“Kadınlar coşkulu, sitemli, çocuksu sesleriyle anlatıyorlar, adamlar da onlara “SAÇMALAMA!” diyordu.”
....şeklinde bir epigrafla açılıyor roman...
Yokuş Aşağı Portakallar, dilsiz bırakılmış kadınların, gerçeğin hemen kıyısında gördükleri düşleri anlatıyor. Çaresizliği huylarıymış gibi taşıyan bu kadınlar, belleklerini yitirmemek için kendi kendileriyle konuşuyorlar. İç seslere saklanan, saklandıkça ağırlaşan her sır, günü geldiğinde dilden dökülecektir; tıpkı yokuş aşağı yuvarlanışı engellenemez portakallar gibi… Yaşamak, ayakta kalmak, hatta delirmek bile bir zaferdir artık. (Tanıtım Bülteninden)
Evrensel Basım Yayın
168 sayfa-2015
1961'de Karaözü kasabasında doğdu. O yıllarda Sivas'a bağlı olan Karaözü, daha sonra Kayseri ilinin Sarıoğlan ilçesine bağlandı. İlkokulu, ortaokulu ve Sağlık Meslek Lisesi'ni Kayseri'de okudu. Turhal ve Tokat'ta iki yıl hemşirelik yaptı. 1985'te Ankara'da Gazi Eğitim Fakültesi Edebiyat Bölümü'nü bitirdi. Çeşitli okullarda edebiyat öğretmenliği yaptıktan sonra, 2006 yılında emekli oldu. İzmir'de yaşamaktadır.
Uzunbay şiirlerinin yanı sıra, şiir yazıları, şiir çözümlemeleri de yazmaktadır. Şiirleri İtalyanca ve İngilizce'ye çevrilmiştir.
Yapıtları
Şiir
1995-Sabahçı Su Kıyıları
1998-Yaşamaşk
2003-Kim'e
2006-Yara Falı
2010-Geri Dönüşüm
Çocuk Öykü
2010-Aklımın Çiçekleri
2011-Kedi Merdiveni
Roman-İnceleme
2010-Acı Bir Kuş
2011-Aydınlığım Deliyim Rüzgarlıyım-İnceleme
2015-Yokuş Aşağı Portakallar
2019-Kamçılanma Mesafesi
2019-Çoğunluk Dersleri
Kitap hakkında uzun uzun değerlendirmeler yazmaktansa kısa bir alıntı her şeyi anlatır diye düşündüm:
"Annem türkü öğretirdi bana. Ondan öğrendiğim türküleri, ondan daha güzel söylermişim, kulağım da sesim de harikaymış, öyle derdi. Büyüyünce bunun doğru olduğunu anladım. Meğer bildiğin berbatmış annemin sesi! Yüksek yüksek tepelere ev kurmasınlar türküsünü söylediğinde nasıl da dokunurdu içime, birlikte söyleyelim derdim, söylerdik, yine söyleyelim derdim, yine yine yine...
Bu türküyü söyleyen, söylemeye çalışan çocuklar gördüm sonra. Çocuk bunu neden sevsin diye düşündüm, bulamadım, ezgisinde bir şey, bir kolaylık mı var acaba? Bak, sana başka bir türkü öğreteceğim, o da çok güzel demişti:
Yumurtanın kulpu yok
Gözlerimde uyku yok
Sür gemici gemiyi
Hiç kimseden korkum yok!
Sevmiştim. Hem komik hem de cesur bulmuştum türküyü. “Çocukluğumda, sabahları radyoyla uyanırdık, bu türkü çok çıkardı, oradan kalmış aklımda,” demişti. İlkokulda derse girerken, hep bu türkü gelirmiş aklına, içinden söylermiş:
“Hiç kimseden korkum yok! Hiç kimseden korkum yok! Korkuyordum da ondan," demişti. Çünkü asker babasının arkasından o şehir bu şehir gezerlermiş, nerdeyse her ders yılına başka bir okulda başlarmış. Yumurtanın kulpundan sonraki birkaç yıl, her okul girişinde içimden bu türküyü söyledim. Böylece iki kere korkmamış oluyordum.
Ara tatile az kaldı. Doğum günümde İzmir'de olacağım. Karlı dağların arasından yağmurlara doğru akıp gideceğim. Annem, kirpiklerini kırpıştıra kırpıştıra, “Kitabın neresine geldin bakalım?" diye sorar muhakkak. Ohooo, daha yeni başladım anne, derim ben de. Okuduğum kadarını; Narin'i, İpek'i, Kezzi`yi, Hasan’ı anlatırım. Derim ki, Hasan kekeme. Bir gün çocuklar, Hasan çok güzel türkü söylüyor örtmenim, dediler. Söylemek ister misin Hasan, dememe kalmadı, Hasan başladı bile türküye. Ben de anneme söylerim.
Allı turnam yoldan geçmiş yorulmuş
Vay gidi babo babo vay
Şahin vurmuş kanatları kırılmış
Vay gidi babo babo vay yanıma vurma
Le vay diley diley, ah le diley diley
“Hasan Yalınkaya'dan biliyor musun?” derim. O, “Nerden bileceğim' demeden, ben “nerden bileceksin," der, devam ederim: o günden sonra, her gün derse Hasan'ın türküleriyle başladık, Öyle ki, artık başımı çevirip bakmam, elini kulağına atıp başlamasına yetiyor, türküsünü bitirir bitirmez de yeniden o utangaç küçük oğlan oluveriyor. Biraz yüreklensin diye, sen olmasan biz derse nasıl başlayacağız Hasan, dedim bir gün, Gülücükleri ağzında sımsıkı kapalı, kucağındaki ellerine bakıyor, kaldırmıyor başını.
Sonra bir gün gelmedi Hasan. Çocuklar suçiçeği çıkardığını söylediler. Türküyü ben söyleyeyim mi örtmenim, dedi Ali Osman. Ali Osman, Maraş’tan bir haber geldi, dedi, kapı çaldı. Gel demeden girmiyorlar ki anne, öğretemedim. Gelen Hasan’la annesi... Ama neden getirdiniz çocuğu, dedim arkasını getiremedim. "Türküsünü söylesin, götüreceğim” dedi annesi. Hasan yerine geçti, elini kulağına attı:
Seher vakti evinize vardım varmaz olayıdım
Geçiyordum bağınızdan geçtim geçmez olayıdım
Yalancısın inanamam gayrı sana güvenemem
Yalancısın yalancısın yalancısın dost
Aptalım ben, aptalım işte! Hasan, dersi Ali Osman'la başlattığım için bana yalancısın diyordu. Kendimi affettirmem, Ali Osman’ı da harcamamam lazım, Düşünelim bakalım. Hasan'a bir bağlama almalı. Öbür çocuklar üzülür, çok kıskanırlar. Yalınkaya'ya, Hasan’ın evine gideyim ben, geçmiş olsuna… Annesiyle konuşurum, o almış gibi yaparız. Hem Gülendam anayı da görürüm. Narin ne durumda acaba? Türkü de yakmıyor kaç gündür. Türkü dinlemediğim, hatta türkü dinlemeyi bayağı bulduğum bir dönem oldu. Korkunç Ne Yani Dönemi! Büyüyorsun da ondan demişti annem, insan türküleri bir çocukken bir de yaşlandığında severmiş. Ben de yaşlanmaya başladım demek ki...
Eduardo Galeano ve Gülten Akın sevgisine Uzunbay'da da rastlamak çok hoş duygular bıraktı bende..
( Komşu yayınlarından çıkan "Aydınlığım Deliyim Rüzgarlıyım" adlı kitabında Gülten Akın'ın ilk kitabından son kitabına kadar, hem insanın mahrem tarihini, hem de o tarihin can bulduğu toplumsal tarihi izlediğini söylemiş..)
Necati Eker'in Uzunbay'la yaptığı röportajını da buraya almak istiyorum. (Cumhuriyet kitapta yayınlandı bu röportaj)
“Bir çocuk oyununun içindeyiz. Anneme sarılmak istiyorum, ama portakal yuvarlağının içinde kalan kollarımız yüzünden sarılamıyoruz. Birbirimize değdikçe yuvarlanıp uzaklaşıyoruz.”
Yokuş Aşağı Portakallar; Zeynep Uzunbay’ın 2015 Ekim’inde yayımlanan ikinci romanı. Bu vesileyle şiir yazmaya nasıl başladığını, roman yazım sürecini, şiir yazmayı neden bıraktığını ve Yokuş Aşağı Portakallar’ı konuştuk.
“Yaşanmışlıktan Çok Algının Otobiyografisi”
Yayımlanan eserlerin kronolojisine baktığımızda, ilk şiir kitabı “Sabahçı Su Kıyıları” 1995 yılında, ilk roman “Acı Bir Kuş” ise 2010 yılında yayımlanmış görünüyor. Yazmaya şiirle mi başladın yoksa başka metinler de deniyor muydun?
İlkokul öğretmenim, tahtaya yazdığı kısa bir şiirle başlatırdı dersi. Ben de benzerlerini yazmaya çalışırdım. Sen kendi duygularını yazmalısın demişti. Deniz’in gazetelerde çıkan fotoğraflarını kesip biriktiriyordum. O yakalanmasın, ölmesin istiyordum. Bu benim duygum muydu? Evet, bu senin duygun demişti öğretmenim. Liseyi bitirinceye kadar defterler dolusu duygu birikti. Kimse görmesin diye tandırda yaktım onları. Fakülte yıllarında da yazar atardım bir kenara. Şiir, benim yazdığımdan başka bir şeymiş gibi gelirdi bana. 94’e kadar ikna edemedim kendimi.
Yaşama, tecrübe etme, biriktirme süreçlerini saymazsak; ilk cümleyi yazdığın andan, romanın yayımlandığı ana kadar geçen süre ne kadar?
Acı Bir Kuş dört, Yokuş Aşağı Portakallar üç yıl.
Belli bir yazma disiplinin var mı?
Her iki romanda da 4.30-5.00 gibi kalktım. Çay kahve kahvaltı dahil 10.00’a kadar çalıştım.
Para kazanmak için yapılan mesleklerin, yazmak üzerine etkileri senin açından bakıldığında nasıl(dı)? Emekli olmak yazma serüvenini değiştirdi mi?
Çalışırken 4.30-7.00 arası yazardım, emekli olunca bu 10.00’a kadar uzadı.
Neden hep sabah?
Çalıştığım yıllarda, gün işle, akşam çocuklarla doluyordu. İşi gücü, çocukların bakımını aksatmadan çalışabildiğim bu zaman dilimi, sonradan alışkanlığa dönüştü.
Yazmaya başlamadan önce kurgu kafanda biter mi, yoksa finale varıncaya kadar kahramanların başına gelenler sana da sürpriz mi olur?
Her iki romanda da, öncelikle yazmayı planladığım yılları, kullanmayacaksam bile o yılların konuyla ilgili olabilecek olaylarını, karakterlerin adlarını, yaşlarını, özelliklerini, neler yaşayacaklarını, ne olacaklarını büyük boy kareli defterime yazdım. Aralara girebilmem için boş sayfalar da vardı. İşin en kaygan, zor dönemi o defterin oluşma süreciydi bence. Gerisi zaman, sabır… Sürpriz olan kahramanların başına gelecek olanlar değil, başlarına geleni nasıl yaşayacaklarıydı. İnsanı yazmaya bağlayan da bu bence.
Romanlarında otobiyografik ögeler ne kadar yer tutar?
Yaşadığım, duyduğum, okuduğum, hissettiğim, anladığım şeyler, hangi karaktere yakışıyorsa ona gitti. Yazma halinin marifeti bunlar. Yazan insan kendisiyle yetinemez, yetmez de zaten. Başka dertler, çareler icat eder. Yaşanmışlıktan çok algının otobiyografisi diyelim.
“Şiiri bıraktım, çünkü şiiri kurduğum duygudan uzaklaştım.”
Araştırdığım zaman pek çok ödülün sahibi olduğunu görüyorum. Edebiyat yarışmaları/ödülleri hakkında ne düşünüyorsun? Senin kazandığın ödüller ne çeşit ödüller; bir yarışmaya katılarak aldığın ödüller mi, yoksa layık olduğun düşünüldüğü için sana verilen mi?
Çok ödüllü biri sayılmam. İlki ve ikincisi kitaplaşmanın en kestirme yoluydu. Üçüncüye, sıkıntılı zamanlardı, kızımın diş teli parasını kazanmak için son gün katıldım. Hâlâ pırıl pırıl seyrediyorum kızımın ağzında. Bir de şiiri bıraktıktan sonra, Boğaziçi haiku yarışmasına, tam olarak haiku formunda olmayan bir şiirle katıldım. Bir tür vedaydı, çünkü rumuzum Jisei’ydi: Ölmeden önce yazılan son haiku…
Yokuş Aşağı Portakallar’da Handan’ın şiirle ciddi bir hesaplaşması var, şiir yazmayı bıraktığını söylüyor. Şiir yazmayı sen de bıraktın mı? Şiir konusunda Handan’a ne derece katılıyorsun?
Şiir yazdığım sürece, her şiirde kendimle hesaplaştım, belki de çok hırpaladım kendimi. Şiir çözümlemeleri, şiiri düşünen yazılar yazdım. Toplansa birkaç kitabı doldurur bunlar. İnsan, şiirle ilgili bugün başka yarın başka şeyler düşünebilir. Bu nedenle, Handan’a katılıp katılmamam söz konusu değil. O, romanın kurgusu içinde, dile getiremediği gerçekleri imgelerle sarıp sarmaladığı için yorgun ve öfkeli. Ama insan şiirle açık ettiklerine olan ilgisini de yitirebilir zamanla. Şiiri bıraktım, çünkü şiiri kurduğum duygudan uzaklaştım. Büyük konuşmamak lazım, belki bir gün yine yazarım. Yazmazsam da ne şiirden bir şey eksilir ne benden. Ayrıca, beş kitap hiç de az değildir; söyleyeceğini söylemiştir, tükenmiştir, baskısı yoktur.
“…tanımadığım, sadece karşılaştığım kadınları bile, hikâyenin yedinci kadını olarak hayal ettim.”
Son romanda abartılı bir melodram var. Kahramanlarına bu kadar yüklenmenin sebebi nedir?
Kitaptaki zaman, çoğunlukla kadınların kendi kendileriyle baş başa kaldıkları geceler. Narin, “Gece de olmasa benim bir aklım yok. Herkes uyuyunca öbür Narin gelip giriyor içime. Her şeyi sırayla, sırasını şaştıysa dönüp en baştan yaşıyor,” der. Çocukken, gündüz yaptıklarımızı gece hatırlar korkardık. Gece her duyguyu şiddetlendirir. Belki bundan.
“Kadınlar coşkulu, sitemli, çocuksu sesleriyle anlatıyorlar, adamlar da onlara “SAÇMALAMA!” diyordu.” şeklinde bir epigrafla açılıyor roman. Benim gördüğüm ise romanda erkeklerin “saçmalama!” diyecek kadar bile söz sahibi olmadıkları. Neden bu epigraf?
Romandaki altı kadını yazarken, tanımadığım, sadece karşılaştığım kadınları bile, hikâyenin yedinci kadını olarak hayal ettim. Neden bilmiyorum. Yürürken, otobüste dolmuşta, trende onları dinledim. Bir gün, Karşıyaka sahilinde hızlı hızlı yürürken, peş peşe üç çiftin yanından geçtim. Kadınlar anlatıyor, adamlar “Saçmalama yaa, saçmalama bee, saçmalama aşkım,” diyorlardı. Bu kadarı tesadüf olamazdı. O epigraf yedinci kadın(lar) için.
Romanda sesini en çok duyduğumuz erkek Kemal. Onu da kadınların aktardığı kadarıyla biliyoruz. Yaşadıklarını, duygularını bir de Kemal’in kendi ağzından anlatmayı hiç düşündün mü?
Düşündüm. Çünkü Kemal, romandaki öbür erkeklerden farklı, o da bir öteki ve hayatı zor. Kadınlar tarafından aktarılmış görünse de; İpek’le konuşmaları, duymasak bile annesinin kulağına fısıldadıkları, telefona düşen mesajlarıyla duygularını bizzat Kemal’den öğreniyoruz.
Yokuş Aşağı Portakallar’ın içinde kendini en yakın hissettiğin karakter hangisi?
Bir ayırım yapamıyorum, hepsi benden doğdu. Zorlarsam “Sınıf” derim.
Romanda rüyalar gerçeği imliyor. Senin rüyalarla aran nasıl? Rüyaların sesini ne kadar dinliyorsun?
Çocukluğumda gördüğüm bazı rüyaları bile unutmamışım. Rüyaların senaristi, oyuncusu, yönetmeni biziz, fazladan anlam yüklemeye gerek yok. Yazarken, bir dil ve duygu aktarımı olanağı olarak, gördüğüm rüyalardan yararlandım tabii, ama romandakileri gündüz gözüyle yazdım.
Uzunbay'ın bazı anekdotsal yazılarını buradan indirebilirsiniz...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder