10 Ekim 2015

Feride Çiçekoğlu
















Feride Çiçekoğlu, 1951 yılında Ankara'da doğdu. Maarif Koleji ve Orta Doğu Teknik Üniversitesi'nde okudu. Mimar olarak Fullbright bursu ile, Pennsylvania Üniversitesi'nde doktora tezini yazdı. İstanbul Bilgi Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak görev yapan Çiçekoğlu, 12 Eylül askeri darbesinin ardından dört yıl cezaevinde kaldı. Cezaevinden çıktıktan sonra editörlük yaptığı Kalem yayınlarından ilk kitabı 'Caz Hüznün Müziği' çıktı.

Cezaevinde tanıdığı bir çocuğun yaşamını anlattığı ikinci kitabı Uçurtmayı Vurmasınlar, filme alındı. Filmin çok beğenilmesi yeni kitapları yazmasına ve yeni filmlerin yolunu açtı. 1990 yılında senaryosunu yazdığı "Reise der Hoffnung (Umuda Yolculuk) filmi en iyi yabancı film dalında Oscar ödülüne layık görüldü. 1980-90 dönemini kapsayan on bir öyküden oluşan kitabı Sizin Hiç Babanız Öldü mü ile 1992 yılında Lebon Kültür Merkezi / Edebiyat Ödülünü kazandı. Halen İstanbul Bilgi Üniversitesi İletişim Fakültesi, Sinema ve Televizyon Bölümü'nde öğretim görevlisidir.

Filmleri-Senarist

2009 Altın Kızlar
2007 Parmaklıklar Ardında
2000 Melekler Evi
1996 Altın Kent İstanbul
1991 Suyun Öte Yanı
1990 Umuda Yolculuk
1989 Uçurtmayı Vurmasınlar
1989 Baharın Bittiği Yer

 

Kitapları

-Şehrin İtirazı
-Vesikalı Şehir
-100'lük Ülkeden Mektuplar
-Uçurtmayı Vurmasınlar
-Suyun Öte Yanı
-Sizin Hiç Babanız Öldü mü?

  

Ödülleri

10. Akdeniz Ülkeleri Film Festivali, En İyi 2. Film
26. Antalya Altın Portakal En İyi Görüntü Yönetmeni, Erdal Kahraman
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Senaryo, Feride Çiçekoğlu
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Kadın Oyuncu, Nur Sürer
26. Antalya Altın Portakal Film Festivali, En İyi Film Tunç Başaran
8. Uluslararası İstanbul Film Festivali, En İyi Türk Filmi Tunç Başaran
Lebon Kültür Merkezi, Edebiyat Ödülü-Sizin Hiç Babanız Öldü mü -1992

















Şenay Yıldız'ın yaptığı bir röportaj

Uçurtmayı Vurmasınlar'ın yazarı Feride Çiçekoğlu, TED Ankara Koleji ve ODTÜ Mimarlık Fakültesi'ni birincilikle bitirmesinin ardından 12 Eylül sonrasında 'Komünizm propagandası' yaptığı iddiasıyla tutuklandı ve o dönemin karanlık gerçeklerinden işkenceye maruz kaldı. 2 yılını Mamak, 2 yılını ise Ulucanlar Cezaevi'nde geçiren Çiçekoğlu, Ulucanlar'ın müzeye dönüştürülmesini geçmişle yüzleşme ve yaşananları yeni nesillere anlatabilme imkanı olarak görüyor.

- Bu kadar başarılı bir öğrenciyi 1980 darbesi sonrası hapishaneye düşüren süreç nasıl oluştu?

İkisi arasında bir neden-sonuç ilişkisi olduğunu söyleyebilirim. Aşırı uyum ve başarı çıtasını sürekli yüksek tutma kaygısının tersine dönüşmesi belki. Sistemi bütünüyle reddetme eğilimi.  Bütün o iyi öğrencilik dönemi, kurumlarla bağdaşma ve çoğunluğun istediği gibi biri olma çabası, ülke dışına çıkınca ABD'de doktora yaptığım süreçte bir isyana dönüştü. Doktora tezimi yazarken Philadelphia'nın ideal bir şehir olarak planlanması üzerine çalışıyordum ve o süreçte arsa spekülasyonu olan bir sistemde şehir planlama çabasının son derece ikiyüzlü bir şey olduğunu gördüm.

Tam 68 sonrası... Vietnam Savaşı sürüyor, o ortamın da etkisi var. Ve elbette Amerika'daki akademik ortamın fikirlerin açıkça tartışılmasına imkan veren yapısı da bir etken. Daha önce ODTÜ'de hiçbir şekilde siyasetle alakası olmayan, kolejli, bol makyajlı, iri tahta küpeli, mini etekli bir kızdım. O dönemdeki sol ve devrimci hareketin, soruları susturan, erkek ağırlıklı tavrına tepkili olduğumu hatırlıyorum. Siyasete olan ilgim doktora tezimle başladı diyebilirim. Şehirlere dair ütopyalar, Marx ve Lenin okumaları bana başka bir perspektif açtı. Türkiye'de de bir şeylerin değişmesi gerektiği inancıyla döndüm buraya. 1970'lerin sonuydu.
















- Cezaevi süreci nasıl başladı peki?

Ben tabii böyle hislerle Türkiye'ye dönüp, Mimarlık Fakültesi'nde asistanlığa başlayınca, o dönemki keskin tavırlarımla 12 Eylül 1980 darbesinin ardından cezaevine girmem çok kolay oldu. O sırada zaten öyle çok bir şey yapmanıza gerek yoktu cezaevine girmeniz için. 90'larda kaldırılan 141 ve 142'inci maddeler vardı ve 141/5'ten, yani komünizm propagandası yapmaktan tutuklandım. Gerçi bunun 'isnat edilen suç' olduğunu ve kanıtlanmamış 'bir kanaat' nedeniyle cezaevinde kaldığımı da vurgulamalıyım.

- Hapishanede ne kadar kaldınız, neler yaşadınız?

 İki sene Mamak Askeri Cezaevi'nde, iki seneye yakın da Ulucanlar Cezaevi'nde kaldım. 12  Eylül'de Mamak, Diyarbakır Cezaevi'nden  sonra  baskının en ağır olduğu yerdi. Tutuklulara askeri eğitim yaptırmaya çalışıyorlardı. Bir grup kadın, askeri eğitime karşı çıktık, 'komutanım' demedik. Onun için bizi ayırdılar ve sistematik işkence uygulanan A Blok'a taşıdılar.  50-60 kadın mahkum, baskının en yoğun olduğu A1 koğuşunda kaldık.

Askerler her gün sayım almaya A1 koğuşunun önünden başlayıp, rap rap ayak sesleriyle 'Her Türk asker doğar' diye önümüzden geçerler; tüm koğuşların sayımı alınıp, herkes işkenceden geçtikten sonra sıra bize gelirdi. Biz de günde birkaç saat işkence seslerini dinledikten sonra dayak ve işkenceye maruz kalırdık. O nedenle Mamak'tan çıkınca Ulucanlar bana 'tahliye oldum' duygusu vermişti. 12 Eylül döneminde tutuklananlar arasında Mamak'tan Ulucanlar'a yollanan ilk kadın oldum.
55 gün ağır işkence gördüm..
















- Nasıl oldu bu?

Çünkü herhangi bir örgüt davasına bağlayamadılar beni. Belki de bir tür 'iyi öğrenci tavrı' yine.  İşkencede direnmek lazım, diren! 55 gün ağır işkence gördüm ama bana yapılan hiçbir haksız suçlamayı kabul etmedim. Hiçbir yere bağlayamadıkları için kanaat üzerine 'Bu kadar işkence görmesine rağmen hiçbir şeyi kabul etmedi. Herhalde örgüt üyesidir' diye bir karara vardılar. 12 Eylül'ün hukuk mantığı öyleydi. Tutanaklarda olduğu için rahatça söylüyorum.

- Bu kadar işkenceye rağmen hiçbir şeyi kabul etmemeyi nasıl başardınız?

Bana ilk elektrik verdiklerinde kendi çığlığım hoşuma gitmedi ve sustum. Bağırmamayı bile başarabiliyorsunuz. Çünkü işkence yapanın insanı aşağılayan bir tavrı var ve siz sustuğunuz zaman karşınızdakini yenmiş oluyorsunuz.

-Mamak'tan çıkıp, Ulucanlar'a geçtiğiniz döneminiz nasıldı?

Ben erken çıktım Mamak'tan anlattığım gibi. O dönemde Ulucanlar'da siyasi tutuklu sayısı azdı ve işkenceler 1980'lerin sonuna doğru olduğu gibi sistematikleşmemişti. O nedenle Mamak'la kıyaslandığında baskılar azdı. Hatta Uçurtmayı Vurmasınlar filmi, 12 Eylül döneminin cezaevi ortamını bilen bazı kişilerden, özellikle yurtdışındaki siyasi göçmenlerden, 'Bu kadar mı rahat ve renkliydi cezaevi?' diye tepkiler almıştı. Ama benim gittiğim dönemde öyleydi. Ayrıca hikaye bir çocuğun gözünden anlatılıyor ve çocukların algısı büyüklerden farklı oluyor. Filmdeki atmosfer ve kitapta anlatılanlar gerçeğe çok yakın diyebiliriz. Bazı dönemler üzerimizdeki baskı artıyordu, eşyalarımız dağıtılıp kitaplarımız alınıyordu ama büyük davaların sonuçlanıp çok sayıda siyasi mahkumun Ulucanlar'a yollandığı dönemle kıyaslandığında benim orada kaldığım 1982-1984 dönemi nispeten rahattı.

- Ulucanlar'ı ziyaret edenler, isterlerse kodese atılarak, mahkumların ne yaşadıklarını biraz da olsa hissedebilecekler. Sizce faydası olur mu topluma?

Olur. Biliyorsunuz San Francisco'da Alcatraz var. Orada, o yalıtılmışlık duygusu içinde hücre kapısı üzerinize kapatıldığı zaman filmde hissettiğinizden çok farklı bir şey hissediyorsunuz. Bence bu tecrübeler çok önemli. Ben keskin solcuların 'Bizim yaşadığımız farklıydı' söylemine tepki duyuyorum açıkçası. Bu tecrübeyi paylaşmak lazım. Müzeye çevrilmesi de bunu paylaşmak için iyi bir yol.












- Hapishane öncesi ve sonrası derseniz, yaşadıklarınız sizi nasıl etkiledi?

Ben sonraki kendimi kesinlikle önceki kendimden daha çok seviyorum. Cezaevini ikinci doktora olarak niteliyorum şakayla karışık. İlki mimarlıktı, mimarlık yapmadım ama cezaevi bana sinemayı hediye etti. Ulucanlar'da Uçurtmayı Vurmasınlar'a konu olan hikaye, Ankara Mamak'tan sonra geldiği için o kadar ufuk açıcı olabildi. Hayatın kıymetini, avlu üzerindeki gökyüzünün değerini, cezaevine bir çocuğunun gözünden bakabilmenin önemini Mamak'taki travma olmasaydı, bu kadar iyi anlayamazdım diye düşünüyorum.

Kimse yanlış anlamasın, acıyı ne yüceltiyorum ne de değersizleştiriyorum. Yanı başımda insanlar öldü, ben ölümün kapısından döndüm. Sonraki kendimi buna borçluyum. Bu, acıyı kutsamak değil, ama o acı sayesinde algılarınız açılıyor. Hayatın her saniyesi, her anı kıymetli oluyor. Gayrettepe'de 50 güne yakın ve Ankara Emniyeti'nde bir hafta işkence gördüm. Oralar Mamak'tan da daha karanlık, 'ölseniz kimsenin haberi' olmayacağı yerler. Dolayısıyla bütün o süreci, hayata karşı beni daha açık yaptığı için kıymetli buluyorum.

Bugünkü siyasi yelpazede kendimi katiyen 'solcu' diye tanımlamıyorum. Solculuğun milliyetçi içeriği beni çok rahatsız ediyor. Roni Margulies'e yumurta atan kendisine 'solcu' diyorsa, ben asla değilim.

- Milliyetçilikle sol nasıl yakınlaştı?

Bence her zaman öyle bir çekirdek vardı. Anti emperyalist söylemle yola çıkılmıştı. O zaman yurtsever ile milliyetçi arasında ayrım yapılıyordu. Yurtsever deyince solcu, milliyetçi deyince gerici oluyordu. İçeriğinin aynı olduğunu anlamak 30 senemizi aldı.

İki yönde bellek bize oyunlar oynuyor. Anılarımızı ya daha vahim ve katlanılmaz hale getirip travmayla sonuçlanıyor veya katlanılabilir kılmak için onları ehlileştiriyor. Gerçek mekanın orada olması ve girilebilir, gezilebilir olması bence çok değerli. Yüzleşme kültürü bizim kültürümüzde çok yok. Genelde üzerini örterek, geçmişi ya kutsallaştırma, ya da unutma alışkanlığı var. Her ikisini de yanlış buluyorum. Geçmişle yüzleşme ve bazı şeylerin konuşulabilir olması önemli. Gelecek kuşaklar yaşananları nasıl bilecek? Keşke Diyarbakır da, Metris de müze yapılabilse, Soykırım Müzesi de olsa. Bugün Yahudi soykırımı ile ilgili bu kadar çok bu kadar çok bilgi ve tepki olması, konunun kültürel düzeyde incelikli işlenmiş olmasıyla ilgili. Mesela Berlin'deki Soykırım Müzesi'ni çok etkileyici buldum. Türkiye'de de bir gün o kalitede müzelerle geçmişimizle yüzleşebileceğimizi ummak isterim.

- Sağ siyaset sizce daha iyi durumda mı peki?

Daha iyi demeyelim, çünkü birden fazla boyutu var. Kadını sırf erkeğin desteği olarak gören, kadının esas kimliğini üç çocuk doğurup evin düzenini sağlamak olarak tanımlayan bakış açılarıyla benim kimyamın uyuşması mümkün değil. Askeri diktatörlüklere ve şiddete karşı toplumda bir konsensus oluşmasını sağlıklı buluyorum. Herkesin yargı karşısında eşit olduğu duygusu yerleştikçe her şey daha sağlıklı hale gelecek.

Dört sene sonra hapisten çıktım, hayata sıfırdan başlamak çok zordu. Babam beni o zamanlar Doğan Kardeş Dergisi'nin kurucusu Kazım Taşkent ile tanıştırdı. Ona cezaevinde yaşadıklarımı anlattım ve ilk olarak o, bana anlatmaya değer bir hikayem olduğu duygusunu verdi. Yazmaya başladıktan sonra dışarıyla barıştım. Yoksa cezaevindeki arkadaşlarımı, içerideki zor ama bir bakıma korunaklı hayatımı ilk zamanlar çok özledim. Cezaevinden yeni çıktığım, kendime yeni bir iş ve kimlik bulamadığım dönemi karanlık hatırlıyorum. Uçurtmayı Vurmasınlar hayatımı yerli yerine oturtmakta önemli bir yere sahip...

















Uçurtmayı Vurmasınlar (1989)

Yönetmen : Tunç Başaran
Yapımcı : Tunç Başaran, Jale Onanç
Senarist Feride Çiçekoğlu
Türü : Dram
Renk : Renkli
Süre : 100 dk.
Ülke : Türkiye
Dil : Türkçe
Oyuncular
Ozan Bilen, Nur Sürer, Füsun Demirel
Rozet Hubeş, Sevgi Sakarya, Güzin Özipek
Güzin Özyağcılar, Meral Çetinkaya
Müzik : Özkan Turgay

Konusu: 
Uçurtmayı Vurmasınlar, yönetmenliğini Tunç Başaran'ın yaptığı 1989 yapımı uzun metrajlı Türk sinema filmi. Çekimleri Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi'nde gerçekleşti. 1989 yılında Türkiye'nin ilk Oscar Aday Adayı filmi olmuştur.













Beş yaşındaki bir çocuğun gözüyle kadınlar hapishanesinin ve sevginin öyküsüdür anlatılan. Küçük Barış'ın (Ozan Bilen) bu dört duvar arasında ne suçu vardır ki? Oysa esrardan tutuklanan annesi değil midir? Barış henüz algılayamadığı bir garip dünyanın içinde, her yanı soğuk ve sağır duvarlarla çevrili bir hapishane avlusunda gökyüzünü ve özgürlük uçurtmalarını gözlemektedir. İnci Abla’sı (Nur Sürer), özgürlüğüne kavuştuktan sonra bir gün uçurtma olup geri döneceğine söz vermemiş midir?

(Agah Özgüç'ün 100 Filmde Türk Sineması kitabından)

Pek çok ünlü yazar, gazeteci ve siyasetçinin kaldığı, Deniz Gezmiş'in idam edildiği ve mahkumlara yapılan sistematik işkencelerle bilinen Ulucanlar Cezaevi'nin müzeye dönüştürülmesi, bir devrin kapanması açısından çok büyük önem taşıyor. Ulucanlar'ı görsel hafızamıza kazıyan ise 'Uçurtmayı Vurmasınlar' filmi oldu. Uçurtmayı Vurmasınlar'ı önce yazıya, sonra da senaristliğini yaptığı filmle beyazperdeye taşıyan Feride Çiçekoğlu, hikayeyi, kendisinin Ulucanlar'da kaldığı iki yıl boyunca tanıklık ettiği olaylardan derledi.

filmi izleyin..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails