1950 doğumlu Amerikalı öykü, roman ve oyun yazarı.
Norman Lock daha çok, çeşitli ülkelerde sahnelenen tiyatro oyunlarıyla tanınıyor. The House of Correction 1996 Edinburgh Tiyatro Festivali’nde en iyi oyun seçildi; radyo oyunlarıysa Alman WDR ve NDR kanallarında yayınlandı. Lock’un senaryosunu yazdığı The Body Shop adlı film, Amerikan Film Enstitüsü tarafından çekildi. Öyküleri çeşitli dergilerde yayımlanıyor. Lock 1979’da, The Paris Review’un verdiği Aga Khan öykü ödülünü kazandı. 1990-2001 yılları arasında bir devlet hapishanesinde yazı dersleri verdi; halen bir reklam ajansının yaratıcı direktörlüğünü yapıyor. Norman Lock, eşi Helen ve iki çocuklarıyla Philadelphia’da yaşıyor.
Türkçedeki Kitapları
-Göçmenler / Joseph Cornell'in Operaları
-Boğuntulu Masallar
Diğer kitaplarından bazıları:
-Love Among the Particles
-Shadowplay
-Land of the Snowman
Boğuntulu Masallar
Aykırı, kısa, kirli hikayeler…Boğuntulu Masallar’da; sular altında şehirler, odalarda yağan yağmurlar, yataklarda beliren okyanuslar, aynalarda kaybolan yüzler, saçlarıyla boğulan kadınlar kendilerini gösterirken aslında hepimizin içindeki karanlığı görünür kılıyorlar. Bu aykırı, kısa ve kirli hikayelerin içimizdeki o habis, kötücül düş gücünü aynaya taşımaktan başka derdi yok.
Norman Lock da, elinizdeki kitaba Grim Tales adını verirken, kuşkusuz, apaçık bir sözcük oyunuyla, Grimm Kardeşler’e gönderme yapıyor. Ama Lock’un bu kitaptaki öykücükleri, başka bir deyişle “en aza indirgenmiş” anlatıları, Grimm Kardeşler’in geleneksel kaynaklara dayalı masallarının tersine, günümüzün bilebildiğimiz dünyasına, bilebildiğimiz dünyanın olağan, durağan sınırlarına bir “müdahale”, dahası bir “saldırı” niteliği taşıyor. – Celâl Üster
67 sayfa çev. Celal Üster
Notos Kitap 2013
benim çizdiklerim:
-Kuruyup dökülmüş her yaprağın altında, eşleşmeyi bekleyen bir dünya...
-Yanında getirdiği kapıyı dağın yamacına dayadı. Sonra içeri girip kapıyı kapattı. Daha sonra ona ne olduğunu kimse bilmiyor, çünkü kapı yalnızca onun içindi. Sonradan, çığlığını duyduklarında, artık yapılacak bir şey kalmamıştı...
-Evin içinde bütün gün yağmur yağdı. Kapı kilitli değildi; dışarıda güneş parlıyordu. Ama onlar içeride kalmayı yeğledi. Öylece, şemsiyelerini açtılar, bir süre sonra da boğuldular...
-Çukur doldu, dedi adam. Öteki adam, ellerindeki kanı silerken, yanıtladı: Bir çukur daha kaz...
-Tarih bir ses çıkaracak olsaydı, bir çığlık, bir inilti, bir haykırış, bir bağırtı, bir böğürtü, bir homurtu, bir haykırış olurdu bu. Neyse ki, tarih konuşamaz -ağzına tıka basa ölüler, küller, çamur, kan, kemikler, ölüler tıkıştırılmıştır...
-Sis, her sabah, yerden bitercesine belirirdi. Güneş sisi kaldıracak kadar yükseldiğinde, her zaman yeni tehlikeler ortaya çıkardı. Bir seferinde, öğle güneşinde parıldayan bir bıçak tarlası. Bir başka sefer, diplerinde çocukların yitip gittiği derin kuyular. Bu yakınlarda da, bakanların kendilerini başkalarının gördüğü gibi gördükleri ve yok oldukları aynalar...
-Sabah gazetede, kendi ölüm haberini, bir tekne kazasında öldüğünü okudu. O gün bir tekne aldı, nehre açıldı. Tekne alabora oldu, adam boğuldu. Hayatı boyunca her okuduğuna inanmış bir adamdı...
-Çocuk, o kış sabahı karda dışarıya çıktı, döndüğünde elinde bir kartopu vardı. Eldivensiz elleriyle kartopunu sımsıkı sıkıştırmış, özenle yuvarlayıp cam gibi yapmıştı. Hava buz gibiydi, kardan ürpertici bir soğuk yayılıyordu. Kar rüzgârla savrularak, yerde yılan gibi kıvrılıyordu. Evin içinde bile insanın iliklerine işliyordu soğuk. Kartopunu üst kata çıkardı, komodinin üstünde duran, kenarları çobanpüskülü yaprakları ve ağaççilekleriyle bezeli minik tabağın üstüne bıraktı.
Nedendir bilinmez, kartopu uzun dondurucu kış boyunca, dahası bütün bir bahar hiç erimeden öylece kaldı. Temmuzla birlikte ev hamam gibi olduğunda, çocuğun odasını hoş bir serinlik kapladı. Annesi, sıcak öğleden sonraları ve akşamları, rüzgâr çıkıp da sıcağı üfürüp götürünceye kadar, çocuğun tavan arasındaki odasında oturmayı yeğliyordu. Minik tabağın üstünde yitik bir billur küre gibi duran kartopu artık herkesin aklından çıkmıştı. Ailede artık çoktandır hiç kimsenin kartopunun erimemesi konusunda ortaya yeni görüşler attığı yoktu.
Ağustosta çocuğun babası eve geldi - geçen sonbahar birlikte kaçtığı kadın “canına tak ettirmişti”. Şimdi çocuk oturmuş, babasının yukarıya çıkmasını, tedirginken hep yaptığı gibi şapkasını ellerinde çevirerek ne diyecekse demesini bekliyordu. Adam oğlunun kapısını-bir kez vurup içeriye girdi. Odanın donduruculuğuyla ilgili bir şey söyleyecekti ki (yazın bu en yakıcı günlerinde camlar buzlanmıştı), daha ağzını açamadan düşüp ölüverdi.
Buzlar birkaç dakikada eriyiverdi...
-İnsanın aklını yitirmesi feci bir şeydir; ama onu başka birinde yeniden bulmak -işte, onu, aklını kaçırarak ölüme gönderen felaket buydu...
-Kadın, ateşle oynuyorsun, diye uyardı. Ama adam durmadı- elleri kadının bluzunun içinde tütmeye başladığında bile...
-Meleğin, dünyaya geldiğinde yaptığı ilk iş, bir çilingirin yardımıyla kanatlarını çıkarmak olmuştu, ikinci yaptığı, bir uçağa binip göğe yükselmek oldu, üçüncü yaptığı ise, sıradan bir kadın olmasına karşın “melek” dediği bir kadınla evlenmek. Kadın öldüğünde, melek kanatlarını depodan çıkardı, onları temizletti, yağlattı ve bir saat ustasına karmaşık düzeneklerindeki yakutları yeniden yerine koydurttu. Sonra da bir erkeğin yaşamını yaşamış olmanın doygunluğuyla geldiği yere döndü...
-Güneşin doğmadığı ilk sabah pek aldırış etmediler. Kafalarında başka şeyler vardı. İş, para ya da aşk. İkinci sabah yine karanlığa uyandıklarında, çoğu kaygılarını dile getirmeden edemedi-karılarına ya da kocalarına, otobüste yanlarında oturan kadına ya da adama. (Çocuklar gün ışığını özlemiş görünmüyordu. Ne de olsa kıştı ve kış karanlık olurdu.)
Üçüncü sabah, odayı karanlıkta bulacakları korkusuyla gözlerini usulca araladılar. Karanlıktı. Dışarıda, sokak lambaları hâlâ yanıyordu; Pencereleri doğuya bakanlar, damların yukarısında göğün aydınlandığını görme umuduyla pencerelere koştu. Ne ki, gecelerin en karanlığı hüküm sürüyordu. Pencerelerinin önünden ayrılırken, her biri bunun ne anlama geldiğini düşünüyordu.
Dördüncü gece kimse uyumadı, Sokakta dikilip, kendi aralarında konuşarak bekleştiler. Evlerin ve binaların ışıkları karanlıkta çok daha parlak görünüyordu. Güneş doğmadı. Beşinci gece, panjurları örttüler, perdeleri kapattılar ve pencerelerinin önünden çekildiler. Odaların ışıklarını açık bıraktılar.
Sabahleyin güneş doğdu doğmasına; ama onu görebilecek kimse kalmamıştı, hiçbiri yaşamıyordu...
-Dönüşüm...
Bir tepeciğe dönüştü, küçük hayvanlar içinde oyuklar açabilsin ve uzun kış boyunca kemiklerini kemirebilsin diye..
O ki başkalarını zerre kadar umursamamıştı, bir eve dönüştü, artık insanlara -onların sevinçlerine, üzüntülerine - hiçbir zaman sırt çeviremesin diye..
O ki yaşamında bir kez bile hiçbir şey karşısında duygulanmamıştı, bir tarlaya dönüştü, tırmık yüreğini paralayabilsin diye...
Bir nehre dönüştü, kayalara çarpıp parçalansın, kırılıp kıvrılsın ve azaplar içinde sonsuza dek hep böyle sürüp gitsin diye...
Bir hayvana dönüştü, sonunda insanların nasıl davrandığını anlayabilsin diye...
O ki çocuklardan her zaman nefret etmişti, bir eve dönüştü, bir gün çocuklar içeri girip evi ateşe verebilsinler diye...
O ki onca kadının kalbini kırmış bir gönül avcısıydı, bir döşeğe dönüştü, geceler boyunca bir kadının altında dindirilmez bir tutkuyla yanıp tutuşarak yatsın diye...
Toprağa dönüştü, kendini gömebilsin diye; sonra da yağmura dönüştü, ağlayabilsin diye; başka kim gözyaşı dökerdi ki onun için?
Bir kitaba dönüştü, içinde yitip gitsin diye...
Göçmenler / Joseph Cornell'in Operaları
Kitap ilginç bir şekilde ters-düz basılmış, yani bir yüzünde göçmenler, yan sayfasında ise ters olarak basılmış Joseph Cornell'in Operaları var..
Göçmenlerden...
-Kazlar-der göçmenler (gıpta ederek)- göçmekten gocunmaz. İki yurt arasında her ikisinde de rahat ederek gidip gelirler. Her iki ülkenin insanları, soya tarlalarında ya da göl kıyısında mutlu mesut öttüklerini görünce onları kendi ülkelerinin kazı sayar...
-"Seks;" dedi yakışıklı göçmen, 'bizim için fakir bir yaşam sürmenin ve sonunda da ölmek sorunda olmanın tesellisidir.' "Okumak, " dedi utangaç arkadaşı, 'bizim için tek bir ömrü olmanın tesellisidir.' "İçmek," dedim ikisine de kadehimi kaldırarak, 'benim için yatacak bir kadının olmayışının ve kitaplara ilgi duymayışın tesellisidir.' Yalan söylüyordum: aslında ilgi duyarım kitaplara. Ama zekice bir laf etme fırsatına hiçbir zaman dayanamamışımdır. Ne var ki anlamadılar. Zeki olduğumu değil, acınacak halde olduğumu düşündüler..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder