20 Mart 2009
Luis Bunuel
Pilar Köyü'nün çanları yönlendirirdi nüfusu beşbini bulmayan topraklardaki yaşamı.Bayram günlerinin görkemli çanları ölüm döşeğindeki bir köylü için ağır, genç bir beden için derinden ve gür, bir çocuk içinse cılız çınlardı. Tarlalarda, yollarda, sokaklarda durup ölenin kim olduğunu anlamaya çalışan insanlar için hayat durağandı. Üzüm bağlarını asma bitleri sardığında Tanrı'ya şükreder, atlarla katırların marifetiyle yağ değirmenlerinde zeytin ezerlerdi. Kuşaklar değişse de gelenekler değişmezdi.Kızlar annelerini, oğullar babalarını yinelerdi.
Usulca sızan yeni yüzyılın bile farkında olmayan bu heyecansız kasabada dünyaya geldi Luis, resmi bir dille söylemek gerekirse 22 Şubat 1900 tarihinde. Eğer babası o daha dört aylıkken bütün aileyi toplayıp Saragosa'ya yerleşmeseydi, muhtemelen uzun yıllar Calanda'da pinekleyecekti. Gerçi Saragos'nın da çok renkli olduğu söylenemezdi ama geldiği yerle kıyaslandığında daha hareketli olduğu da kesindi.
Kertenkelelerin kuyruklarını keserek, bütün bebeklerin Paris'ten arabayla ya da trenle geldiğini zannederek büyüyen Luis'in her yere nüfuz eden Tanrı kadar idrak etmeye çalıştığı başka bir şey daha vardı. Mali krizdeki Amerikan-İspanyol Bankasına kredi açan babasının servetinin sınırları..Küba'da geçirdiği gençliği sırasında toprak zengini olan ve çantasını bile taşımayacak kadar kendini yormayan Bay Bunuel için çocuklarının eğitimi çok önemliydi.
Luis'in kendini üstünde papaz elbisesiyle bir Cizvit kolejinde bulmasının nedeni de buydu zaten. Babası onun Cizvitler'in yanında iyi bir eğitim alacağına inanıyordu. Ne var ki her sabah yediye doğru atlı bir arabanın alıp götürdüğü Salvador Koleji'nde içi patlıyordu Luis'in. Teneffüs avlusuna aralarında birer metre mesafe bırakarak iki sıra halinde çıkan ve sessizce sınıflarına dönmek için zil sesini bekleyen çocuklar, sudan bahanelerlesürekli ceza alıyordu. Asla ısınmayan sınıfın ortasında, iki yana açtıkları ellerinin üstünde kitaplarla beklemeleri cezadan bile sayılmıyordu.
Onlu yaşlardaki Luis'in en büyük eğlencesi, akşamları kuzeninin evinin mutfak penceresinden karşıdaki sinemayı dikizlemekti. Gerçi sinema sahibi durumu fark edince pencereyi kapatacak biçimde duvar örmüştü sonradan ama kafadar kuzeniyle açtığı deliğe gözünü dayayarak sırayla film izlemeyi sürdürüyordu. Luis'in gündüz keyfi ise keman çalmaktı. Gizli saklı gezip tozması söz konusu olamıyordu çünkü annesi evin yedi hizmetçisinden birini onu izlemekle görevlendirmişti.
Laik liseye geçmek için sınava girdiği yıla kadar koleje devam etti Luis. Etüt salonunda gözetmenden nedenini bilmediği bir tekmeden sonra da kesin kararını verdi. O artık başka bir yere aitti, ilgisini çeken biyoloji, onu Madrid Üniversitesi'nde tabii bilimler okumaya yönlendirdi. Ardından ziraat dalına, sonra da diploma alacağı felsefe bölümüne yöneldi..
Her yanı akasya kokularının sardığı bir Mayıs günü babasını kaybettiğinde yirmiüç yaşındaydı. Ayağında babasının botları, elinde onun purosu onun çalışma masasının başında bir gecede büyüdü Luis. Artık evin reisi oydu, ne var ki Bunuel ailesinin kabına sığamayan genç reisinin karşısına önemli bir fırsat çıktı iki yıl sonra.
Çatısı henüz kurulan Uluslararası Aydınlar Yardımlaşma Derneği'ne faal üye olmak üzere Paris'e gitti. Rüya kentte hayat Luis için güzeldi. Barlarda şişesi sadece bir pesetaya iyi şarap içmeye itiraz edecek değildi. O barların sıralandığı caddelerde, üzerlerinde " ekmeği ziyan etmeyin" yazan otobüslerin bir aşağı bir yukarı yolcu taşıması da durumu değiştiremezdi.
Tiyatroların, kabarelerin, operaların kapılarının sonuna dek önünde açıldığı kentte, onun eğlencelerinden biri de kıyafet değiştirip sokaklarda gezmekti kuşkusuz. Rujlu dudaklarını büzüştürüp, takma kirpikli gözlerini kırpıştırıp yanındaki keşişle kırıştıran bir rahibeye polislerin bile güldüğü bu kentte hiçbir şeyden şikayetçi değildi Luis.
Cahiers d'Art gazetesinin ek sayfalarında yazdığı film eleştirileri sayesinde elde ettiği basın kartıyla sinemaya gitti aylar boyunca. Günde üç posta film izlediği günler oldu. Oyuncular için bir Akademi kurulduğunu öğrendiğinde gidip kayıt yaptırdı. Paris gibi sanatçıların cirit attığı bir şehirde rastlantı sonucu eleştirmen olmuş birinin sinemaya uğraşması düşünülemezdi. " Ne işolsa yaparım" pazarlığı ile Mauprat filminde rol alan Luis'in çekimler sırasında ilgisini çeken tek bir şey vardı; Kamera...
O kameranın başına geçtiğinde yıl 1929'du. O yıl gözünün önündeki perdeden eksilmeyen düşlerden birini ressam dostu Dali'ye açtı. İnce uzun bir bulutun ayı kestiği bir gözün bir ustura tarfından yarıldığı düşü dinleyen Dali, bir gece önce gördüğü karıncalarla dolu elden bahsetti Lusi'e. Gerçeküstü akımın içinde ilerleyen iki sanatçı Endülüs Köpeği'ni çekmeye o gün karar verdiler. Bir başka yakın dostu olan Federic G. Lorca filmi üstüne alınsa da, dargınlıkları uzun sürmedi.
Varlıklı ailelerin asi çocuklarının arasında yerini alırken içinde bir huzursuzluk vardı.Devrimci burjuvaların bahsettiği özgürlük, büyük bir yanılsama olarak geliyordu çiçeği burnunda Yönetmen Bunuel'e. Kimse sandığı kadar özgür değildi. Dünyayı bir sis bulutu gibi saran bir hayalden başka birşey değildi özgürlük. İşte bu yüzden burjuvaların " burjuva bulduğu" dergilerde senaryosunu yayımlatmasıyla beraber kıyamet kopuyordu. Bu yüzden özgürce bir adım atmadan önce Paul Eluard ve Andre Breton'unda bulunduğu "kurul" a hesap vermesi gerekiyordu.
İkinci filmi Altın Çağ'a hazırlanırken aklında iki düşünce geçiyordu. Birincisi, gerçeküstücü olarak kalması gerektiği ve artık istede de ticari bir film çekemeyeceği.. İkincisi, kadını Gala'nın etkisiyle hayatı dolar tomarları üzerinden tanımlamaya başlayan Dali'yle ortak düşlerinin büyüsünün bozulduğu...
Katolikleri ayağa kaldıran film Stüdyo 28 'de altı gün oynadıktan sonra "kamu düzenini bozduğu" gerekçesiyle yasaklandı. O sırada kimse bu yasağın elli yıl süreceğini tahmin edemezdi.
Tanımadan hayran olduğu Amerika'da bir süre vakit geçirdi. İspanya'ya döndüğünde Cumhuriyet çoktan ilan edilmişti.İlk günlerdeki umut ve sevinç yerini günden güne büyüyen bir iç huzursuzluğuna bırakmaktaydı. Devrimci Sanatçı ve Yazarlar derneğine katıldı, ancak sabırsız yapısıyla saatler süren toplantılara katılması mümkün değildi. Breton'dan İtalyan kömür endüstrisi hakkında bir rapor yazmasının istendiğini duyduğunda ise yanlış yerde olduğundan artık emindi.
Gerçeküstücülükten vazgeçmesi ise nedenleri artıyordu. Tartışmalar, bölünmeler, politik davalar ona göre değildi. O bir politik eylem adamı değildi çünkü. Sessizce girdiği guruptan sessizce uzaklaşmaya başladı. Aslında istediğini yaptığı için başının belaya girmesini kendine sorun etmiyordu. Nitekim Ekmeksiz Toprak'ı çektikten sonra Frankocular onu çoktan vatan haini ilan etti. Yakalanır yakalanmaz Falanjistler'e teslim edileceğini bildiği halde bir yıl sonra belediye nikahıyla evlendi. Aile kavramına karşı olduğu için karısının ailesinin gelmesini yasakladığı ve sokaktan çevirdikleri kişilerin tanıklık yaptığı nikahtan sonra da atlayıp sohbet etmek için Aragon'un yanına gitti.
Evlenmesi aşık olmasına engel değildi, ancak vurulduğu ve kırlarda elini tutmaktan öteye gitmediği yarı yaşındaki figuran bir kızın, evde annesi yan odada otururken fuhuş yaptığını öğrendiğinde kendini aptal gibi hissetti. Kıza metresi olması teklifinde bulundu. Ardından arabayla kentin iki kilometre dışına çıkıp orada bıraktı kızı. Hayatının aşkı, yaşadığı hayal kırıklığı ile hayatının figüranına dönüşmüştü.
Kendisinin de içten içe kaynayan Franco Ispanyası'nda giderek bir figürana dönüştüğünün farkındaydı. Önce oğlu ve karısı Paris'e gitti ardından kendisi, iç savaş bitene dek Paris'te kaldı. Sonra ikinci kez baba ve her işi yapmaya hazır olduğu Amerika'ya gitti. Burada finanse edilen ve çekilen Robinson Cruose'dan Onbin dolar geçti eline. Kazandığı parayı küçümsemiyordu, para için iş yapmıyordu çünkü. "Bir dolar için yapmadığımı, bir milyon dolar için de yapmam" diyordu.
Koyduğu kurallar ve kendini güvende hissetme ihtiyacı, onu pek de ilgisini çekmeyen Latin Amerika'ya sürükledi. İşçisinden yazarına, işsizinden bilim adamına sürgündeki İspanyollar'ın sığındığı Meksika'ya. Hayatını işini yaparak kazanmak ve ailesini bu yolla geçindirmek, üstesinden kolay gelebileceği bir şey değildi. Bu ülkede çektiği sayısı yirmiyi bulan filmlerinin tamamıyla barışık olmamasının nedeni de buydu zaten. Neyse ki annesi hatırı sayılır bir miktar para gönderiyordu her ay.
Yemeğini erken yemeyi, erken yatıp erken kalkmayı, kuzeyi, soğuğu, yağmuru, yağmur sesini, barları, alkolü, tütünü, küçük aletleri, becerikliliklerine imrendiği işçileri, cüceleri, dakikliği, örümcekleri, yalnızlığı, karayılanları ama özellikle de sıçanları, Rus edebiyatını, operayı, üst baş değiştirip durmayı çok sevdiğini söylüyordu Meksika'da azan siyatiğinden yakınırken.
Bireyleri olayları rakamlara indirgeyen istatistiklerden, gerçekleri saklayanlardan, süslü Meksika şapkalarından, kalabalıklardan, reklamlardan, politikadan, basın fotoğrafçılarından, çok bilenlerden, konuşurken bilimsel jargondan vazgeçmeyenlerden, büyük yemek davetlerinden nefret ediyordu. Yetmişbeş yaşına kadar nefret ettikleri arasında yaşlılık yoktu. Artık kadınları arzulamıyordu, deniz kenarında bir ev ya da Rolls-Royce sahibi olmaya özenmiyordu. Altmışına iki kala işitme yeteneği ağır ağır körelirken Meksika vatandaşlığına kabul edildiği için mutluydu.
Yetmiş yedisinde çektiği Arzunun O Belirsiz Nesnesi'den sonra kabuğuna çekildi, televizyon izlemedi, kalabalık ve trafikten ürktüğü için sinemaya gitmedi. Her sabah bir fincan kahve içtikten sonra bir kaç dakika jimnastik yapmayı alışkanlık haline getirmişti. Ve mezartaşına düşecek 23 Haziran 1980 gününe aylar kala, ölümün neye benzediğini düşünmekten kendini alamıyordu.
Neler olup bittiğini artık bilemeyecek olmak , sürekli değişen bir dünyadan bir dizinin ortasından koparılıp alınır gibi alınmak korkutuyordu onu. On yılda bir ölüler dünyasından uyanıp gazete bayiine gidip birkaç gazete alabilmeyi diliyordu olmayan tanrısından: "Başka bir şey dilemezdim.Koltuğumun altında gazetelerim, soluk benzimle, duvarların dibinden usulca geçer, mezarlığa dönerdim. Yeniden uykuya dalmadan önce, dünyadaki felaket haberlerini okur, sonra da mutlu bir şekilde güven verici sığınağımda yeniden uykuya dalardım..
Kaynak: K Dergisi-Pelin Özgür
Kitap
Luis Bunuel-Son Nefesim
Hayatını anlatan otobiyografik kitabı "Mon Dernier Soupir", “Son Nefesim” ismiyle ülkemizde de yayımlandı.
Yayınevi: İmge Kitabevi Yayıncılık
Çeviren: İlkay KURDAK
Kapak, Resimleyen: Murat ÖZKOYUNCU
Basım Yeri, Tarihi: İstanbul 2005 / Kasım
Sayfa Sayısı: 363
Luis Bunuel'in kitabında beni etkileyen şey, birçok ülkeye ve birçok kültüre yayılmış bu uzun yaşamın içerdiği zenginlik ve çeşitlilik olmuştur. Bir yaşam ki ortaçağdan modern zamanlara dek ulaşmış. Gerçeküstücülükten geçen, İspanya İç Savaşı'nı yaşayan, oradan Hollywood'a ve Meksika'ya kadar uzanan bu yaşam, yalnızlık ve nüktelerle sürmüş, dostluk ve düş gücüyle sarmalanmış. Kimi zaman melankolik de olabilen bu iyimser ermişin bakışı, günümüzün en keskin ve en derin bakışlarına açık kalabilmiş.
Kitapta bana ilginç gelen bir başka şey de, pikaresk bir İspanyol romanı gibi, hayatını molaların ve anekdotların tadını çıkararak, keyifli bir şekilde geçirmiş olması... Ama bir an gelir, ansızın durur Luis ve yolunun üstündeki bir ağacın dibine oturarak, önemli şeylerden söz etmeye koyulur: Şarap, Tanrı, düşler ve ölüm gibi. Sonra kalkar ve güneşin aydınlattığı yoluna devam etmeye koyulur.
Yaşadığı çalkantılı yüzyılda, kimi zaman muzırlıkları da olan şaşırtıcı bir serüveni sergileyen bu kitap, daima geçerli olmuş kalıcı bir yanıtı da içermektedir:
Yaşamın dizginlerini elimizde tutabilmemiz için ihtiyacımız olan tek şey, sağlam moral değerlere sahip olmamızdır.Peki ama, bizi biz yapan unsurlar nelerdir? İşte, bu ezeli ve ebedi soruya yanıt olabilecek bir girişim. Bu kitap, herkesin yaşamında olduğu gibi, rastlantı ve özgürlük arasında dengesini bulmuş bir yaşam serüveninin gizlerine ve yazgısına tanık ediyor bizi...
( J. C. Carriere)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
your blog is feel good......
YanıtlaSil