16 Mayıs 2021

Hermann Hess

 


1877’de Almanya’nın Baden-Württemberg eyaleti, Calw kasabasında doğdu. Bir süre kitapçılık yaptıktan sonra 1904’te serbest yazarlığa başladı. Birinci Dünya Savaşı’nda tarafsız kalan İsviçre’ye yerleşerek Alman militarizmi ve milliyetçiliğini yeren yazılar yazdı. Savaş ortamının ve kişisel sorunlarının etkisiyle ağır bir bunalım geçiren Hesse, Jung’un öğrencisi Lang’dan psikanaliz tedavisi gördü. Lang ile dostluğu Hesse’nin ruhbilime ve Jung’a duyduğu ilgiyi körükleyerek iç dünyasını zenginleştirdi. 

Yapıtlarında, kişinin uygarlığın yerleşik kalıplarından kurtularak özbenliğini bulmaya çalışmasını işledi, insanları kendi yaşamlarını kurtarmaya çağırdı ve Doğu gizemciliğini yüceltti. Hesse, Doğu kültürüne yakınlığıyla, özellikle 1960’larda Amerika’da canlanan Budizm ve Zen Budizmi akımları sırasında en çok okunan yazarlar arasına girdi. Romanları, öyküleri, denemeleri, şiirleri, politik makaleleri ve kültür alanındaki eleştirel yazılarıyla tüm dünyada 100 milyonu aşkın okura ulaşan, 1946’da Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan Hesse, 1962’de İsviçre’nin Montagnola kasabasında hayata veda etti.


Türkçeye Çevrilen Kitapları: 

-Ağaçlar
-Bir Büyücünün Çocukluğu
-Boncuk Oyunu
-Bozkırkurdu
-Çarklar Arasında
-Demian
-Doğu Yolculuğu
-Gençlik Güzel Şey
-Gertrud
-Hermann Lauscher
-İlk Gençlik Yıllarım
-İnanç Da Sevgi De Aklın Yolunu İzlemez
-Kaplıcada Bir Konuk Nürnberg Yolculuğu
-Klingsor’un Son Yazı
-Knulp
-Küçük Dünyalar
-Masallar
-Narziss und Goldmund
-Öldürmeyeceksin!
-Peter Camenzind
-Rosshalde
-Seçilmiş Şiirler 1896-1962
-Siddharta
-Şeftali Ağacı
-Yabancı Bir Gezegenden Tuhaf Haberler

Nette bulabileceğiniz kitapları


Hermann Hesse-Ağaçlar  
Çev. Zehra Aksu Yılmazer / Kolektif Kitap / 99 sayfa

“Üzgün olduğumuzda ve hayata katlanamadığımızda bir ağaç şöyle konuşabilir bizimle: Sus! Bak bana! Yaşamak kolay değil, yaşamak zor değil. Bunlar çocuksu düşünceler. Bırak konuşsun içindeki Tanrı, o zaman susacaklar. Yolun seni anandan ve yurdundan uzaklaştırdığı için endişelisin. Ama attığın her adım, her yeni gün seni anana yaklaştırır. Orası ya da şurası değildir yurdun. Yurt ya içindedir ya da hiçbir yerde.

Yollara düşme özlemiyle kederlenir yüreğim, akşamları rüzgârda uğuldayan ağaçları duyduğumda. Sessizce, uzun uzun dinlerseniz, bu özlemin esası da anlamı da çıkar ortaya. Sanıldığı gibi acıdan kaçıp gitme arzusu değildir bu. Yurda, ananın belleğine, hayatın yeni kıssalarına duyulan özlemdir. Eve götürür insanı. Her yol eve götürür, her adım doğumdur, her adım ölümdür, her mezar anadır.
Böyle uğuldar ağaç, çocuksu düşüncelerimizden ürktüğümüz akşam vakitlerinde. [...] Ağaçları dinlemeyi öğrenen, ağaç olmayı arzulamaz artık. Kendisi dışında başka bir şey olmayı arzulamaz. Yurt budur. Mutluluk budur.


Yeniden Doğuş Mucizesi 

Uzaktaki boz ormanın taze yeşil, neşeli bir parıltısı var birkaç günden beri; bugün tahta köprünün orada yarı yarıya açmış ilk çuhaçiçeğini gördüm; nemli ve berrak gökyüzünde düş kuruyor yumuşak nisan bulutları ve henüz sürülmemiş geniş tarlalar öyle parlak kahverengi ki, ılık havaya öyle istekli uzanıyorlar ki, döllenmeye, filizlenmeye, suskun güçlerini binlerce yeşil tohumla, boy atan otlarla göstermeye, hissetmeye ve bahşetmeye can atıyorlar sanki. Her şey beklemede, her şey hazırlık içinde, her şey ince ince, şefkatle dürten bir oluş heyecanıyla düş kurmakta, filizlenmekte tohum güneşe, bulut tarlaya, körpe otlar havaya doğru. Yıllardır bu vakitlerde, sanki özel bir anda yeniden doğuşun mucizesini keşfedecekmişim gibi, sanki bir kere de ben, bir saat boyunca, gücün ve güzelliğin doğuşunu kendi gözlerimle görüp kavrayacakmışım gibi, hayatın topraktan nasıl gülerek fışkırdığına, genç iri gözlerini ışığa nasıl açtığına bizzat tanık olacakmışım gibi sabırsızlık ve özlemle pusuda beklerim. Yıllardır kokularıyla, sesleriyle yanımdan geçip gider mucize, sevilerek, tapınılarak ve de anlaşılmadan; oradaydı işte, ama geldiğini görmedim, tohumun kabuğunu çatlattığını, ilk ince kaynağın ışıkta titreştiğini görmedim. Birdenbire çiçeklenir her yer, parlak yapraklarla ya da köpüksü beyaz püsküllerle ışıldar ağaçlar, kuşlar sevinç içinde güzel kavisler çizer sıcak mavilikte.Ben görmemiş olsam da mucize gerçekleşmiştir, ormanlar kubbelenir, uzak doruklar çağırır, zamanı gelmiştir artık çizme ve çanta, olta ve kürekle donanmanın, gençliğin tüm duyularıyla sevinmenin bu seferki her zamankinden daha güzel olacak diye ve sanki her seferinde daha da hızla geçip gider zaman... Eskiden, henüz oğlan çocuğuyken ben, ne kadar da uzundu, sonsuzca uzundu ilkbahar!


Çiçek Çiçek

Çiçek çiçek şeftali ağacı,
Hepsi de vermeyecek meyve,
Parıldar gül köpüğü gibi,
Mavilikle bulutlar arasında.

Açar düşünceler de çiçekler gibi,
Bir günde yüzlercesi.
Bırak çiçeklensin! Bırak her şeyi akışına.
Sorma sana getirisini!

Oyun da olmalı, masumiyet de
Ve çiçek bolluğu,
Yoksa dünya dar gelirdi bize
Olmazdı hayatın tadı tuzu.

 

Münzevi ve Mücadeleci

Kadim halk dilinin tuhaf, sezgisel adlar verdiği otlar, çiçekler, eğreltiotları ve yosunlarla kaplı çayırlar ve bayırlar, toprakla dolu kaya yarıkları görüyordum. Dağların çocukları ve torunlarıydı onlar ve renk renk, halim selim yaşıyorlardı yerlerinde. Onlara dokunuyor, dikkatle bakıyor, kokularını içime çekiyor, adlarını öğreniyordum. Ağaçları görünce daha içten, daha derinden duygulanıyordum. Her ağacın tek başına yaşadığını, kendi özel biçimi, kendine özgü gölgesi olduğunu görüyordum. Münzevi ve mücadeleci yapılarıyla dağların yakın akrabalarıydı onlar, zira her biri, en azından dağların daha yukarılarında yetişenler, hayatta kalmak ve büyümek için rüzgâr, iklim ve kayalara karşı sessiz, çetin bir mücadele veriyordu. Her biri dayanmak, toprağa sıkıca tutunmak zorundaydı, bu yüzden de her birinin kendine has duruşu, özel yaraları vardı. Öyle çamlar gördüm ki, fırtına sadece bir taraflarındaki dalların büyümesine izin vermişti, bazıları da tepelerindeki kayalara kızıl gövdeleríyle yılan gibi sarılmış, ağaç ile kaya birbirine yaslanarak ayakta kalmıştı. Bana savaşçı adamlar gibi bakıyor, yüreğimde korku ve saygı uyandırıyorlardı. Bizim erkeklerimiz ve kadınlarımız onlara benziyordu, sertti onlar da, kırış kırış, ketum, en hasları iyice ketum. Böyle öğrendim ben insanları ağaçlar ya da kayalar gibi görmeyi, onlar hakkında düşünmeyi, onları o sessiz çamlardan ne daha az saygıdeğer bulmayı ne de daha çok sevmeyi. 


Yoğun Bir Güç ve Tutku

Yolum ormanın rüzgâra açık kıyısından geçerken ağaçların gövdeleri, dalları ve köklerinin cüretkâr, anlam dolu grotesk biçimleriyle eğlenip oyalandım bir süre. Hayal gücünü bundan daha çok harekete geçiren bir şey yoktur. İlk başta daha ziyade komik izlenimler ağır basar: Girift köklerde, toprağın yarıklarında, dalların şekillerinde ve yaprak kümelerinde grotesk suratlar, gülünç tipler ve tanınmış yüzlerin karikatürlerini görürsünüz. Sonra göz keskinleşir ve hiç aramadan bir sürü acayip biçim seçer. Eğlence biter, zira tüm bu varlıkların öyle kararlı, cüretkâr ve sarsılmaz bir duruşu vardır ki, bu suskun ordular bir kanunun, ağır bir zorunluluğun ilanıdır. Sonunda da tekinsiz ve sitemkâr bir havaya bürünürler. Yüzünde maske taşıyan değişken insanın, doğada büyüyen her varlığa ciddiyetle bakmaya başladığı anda ürkmesi kaçınılmazdır...



Hermann Hess'in hayatıyla ilgili geniş bilgi bulabileceğiniz güzel bir site




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails