20 Ekim 2015

Elias Canetti

















Hiçbir kitaptan bu kadar alıntı yapmamıştım, ama benim suçum değil, alıntı yapmamı tetikleyen şey Kafka hakkında yazdığı bir anektot oldu..Yazıyorum hemen:

Kafka, yazarlara özgü büyüklenmelerin tümünden gerçekten yoksundur, hiçbir zaman övünmez, övünmeyi beceremez. Kendini küçümser ve hep küçük adımlarla yürür. Adımını nereye atsa, altındaki zeminin güven verici olmaktan uzaklığını  hisseder. Kimseyi taşımaz, insan onunla birlikte olduğu sürece, hiçbir şey tarafından taşınmaz. Böylece Kafka, yazarların aldatmacalarından ve göz boyamalarından feragat etmiş olur. Yazarların onun çok iyi duyumsadığı parıltıları kendi sözcüklerinde yitirilmiştir. İnsan onun küçük adımlarına ayak uydurmak  zorundadır ve bu yüzden alçak gönüllü olur. Yeni edebiyatta insanı bunca alçak gönüllü  kılan bir başka şey yoktur. 

Kafka, tüm yaşamların şişirilmişliklerini aza indirger. İnsan onu okurken iyileşir, ama bundan ötürü gurur duymaz. Vaazlar onlardan etkilenenleri gururlandırır, Kafka ise vaazdan feragat eder. Babasının buyruklarını başkalarına  iletmez; en büyük yeteneği olan tuhaf bir tutukluk konumu ona, babalardan oğullara sürekli uzatılan buyruklar zincirini kesme olanağını kazandırır. Kafka,kendini buyrukların zorbalığından kurtarır; buyrukların güçlü ve hayvansı yanı onu hiç etkilemez. Ama öte yandan buyrukların içeriğiyle yoğun düzeyde ilgilenir. Buyruklar, onda düşünceye  dönüşür. 


Bütün yazarlar arasında Kafka, iktidar mikrobunu hiçbir biçimde kapmamış tek kişidir: herhangi bir biçimde kullandığı bir iktidar da yoktur. Tanrıyı babacanlığının son kalıntılarından da soymuştur. Geriye yalnızca yaşamın yaratıcısının istemlerine değil, doğrudan yaşamın kendisine ait düşüncelerden örülme, sık ve parçalanamaz bir ağ kalmıştır. Öteki yazarlar Tanrıya öykünürler ve birer yaratıcı gibi davranırlar. Asla bir Tanrı olmak istemeyen Kafka, asla bir çocuk da olmaz. Bazılarının onda korkutucu buldukları ve beni de tedirgin eden yanı, onun değişmez yetişkinliğidir. Kafka, buyruk vermeksizin, fakat oyun da oynamaksızın düşünür..."

Bu anektodu okuduktan sonra Kafka'yı okumamazlık edemez bence insan..Diğer alıntıların da bazılarını renkli yazdım nedenini okuyunca anlayacaksınız..çünkü okuduğunuzda; "ya kimin aklına gelir bu düşünceler" diyeceksiniz.

Elias Canetti (1905-1994)

Modernist romancı, oyun yazarı, anı ve kurgusal olmayan düzyazı yazarı. Eserlerini Almanca yazan Canetti, "geniş bir bakış açısı, fikir zenginliği ve sanatsal güç ile işaretlenmiş yazıları için" 1981 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazandı.
25 Temmuz 1905'te, Rusçuk'ta (Bulgaristan) yahudi bir ailenin çocuğu olarak doğan Elias Canetti, 1905'ten 1911'e kadar ailesiyle Rusçuk'ta yaşamıştır. Daha sonra aile İngiltere'ye taşınmış, babanın 1912 yılında vefat etmesiyle ise Viyana'ya gitmişlerdir. Viyana'da aile yeni bir hayata adım atarken, Canetti Ladino, Bulgarca, İngilizce ve biraz da Fransızca konuşabiliyordu. Fakat, sadece 7 yaşındayken geldiği Viyana'dan itibaren genellikle kullandığı dil Almancadır. Gelecekte kaleme alacağı önemli eserlerini de Almanca yazmıştır. Viyana'dan da taşınarak aile sırasıyla Zürih ve Almanya'da yaşamıştır. 1924 yılında Canetti Almanya'da liseden mezun olur ve kimya eğitimi görmek için aynı yıl Viyana'ya gider. Viyana'da geçirdiği yıllarda ise ömür boyu en büyük tutkusu olacak edebiyatla ilgilenmeye başlar. Viyana Üniversitesinden 1929 yılında kimya lisansını tamamlayarak mezun olur. Daha öğrenciyken yazmaya başlamış ve Viyana'daki edebiyat çevrelerine girmiştir.

1930’ların başlarında ABD’li yazar Upton Sinclair’in yapıtlarını Almanca’ya çevirdi. 1934’te kendisi gibi yazar olan, 1963’te kaybedeceği Veza Taubner ile evlendi. Bu arada Hochzeit (Düğün) ve absürt tiyatronun ilk örneklerinden olan Die Komödie der Eitelkeit (Kibir Komedisi) adlı oyunları yazdı. 1967’de Viyana’da sahneye koyulan Die Befriesteten (Sayılı Gün) insanın öleceği zamanı tam olarak bilmesi durumunda ne olacağını sorusunu soruyordu. Nazilerin Avusturya'yı işgal etmesinden çok kısa bir süre önce Paris'e, Paris'ten de Londra'ya geçti. Hayatının büyük bir bölümünü İngiltere'de geçirdi. 1970'lere kadar yaşadığı İngiltere'den 1952 yılında vatandaşlık kazanmıştır. 1971’de ikinci evliliğini yapacağı, restoratör Hera Buschor’un işi gereği sık sık geldiği İsviçre’de de bir ev edindiyse de, bu döneme kadar İngiltere dışına hemen hiç çıkmadı. Yazarın Hera Buschor’dan bir kızı olduğunda yaşı altmış sekizdi. Hayatının son 20 yılını Zürih'te geçirdi ve 1994 yılında aynı kentte öldü. Elias Canetti, vasiyeti üzerine ünlü yazar James Joyce'unkinin yanına kazılan bir mezara gömülmüştür.


Başlıca eserleri

Körleşme

Elias Canetti'nin yaptığı ilk tasarılarda sekiz romandan oluşacak ve -Balzac'ın Comedie Humaine'inden esinlenerek- Comedie Humaine an Irren (Türkçe: İnsanlığın Yanılgılar Komedisi) adının taşıyacak bir roman dizisi yazmayı öngörmüştü. Ancak çalışmaları ilerledikçe bu sekiz romandan biri üzerine yoğunlaşan Canetti, kitabı 1930-1931'de yani bir yıllık bir sürede ve henüz 26 yaşındayken tamamladı. Kitap 1935’te Viyana'da yayınlandı ve kısa bir süre sonra Nazi yönetimi tarafından yasaklandı. Roman yayımlandıktan sonra birçok edebiyat otoritesinin ilgisini çekmiş ve İngiltere, Fransa ve Amerika'da yoğun ilgi görmüştür. Gariptir ki, Almanca kaleme alınmış bu eser Almanya'da uzun süre ilgi görmemiş, ancak 1963'deki üçüncü baskısıyla hak ettiği üne kavuşabilmiştir. Uygarlığın yıkılışıyla insanoğlunun aşağılanması, romanın konusunu oluşturur.[1] Körleşme, “dehşet”in romanıdır. “Yüzyılı gırtlağından yakalamaya çalışan” bu eserde Canetti, ontolojik yabancılaşmayı ve seküler dünyanın mekanik dinamiklerini romanın kahramanı, döneminin en ünlü sinoloğu olan Prof. Kien ile serimlemeye çalışır. Kendini insanlardan tamamıyla soyutlamış, insanları değersiz ve küçük gören, Viyana’da 25 bin kitabı ile beraber yaşayan, “odası dünyası kadar büyük” olan Prof. Kien’in tek tutkusu kitapları ve bilimdir. Özellikle kadınlardan nefret etmesine karşın, nasıl oluyorsa, hayatına son derece sıradan, cahil, açgözlü ve bencil bir hizmetçi kadın girer; Therese... Profesör, bu kadından kurtulmaya çalışırken, sineklerden bile değersiz bulduğu, yaşama haklarını bile fazla gördüğü insanların oyuncağı olur ve yıkıma sürüklenir.

Kitle ve İktidar

Canetti "kitle" olgusu ile ilgilenmeye daha 1925 yılında karar vermiştir. Daha sonra 1933 yılında Hitler'in Almanya'da iktidara gelmesi, Canetti'nin 1925'den beri ilgilendiği "kitle" olgusuyla "iktidar" olgusu arasındaki olası ilişkileri düşünmesine ve çözümlemeye çalışmasına neden olur. Kitle ve iktidar üzerine olan fikirlerini "Kitle ve İktidar" (Masse und Macht) ismiyle 1960 yılında yayımlamıştır. Kitabın ilk yarısı kitlenin değişik türlerinin dinamiklerinin çözümlemesine ayrılır. İkinci bölüm ise kitlenin yöneticilere neden ve nasıl itaat ettiği üzerinde yoğunlaşır. Canetti Hitler’i hükmettiği kitlenin büyüklüğünden başı dönen paranoyak bir yönetici olarak sunar. Yahudilere yapılan zulmü Almanya’nın enflasyon deneyimiyle bağlantılandırmaktadır.

 

Türkçedeki Kitapları

-Kitle ve İktidar, çev. Gülşat Aygen
-Körleşme, çev.Ahmet Cemal
-İnsanın Taşrası 1942-1972, çev. Ahmet Cemal,
-Saatin Gizli Yüreği 1973-1985, çev. Ahmet Cemal
-Sözcüklerin Bilinci, çev. Ahmet Cemal
-Edebiyatçılar Üzerine, çev. Gürsel Aytaç
-Ölüm Üzerine, çev. Gürsel Aytaç
-Hayvanlar Üzerine, çev. Levent Konca
-Marakeş'te Sesler, çev. Kamuran Şipal
-Öbür Dava, çev. Kamuran Şipal
-Kurtarılmış Dil, çev. Şemsa Yeğin
-Kulaktaki Meşale, çev. Şemsa Yeğin
-Gözlerin Oyunu, çev. Şemsa Yeğin
-Elli Karakter, Kulak Misafiri, çev. Şemsa Yeğin

       

Ödülleri 

1949-Foreign Book Prize
1966-Viyana Ödülü
1967-Critics Prize
1967-Great Austrian State Prize
1969-Bavarien Academy of Fine Arts Prize
1972-Bühner Ödülü
1975-Nelly Sachs Ödülü
1979-Order of Merit
1980-Europa Prato Ödülü
1980-Hebbel Ödülü
1981-Nobel Edebiyat Ödülü
1981-Kafka Ödülü
1983-Great Service Cross

İnsanın Taşrası 



Elias Canetti "Notlar"ıyla dünya edebiyatında kendine özgü bir yazın türü yaratmıştır. Yazar, İnsanın Taşrası adını verdiği ve 1942-1972 yılları arasındaki notlarını içeren kitabında, yaşadığı dünyada herkesten ve her şeyden önce kendi kendisiyle en maskesiz tarzda hesaplaşmayı etik bir ilkeye dönüştürür.

Canetti'nin aslında bütün yazdıkları gibi, "Notlar"ı da, giderek daha çok körleşen bir dünyada bilinçli yaşamaya çalışan insanoğlunun bakışlarını yitirmemesi için verilmiş en soylu savaşımlardan birini belgeliyor. Ne de olsa "içinde yaşadığımız dünyanın durumunu göremeyenin o dünya üzerine yazacak hemen hiçbir şeyi yoktur…"

Elias Canetti’nin, İnsanın Taşrası ve Saatin Gizli Yüreği adlı yapıtı 1942-1972 yılları arasında yazdığı notlarından oluşmaktadır. Bu notlar dünyada var olan her şeye dairdir. 2 cilt olarak yayımlanan yapıttta Elias Canetti, notlar için şöyle diyor:

“Notlar, insanın içinden geldiği gibi kaleme alınan, birbirleriyle çelişen yazılardır. Kimi zaman dayanılmaz bir gerilimden, ama çoğu kez de aşırı bir hafife almaktan kaynaklanan esintileri içerir… İnsan çok yönü, binlerce yönü bulunan bir varlıktır -en büyük şansı ve mutluluk kaynağı da budur ve insan ancak belli bir süre sanki böyle bir varlık değilmiş gibi yaşayabilir.

“Bu notların güçlüğü –dürüst ve tam olmaları öngörüldüğünde– kişisel olmalarından kaynaklanıyor. İnsan, özellikle kişisel olandan uzaklaşmak istiyor; sanki daha sonra artık değişmeyeceğinden korkarcasına, kişisel olanı kâğıda dökmekten korkuyor. Gerçekte ise insan bir kez yazdıktan sonra rahat bıraktığı takdirde, her şey pek çok yoldan değişime uğramayı sürdürüyor.” İnsanın Taşrası bir böbürlenme metni değil; bir ayıklık, bir bilinçlilik metni.

Son olarak Yazarın Kitle ve İktidar’ı kaleme alırken-30 yılda ancak bitirebilmiştir bu kitabı ve yazarken kendine yasaklar koymuştur, başka birşeyle ilgilenmemesi için, fakat bir süre sonra buna dayanamayıp bir kenara o an kafasından geçen düşünceleri not şeklinde bir yerlere yazmıştır-bu kitap onun bu süre içinde tuttuğu notlardan oluşmaktadır..

Sayfa Sayısı: 394
Sel Yayıncılık 


















Alıntılar

1942

Özgürlük sözcüğü önemli bir gerilimi, var olanlar arasında belki de en önemli gerilimi dile getirmeye yarar.  İnsanoğlu hep çekip gitmek ister; gidilecek yerin adı olmadığında, bu yer belirlenemediğinde ve sınırları da görülemediğinde, özgürlük diye adlandırılır...


Yalnızca bir resim, birinin bütünüyle hoşuna gidebilir, ama insan, asla. Meleklerin kökeni budur...


Bilmek, yalnızca iktidar sahibi için bir silahtır: bilge kişinin ise silahlar kadar nefret ettiği başka bir şey yoktur. Bilge, tanıdıklarından daha çok sayıda insanı sevme isteğinden ötürü utanç duymaz: ve bilge, haklarında bir şey bilmediği insanlara asla tepeden bakıp kendini onlardan ayrı tutmayacaktır.


Günler birbirinden ayrılır, fakat gecenin tek bir adı vardır...


Kanıt, düşüncenin doğuştan var olan talihsizliğidir... 


Tarihe karşı pek çok girişimde bulunulmuştur, ama ondan kaçılamaz. Tarih, dünyayı tutsak etmiş dev bir yılandır. Tarihin değişik dillerde nasıl hep aynı buyruğu verdiğine tanık olmak, dayanılır gibi değildir. Tarih, aslında herkesi utandırması gereken en utanılası inanç biçimlerini bile ne kadar eskiye dayandıklarını kanıtlayarak hayatta tutar...


Bir bütün olarak insanlık, bir daha asla daha azıyla yetinemeyecek...


En düşmüş insan, bütün dilekleri yerine gelmiş olan insandır...


Adem ile Havva 'nın üstüne yılanı saldırtan, Tanrının kendisiydi ve her şey, yılanın Tanrıyı ele vermemesine bağlıydı. Bu zehirli hayvan Tanrıya bugüne kadar sadık kaldı... 


Aslında insanın çeşitli dilleri olmalıydı: Biri annesi için kullandığı, sonradan bir daha asla konuşmadığı dil; yalnızca okuduğu, ama yazmaya asla cesaret edemediği bir dil; dua ettiği ve tek kelimesini bile anlamadığı bir dil: hesap yaptığı, yalnızca para sorunlarına ait bir dil; (mektupların dışında) yazmak için kullandığı bir dil; yolculukla kullandığı dil, bu dilde mektuplarını da yazabilir... 


Bir adam, dünyadaki bütün yaprakları saymaya girişiyor. İstatistiğin özü...


Korku vermek istemiyorum, dünyada bundan daha çok utandığım bir şey yok. Korkulmaktansa nefret edilmeyi yeğlerim...


Birbirinizin karşısına çıplak çıkmak zorunda olsaydınız, birbirinizi gırtlaklamak daha zor gelirdi. -Şu öldürücü üniformalar! 


Son Yahudinin kökü kurutulduktan sonra da hala hayatta kalan Yahudiler olmalı... 


Şu  zavallılar! Asıl önem taşıyanın, paraya o gereksinildiği zaman da değer vermemek olduğunu nasıl anlayabilirler ki! 


Bir daha asla davranamayacağın biçimde davran...

Başarılı insan yalnızca alkışları duyar. Bunun dışında sağırdır... 


Bugüne kadar iktidara, o iktidarı kendisi için istemeden saldıran bir insan duymadım; bu türün en tehlikelileri ise dini bütün ahlakçılardır...


Köpeklerin kendi aralarındaki korkunç yaşamları: En küçüğü bile en büyüğüne yaklaşabilir, ve koşullar uygunsa yavrular doğar. Köpekler, bizlerden çok daha fazla devler ve cüceler arasında yaşarlar, ama bunlar onların türündendir ve aynı dili konuşurlar. Karşılaşamayacakları yoktur! En tuhaf karşıtlıklar çiftleşmeye  çalışırlar! En kötüden hem alabildiğine korkarlar, hem de kendilerini onun çekiciliğine kaptırırlar! Ve tanrıları hep yakındadır, bir ıslık, ve ardından simgesel yüklerin daha katı dünyasına geri çekiliş. İnsan çoğu kez şeytanlarıyla, cüceleriyle, ruhlarıyla, melekleriyle ve tanrılarıyla gözümüzde yaratmış olduğumuz bütün bir dinsel evrenin köpeklerin gerçek yaşamından alınmış olduğu izlenimine  kapılır. İster çok çeşitli inançlılıklarımızı köpekler aracılığıyla sergileyelim, ister ancak köpeklerle dostluk kurduğumuzdan bu yana insana dönüşmüş olalım -her durumda aslında ne yapmakta olduğumuzu onlardan okuyabiliriz, ve çoğu efendinin bu bulanık bilgiye ağızlarından düşürmedikleri tanrılara duydukları şükrandan çok daha fazlasını duydukları varsayılabilir... 


Bir zaman gelecek, insanoğlu ancak müziğin sayesinde işlevlerin oluşturduğu ağın daracık deliklerinden  geçebilecek: bu nedenle, müziği güçlü ve el değmemiş bir özgürlük dağarcığı niteliğiyle korumak, gelecekteki düşünsel yaşamın en önemli görevi olmalıdır. Müzik, elimizde onun dışında yalnızca ölü bölümlerinin bulunduğu insanlık tarihinin gerçekten yaşayan yanıdır. Ondan bir şeyler almaya gerek yoktur, çünkü müzik zaten hep içimizdedir: onu yalnızca dinlemek, yeterlidir, yoksa  öğrenmek boşuna olur...


Yoksul için umut olan, zengin için mirastır...












1943

Kendini her an değiştiren bir gelecek...

Gün gelecek, eski yolculuk yazıları en büyük sanat eserleri kadar değer kazanacak; çünkü yeryüzü, bilinmediği sürece kutsaldı ve bir daha da asla öyle olamayacak.. 


Bin yıllık imparatorluklar olmuştur: Platon'un, Aristoteles'in ve Konfüçyüs' ünkiler...


Tarihçilerin bir olaya, sırf o olay bir kez oldu diye duydukları saygıdan, sonradan geliştirdikleri, birer taklitten başka bir şey olmayan ölçütlerinden, her iktidar karşısında yerlerde sürünen acizliklerinden nefret ederim. Ah bu saray uşakları, dalkavuklar, hep her şeye ilgi duyan  hukukçular! Aslında yapılması gereken, tarihi paramparça etmektir, hem de öyle ki, tarihçilerden oluşma bütün bir arı kovanı bile o parçaları sonradan bulamasın...


Rüzgar, uygarlıkta özgür olan tek şey...


İnsan, içindeki çok sayıda gülünç insanı iyi tanır tanımaz bir ülkeyi sever...


İlençleri incelemek, en eski ilençleri, en sapa ilençleri;  daha neler yaşanacağını bilebilmek için...


İnsan, melankoliklerin kendisini korkutmasına meydan vermemeli. Onların çektikleri, bir tür alışılagelmiş hazımsızlıktır. Sanki kendileri yenilip yutulmuşlar da, yabancı bir mideye oturmuşlar gibi yakınırlar. Böylece onlardan dile gelen, aslında kendi midelerinde bulunandır; tuzağa düşürülmüş kurbanın sesi, ölümü baştan çıkarıcı kılar. "Gel bana," der, "benim olduğum yerde çürüme var. Çürümeyi nasıl sevdiğimi görmüyor musun? " Ama aslında çürüme de ölür, ve ansızın iyileşen melankolik, kolayca ve aniden ava çıkar...


İnsan hiçbir zaman dünyayı daha iyi kılmaya yetecek kadar üzülemiyor. Çünkü karnı çok çabuk yeniden acıkıyor... 


Mutluluk: Bütünlüğünü huzurlu bir biçimde yitirmek, ve her duygu kıpırtısı gelir, susar ve gider, ve vücudun her yanı kendi başına kulak kabartır... 


Eksik olan hayvanlar: İnsanın yükselişi yüzünden oluşmaları engellenmiş türler...


Hıristiyanlık, eski Mısırlıların inançları karşısında bir gerilemedir .Çünkü Hıristiyanlık, bedenin çürümesine izin verir ve çürümesine ilişkin tasarımlarla onu aşağılar. - Mumyalama, ölen kişi kendini yeniden hayata döndürtmediği sürece onun gerçek zaferidir...


Bütün cümlelerin en korkuncu: Birinin "zamanında"  öldüğünü söylemek... 


Mahşer gününde her kitle mezarından tek bir canlı ortaya çıkacak. Ve Tanrı, sıkıyorsa bu canlıyı yargılasın! 


Ölülerin artık ölmeyen ilk insan için döktükleri sevinç gözyaşları...


İnsanın ne kadar çok bilgiyi yaşamına asla sığdıramayacağını düşünmek bile neredeyse dayanılmaz bir şey. Fakat insanın bu bilgiyi kendisinin dışlamaya koyulması, bütünüyle olanaksız... 


İnsan, tek bir insanda tüm dünyanın mutsuzluğunu yakalayabilir, ve o insandan vazgeçmediği sürece hiçbir şeyden vazgeçilmiş değildir, ve o insan soluk aldığı sürece dünya da soluk alır... 

1944

İnsanlığın kendi kendini yıkıma sürüklemesini durduran bir Kutsal Kitap, nasıl olurdu acaba? 


Artık  konuşmamak, sözcükleri hiçbir şey söylemeden yan yana dizmek ve onları seyretmek...


Okumanın çok anlamlılığı: Harfler, karıncalar gibidir ve kendi gizli devletleri vardır...

Tek başına bir cümle, henüz temizdir. Ama hemen bir sonraki cümle onu bir şeylerden yoksun kılar... 


Acıya karşı duyulan kuşku: Acı, hep kendi acımızdır...


Bir Mısırlı bir Çinliye rastlıyor ve bir mumya karşılığında onun atalarından birini alıyor...


1945

Bir insana yapılabilecek en büyük kötülük, yalnızca onunla ilgilenmektir... 


İnsan, eşzamanlı olarak birden çok kişiyi tutkuyla isteyebilir; bunlardan her biriyle durum  sanki o kişi biricikmiş gibi olur, ve hiçbiri ne korkudan, ne çabadan, ne öfkeden, ne de üzüntüden esirgenir, ve kimi zaman tamamı öyle yoğun bir şiddete erişir ki, insan sanki birden çok kişiye aynı zamanda davranıyormuş, her birine kendine göre, ama yine de hepsine eşzamanlı davranıyormuş gibidir, ve bunun nereye varacağını da kimse bilemez... 


Tanrıların ölmeleri, ölümü daha da küstah kılıyor...


En güç olan: İnsanın zaten bildiği bir şeyi hep yeniden keşfetmesi...


Henüz eksik olan bir buluş: Patlamaları geriye döndürebilmek... 


Birine şöyle demek, çok güzeldir: Seni hep seveceğim. Ama insan bir de gerçekten böyle yaparsa! 


En çok şey, en eksik insandan öğrenilir. İnsan, onda eksik olanı ona borçludur. O olmaksızın bu borç asla değerlendirilemez. Ama uğruna yaşanılan da işte bu borçtur...


Bir Çinli, Cambridge'de bir Oidipus Kompleksi çalıyor ve daha sonra onu Çin'e kaçak  sokuyor...


Çinlilerin dinsel metinlerinde insan kendini, çocukluğunda olduğu gibi, tümüyle yuvasında hisseder; bu metinlerde gökyüzünden çok sık söz edilir...


Birbirlerini çok sevenler, kimi zaman birbirlerine işleyemecekleri kesin olan suçları yakıştırırlar. Sanki birbirlerine en kötü şeyleri borçludurlar ve hiçbirinin bunu eyleme dönüştürme girişiminde bulunmamasından nefret ederler. "Benden bir şey çaldın"ın altında sanki yalvarırcasına dile getirilmiş bir; "Neden çalmıyorsun?" sorusu vardır.

"Beni  yıktın!" söylemi, "Artık beni yık!" söylemini içerir. "Beni öldürdün!" sözü ise, içten  gelen : "Öldür beni! Öldür beni! duasının yerini tutar...


Sonsuzlukta her şey başlangıçtadır, mis gibi kokan sabahtır...


Tarihin huzur verici yanı, yanlışlığıdır. Tarih, tarih üzerine anlatılan bir hikayedir, çünkü eğer hakikat bilinseydi! 


Arzuların alıştırması olarak dua etmek eylemi...


İnsanların kendileri yerine  anılarını hayatta tutma girişimleri, hala insanlığın bugüne kadarki en büyük başarısı... 


O kadar çok vaaz verdi ki, artık hiçbir şeye inanmıyor. - İnsan kendi inancından, onu tehlikeye düşürmeden ne  kadar emin olabilir? Oran bulunmalı... 


Son hayvanlar insanlardan merhamet diliyorlar. Aynı anda insanlar havaya uçuyorlar. Hayvanlar hayatta kalıyorlar. - Hayvanların bizden sonra hayatta kalabileceklerini düşünmekten vahşice zevk almak...


Kadın, erkeğin her şeyi bilmesini istiyor; ama onun her şeyi bilmesi, kadın için tehlikeli olabilir. Erkeğin ona gerçekten tümüyle güven duyduğu sayılı günlerde kadın, bir sözcükle onu kuşkunun tedirginliğine sürüklüyor. Böylece onun sonunda yine de her şeyi öğreneceğini umut edebilir. Erkeği aldatmayı kaldırabiliyor, ama onun bilmemesini kaldıramıyor: Çünkü kadına yaşama gücünü, dolayısıyla da onu aldatabilme gücünü veren şey, erkekte varsaydığı sınırsız bilgi... 


Kadınlar arasında peşinden koşan ya da kaçan değil, bekleyen zafere ulaşır...


Dünyada olup biten her şey, insan üzerine birbirine karşı iki temel yargının arasında gerçekleşmekte: 
      1.Herkes, henüz ölümü hak etmeyecek kadar iyidir. 
      2.Herkes, ancak ölümü hak edebilecek kadar iyidir...
















1946

Dünya, az sayıda birkaç öykü ile yönetilebilir olmalıydı. Ama bunlar, doğru öyküler olmalıydı: insan onları asla birbirleriyle karıştırmamalıydı; ve başka pek çoğunu, büyük çoğunluğunu da anlatma hakkına asla sahip olmamalıydı. -Yazarın kör inancı...

Söylemesi ne kadar kolay: Kendini bulmak! Ve gerçekleştiğinde, insan için ne kadar korkutucu!


Kirpikler yorgunluktan hafiften hışırdayana kadar okumak...


Bazen kendinden nefret etmek, iyidir, ama çok sık değil: çünkü aksi takdirdeinsan bu kendine duyduğu nefreti dengeleyebilmek için yeniden başkalarından çok fazla nefret etmek ihtiyacını duyar... 


Güzelliğe kendini çoğaltma gücü verilmiştir; böylece o bile ölür... 


Gerçek Don Kişot, yani eşsiz bir çılgın, ancak sözcüklerle, salt sözcüklerle bir kadının tutkusuna karşı savaşıma giren biri olabilirdi. Kadın, bu tutkuyu başkalarında bulur. Onu daha önce sevmiş olan ve onun yeni tutumunu içine sindiremeyen çılgın ise, bu tutumla sözcükler aracılığıyla savaşmaya karar verir. Kadını gerçekten yakalanabilecek noktasından yakalamayacak ve ona daha büyük bir tutkuyu sunamayacak kadar gururludur. Kadına vcnnek istediğini, onun için bulduğu sözcüklerin kalıbına döker. Kadın kısa zamanda onun okyanusunda yüzmeyi öğrenir, orada rahattır ve çılgının doğasının bir yaratığıdır; ama kıyı mağaralarındaki yaşantılarının izini sürmekten onu hiçbir şey vazgeçiremez. Kadını daha da açılması için yüreklendirir; kadın hep karaya, daha sonra da geriye, ona yüzer. Çılgın, denizi büyütür, kadın da adalar icat eder. Çılgın, adaları su altında bırakır, kadın ise dalmasını öğrenir ve aşk yatağını denizin dibine yerleştirir. Tutkusunun etkisiyle Poseidon'a dönüşen çılgın, denizi sarsar ve kadının yatağını parçalar. Kadın, içlerinde sevişilebilecek balıklar bulur ve sevgilisini kendisiyle birlikte yutulmaya razı olması için ikna eder. Bunun üzerine çılgın, sözcüklerin denizini kurutmaya karar verir. Artık deniz yaratmaz, susar, sular çekilir, kadın susuzluk çeker, son sevgili de yitip gider, kadın tek başına susuzluktan kurur. Çılgın, sözcükler olmaksızın her zaman her şeyi yapabilirdi... 


Tersine bir Zeus: Bir kadının aşık olmasını engellemek için düzinelerce tipe dönüşen bir Zeus...


Hayvanların bizde övecek ne bulabileceklerini düşünmek...


Minik tapınaklarını hep yanında taşıyan bir tapılan...


1947

Kendisine her şeyin armağan edildiği bir hırsızın öfkesi...


Tanrının dünyanın onu yaratmazdan önceki haline duyduğu özlem...


Yaratısını gizleyen bir Tanrı. "Ve yarattığı, iyi değildi..."


Bazı insanların karşısında bulunamayan sözcükler, onları terk ettikten sonra  akla  gelir. Bunlar, karşısındakinin varlığının birini sürüklediği şaşkınlıktan kaynaklanmadır. Bu şaşkınlık olmasa, o sözcükler hiç doğmayacaktır; ama hemen akla gelememeleri de o sözcüklerin özü gereğidir. Kanımca yazan yaratan, bu şiddetli, ama geç gelen sözcüklerdir...


Antikçağın insan açısından rahatlatıcı yanı: Modern insan için artık herhangi bir tehdit taşımaması. Tehditleri çok uzun zaman önce düşünülmüş, artık kimsenin soluğunu kesmiyor. Bizler, antikçağın hep çalabileceği birer çalgıyız; o, bizi tanıyor ve doğru çalıyor. Fazla zorlanmaksızın, çok sayıdaki rastlantılarından biri olarak, onun tarafından  düşünüldük. Antikçağ, bizi aşağı görüyor ve artık iktidar tutkunu değil... 


Erkeğin kadına talip olurken ki üç temel tutumu: Böbürlenme, vaatlerde bulunma ve dilenme... 


Eğer insan daha iyi olsaydı, müziği gereksinmezdi. İnsanları müziğe bunca eğilimli kılan nedenlerden biri de onların kötülükleri. Müzik olmasaydı, kendilerine verebilecekleri hiçbir değer kalmazdı. Bir katil, doğru müziği dinleyebildiği takdirde kendini avutabilir. Müzik çalarken bütün yargılar ve değerlendirmeler farklıdır, daha yüksek düzeydedir, farklı içeriktedir, gerçekleşmiştir, insanın düşündüğü her şey daha az ya da daha çok anlamlıdır; özellikle de yeni bağlar olanaklıdır, ve böyle emareler doğrultusunda bu bağlar sanki sonsuzdur... 


İnsanın bedelini ödemek zorunda olmadığı güçlü arzu yoktur. Ama arzunun en yüksek bedeli, gerçekleşmesidir...


Çeviride tek ilginç olan, neyin yitirildiğidir; insan bunu bulabilmek için bazen çeviri yapmalıdır...

Öğrenmenin, sanki insan bu dünyadaki ilk insanmış ve gelecekteki tüm insanların bilgilerini onlar için biriktirmek zorundaymışçasına, anlamsız bir öğrenme tutkusunun üstesinden gelmekten daha zor bir şey yoktur. İnsan, aslında ilk değil fakat son insan olduğu düşüncesine alışmayı bir türlü başaramaz...


İnsanların sevildikleri kadar yaşlandıkları bir kent. Sevmek ve sevmemek karşılıklı olarak birbirini dengeliyor ve sonuç, bir yaşamın süresi açısından belirleyici oluyor... 


İnsan bazen en iyi yanını eski bir gazete gibi sokağa atar; daha sonra oradan geçen biri, bunun okuyamadığı bir dildeki bir gazete olduğunu anlar ve onu daha çok kirletmek için öfkeyle üstüne basar...


Yeniden dirilenlerin ansızın Tanrıyı bütün dillerde suçlamaya başlamaları: Gerçek mahşer günü... 


En aptalca olan şeyler, yakınmalardır. İnsan niçin hep birilerine kızar. Şu ya da bu kişi, hep fazla yaklaşmıştır. Hep bir haksızlık yapmıştır. Böyle bir şey nasıl yapılabilir, ne demektir ve bunun yapılmasına izin verilemez. Bu abartılı saçmalık, insanın kafasının içinde dolanır durur, abartılıdır, çünkü hep bir Ben'e ilişkindir, ve o çerçevede de hep insanın kendi kimliğinin en küçük parçasına, hep yapay olan  bir sınıra aittir. Bu türden yakınmalar, sanki birer bilgelikmişçesine bütün yaşamı doldurur. Bunlar, haşarat gibi ürerler, bitlerden de hızlı çoğalırlar. İnsan onlarla yatar, onlarla kalkar; insanların "iş yaşamları" da sadece bunlardan ibarettir... 


İnsanın parçalanmış bir şeyleri ağzına alması, bunları uzun süre parçalamaya devam etmesi ve sonra aynı ağızdan sözcüklerin çıkması nasıl mümkündür? Beslenme için bir başka deliğin bulunması ve ağzın sadece sözcükler için kullanılması daha iyi olmazmıydı? Yoksa oluşturduğumuz tüm sesler ile, dudakların, dişlerin, dilin, gırtlağın, yani beslenme eylemine hizmet eden her şeyin bu mahrem birlikteliği, dilin ve yemeğin hep beraber olması zorunluluğunu, asla olduğumuzdan daha soylu ve iyi olamayacağımızı, tüm kılıklar içersinde aslında hep aynı korkunç ve kanlı  şeyleri  söylediğimizi, ve ancak yemekte bir şeyler yanlış olduğunda tiksinti duyabildiğimizi mi dile getirmektedir? 

Söylediğin tüm sözcükler, karşındaki kadında bir sivrisinek sürüsüne dönüşüyor; ve onlar sana sivrisinek sokmaları halinde geri döndüğünde, şaşırıyorsun... 


Güvenebileceğimiz insanlar ve birine güvenen insanlar, bir komedi... 











1948

Bir kentte, o kent artık yabancılaşana kadar yaşamak... 


1949

İnsanın yüzsüzlüğü: Sanki tek başınaymış gibi yapıyor...


Muhammed, bütün  peygamberler bağlamında istenilenlerin gerçekleşmesi gibi bir şeydir: O, yasa koyucu ve fiili iktidar sahibi olur, peygamberler ilk kez onunla gerçek iktidara kavuşabilmişlerdir; daha önce hiç kimse Tanrıyı böylesine tutarlı ve başarılı bir biçimde kullanmamıştır. İnanç, Muhammed için itaat etmektir. Öbür dünya için vaat ettikleri, yani Tanrının olanlar konusunda eli açıktır, bir kral kadar cömert olmaktan hiç kuşkusuz hoşlanırdı. Muhammed, kendini Tanrının Peygamberi diye adlandırır: Bu ad, aslında veya daha iyisi, Tanrının Buyruğu olabilirdi. Selefleri arasında yalnızca büyük başarıya ulaşmış olanları, İbrahim'i, Musa'yı ve İsa'yı tanır. Babasını hiç tanımamıştır, başkalarının malına ve mülküne duyduğu saygısı, uslu bir yetim çocuğun saygısıdır; bu saygıyla zengin bir dulla evlenir ve karısı her bakımdan ona tapar. Kabe'de hacıları karşılar, rehber yerine bir peygamberdir, ve kendini oraya konumlandırmayı, Kureyşlilerin oligarşilerinin yerine kendi hükümranlığını  geçirmeyi giderek daha çekici bulur. Medinelilerle yaptığı görüşmelerin daha en baştan  itibaren politik bir yanı vardır, ittifaklarla  kendini güvence altına alır ve doğduğu kente karşı planlı biçimde savaş hazırlığı yapar. Muhammed'in mezarlara duyduğu ilgi: Kendisini öldürecek olan hastalığı da mezarların  arasında kapar. Cesetler, onu dirilme nesneleri olarak ilgilendirir. Mahşer Günü, onun için iktidarın en yoğun özeti ve odaklanmasıdır. Herkes yargılanacak ve herkes hakkında hep karar verilecektir. Kesin karar  vermenin nesnesi olarak Mahşer  Günü, düşünülebilecek en büyük kitledir...


Eski Keltlerde savaşçılarla ölüler arasındaki yığın ilişkisi için somut bir söylem vardı. Savaşa gittiklerinde, her erkek eline bir taş alır ve ötekilerle birlikte onu bir yığına atardı. Savaştan geri dönüldüğünde, her erkek yeniden bir taş alırdı: Bunu yapamayan şehitlerin taşları ise olduğu yerde kalırdı. Böylece ölüler için kendiliğinden taştan bir anıt oluşurdu. Geri dönenlerin böylece savaşa gitmiş olanların sayısından çıkarılması, ölüler yığınına ilişkin ilginç bir duyguyu dile getirmektedir: Savaş alanında veya düşman saflarında kalmış olanların yerini taşlardan oluşma bir anıt almıştır... 

Tanrı bir yumurtadan çıkmadır, ve onu yumurtlayan da filozoftur...


Kulaklarıma en iğrenç gelen şive, tokluğun şivesidir...


Kovalar dolusu sevgi, ve herkes onları birbirlerinin kafasından aşağı boşaltmakta...


Bir adam şöyle dedi karısına : "Yağmur yağıyor, güzel düşlere dalmak istiyorum " - Surinam 'dan bir öykünün başlangıcı... 


1950

Psikiyatriyi kendi kendisinden kurtarmak: Beş yüz ya da bin eksiksiz rapor, buna karşılık sınıflandırmaya veya açıklamaya ilişkin tek bir sözcük yok! 


Belki de senin her soluk alışın, bir başkasının son nefesidir... 


Yabancı bir yıldızın yeryüzünde bulunan, birilerini dinleyen ama kendileriyle hiçbir biçimde konuşulamayan görevlileri...


1951

Bizim tarafımızdan görülmüş ve kayda geçirilmiş yıldızların korkusu...


Her savaş, önceki bütün savaşları içerir...


Kare biçimindeki masalar insana, sanki dört kişiyle birlikte bir ittifak içersinde yalnız olmanın güvencesini aşılar...


Asla mektup almamış bir insan....

1952

İnsan üç ya da dört bin kişiyle tanışmış olabilir, ama hep altı ya da yedi kişiden söz eder...


İnsan bazı şeyleri sadece hiçbir şeyle ilintisi bulunmadığı için aklında tutar...


Kendimi bütünüyle ben olana kadar parçalamak istiyorum...


Fotoğraf, sureti yıktı...












1953

Montaigne'de beni çoğu kez alıntıların şişmanlığı rahatsız eder...


1954

Yalnızca inançsız olanın mucize beklemeye hakkı vardır...


Ancak arzularından kaçan kişi gerçek anlamda korkaktır...


İkili ve üçlü insanlar. Bazıları yaşamlarının en önemli anlarını ikili konumlarda, başka bazıları da üçlü konumlarda ararlar. Ayrıcalıklı sayılan başka konumlar da vardır -bunlardan çok iyi bilinen biri, tekbaşına olanın konumudur-, ama en sık rastlananlar, ikiliinsanlarla üçlüinsanlardır. Sonuncular, sonunda bir çocuğu hesaba katmadan aşkı kafalarında canlandıramazlar, birinciler ise sevdiklerinde çocuk düşüncesini en dayanılmaz bulurlar. Üçlüinsanlar, yabancıları bir araya getirmekten hoşlanırlar ve onların arasında kendilerini yargıç gibi hissederler: ikiliinsanlar ise yabancıları birbirlerinden ayrı tutarlar ve onlardan her biriyle ancak tek tek birlikte olabilirler. Üçlüinsanlar, anne ve babalarını birlikte düşünürler, onları ayırıp tek tek sahiplenmeden ötürü ise çaresizliğe düşerler. İkiliinsanların birer babaları veya birer anneleri vardır, ve bunlardan biri öteki yüzünden ihmal edilir ya da aşağı görülür. Bu koşullar göz önünde tutulduğunda insan kolayca bir yaşamın yapısını bulabilir ve hatta muhtemel olaylar konusunda kehanette bulunabilir... 


1955

İnsan, aynı insanla bağlarını kaç kez koparabilir?  -Koparma eyleminin kendisinde, sonradan onu geçersiz kılan bir yan vardır. Uzağa atlamak, insanı  geriye atlamak için kışkırtır, önemli olan bu atlama gücüdür ve o güç, yeniden bağlar... 


İnsanın en güzel heykeli, onu sırtından atmış olan bir at heykeli olurdu...


İnsanın tüm doğal deliklerinin yaralar olması...


İnsanların çoğunluğunun yaşamları sonuçta kendilerine veya başkalarına anlamsızca verdikleri buyruklardan ibaret kalır...


O, başkalarının yanlışlarını içerek sarhoş olmakta, bir ahlak ayyaşı... 

1956

Dünyada ellerinde hiçbir iktidar bulunmayan bazı insanlar var olduğu sürece, umudumu bütünüyle yitirmem... 


1957

Sanki söylenen insanın söylemesine izin verilen son cümleymişçesine konuşmak...


Bütün yaratıkların yeni biçimlere büründükleri bir gece. Ve onu izleyen bir sabah...


Güneşte insanlar sanki yaşamayı hak ediyorlarmış gibi gözükürler. Yağmurda insanlar, sanki çok büyük planları varmış gibi gözükürler...

Mutluluğa ilişkin tasarımı: Bir yaşam boyu sakince okumak ve yazmak, kimseye tek kelime söylemeksizin,hiçbir zaman tek kelimesini bile yayımlamaksızın. Yazılan ne varsa, kurşun kalemle yazılmış bırakmak, sanki hiçbir amacı yokmuşçasına, hiçbir yerini değiştirmemek: tıpkı dar kalıplı amaçlara hizmet  etmeyen, tümüyle kendi olan ve kendini, insanın yürümesi ve soluk alması gibi, kendiliğinden kağıda geçiren bir yaşamın doğal akışı gibi..


Bana anlamlı gözükmeyen herhangi bir somut ya da farklı şey yok: sanki var olan her şey insanın kendisinde saklı ve insan bunu ancak  farklı olan aracılığıyla kendisi için görünür kılabiliyor...


Yitirilmiş saatlerin sonrakilere sızabilecekleri ve ansızın onların içinden dışarıya bakabilecekleri düşünülebilir.Böyle bir durumda acaba hiç yitirilmemiş mi olurlardı?













1958

Bir adamın serveti, kitaplarının ve ahırındaki atların sayısına göre ölçülürdü." (Timbuktu, 1500 dolayları)


Öğrendiklerim ve okuduklarım, bana çoğu kez icat edilmiş gibi geliyor. Kendi bulduklarım ise sanki gerçekte hep var olmuş gibi...


Tüm öykülerde birbirine benzer bir şey var, ama onun ne olduğunu henüz bilmiyorum... 


1959

Çalışkanlık hoşuma hem gidiyor hem de gitmiyor, günün ve gecenin saatlerine göre. Geceleri tutku düzeyinde bir çalışkanlık içersindeyim, ta sabahın ilk ışıklarına kadar, gündüz vaktinde ise yine tutku düzeyinde bir tembellikteyim... 


Her insanın bütün öteki insanları kendi kötü niteliklerinden ötürü suçlamasından bıkıp usandım! 


1960

Görevleri zaman zaman belli sözcükleri yürürlükten kaldırmak olan akademiler kurulmalıydı...


Düş, bir kuş sürüsü gibi şuraya buraya konar, havalanır ve geri döner, gözden kaybolur ve daha henüz kaybolmuşken, güneşin ışığını yeniden karartır. Düşün anlaşılamaz yanı, en anlaşılır yanıdır, ve kendine göre bir biçimi vardır, ve gerçekliğin biçimlerinin içine sızarak biçimini kendi kazanmak zorundadır, bu biçim ona dışarıdan verilmemelidir... 


Belki de herkesin arasında yalnızca Klee, düşe saygı göstermiştir, çünkü onu bir insanın iç dünyasında olup biten en dokunulmaz şey saymıştır...


Her sözcük, kendisinin bir zamanlar ele geldiğini anımsatmalıdır. Sözcüklerin yuvarlaklığı: Bir zamanlar avuçların içinde olmalarındandır...


İnsanları birbirlerine neyin bağladığını gerçekten bilen biri olsaydı, onları ölümden kurtarabilirdi. Yaşamın bilmecesi, aslında toplumsal bir bilmecedir. Ama onun izini süren yok... 

1961

Dünyanın en güzel, en anlamlı ve yıkılamaz yeri: Bir hizmetli elinde ki çalı süpürgesiyle Kastalia'nın kaynağını temizliyor. Bir  profesör öğrencileriyle birlikte Fransızca konuşarak tiyatronun akustiğini deniyor. Bir Nympha, Apollo Tapınağı'nın bir sütununa dayanmış, bir rehberin sayfalarını karıştırarak Amerikanca soruyor: "Where is Delphi?"


Ölüm sırasında katiline dönüşen ve onun sesiyle yardım çağıran kurban... (Ramayana) 


Ruhun mekanı olarak beyin değil, kulak... (Mezopotamya) 


Aydınlatan ve düzen yaratan kafalar. Uçtaki örnekler olarak Herakleitos ve Aristoteles... 


1962

Bütün öğrendikleri nesnelere dönüşen biri, ve bu nesneler her yandan üstüne saldırıp onu öldürüyorlar...


Sorumluluğu: Hiçbir soruya bir karşılık bilmemesi...


Kadın son giysisini, bir aşağılama ifadesi taşıyan buruşmuş dudaklarını çıkartmıyor...


Orada yaşayanlar oruç tutuyorlar ve ölüleri besliyorlar...


1963

Bakairi'ler reisilerinden memnun olmadıklarında, köyden ayrılırlar ve ondan yalnız başına hüküm sürmesini rica ederler. (Taşlardan) 


1964

Tanrının kıskanmaktan kendini alamayacağı kadar iyi bir insanı düşünebilmek... 


İnsanların kendi kendini hiç unutmadığı için hayranlık duydukları zavallı... 


1965

Gerçekleşmesin diye, her şeyi tasarımlayan kişi...

İnsanın üstünlüğü, ne düşündüğünü her an kendi kendisine söyleyebilmesinden kaynaklanır...

Bilgilerini birinin önünde inandırıcı biçimde savunmayı başardığında, bilgilerine hep kuşkuyla bakıyor...


İnsan, aşkta ne kadar da çok sevginin söylenmesini istiyor ve bundan, sanki böylece onsuz hayatta daha uzun kalabilecek bir şey harcanıyormuşçasına, ne kadar çok korkuyor! 


Adı farklı olsaydı, büyüklenme ne kadar güzel bir şey olurdu!




















1966

Kederin yırtıcı hayvanı, insanoğlu... 


Başarılı olanlara saldırmak mı? Gereksiz bir şey. Çünkü onlar, başarıyı bedenlerinde bir çürüme olarak taşımaktalar... 


Bir insandan onu sevinceye kadar nefret etmek... 


Sayılmayan günler yaşamın mutluluğu, sayılan yıllar ise mantığıdır...


İngiliz yaşamının sıkıcı yatıştırma sözcüklerinden biri de "Relax!" sözcüğüdür. Bunu duyduğumda, kafamda Shakespeare'e  "Relax!" diyen birini canlandırmaya çalışıyorum... 


İnsan, yani neyi öldürdüğünü aklında tutan hayvan... 


Okurlarını seçebilen ve çoğu okurlara kendilerini kapatabilen kitaplar...


1967

Bir nehri derelerine ayırmak. Bir insanı anlamak...

İnsan, kendi ailesi olmayan her ailenin içinde bunalır. Aslında kendi ailesinin içinde de bunalır, fakat bunun ayırdına varmaz...


Ölmek istiyorum, dedi kadın, ve on erkeği içti...


Kadın, onu hep yakınında bulundurmak için adamla evlendi. Adam ise kadınla onu unutmak için evlendi...


İnsanı sevindiren her genişleme, içersinde başkalarının boğulmasına yol açacak yeni daralmayı da barındırır... 

Aptallık eskisi kadar ilginç değil, anında yayılıyor ve herkeste aynı aptallık söz konusu...


Benim. Ben değilim. İnsanlığın yeni sayısal oyunu...


Yaşamın en büyük çabası, kendini ölüme alıştırmamaktır...


Filozof, insanları da düşünceler kadar önemseyen kişidir...


1968

Lichtcnberg teorilerden kaçmaz, ama her teori onun için bir düşünme  vesilesidir. İçlerinde yolunu yitirmeksizin, sistemlerle oynayabilir. En güç olanı bile ceketindeki bir toz parçasıymışçasına ütüleyip uzaklaştırabilir. Onun devinimi içersinde insan kendini hafiflemiş  hisseder. Onunla birlikteyken her şeyi ciddiye alır, ama çok fazla da değil. Burada ışık kadar hafif bir bilgelik vardır. Lichtenberg, kıskanılamayacak kadar kendine özgü ve biriciktir. En parlak kafaların bile kılı kırk yarıcı tutumu onda öylesine eksiktir ki, onu bir insan saymak neredeyse içimizden  gelmez. Lichtenberg'in insanı sıçramalar yapması için baştan çıkardığı doğrudur. Ama kimin elinden gelir ki bunları yapmak? Lichtenberg, insan ruhu taşıyan bir piredir. Kendinden öteye sıçramasını sağlayan o eşsiz güce sahiptir, -peki bir sonraki durak olarak nereye sıçrar? Ruh halleri, onu sıçramalar için tahrik eden tüm kitapları bulur. Başkaları kitapların ağırlığının etkisiyle şeytanlara dönüşürken, Lichtenberg kitaplar aracılığıyla en ince duyumsamalarını besler...
Büyük adlar bir kez elde edildikten sonra taşıyıcılarının elleriyle parçalanmalıdır...


Her sistemin umut verici yanı, o sistemden dışlanmış olanlardır...


Eski deneyimler tüccarı...


Gökyüzünü emdi ve şimdi de boşluktan nefret ediyor...


Büyük sözler, tıpkı içinde su kaynayan çaydanlıklar gibi, ansızın ıslık çalmaya başlamalılar, uyarı olarak...


Hsün-Tse 'yi okumaktan hoşlanıyorum, insanlar konusunda kendini aldatmıyor, ve buna rağmen umut ediyor. Ama öte yandan, insanlar konusunda kendini aldattığı için, Mençius'u okumaktan hoşlandığımı da yadsıyamam... 


Bütün düşünürler arasında sadece eski Çinlilerin insanın tahammül edebileceği bir saygınlıkları vardır. Acaba onların çok yalın açıklamalarını okuyacak yerde, kendi ağızlarından konuşurken dinleseydik, yine böyle mi hissederdik?


1969

Göründüğü kadarıyla tarihte sadece olumsuz bir öğrenme süreci var. İnsanlar, başkalarına yaptıklarını sonradan aynı şeylerle onları suçlamak için akıllarında tutuyorlar... 


Düşüncenin iki türü: Yaraların içine yerleşenler ve evlere yerleşenler... 


O, peygamberi mis gibi bir ekmek olarak pişirdi: bu ekmek bayatlayıp taş gibi olduğunda ise onu ısıran herkesin dişleri kırıldı... 


Bugün bir Buda -düşünülemez, hatta bir İsa bile. Bir Muhammed' ten fazlası olanaklı değil...

Bana çekici gelen, sadece insanlar, boş Ay'ı itici bulmamın nedeni ancak  böyle açıklanabilir. Yeryüzünün çölleri bağlamında da beni en çok o çöllerde birbirlerini bulan insanlara ilişkin tasarım büyülüyor...

Adam kadını sızlanmasın diye ikna etmeye çalışıyor; ama kadın onu dinlemiyor. Adam konuşmasın diye sızlanıyor; ama adam onu dinlemiyor...


Suçluluk duygularının korkunç yanı: Onların bile doğru olmaması...

Gazetelerde her şey var. Tek yapılması gereken, onları yeterince nefretle  okumak... 


Ey dağlar, ey dağlar, her şeyi görmektesiniz ve buna rağmen hala üstümüze saldırmadınız... 


Tek bir çirkin genç kadın, ucuzlamış olan aşkı boşuna umutlarıyla yeniden değerli kılabilir...
















1970

Diyalektik, bir tür protez diş..


İnsan kendini çok aşağılanmış hissettiğinde, yapabileceği tek bir şey vardır: Aşağılanmış olan bir başkasını teselli etmek ve yüceltmek...


Taoizmin en değer verdiği şey, bu yaşamdaki uzun ömürlülük ve ölümsüzlüktür; öngördüğü çokyönlü tipler de hep bu dünyadan olanlardır. Taoizm, kendileri bilmeseler bile, aslında yazarların ve şairlerin dinidir...


Bir ışıklı reklamda  harfler yerlerini değiştirdiler ve insanları övülen mala karşı uyardılar...


Tanrı, Adem'in kaburgasını tekrar yerine koydu, soluğunu kesti ve onu yeniden çamura dönüştürdü...


1971

Tolstoy'un 82 yıl, Dostoyevski'nin ise sadece 59 yıl yaşadığı söylenebilir. 
23 yıl, çok uzun bir zaman. 1887'de ölmüş olsaydı eğer, Tolstoy yine de var olabilir miydi? Yaşam süreleri arasındaki adaletsizliği aşabilmek, tümüyle olanaksız...


Düşmanımın düşmanı, benim dostum değildir... 


Oraya buraya sıçrayan bir düş, insanların birbirlerinden elde edebilecekleri en yüce şeydir...


Okunmayan kitaplar bunun öcünü alacaklar mı? İhmal edildikleri için, ona son yolculuğunda eşlik etmeyi reddedecekler mi? Şişman, çok kez okunmuş kitapların üstüne saldırıp onları parçalayacaklar mı? 


Bütün mitleri otları yolar gibi yoldu...


İlginç olmayan bir kafa yoktur.Tek yapılması gereken, o kafanın içine girebilmektir...


1972

Karamsarlığını herkese bulaştırdı ve ellerinden kurtuldu...


İnsan her şeyin ne kadar yanlış olduğunu bildiği, yanlışı ölçebilecek konumda olduğu  takdirde, o zaman, ancak o zaman inatçılık en iyi şeydir: Kaplanın kurtuluşa ait minicik bir anı bile kaçırmamak amacıyla, parmaklıklar boyunca sürekli gidip gelmesi gibi...

İnsanın her gün düşündüğü her zaman önemli olmayabilir. Ama insanın her gün düşünmediği, olağanüstü önemlidir... 


En değersiz insanın bile yeniden bulunma ve dinlenilme hakkı vardır. En mutlu insan, en mutsuz olana hesap vermek zorundadır. Böyle karşılaşmalar için ayrılacak zaman, her türlü mesleki veya ailevi meşguliyetten daha önemli sayılır...

10 Ekim 2015

Feride Çiçekoğlu
















Feride Çiçekoğlu, 1951 yılında Ankara'da doğdu. Maarif Koleji ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde okudu. Mimar olarak Fullbright bursu ile, Pennsylvania Üniversitesi'nde doktora tezini yazdı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Çiçekoğlu, 12 Eylül askeri darbesinin ardından dört yıl cezaevinde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra editörlük yaptığı Kalem yayınlarından ilk kitabı 'Caz Hüznün Müziği' çıktı.

Cezaevinde tanıdığı bir çocuğun yaşamını anlattığı ikinci kitabı Uçurtmayı Vurmasınlar, filme alındı. Filmin çok beğenilmesi yeni kitapları yazmasına ve yeni filmlerin yolunu açtı. 1990 yılında senaryosunu yazdığı "Reise der Hoffnung (Umuda Yolculuk) filmi en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne layık görüldü. 1980-90 dönemini kapsayan on bir öyküden oluşan kitabı Sizin Hiç Babanız Öldü mü ile 1992 yılında Lebon Kültür Merkezi / Edebiyat Ödülünü kazandı. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sinema ve Televizyon Bölümü'nde öğretim görevlisidir.

Filmleri-Senarist

2009 Altın Kızlar
2007 Parmaklıklar Ardında
2000 Melekler Evi
1996 Altın Kent İstanbul
1991 Suyun Öte Yanı
1990 Umuda Yolculuk
1989 Uçurtmayı Vurmasınlar
1989 Baharın Bittiği Yer

 

Kitapları

-Şehrin İtirazı
-Vesikalı Şehir
-100'lük Ülkeden Mektuplar
-Uçurtmayı Vurmasınlar
-Suyun Öte Yanı
-Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

  

Ödülleri

10. Akdeniz Ülkeleri Film Festivali, En İyi 2. Film
26. Antalya Altın Portakal En İyi Görüntü Yönetmeni, Erdal Kahraman
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Senaryo, Feride Çiçekoğlu
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu, Nur Sürer
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Film Tunç Başaran
8. Uluslararası İstanbul Film Festivali, En İyi Türk Filmi Tunç Başaran
Lebon Kültür Merkezi, Edebiyat Ödülü-Sizin Hiç Babanız Öldü mü -1992

















Şenay Yıldız'ın yaptığı bir röportaj

Uçurtmayı Vurmasınlar'ın yazarı Feride Çiçekoğlu, TED Ankara Koleji ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi'ni birincilikle bitirmesinin ardından 12 Eylül sonrasında 'Komünizm propagandası' yaptığı iddiasıyla tutuklandı ve o dönemin karanlık gerçeklerinden işkenceye maruz kaldı. 2 yılını Mamak, 2 yılını ise Ulucanlar Cezaevi'nde geçiren Çiçekoğlu, Ulucanlar'ın müzeye dönüştürülmesini geçmişle yüzleşme ve yaşananları yeni nesillere anlatabilme imkanı olarak görüyor.

- Bu kadar başarılı bir öğrenciyi 1980 darbesi sonrası hapishaneye düşüren süreç nasıl oluştu?

İkisi arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Aşırı uyum ve başarı çıtasını sürekli yüksek tutma kaygısının tersine dönüşmesi belki. Sistemi bütünüyle reddetme eğilimi.  Bütün o iyi öğrencilik dönemi, kurumlarla bağdaşma ve çoğunluğun istediği gibi biri olma çabası, ülke dışına çıkınca ABD'de doktora yaptığım süreçte bir isyana dönüştü. Doktora tezimi yazarken Philadelphia'nın ideal bir şehir olarak planlanması üzerine çalışıyordum ve o süreçte arsa spekülasyonu olan bir sistemde şehir planlama çabasının son derece ikiyüzlü bir şey olduğunu gördüm.

Tam 68 sonrası... Vietnam Savaşı sürüyor, o ortamın da etkisi var. Ve elbette Amerika'daki akademik ortamın fikirlerin açıkça tartışılmasına imkan veren yapısı da bir etken. Daha önce ODTÜ'de hiçbir şekilde siyasetle alakası olmayan, kolejli, bol makyajlı, iri tahta küpeli, mini etekli bir kızdım. O dönemdeki sol ve devrimci hareketin, soruları susturan, erkek ağırlıklı tavrına tepkili olduğumu hatırlıyorum. Siyasete olan ilgim doktora tezimle başladı diyebilirim. Şehirlere dair ütopyalar, Marx ve Lenin okumaları bana başka bir perspektif açtı. Türkiye'de de bir şeylerin değişmesi gerektiği inancıyla döndüm buraya. 1970'lerin sonuydu.
















- Cezaevi süreci nasıl başladı peki?

Ben tabii böyle hislerle Türkiye'ye dönüp, Mimarlık Fakültesi'nde asistanlığa başlayınca, o dönemki keskin tavırlarımla 12 Eylül 1980 darbesinin ardından cezaevine girmem çok kolay oldu. O sırada zaten öyle çok bir şey yapmanıza gerek yoktu cezaevine girmeniz için. 90'larda kaldırılan 141 ve 142'inci maddeler vardı ve 141/5'ten, yani komünizm propagandası yapmaktan tutuklandım. Gerçi bunun 'isnat edilen suç' olduğunu ve kanıtlanmamış 'bir kanaat' nedeniyle cezaevinde kaldığımı da vurgulamalıyım.

- Hapishanede ne kadar kaldınız, neler yaşadınız?

 İki sene Mamak Askeri Cezaevi'nde, iki seneye yakın da Ulucanlar Cezaevi'nde kaldım. 12  Eylül'de Mamak, Diyarbakır Cezaevi'nden  sonra  baskının en ağır olduğu yerdi. Tutuklulara askeri eğitim yaptırmaya çalışıyorlardı. Bir grup kadın, askeri eğitime karşı çıktık, 'komutanım' demedik. Onun için bizi ayırdılar ve sistematik işkence uygulanan A Blok'a taşıdılar.  50-60 kadın mahkum, baskının en yoğun olduğu A1 koğuşunda kaldık.

Askerler her gün sayım almaya A1 koğuşunun önünden başlayıp, rap rap ayak sesleriyle 'Her Türk asker doğar' diye önümüzden geçerler; tüm koğuşların sayımı alınıp, herkes işkenceden geçtikten sonra sıra bize gelirdi. Biz de günde birkaç saat işkence seslerini dinledikten sonra dayak ve işkenceye maruz kalırdık. O nedenle Mamak'tan çıkınca Ulucanlar bana 'tahliye oldum' duygusu vermişti. 12 Eylül döneminde tutuklananlar arasında Mamak'tan Ulucanlar'a yollanan ilk kadın oldum.
55 gün ağır işkence gördüm..
















- Nasıl oldu bu?

Çünkü herhangi bir örgüt davasına bağlayamadılar beni. Belki de bir tür 'iyi öğrenci tavrı' yine.  İşkencede direnmek lazım, diren! 55 gün ağır işkence gördüm ama bana yapılan hiçbir haksız suçlamayı kabul etmedim. Hiçbir yere bağlayamadıkları için kanaat üzerine 'Bu kadar işkence görmesine rağmen hiçbir şeyi kabul etmedi. Herhalde örgüt üyesidir' diye bir karara vardılar. 12 Eylül'ün hukuk mantığı öyleydi. Tutanaklarda olduğu için rahatça söylüyorum.

- Bu kadar işkenceye rağmen hiçbir şeyi kabul etmemeyi nasıl başardınız?

Bana ilk elektrik verdiklerinde kendi çığlığım hoşuma gitmedi ve sustum. Bağırmamayı bile başarabiliyorsunuz. Çünkü işkence yapanın insanı aşağılayan bir tavrı var ve siz sustuğunuz zaman karşınızdakini yenmiş oluyorsunuz.

-Mamak'tan çıkıp, Ulucanlar'a geçtiğiniz döneminiz nasıldı?

Ben erken çıktım Mamak'tan anlattığım gibi. O dönemde Ulucanlar'da siyasi tutuklu sayısı azdı ve işkenceler 1980'lerin sonuna doğru olduğu gibi sistematikleşmemişti. O nedenle Mamak'la kıyaslandığında baskılar azdı. Hatta Uçurtmayı Vurmasınlar filmi, 12 Eylül döneminin cezaevi ortamını bilen bazı kişilerden, özellikle yurtdışındaki siyasi göçmenlerden, 'Bu kadar mı rahat ve renkliydi cezaevi?' diye tepkiler almıştı. Ama benim gittiğim dönemde öyleydi. Ayrıca hikaye bir çocuğun gözünden anlatılıyor ve çocukların algısı büyüklerden farklı oluyor. Filmdeki atmosfer ve kitapta anlatılanlar gerçeğe çok yakın diyebiliriz. Bazı dönemler üzerimizdeki baskı artıyordu, eşyalarımız dağıtılıp kitaplarımız alınıyordu ama büyük davaların sonuçlanıp çok sayıda siyasi mahkumun Ulucanlar'a yollandığı dönemle kıyaslandığında benim orada kaldığım 1982-1984 dönemi nispeten rahattı.

- Ulucanlar'ı ziyaret edenler, isterlerse kodese atılarak, mahkumların ne yaşadıklarını biraz da olsa hissedebilecekler. Sizce faydası olur mu topluma?

Olur. Biliyorsunuz San Francisco'da Alcatraz var. Orada, o yalıtılmışlık duygusu içinde hücre kapısı üzerinize kapatıldığı zaman filmde hissettiğinizden çok farklı bir şey hissediyorsunuz. Bence bu tecrübeler çok önemli. Ben keskin solcuların 'Bizim yaşadığımız farklıydı' söylemine tepki duyuyorum açıkçası. Bu tecrübeyi paylaşmak lazım. Müzeye çevrilmesi de bunu paylaşmak için iyi bir yol.












- Hapishane öncesi ve sonrası derseniz, yaşadıklarınız sizi nasıl etkiledi?

Ben sonraki kendimi kesinlikle önceki kendimden daha çok seviyorum. Cezaevini ikinci doktora olarak niteliyorum şakayla karışık. İlki mimarlıktı, mimarlık yapmadım ama cezaevi bana sinemayı hediye etti. Ulucanlar'da Uçurtmayı Vurmasınlar'a konu olan hikaye, Ankara Mamak'tan sonra geldiği için o kadar ufuk açıcı olabildi. Hayatın kıymetini, avlu üzerindeki gökyüzünün değerini, cezaevine bir çocuğunun gözünden bakabilmenin önemini Mamak'taki travma olmasaydı, bu kadar iyi anlayamazdım diye düşünüyorum.

Kimse yanlış anlamasın, acıyı ne yüceltiyorum ne de değersizleştiriyorum. Yanı başımda insanlar öldü, ben ölümün kapısından döndüm. Sonraki kendimi buna borçluyum. Bu, acıyı kutsamak değil, ama o acı sayesinde algılarınız açılıyor. Hayatın her saniyesi, her anı kıymetli oluyor. Gayrettepe'de 50 güne yakın ve Ankara Emniyeti'nde bir hafta işkence gördüm. Oralar Mamak'tan da daha karanlık, 'ölseniz kimsenin haberi' olmayacağı yerler. Dolayısıyla bütün o süreci, hayata karşı beni daha açık yaptığı için kıymetli buluyorum.

Bugünkü siyasi yelpazede kendimi katiyen 'solcu' diye tanımlamıyorum. Solculuğun milliyetçi içeriği beni çok rahatsız ediyor. Roni Margulies'e yumurta atan kendisine 'solcu' diyorsa, ben asla değilim.

- Milliyetçilikle sol nasıl yakınlaştı?

Bence her zaman öyle bir çekirdek vardı. Anti emperyalist söylemle yola çıkılmıştı. O zaman yurtsever ile milliyetçi arasında ayrım yapılıyordu. Yurtsever deyince solcu, milliyetçi deyince gerici oluyordu. İçeriğinin aynı olduğunu anlamak 30 senemizi aldı.

İki yönde bellek bize oyunlar oynuyor. Anılarımızı ya daha vahim ve katlanılmaz hale getirip travmayla sonuçlanıyor veya katlanılabilir kılmak için onları ehlileştiriyor. Gerçek mekanın orada olması ve girilebilir, gezilebilir olması bence çok değerli. Yüzleşme kültürü bizim kültürümüzde çok yok. Genelde üzerini örterek, geçmişi ya kutsallaştırma, ya da unutma alışkanlığı var. Her ikisini de yanlış buluyorum. Geçmişle yüzleşme ve bazı şeylerin konuşulabilir olması önemli. Gelecek kuşaklar yaşananları nasıl bilecek? Keşke Diyarbakır da, Metris de müze yapılabilse, Soykırım Müzesi de olsa. Bugün Yahudi soykırımı ile ilgili bu kadar çok bu kadar çok bilgi ve tepki olması, konunun kültürel düzeyde incelikli işlenmiş olmasıyla ilgili. Mesela Berlin'deki Soykırım Müzesi'ni çok etkileyici buldum. Türkiye'de de bir gün o kalitede müzelerle geçmişimizle yüzleşebileceğimizi ummak isterim.

- Sağ siyaset sizce daha iyi durumda mı peki?

Daha iyi demeyelim, çünkü birden fazla boyutu var. Kadını sırf erkeğin desteği olarak gören, kadının esas kimliğini üç çocuk doğurup evin düzenini sağlamak olarak tanımlayan bakış açılarıyla benim kimyamın uyuşması mümkün değil. Askeri diktatörlüklere ve şiddete karşı toplumda bir konsensus oluşmasını sağlıklı buluyorum. Herkesin yargı karşısında eşit olduğu duygusu yerleştikçe her şey daha sağlıklı hale gelecek.

Dört sene sonra hapisten çıktım, hayata sıfırdan başlamak çok zordu. Babam beni o zamanlar Doğan Kardeş Dergisi'nin kurucusu Kazım Taşkent ile tanıştırdı. Ona cezaevinde yaşadıklarımı anlattım ve ilk olarak o, bana anlatmaya değer bir hikayem olduğu duygusunu verdi. Yazmaya başladıktan sonra dışarıyla barıştım. Yoksa cezaevindeki arkadaşlarımı, içerideki zor ama bir bakıma korunaklı hayatımı ilk zamanlar çok özledim. Cezaevinden yeni çıktığım, kendime yeni bir iş ve kimlik bulamadığım dönemi karanlık hatırlıyorum. Uçurtmayı Vurmasınlar hayatımı yerli yerine oturtmakta önemli bir yere sahip...

















Uçurtmayı Vurmasınlar (1989)

Yönetmen : Tunç Başaran
Yapımcı : Tunç Başaran, Jale Onanç
Senarist Feride Çiçekoğlu
Türü : Dram
Renk : Renkli
Süre : 100 dk.
Ülke : Türkiye
Dil : Türkçe
Oyuncular
Ozan Bilen, Nur Sürer, Füsun Demirel
Rozet Hubeş, Sevgi Sakarya, Güzin Özipek
Güzin Özyağcılar, Meral Çetinkaya
Müzik : Özkan Turgay

Konusu: 
Uçurtmayı Vurmasınlar, yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı 1989 yapımı uzun metrajlı Türk sinema filmi. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşti. 1989 yılında Türkiye'nin ilk Oscar Aday Adayı filmi olmuştur.













Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve sevginin öyküsüdür anlatılan. Küçük Barış'ın (Ozan Bilen) bu dört duvar arasında ne suçu vardır ki? Oysa esrardan tutuklanan annesi değil midir? Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, her yanı soğuk ve sağır duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını gözlemektedir. İnci Abla’sı (Nur Sürer), özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermemiş midir?

(Agah Özgüç'ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından)

Pek çok ünlü yazar, gazeteci ve siyasetçinin kaldığı, Deniz Gezmiş'in idam edildiği ve mahkumlara yapılan sistematik işkencelerle bilinen Ulucanlar Cezaevi'nin müzeye dönüştürülmesi, bir devrin kapanması açısından çok büyük önem taşıyor. Ulucanlar'ı görsel hafızamıza kazıyan ise 'Uçurtmayı Vurmasınlar' filmi oldu. Uçurtmayı Vurmasınlar'ı önce yazıya, sonra da senaristliğini yaptığı filmle beyazperdeye taşıyan Feride Çiçekoğlu, hikayeyi, kendisinin Ulucanlar'da kaldığı iki yıl boyunca tanıklık ettiği olaylardan derledi.

filmi izleyin..
Related Posts with thumbnails