “Mavi Yolculuk” gezilerini başlattı.
•1950 yılında, BM Uluslararası Çalışma Bürosu’nda iş bulup çalışmaya başladı.
•1953 yılında, Ayşe Nur takma adıyla günümüzün de çok beğenilen yapıtlarından olan Saint-Exupery'in "Küçük Prens"ini Türk okurlarıyla buluşturdu.
•1954 yılında, "Sophokles'in Hayatı, Sanatı ve Eserleri", A Gabriel'in "Türkiye, Tarih ve Sanat Memleketi" adlı çalışmasını, Colette'in "Dişi Kedi" yapıtını Türkçeye çevirdi.
•1955 yılında Colette'in "Cicim" yapıtını Türkçe’ye çevirdi.
•1958 yılında,"Aristophanes" adlı özgün çalışması yayımlandı.
•Sevgi, aşk konusunda baş kaynaklardan biri olan Platon'un "Şölen" adlı yapıtını Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte Türkçeleştirdi.
•Çevirisi ve şiirsel uyarlaması 8 yıl süren Anadolu kültürünün en eski destanı olan "İlyada" destanını şair A.Kadir Meriçboyu ile birlikte çevirmeye başladı.
•A.Kadir Meriçboyu ile birlikte Habib Edip Törehan Bilim Ödülü’nü aldı.
•1960 yılında, "Mavi Anadolu" adlı yapıtını yayımlattı.
•1961 yılında, Türk Dil Kurumu Çeviri Ödülü’nü A.Kadir Meriçboyu ile birlikte kazandı.
•1962 yılında, "Mavi Yolculuk" günlerini kitaplaştırdı.
•1965 yılında, Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ile ortaklaşa J. Bruller'in "İnsanlar ve İnsanlar" adlı yapıtını Türkçeleştirdi.
•1966 yılında, "Küçük Prens"in ardından Saint-Exupery'in "Güney Postası" yapıtını Türk okuruna sundu.
•Sabahattin Eyüboğlu'yla birlikte Aristophanes'in "Kuşlar", "Kadınlar Savaşı" adlı yapıtlarını Türkçeye aktardı.
•1968 yılında, Van Gogh'un kardeşine duygu dolu mektupları "Theo'ya Mektuplar" adlı yapıtı dilimize kazandırdı.
•"İşte İnsan Ecce Homo" çalışması yayımlandı.
•1970 yılında, yıllarını verdiği yüzlerce yıl sonra doğduğu topraklarda konuşturduğu İzmirli ozan Homeros’un "Odysseia" destanını A. Kadir Meriçboyu ile çevirdi.
•1971 yılında, 12 Mart'ta Türk hümanizminin öncüleri Vedat Günyol, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte tutuklandı. Yargılanıp aklandı.
•Yeğeni "Gülleyla'ya Mektuplar"ı kaleme aldı (2002'de ancak yayımlanabildi).
•1972 yılında, Anadolu antik kültürleriyle köprünün kurulmasında önemli bir yeri olan "Mitoloji Sözlüğü"nü hazırlayıp sundu.
•1973 yılında, can yoldaşı Sabahattin Eyüboğlu'nun ölümüyle yarım kalan F. Rabelais'in "Gargantua" adlı yapıtını Vedat Günyol'la tamamlayıp yayımlattı.
•1974 yılında, Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte hazırladığı "Yunus Emre" adlı çalışmayı yayımladı.
•Yüreğini paylaştığı diğer dostu Halikarnas Balıkçısı'nı "Mektuplarıyla Halikarnas Balıkçısı" adlı kitapta anlattı.
•1976 yılında, çocuklar için Homeros'tan derlediği "Gül ile Söyleşiler" çıktı.
•Türk Tarih Kurumu Yayınları arasında Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte hazırladığı "Hesiodos, Eseri ve Kaynakları" basıldı.
•Sabahattin Eyüboğlu ile birlikte derledikleri "Pir Sultan Abdal" adlı yapıt çıktı.
•1977 yılında, Cengiz Bektaş ile birlikte "Sapho Üzerine Konuşmalar-Şiirlerinin Çevirileri" adlı ortak çalışma yayımlandı.
•1978 yılında, yazılarını bir araya getirerek "Sevgi Yönetimi"adlı kitabını okuruna sundu.
•1979 yılında, "Karya'dan Pamfilya'ya Mavi Yolculuk" yapıtı çıktı.
•1980 yılında, Sabahattin Eyüboğlu'nun “Bütün Yazıları'nın birinci cildini "Mavi-I, Söz Sanatı Üzerine Denemeler, Eleştiriler" yayımladı.
•1981 yılında, "Mavi-II, Görsel Sanatlar Üzerine Denemeler ve Eleştiriler" adı altında yayımını sağladı.
•1981 yılında, çocuklara yönelik Anadolu Kültürünün kendi öz kültürümüz olduğunu gösteren "Troya Masalları" adlı derlemesi çıktı.
•1982 yılında, “Mayıs Ölümün Pençesinde Vasiyeti”ni dostu Süha Umur'a yazdırdı.
•1982 yılının Eylül ayında gözlerini geride tamamlayamadığı çalışmaları bırakarak yumdu.
•1983 yılında Bodrum ve Ören'de adına Kültür Sanat Şenliği düzenlendi.
•Vasiyeti Milliyet Sanat dergisinde yayımlandı.
•YAZKO, adına Çeviri Ödülü koydu. Bir süre sonra hepsi unutuldu.
•1996 yılında, "En Hakiki Mürşit" kitabı çıktı.
•2002 yılının Haziran ayında Atatürk sevgisinin ürünü "Gülleyla'ya Anılar" adlı yapıtı Can Yayınlarınca yayımlandı.
Çocukken adını hep duyduğu yaşamında görünmez, içgüdüsel yol göstericisi olan Atatürk'ü Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesinde, öğrencilik yıllarındayken görebilmişti ilk kez. Yazı geçirmek için İstanbul'a gelmişti. Dolmabahçe Sarayı’nda ikinci Türk Tarih Kongresi toplanıyordu. "Atatürk geliyor!" haberi bir alev gibi sıçramıştı, sıradan sıraya.
Sonra bir hışırtı, sert adımlar, birçok insan ve başlarında bir adam. İşte o büyük an gelmişti. "Bir adam mı, hayır, kollarını, bacaklarını, bedenini göremedim, yalnız iki göz gördüm. Bizi gördü mü? Belki gördü, belki görmedi, ama biz gördük, ben baktım ve gördüm, bütün benliğimle baktım ve gördükçe göreceğim o gözleri, ömrüm oldukça yeni yeni anlamlar çıkaracağım o bakışlardan. O gün yirmi yaşında toy bir kızdım, ama o bir tek bakış uzun bir yolun ucundaki ereği aydınlatan bir ışık çizgisi oldu bana" diyordu bu tarihi karşılaşma için Azra Erhat.
Bundan sonraki yaşamında nasıl bir yol izleyeceği bir anda netleşmişti. Atatürk ona sanki sihirli bir değnekle dokunmuş her şey yerli yerine oturmuştu. "Atatürk'ün gözleri ne renkti?" diye düşündü; "Renklerin hepsiydi, mavi, yeşil, boz, ak ve çelik ışınlar saçıyordu. Hem sert, hem yumuşak, hem, nasıl diyeyim, bulanıktı bu bakış. Böyle göz, böyle bakış görmedim ömrümde, anlamını yorumlamaya ömrümün yetmeyeceğini de bilirim, ama o göz bana bir bilinç açısı açtı, gün geçtikçe ne demek istediğini daha iyi anlıyorum ve anlayacağım, çünkü o kılavuz bakışın uyarısına kulak vermekten vazgeçmeyeceğim hiçbir zaman."
İstanbul'da Şişli'de üç katlı büyük ve kalabalık bir evde geçti çocukluğu. Annesi ve babası Selanikliydi. Türkçe, Rumca ve Fransızca olmak üzere, üç dil konuşulurdu bu evde. Çocukluk yılları İstanbul'un işgal günlerinde, korku ve güvensizliğin hakim olduğu bir ortamda geçiyordu.
Akile, Ehat, Azra ve Fazıl, bu dört kardeş arasında tuhaf bir ikilik sezerdi küçük Azra. “Bizler akıllı, onlar güzeldi. Çirkin olduğumu çocukluğum boyunca hep duydum. ‘Akile güzel, Azra çirkin, ama akıllı’ deyip dururlardı. Ben de eziklikle üstünlük karışımı bir duygu duyardım ablama karşı" diyerek anıyordu o günlerini.
Evde bir telaş başlamıştı. İzmir'e taşınma söylentileri dolaşıyordu ortalıkta. Son zamanlarda daha bir sessiz ve durgun olan babasının işleri iyi gitmiyordu İstanbul’da. "Çocukluğumda mutlu olamadığım şehir" diye andığı İstanbul'dan, mutlu olacağı kente, İzmir'e taşındılar.
İstanbul da kapalı ev ortamının sıkıntılı boğuk havasının tersine, İzmir'de günlük güneşlikti her şey. Evlerinin birkaç adım ötesinde, o güne dek hiç görmediği, ona göre sihirli bir dünya olan sinema ile tanışmıştı.
Karanlık salona gidip, piyano eşliğinde seyrettiği “Atlantis” filmi, birkaç Şarlo oyunu, tüm iç dünyasını değiştirmeye, gözlerini unutulmaz imgelerle doldurmaya başlamıştı. Bir de gramofon vardı evde. Şarkılar, tangolar, valsler evin havasını değiştiriyor, ablasının komşu kızlarla yaptığı dansları bir kenardan izleyerek, “Acaba bir gün ben de dans edebilecek miyim?” diye hayaller kuruyordu.
Bir gün İtalyan bir piyano hocası çıkageldi. Dört beş tuşa bile uzanamayan minik elleriyle, notaları, gamları öğrenmeye başladı. Hocası Signor Alfonso'nun gözüne girmeyi başarmıştı. "Corriere dei Piccoli" adında bir de çocuk gazetesine abone olmuştu. Bu gazetedeki öykülerin kahramanları çok geçmeden, uykularına girmeye başlamış, hayal dünyasını zenginleştirmişti.
Evde konuşulan dillere, hocaları, gazeteleri sayesinde, İtalyanca da eklenmişti. İtalyanca ve Fransızca'nın ayrı ayrı diller olduğunun ayrımına varmadan, sanki konuşulan her dili anlıyordu. İzmir'in güneşli, sıcak, canlı havasında günler eğlenceli geçiyordu. Böylesi günlerin birinde önemli bir olay oldu. 29 Ekim de Cumhuriyet ilan edilmişti. “Kemal Paşa, Gazi Mustafa Kemal! Yaşa! Bin yaşa” sesleri çınlıyordu her yanda.
Cumhuriyet'in henüz ne olduğunu bilmiyordu küçük Azra. Gazi'nin resimleri gelmiş, babasının yazıhanesine asılmıştı. Üzerinde Atatürk'ün kalpaklı bir portresi bulunan, küçük bakır bir plaka da Azra'ya verilmişti.
Babası bir gün Viyana'ya gidiyoruz haberiyle çıkageldi. Ailede Viyana'ya gitmek bir gelenekti. Kalbinde küçük bir kusurla doğan Azra'yı, bebekliğinde Viyana'ya götürerek, Cottage Sanatoryumu’na yatırmışlardı. "Çirkinliğim yetmiyormuş gibi, bu kalp sakatlığı ayrıca beynimi kurcalardı. Koşmak ip atlamak, fazla yorulmak bana yasaktı, daha kötüsü evlenemeyeceğini, çocuğumun olamayacağı söylentileri fısıltı olarak dolaşırdı büyükler arasında" diye yazacaktı Azra Erhat o günleri.
Büyük gösterişli mağazaları, caddeleri, Gotik kiliseleri, fıskiyelerin bulunduğu parklarıyla Viyana karşısındaydı ve yeni bir dünyanın kapılarını aralıyordu. "Çocukluğumdan beri her gördüğümü çabucak kapma, ortama kolayca uyma yeteneğim vardır" diyen Azra Erhat iki üç ay içinde okuma yazmayı öğrenivermişti. İlk kez okula gitmiş, gotik harflerle hatıra defteri tutmaya başlamıştı. Evlerindeki dillere bir de Almanca eklenmişti. İki üç ay gibi kısa bir sürede bu dili öğrenerek, günlüklerini Almanca yazdı o günden sonra.
Çok geçmeden, Fraulein Frida Nowi adında, bir matmazel görgü eğitimi vermek üzere eve geldi. “Nowilein” onlara, yemekte Mathilde'nin uzattığı servis tabaklarından en kötü parçaları almayı, ağır ağır yemek yiyip, tabaklarındaki yemeği son kırıntısına dek bitirmeyi, sofrada hiç konuşmadan büyükleri dinlemeyi, lafa karışmayıp ancak sorulan sorulara yanıt vermeyi öğretmişti. Öksürmek, aksırmak, esnemek yasaktı.
Azra Erhat'ın tüm yaşamında Nowilein'ın etkisi sürecekti ve onu anımsarken şunları söyleyecekti: "Nowilein'dan öğrendiğim ahlak bugün de uyguladığım ahlaktır. Başkasını saymak, sevmek, kendinden önce başkasını düşünmek, almaktan çok vermeyi önemsemek, gönül kırmamak, cömert davranmak, kendi çıkarım ön plana almamak. Nowilein'in bir üstünlüğü de, bu kurallara hiçbir din kaygısını karıştırmaması, bize hiçbir din ya da inanç aşılamaya kalkmamasıydı."
Nowilein ile birlikte her pazar öğleden sonra, Viyana'nın en büyük belediye tiyatrosu olan Burgtheater'daki çocuk piyeslerini izlemeye gidiyordu. “Tiyatro'nun herhangi bir eğlence, gelişigüzel bir oyun sergileme yeri değil de, insanlığın çok ciddi, çok önemli bir törenin kutlandığı yer olduğunu orada öğrendim" diyordu.
Babasının bulunduğu iş kötüye gidiyordu. Yeni işini Belçika'da sürdürecekti. Viyana'dan ayrılma zamanı gelmişti. Aile toplanıp trenle Belçika'ya doğru yola çıktığında Azra Erhat için kendi deyimiyle "kültüre açılış" yolculuğu başlamış oluyordu.
İlkokulun son sınıfında, sınıfın en iyi, en başarılı öğrencilerinin klasik liseyi seçmedeki kararlılıkları, Azra Erhat’ı da etkilemiş, seçimini klasik liseden yana yapmıştı. Babası: "A kızım, senin memleketinde Latince ve Yunanca’yı ne yapacaksın? Dil öğren, bir mesleğe hazırlan daha iyi" dese de, kızını seçiminde özgür bıraktı. Böylelikle eski iki katlı lise binasına yazılmaya gitti. Ama hiç de kolay değildi bu kuraldışı çekimler, kipler, zamanlardan oluşan Latince’yi öğrenmek. Pişman olmuştu ama rezil olmak istemiyordu. Öğrenecekti, sökecekti bu belalı dili başka yolu yoktu. Ama başarmıştı. Aşkla başarmıştı. Marie-Anne Cosyn adında zayıf, ince, sivri burunlu, kocaman gözlüklü, yaşı belirsiz, solgun, kuru bir kadıncağız olarak tanımladığı Latince öğretmenine âşık olmuştu.
"Cos'a kendini beğendirmek için yalnız iyi bir öğrenci olmak yetmez" diyordu Azra Erhat "Dünyanın bütün güzelliklerine açılmak, kitaptan, müzikten, resimden, heykelden anlamak gerekirdi. Ona ulaşmak için okul dışındaki bütün yaşamımızı üstün bir düzeye çıkarmaya çalışırdık.
Tiyatro, bale, opera, bütün sanatların kapısını Cos açmıştır bize. Şimdi düşünüyorum da, dördüncü yüzyıl Atinası’nda Sokrates'e de aynı biçimde bağlıydı gibime geliyor öğrencileri. Daha da ileri giderek diyebilirim ki, hümanizmin her görüldüğü, her çiçek açıp filizlendiği yerde iyilik ve güzellik aşamasını simgeleyen bir kılavuza bağlanmakla, onun yolunda yürümekle varılır, varılmıştır bir düzeye. Öyle güzel bir sevgiydi ki bu Latince'nin de, Yunanca'nın da, şiir, sanat ve edebiyatın da sırlarını açtı bana."
Azra Erhat Yunanca'yı ilk öğrendiği günleri anlatırken; "Xenophon'un Anadolu'daki bir askersel serüveni anlatan ‘Anabasis’ (Onbinlerin Yürüyüşü) dil ve biçim bakımından epey sade olduğundan Yunanca öğreniminde ilk okunan metindir. O zamanlar ben nerde, Anadolu nerde? İstanbul’dan olduğumu bilir, bununla da övünürdüm, ama Xenohon'un anlattığı o zorlu seferin bugünkü Türkiye'den, yani benim ülkemden geçtiğinin ayrımında bile değildim. Yanarım, Anadolu'nun bilincine bunca geç vardığıma, Türkiye diye bir kavram olsaydı kafamda, bugün okuduğumuz metinler benim için canlanırdı. Latince çocuk oyuncağı kalıyordu Yunanca karşısında, grameri belalı, çekimleri daha da kuralsız ve çetrefil, yazını öyle zengin, öyle çok yönlü ki, insan bir yandan bu dile vuruluyor, öte yandan bunca çabaya karşın bir sonuç alamayacağına kanaat getiriyor. Elimde sözlükler koca koca, karıştırıp duruyor, birkaç satırlık bir metni çözmek için akla karayı seçiyordum" diyordu.
Lisede ezberciliğe yer vermeyen öğretim sayesinde kültürünü sağlam temeller üzerine oturtmuştu. "Lisede hep duyduğum ve gönülden benimsediğim bir tümce de şu idi" diyordu. "Kültür insanda her şeyi unuttuktan sonra kalan şeydir. İlk gününden bize bilgi değil de kültür aşılamayı amaç gütmüştür öğretmenimiz. İşte Brüksel Lisesi'ndeki mutluluğumun asıl nedeni bu. Batılı kafanın üstünlüğünü burada görürüm ben. On dört yıl çevirisine uğraştığım Homeros destanlarının on dört dizesini ezbere okuyamam."
Brüksel'deki lise eğitimi babasının beklenmedik ölümüyle kesintiye uğradı. Ailenin İstanbul'a dönmesi gerekiyordu. Azra Erhat'ın yarım kalan eğitimi ne olacaktı? Lisedeki klasik eğitimi kendisi seçmişti ve bu konuda aileden hiçbir destek görmemişti. Yoluna devam etmeliydi. Annesi ve kardeşleri İstanbul’da kaldı. Kendisi de Brüksel'e giderek, "Eğitimimi borçlu olduğum iki aile var" diye sözünü ettiği Menkesler ve evlerinde kaldığı Kesseler kardeşlerin desteği ile yarım kalan eğitimini tamamladı.
Yıl sonu geldiğinde liseyi en üstün başarıyla tamamlamıştı. Belediye meclisi salonunda, kalabalık bir topluluğun önünde, alkışlar arasında diplomasını aldı. İçindeki ağlamaklı duyguyla, ömrünün bir bölümünü bitirdiğini ve bilmediği yeni bir yaşama doğru yola çıktığını düşünüyordu.
"Benim tek dileğim sevmek ve sevilmekti, o tadı da tatmıştım çocukluğumdan beri, ama insan olmak, güzel, yetkin bir insan olmak, işte bu ülküye erişmekten uzaktım daha" diye yazıyordu yeğeni Gülleyla'ya, yıllar sonra o günleri. Gülleyla aracılığı ile Türk gençliğine yazıyordu.
"Davranışlarım kafamın buyruğuna uymuyordu. Bir duyguya kapıldım mı, dümdüz gidiyordum uçuruma doğru. Kaç kez düştüm de çıktım uçurumların içinden! Şimdi şimdi kendimi yönetmeyi başarıyorum, Gülleyla, o ne rahatlıktır, ne mutluluktur bir bilsen! Ellisinden sonra insan duruluyor, saydam bir su gibi temiz ve durgun olmaya, tepkilerini değil de etkilerini dile getirmeye alışıyor? İnsan mutluluğu nedir, ne değildir biliyorum artık. Mutluluğunu insan kendi yapar, bunu anladım. Asıl mutluluk da başkalarını mutlu etmektir. Ona çalıştın, hele başardın mı, senden güçlü, senden mutlu insan yoktur" diyordu olgunlaşan düşünceleriyle.
Brüksel kültüre açılıştı onun için, artık lise bitmiş ve bilime açılmanın zamanı gelmişti. 1934 yılında İstanbul'a döndüğünde ilk işi üniversiteye yazılmak oldu. Edebiyat Fakültesi yazan kapıdan ürkek, utangaç adımlarla girerken henüz 19 yaşındaydı. Kayıt odasına giderek, diplomalarını gösterdi. Uzun yıllar Türkçe'den uzak kalışı, konuşmasını güçleştiriyordu. Bozuk Türkçe’siyle yazılmak istediğini söyledi. "Nasıl söylemiş olacağım ki biraz ötede duran uzun boylu, yüzü pütür pütür bir genç alaycı bakışlarla süzdü beni. Memurun sorularına doğru dürüst yanıt veremediğimi görünce, yanıma gelip kayıt işinde yardımcı oldu bana. Meğer şair Orhan Veli imiş! Kalem memuru sormuş: "Liseyi nerede okudunuz?" Ben de: "Beljika'da" demişim. Orhan Veli sonraları bana “‘L'Azros’ adını takmıştı" diyordu Azra Erhat, nasıl kayıt olduğunu anlatırken. O günden sonra ‘L'Azros’ adı Orhan Veli'nin bir anısı olarak sürüp gitti."
Üniversitelere o yıllarda Alman üniversitelerinin bütün otoriteleri toplanmıştı. Leo Spitzer de seçkin profesörlerden biriydi. Geldiği Marburg Üniversitesi’nden tüm asistanlarını, doçentlerini ve yardımcılarının hepsini getirmişti. Profesörler Yunanca ve Latince bilen Azra Erhat'ı paylaşamıyorlardı. Ama o kararını vermiş, Spitzer'in kürsü başkanı olduğu Roman Filolojisine yazılmıştı. Latince-Yunanca bilmesi Arkeoloji bölümü başkanı Prof. Helmut Bossert'in de dikkatini çekmiş, "Latince-Yunanca bilginizden çok daha verimli bir yolda faydalanmak elinizde" diyerek arkeolog olması yönünde ikna etmeye çalışmıştı. Azra Erhat bir türlü karar verememişti. Spitzer araya girerek Bossert'e, "Benim en iyi öğrencimi alamazsınız" diyerek duruma el koymuştu. Bu yerinde bir karar olmuştu çünkü Azra Erhat Spitzer'in öğrencisi olmaktan hiçbir zaman pişmanlık duymayacağını kısa zamanda anlayacaktı. Spitzer Batı üniversitelerindeki havayı estiren, öğrenci-öğretmen birliğini sağlamayı canla başla başaran bir profesördü. Bu grubun içinde Fransa'dan yeni dönen ve Spitzer'le birlikte çalışan Sabahattin Eyüboğlu da vardı.
Azra Erhat ömrü boyunca hep sevip saydığı, ayrıcalıklı bir yeri olan Sebahattin Eyüboğlu’yla bu yıllarda tanıştı; ömürleri boyunca da uyum ve sevgi içinde çalıştılar.
Spitzer’in evinde, perşembe akşamları düzenli olarak yapılan toplantılarda, araştırmalar, İspanyolca seminerleri, piyes, şiir, düzyazı tanıtımları ve yorumları yapılır, bunlar karşılıklı olarak tartışılırdı. Spitzer bunun dışında eğlenceleri de esirgemez, evinde yaptığı büyük toplantılara, İstanbul'un en seçkin sanat, müzik, edebiyat adamlarını çağırırdı.
1936 Temmuzu’nda Spitzer Wahington'dan, Johns Hopkins Üniversitesi’nden davet almış ve bu görevi kabul etmişti. Bu haber bölümde büyük üzüntüyle karşılanmıştı. Azra Erhat Spitzer'in yerinin doldurulamayacağına inanıyor, kendi yaşamına da nasıl bir yön vereceğini bilemiyordu. Spitzer gitmeden bu duruma da bir çözüm bulmuştu. En gözde öğrencisini, hem Almanca, hem Latince-Yunanca bilen bir asistan aramakta olan Prof. Rodhe ile tanıştırarak şöyle demişti: "İşte benim Latince-Yunanca bilen tek öğrencim, alın işte Azra'yı size veriyorum, aradığınız asistan odur, alın götürün Ankara'ya!"
Her şey iyi hoştu. Ama nasıl kabul ettirecekti ailesine? Tartışmalar, uzun konuşmalar sonunda karar verildi. 31 Ağustos 1936 akşamı Toros Ekspresi’ne binerek, annesiyle birlikte yeni bir geleceğe yüreğini sonuna dek açtı.
İşi 100 lira maaşla Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Klasik Filoloji Bölümü’nde çevirmenlikti. Ama görünen manzara böyle değildi, yapılacak çok şey vardı. Profesöre yardım edecek kimse olmadığı için her iş Azra Erhat'a düşüyordu. Kitaplığın oluşturulması, daktilo, sekreter, çevirmen, asistan hepsi onda toplanıyordu. Almanca metinleri Türkçe'ye çevirmek hepsinden zordu. Verilen metinlerin Almanca’sını çok iyi anlıyor, ancak Türkçe’si yetersiz geliyordu çevirmek için. Bununla ilgili bir anısında, "Bir derste, profesör geyikten söz edecek oldu, Almanca’sını söyledi, bense unutmuşum Türkçe adını, ne geyik gelir aklıma, ne karaca, ne yapayım, iki elimde alnımın sağından ve solundan iki boynuz uzattım ‘şöyle bir hayvan’ dedim. Sınıfta bir kahkahadır koptu" diyordu. Ama zamanla bu zorlukları aşmış ve Türkçe çevirilerden büyük bir zevk duymaya başlamıştı.
1940 'lı yıllarda dünya klasiklerinin dilimize çevrilmesi bir kültür politikası olarak benimsendi. Bu politika için "Çok canlı, inançlı, ülkücü bir hareket" diyen Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Orhan Veli' lerin bulunduğu aydınlarla birlikte, genç Cumhuriyet kuşaklarının büyümesi gelişmesi, Batı kültürünü tanımaları için, canla başla çalıştı.
"Atatürk Türkiye'si gür bir ağaç gibi büyüyor, dal budak salıyordu" diyordu Azra Erhat. O da Atatürk'ün tanımladığı bağımsız ve özgür kadınlardan biriydi ve gür bir ağaç gibi büyüyor, dal budak salıyordu.
Kariyerinde ilerleyerek, bulunduğu üniversitede doçent oldu. Ama iki yıl sonra her şey birdenbire kesilerek, üniversiteden bir grup arkadaşıyla birlikte uzaklaştırıldılar. 1947'de evlenip 1948'de boşandığı eşinin Macar olması, bu olaya gerekçe olarak gösterildi. Üretkenliğine İstanbul ve Vatan gazetelerindeki yazılarıyla devam etti. Uzun yıllar Uluslararası Çalışma Bürosu Kütüphanesi’nde çalıştı.
12 Mart döneminde, Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Magdi Rufer, Yaşar Kemal'in eşi Tilda ile birlikte tutuklanıp, 4 ay süreyle çeriye alınmalarını şöyle değerlendiriyordu: "Suç işlemek şöyle dursun 56 yıllık ömrümü, insanlık ve özellikle Türkiye diye, yalnız içinde doğdum için değil, bütün bilincim ve sevgimle, kendime yurt, biricik vatan olarak seçtiğim bir ülkenin kültür hizmetine vermiştim. Bunca çabanın tutuklulukla sonuçlanması ben yaşta bir kadını kırabilir, yıkabilirdi.”
Kendini bir tutuklu gibi düşünmeden, Gülleyla'ya anıları yazdı. Gülleyla'ya özgürlüğü tanımlarken: "Tutukluluk gerçekte çok önemli bir şey değildir, özgürlük görece bir kavramdır, onu oldum olası bilmişimdir. Salt özgürlük diye bir şey yoktur, insan onurunu az çok zedeleyen özgürsüzlüklerin dereceleri vardır. İnsan dış özgürlükten yoksun kalınca, yani haklı haksız bir suçlamaya uğrayıp da içeri tıkılınca, hani o yüzme gücünü kazanmak için bir ölüm kalım savaşına girişir. Çünkü insan onurunu korumak baş koşuldur, onsuz yaşanmaz" diyordu.
Homeros'un İlyada ve Odysseia ile Herodot'u çevirmeyi bir borç ve sorumluluk olarak görüyordu. Bu başyapıtları ne yapıp edip Türkçe'ye kazandırmak gerekiyordu. Bir program hazırlayarak, Sabahattin Eyüboğlu’na gitti. “Hangisini önce çevireyim?” diye sordu. O da “İlyada'dan başla" dedi. Ama nasıl çevirecekti, hepsi şiirdi bunların. Sabahattin Eyüboğlu bir şair bulmasını önerdi. O sıralarda Mevlana çevirisini yapmış olan A. Kadir’le tanışarak, önerisini ona iletti. On beş yıla yakın sürecek olan çeviriler için girişimlere başladılar.
A. Kadir o günleri şöyle anlatıyordu: "Beni Homeros'un o güzelim havasına Azra soktu. Onun sayesinde İlyada çevirisine aşk ile, şevk ile sarıldım. Azra'nın derin bilgisi ve sınırsız enerjisi bana hep güven ve güç verdi. Yoksa ben o on beş yıla yakın çalışmayı göze alamazdım kolay kolay... Çok uzun süren çalışmamızın sonunda ben Azra'da şu üstünlükleri gördüm: Engin bir hümanist kültür, hep soran araştırıcı bir kafa yapısı ve imrenilecek bir alçak gönüllülük." İlyada'nın birinci bölümü "Habib Edib Törehan Bilim Ödülü’nü", ikinci bölümü de "TDK Çeviri Ödülü’nü" getirdi.
Ona göre, Akdeniz çevresi ve efsaneler topluluğu vardı. Bu efsanelerin Yunanistan ve Roma'ya mal edilmesinin nedeni, Yunanistan ve Roma uyruklu yazarların kalemiyle, Yunanca ve Latince olarak yazılmasından kaynaklanmaktadır. Oysa bu efsanelerin çıkış yeri ne Yunanistan'dır, ne de İtalya, Anadolu'dur, Girit'tir, Mezopotamya'dır, Fenike, Mısır'dır, ya da bütün bu yerlerdeki sözlü geleneklerin karışımından meydana gelmiş bir bütündür.
Bu düşünceden hareketle hazırladı Mitoloji Sözlüğü’nü. "Batı kaynaklı bir tek mitoloji kitabını çevirmektense, kendi olanaklarımızla, kendi yazılı kaynaklarımızdan faydalanarak özgün bir deneme yapmayı yeğ gördük" diyordu bu kitap için ve şöyle devam ediyordu: "Esin kaynağım sevgili ustam ve dostum Halikarnas Balıkçısı’dır. Yurdumuzun eşsiz değerlerine saygıyı ve sevgiyi o aşıladı bana... Bu kitap Homeros'la doludur, nasıl olmasın ki Batı uygarlığının ilk ve en büyük ozanı yurttaşımız Homeros burcu burcu Anadolu kokar."
Vasiyetinde hep üç isim beraber gitsin" diyordu. "Sakın beni Balıkçıdan ve Sabahattinden ayırmayın. Sabahattin Eyüboğlu benim için hem bir baba, hem bir kardeş hem bir dosttu. Balıkçı da öyle. Balıkçı beni yetiştirdi. Ben balıkçının çocuğuyum." Bu gönül bağının sonsuza dek sürmesini istiyordu. Onlara göre "Yunan mucizesi yüzyıllardan bu yana Batı biliminin sandığı ya da savunduğu gibi Yunanistan'dan doğmuş değildir, Yunan mucizesi diye birşey yoktur, Ege mucizesi vardır. Felsefe burada doğmuş gelişmiştir ve o Hellenistan'a göçtüğü zaman arılığını ve yararlılığını yitirmiştir.” Bu düşüncelerini hayata geçirmeyi hedefleyen "Mavi Yolculuk" adı altında kültür etkinliklerini gerçekleştirdiler. Tüm yurdun, güzelliklerini, doğasını, tarihini tanıtmak, canlı canlı ortaya koymak amacıyla yapılan Mavi Yolculuk’un ilk fikir temellerini Halikarnas Balıkçısı atmış, Sabahattin Eyüboğlu'da isim babalığını yaparak, yıllarca uygulamış, yürütmüş, yaymıştı.
Balıkçının ve Sabahattin Eyüboğlu'nun ölümünden sonra ömrü yettiğince onları yaşatmaya çalıştı. Balıkçı 1957'den başlayarak ölümüne dek birçok mektup yazmıştı kendisine. Azra Erhat'a bir vasiyet bırakmış, ölümünden sonra mektuplarını yayımlamasını istemişti. Azra Erhat tüm mektupları derlemiş, mektuplarıyla çıkarmıştı Balıkçı’yı okuyucusunun karşısına. Sabahattin Eyüboğlu'nun yazılarını da büyük bir titizlikle derleyerek, “Söz Sanatları Üzerine Denemeler ve Eleştiriler” ve “Görsel Sanatlar” başlıkları altında topladığı iki ciltlik kitabı hazırlayarak yayımladı.
Azra Erhat kurtuluşu olmayan bir hastalığa yakalanmıştı. (Kansere yakalandı. Londra'da tedavi gördü, ama sonuçsuz kaldı. 6 Eylül 1982'de 67 yaşındayken İstanbul’da vefat etti. İstanbul-Üsküdar Bülbüldere Mezarlığına defnedildi. Azra Erhat’ın vasiyeti üzerine; mezar taşında Füreya Koral ’nın yaptığı bir kuş vardır. 2016 yılında Erhat'ın mezar taşındaki kuş saldıra uğramıştır.) Bunu biliyordu. Ama yapmayı düşündüğü hazırlık aşamasında çalışmaları vardı. Arkadaşı Süha Umur'u çağırıp "Vasiyetimi yazdıracağım sana" dedi. İki gün boyunca yazdırdı. Noter istememişti dostlar arasında bir vasiyetti bu. O güne kadarki tüm birikimi olan kültürel mirasını bırakacağı kişileri belirlemiş, yarım kalan çalışmaları ölüm döşeğinde bile düşünerek, arkadaşları arasında görev dağılımı yapmıştı.
"Asıl büyük çalışmam 'Osmanlı Münevverinden Türk Aydınına' adlı kitaptır" diyordu. Fakat kitap henüz kaleme alınmamıştı. Ama yıllardır kafasında yazdığını söylüyordu. Üç bölümde düşündüğü kitabı için notlar tutmuş, dosyalamıştı. Vasiyetinde bu kitabı için şöyle diyordu: "Kitabın kaynağında Atatürk'e olan sevgim yatar. Atatürk ile aramda ta çocukluğumdan başlayıp hapishane aylarında ve sorgularım sırasında, başka türlü bir ilişki kurulmuştur. Bu sevgiye Sabahattin Eyüboğlu'da eklenmiştir. (Atatürk'ü İlyada kahramanlarından Hektor'a benzetmesinin bir dönem sebep olduğu tartışmalarla da gündeme gelmiştir.)
Bu iki insan adeta bir bütün olarak benim içimde yaşar. Bu çalışmayı Türk aydınını anlamak için yapmaya çalıştım. Asıl amacım Sabahattin Eyüboğlu’na varmak olduğunu ve kanımca Cumhuriyet aydınını, günahı sevabı ile en iyi simgeleyen kişi olduğuna inandığım için onu bu incelemenin sonunda anlamak, incelemek ve elden geldiğince insan ve sanatçı olarak eleştirmektir. (Eleştirme sözü bizde, kınama, tenkit etme anlamına geliyor, oysa tam tersini istiyorum.)" Vasiyetinde adını verdiği arkadaşları tarafından bu kitabın, imece yoluyla tamamlanmasını istiyordu.
Ölüme giderken ardında yarım iş bırakmak istemiyordu. Yirmi yaşında genç bir kızken Atatürk'ün gözlerini görmüş ve vurulmuştu. Atatürk ona öyle bilinç açısı açmıştı ki, bu bilinçle soluksuz çalıştı. Genç Cumhuriyetimizin gelişip büyümesinde bayrağı en önde taşıyan örnek bir insan ve aydın olarak, hiçbir zaman göremeyeceği gençlere, Atatürk'ten aldığı bilinci en iyi biçimde taşıdı...
Songul Saydam /Taha Toros Arşivi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder