Anaïs Nin ya da tam adıyla söylersek;
"Angela Anaïs Juana Antolina Rosa Edelmira Nin y Culmell"
İspanyol, Küba ve Danimarka kökenli Fransız yazar.
Onbir yaşından başlayarak ölümüne kadar 60 yıldan uzun bir dönemde günlük tutmuştur.
Eserlerinden 6 tanesi filme aktarılmıştır. En ünlüsü Henry Miller ile olan ilişkisinin anlatıldığı "Henry ve June" dır. Erotik diye tanımlanan kitaplarının çoğunu sipariş üzerine kaleme almış ve erkek dilinin dışına çıkan bir üslup kullanmıştır. Toplam on beş bin sayfadan ve yedi ciltten oluşan günlükleri henüz Türkçe'ye çevrilmemiştir..
Anaïs Nin 21 Şubat 1903’te Fransa’da doğdu. Yazılarında gerçeküstücülüğün ve Otto Rank’tan aldığı psikanaliz derslerinin etkisi görülür. 1914’te annesiyle birlikte New York’a gitti. Orada öğrenim gördükten sonra Avrupa’ya döndü. Edebiyat yaşamına D.H. Lawrence: An Unprofessional Study (1932) adlı yapıtıyla girdi. Bu yapıt Henry Miller ile arasında yaşam boyu sürecek bir arkadaşlığın oluşmasını sağladı. İkinci Dünya Savaşı’nın başlarında New York’a dönerek roman ve öykülerini yayımlamayı sürdürdü ama 1966’da günlüğünün ilk cildi yayımlanıncaya değin önemli bir yazar olarak görülmedi.
Günlüğünün kazandığı başarının ardından Ateş Merdivenleri (1946), Albatrosun Çocukları (1947), Dört Odalı Kalp (1950), Aşk Evindeki Casus (1954) ve Minotor’u Kışkırtmak’tan (1961) oluşan İçsel Kentler adlı ırmak romanı ilgi uyandırdı. Birçok eleştirmen Nin’in kadınlıkla ilgili eşsiz anlatımına, lirik üslubuna ve psikolojik sezgisine hayranlık duyar. Kimileriyse narsistik olarak değerlendirdikleri kendine dönüklüğünü eleştirir. Bu konudaki tartışmalar Nin’in 14 Ocak 1977’de ABD’de ölümünden sonra yayımlanan Venüs Üçgeni (1977) adlı yapıtından sonra daha da arttı. Türkçe yayımlanan öteki yapıtları arasında Cam Fanusun Altında adlı öykü kitabı, 1931-1932 yıllarındaki güncesinin orijinal ve sansürsüz basımı Henry ve June sayılabilir.
Kadına ve Erkeğe Dair
Yeni Kadın
Neden yazılır sorusunu kolaylıkla cevaplayabilirim, çünkü bu soruyu kendime çok sordum. Galiba insan, içinde yaşayabileceği bir dünya yaratmak zorunda olduğu için yazar. Ben, bana sunulan hiçbir dünyada yaşamadım -ne ailemin, ne savaşın, ne de politikanın dünyasında. Kendime, kendi dünyamı yaratmalıydım -hayat beni yok etmeye başladığında nefes alabileceğim bir iklime, hüküm sürebileceğim bir yurda, kendimi yenileyebileceğim bir ortama gereksinimim vardı, işte, sanırım, her türlü sanat eserini doğuran neden de budur.
Yalnızca bir sanatçı, dünyanın sübjektif bir yaratı olduğunu, elementler arasından bir seçim, bir ayrım yapılması gerektiğini bilir. Eseri, iç dünyasının cisimleştirilmesi, enkarnasyonudur. Ve başkalarını da bu dünyaya çekmektir amacı. Kendi özel görüşünü başkalarına dayatmayı ve paylaşmayı umar. İkinci aşama gerçekleşmese de cesur sanatçı yılmaz. Dünya ile beraberliğin kısa anları bütün bu çabalara değer, çünkü son tahlilde bu dünya başkaları içindir, başkaları için bir mirastır, hediyedir.
Biz, hayat hakkında bilgimizi genişletmek için de yazarız. Başkalarını çekmek, büyülemek ve avutmak için yazarız. Sevdiğimize bir serenat sunmak için yazarız. Yaşamdan çifte tat almak için yazarız: İlki yaşadığımız anda, ikincisi geriye dönüp bakarken. Biz, Proust’un deyimiyle, önce şeyleri ebedileştirip sonra onların ebedi olduğuna inanmak için yazarız. Yaşantımızın sınırlarını aşıp onun da ötesine geçebilmek için yazarız. Kendimize, başkalarıyla konuşmasını, labirentler içindeki gezilerimizi anlatmasını öğretmek için yazarız. Kendimizi boğuluyor, daralıyor ya da yapayalnız hissettiğimizde dünyamızı genişletebilmek için yazarız. Biz, kuşların ötmesi gibi, ilkel kavimlerin dans etmesi gibi yazarız. Sizin için yazmak nefes almak, bir haykırış veya şarkı değilse -o zaman yazmayın, çünkü bizim kültürümüz onu değerlendire meyecektir! Yazmadığım zamanlar dünyamın daraldığını hissederim. Kendimi hapishanede gibi hissederim. Ateşimi ve rengimi kaybettiğimi hissederim. Yaratmak bir gereksinim olmalı, hani deniz nasıl yükselip alçalır, öyle. Buna benim verdiğim ad: Nefes almak…
Yüzyıllardır kadınların amacı ilham perisi olmaktı. Ve biliyorum, bir sanatçının karısı, onun ilham perisi olmak istediğim dönemleri 'Günlüklerim ‘den izlediniz. Ama aslında ben o sıralarda kendi gerçek görevimden kaçmaktaydım: Kendi işimi kendim yapmak! Dr. Otto Rank’ın yaratıcının suçluluk duygusu diye adlandırdığı şeyin ifadesini o sıralar kadınlardan aldığım mektuplarda yakaladım. Bu çok garip bir hastalık: Erkekler yakalanmıyor-çünkü bizim kültürümüz erkekten yeteneklerini en sonuna kadar geliştirmesini ister. Kültürümüz onu en büyük doktor, filozof, profesör, yazar olması için cesaretlendirir. Her şey, onu bu yöne itmek için el birliği yapmış gibidir. Ama kadından böyle bir şey hiçbir zaman beklenmedi. Ve benim ailemde -herhalde sizinkinde de- benden beklenen sadece evlenmem, eş olmam ve çocuk yetiştirmemdi. Ama her kadın bu işe yatkın değildir ve zaman zaman -D.H .Lawrence’in isabetle söylediği gibi -" Bu dünyada daha fazla çocuğa değil, umuda gereksinimimiz var".
Ben de bunu yapmaya karar verdim: Umutların hepsini nüfusuma geçirecektim. Çünkü Baudelaire bana uzun zaman önce her birimizin içinde bir erkeğin, bir kadının ve de bir çocuğun yattığını söylemişti -ve çocuk sürekli zorlukla karşılaşır. Şairlerin uzun zamanlar önce söylediklerini şimdi artık psikologlar da onaylıyorlar. Bakın, bizim o yerden yere çalınan, zavallı Freud’umuz bile bir gün ne demiş: "Nereye gidersem gideyim, bir şairin benden önce oraya gitmiş olduğunu görüyorum." Ne diyorduk, Şair, üç kişiliğimizden bahsediyordu, bunlardan biri de erişkinde hâlâ kalabilmiş olan ve sanatçıyı belli ölçüde sanatçı yapan çocuksu fantezilerimizdir.
Bu kadar çok sanatçı lafı ederken, sadece bize müziği, rengi, mimariyi, felsefeyi hediye eden, bize dünyaları hediye ederek yaşantımızı zenginleştiren kişileri kastetmiyorum. Bütün görüntüleri içinde yaratıcı gücü kastediyorum. Annem ile babam -babam piyanist, annem şarkıcıydı- kavga etmiş olsalar bile müzik yapma zamanı geldiğinde her şeyin ne denli huzurlu ve güzel olduğunu çocuk halimle bile fark ederdim. Ve biz çocuklar, müziğin, ailenin dengesini düzene sokup yaşamı dayanılır hale getiren sihirli bir güce sahip olduğu kanısındaydık.
Fransa’daki bir kadının hikayesini anlatmak istiyorum, çünkü bu örnek bize nasıl değişebileceğimizi ve yaratıcı olabilmek için nasıl her şeyden faydalanabileceğimizi çok iyi gösteriyor. Bu kadın, Utrillo’nun annesidir. Çok fakir olduğundan çamaşırcı ve gündelikçi olmaya mahkum edilmişti. Belki de gelmiş geçmiş en büyük ressamlar grubunun bir arada olduğu bir dönemde Montmartre’da oturuyordu. Onlara modellik yaptı. Onlara modellik yaparken seyrettiği için resim yapmasını öğrendi. Ve ünlü bir ressam oldu: Suzanne Valadon. Aynı şey on altı yaşında bir mesleğim olmadığı ve hayatımı nasıl kazanacağımı bilmediğim için modellik yaparken benim de başıma geldi. Ressamlardan renklere karşı duyarlılığı ve hayatım boyunca faydalandığım gözlemciliği öğrendim.
Kelimenin tam anlamıyla yoktan var eden sanatçıdan çok şey öğrendim. Örneğin, Varda, bana kumaş artıklarından kolaj yapmasını öğretti. Hatta beni, paltomun astarından bir parça kesmeye bile ikna etti; rengini beğenmişti ve bir kolajın içinde kullanmak istiyordu. Çok güzel cennet bahçeleri ve fantastik dünyalar yaratıyordu paçavralar ve zamkla. Yeterince uzun süre kumsalda bırakılan bir sandalyenin, hiçbir boyayla elde edilemeyecek kadar güzel bir solgunluğa erişebileceğini de öğreten Varda oldu.
Hurda yığınları arasında dolaşıp her tür makine parçası toplayan Tinguely bana, teknolojinin karikatürlerini oluşturan harika makineler yapmasını öğretti. İntihar eden bir makine bile yapmıştı; Collagen adlı kitabımda bu makineyi tarif ettim. Bütün bunlarla tek bir şey söylemek istiyorum: Sanatçı bir sihirbazdır; ondan, hangi durumda olunursa olunsun, her zaman bir çıkış yolunun bulunacağını öğrendim.
Bir gün kendimi sizin belki de çok ilginç olduğunu düşüneceğiniz bir yerde buldum; Paris’in bir banliyösünde. Paris’in bir banliyösü de New York’un veya Los Angeles’in veya San Francisco’nun bir banliyösü kadar kasvetli olabiliyor. O sıralarda yirmi yaşlarındaydım ve kimseyi tanımıyordum; eh, ben de yazarlara olan aşkıma sığındım. Bir kitap yazdım ve kendimi birdenbire bohemlerin, sanatçıların ve yazarların içinde buluverdim. Ve bu benim için bir köprü oldu. Bazen insanlar bana " Bu iyi hoş da senin yazmaya zaten yeteneğin vardı." derler. Ben de derim ki, her zaman bu kadar belirgin bir yeteneğe hiç gerek yoktur.
Sıfırdan başlayan ve benim için büyük bir kahraman olan bir kadın tanıyorum. Ailesi çok fakir ve çok çocuklu olduğu için yüksek okula gidememişti. Saratoga’da bir çiftlikte oturuyorlardı, ama kız New York’a yerleşmeye karar verdi. Brentano’da çalışmaya başlamasından bir süre sonra kendi başına bir kitapçı dükkanı açacağını açıkladı. Herkes onunla dalga geçip tamamen deli olduğunu, yazın sonunu getiremeyeceğini söyledi. 150 dolar biriktirmişti; New York’un tiyatro çevresinde ufak bir yer kiraladı -ve gece gösterilerinden sonra herkes ona gelmeye başladı. Bugün Gotham, Book Mart, New York’un en tanınmış kitabevi olmakla kalmıyor, herkes kitabevi partilerini orada yapmak için birbiriyle adeta yarışıyor. Tüm dünyadan konukları var; New York’a geldiğinde Edith Sitwell, Jean Cocteau ve daha niceleri. New York’ta başka hiçbir kitapçı, sahibinin insancıllığından ve sevecenliğinden yansıyan o büyüleyiciliğe sahip değil; üstelik orada durup 'kimse tarafından rahatsız edilmeden' bir kitabı okuyup bitirebiliyorsunuz da. Kadının adı Frances Steloff' dur; sınırlı, fakir bir hayattan kurtulmak için çok büyük bir yetenek gerektiğinin iddia edildiği her yerde ben onu anıyorum. Francis şu anda seksen altı yaşında -beyaz saçlı, yaşlılığa isyan etmiş harika tenli güzel bir ihtiyar kadın.
Yaratıcı iradenin ilkelerini, açlığa göğüs gerip bestelerinden elde ettiği parayı Paris’in banliyösündeki ufak odasında duran piyanosunu rutubetten korumak için harcayan Eric Satie gibi müzisyenlerden öğrenip benimsedim. Newton’un kuramını sorgulayan Einstein bile bugün artık ispat edilmiş olan şeye yürekten inanarak öldü. Bunu inanmaya bir örnek olarak anlatıyorum; şimdi de bu konu hakkında konuşmak istiyorum. Beni yazmaya iten -yirmi yıl boyunca mutlak bir suskunlukla karşılanmış olmama rağmen- işte bu inanç, ne olursa olsun, kimse dinlemese bile bir sanatçı olma gerekliliğine olan inançtı.
Zelda Fitzgerald’dan bahsetmeme gerek yok. Sanırım, hepiniz Zelda hakkında, günlüklerini yayınlamayı yasaklayan Fitzgerald olmasaydı asla delirmeyecek olan Zelda hakkında kafa yordunuz, düşündünüz. Kocası Fitzgerald’ın bu günlüklerin yayınlanmasına karşı çıktığını, çünkü onları kendi yazılarında kullanmak istediğini hepimiz biliyoruz. Bence, Zelda’nın aklını yitirmesine neden de bu. Kendini bir sanatçı olarak ispat edemediğinden Fitzgerald’ın şöhreti altında ezildi. Ama kitabını okuyacak olursanız, onun kocasının asla başaramadığı kadar orijinal bir roman yazdığını, özellikle dili orijinal bir biçimde kullanma çabası içinde çok daha modern olduğunu farkedeceksiniz.
Tarih- tıpkı bir projektör gibi- görmek istediğini görmüştür ve çoğunlukla da kadını gözden kaçırmıştır. Hepimiz Dylan Thomas’ı tanırız. Çok azımız Caitlin Thomas’ı tanırız; kocasının ölümünden sonra aslında tek bir şiir olan bir kitap yazdı ve gücü, özdeki güzellik ve samimi duygular açısından Dylan’ın şiirselliğini yer yer oldukça aştı. Ama Dylan Thomas’ın yeteneği onu öylesine ezmişti ki, o ölene kadar yazı yazmayı aklına bile getirmemişti.
Bizim burada toplanmamızın nedeni inancımızın ve kendimize güvenin kaynaklarını kutlamak içindir. Pirinci altına, nefreti sevgiye, yıkıcılığı yaratıcılığa çeviren simyanın sırlarını vermek istiyorum size, kaba güncel haberleri yeni ilhamlara, çaresizliği sevince dönüştürmek için sürekli yapmamız gereken şeyin sırrını. Sakın dünyanın durumuna ya da kokuşmuş sistemin tahrip etme çılgınlığına dur diyecek eylemlere karşı kayıtsız kalma şeklinde anlaşılmasın bu. İnsanların ruhlarını zinde tutup bu dünyada eylem yapabilmeleri için gıdaya gereksinimleri olduğunda hepimiz hemfikiriz; ama bununla, ona sırt çevirmemiz gerektiğini söylemek istemiyorum. Benim demek istediğim, gücümüzü ve değerlerimizi kendi gelişmemizden ve büyümemizden almamız gerektiği. Bütün direnişlere, bütün engellere, tarih dediğimiz korku tüneline inat, insan, hayal kurmayı ve gerçekliğin öteki yüzünü tarif etmeyi elden bırakmamıştır. İşte yapmamız gereken de budur. Biz, felsefeye, psikolojiye, sanata sığınmıyoruz, oraya kırılmış "ben"imizi onarmak, yeniden birleştirmek için gidiyoruz.
Bugün doğan geleceğin kadını, yaratma süreci ve kendi kişisel gelişmesi karşısındaki suçluluk duygularından arınmış olacaktır. Kendi gücüyle barışık yaşayacaktır: Bunun için de illa erkeksi, eksantrik ya da gayrı tabii olması gerekmeyecektir. Kendi gücünden ve sükunetinden emin olacağını sanıyorum: Kendisinden zaman zaman korkacak çocuklarla ve erkeklerle konuşmasını bilen bir kadın. Erkek, kadının kendini gerçekleştirmesinden huzursuz, ama buna hiç gerek yok, çünkü artık karşısında bağımlı biri değil, bir ortak olacak. Kadın ona öyle bir duygu verecektir ki, erkek artık her gün çocuk ve karı -ya da çocuksu bir kadın- beslemek adına tüm dünyaya savaş açmak gerektiği düşüncesini üzerinden atacaktır. Geleceğin kadını erkeğini hiçbir zaman kendisinin temsilcisi olarak görmeyecek, aslında kendisinin yapması gereken şeyleri erkeğin gerçekleştirmesi için onu çıldırtana dek ısrarlarda bulunmayacaktır. Onun hakkında çizdiğim ilk model yani şöyle: Saldırgan değil soğukkanlı, güvenilir, güvenli, kendi yeteneklerini geliştirebilen, kendine yer açabilen bir kadın.
Kadınların insana duyguyla yaklaşmak, dolaysız ilişkiler kurmak gibi yeteneklerini kaybetmemelerini isterdim; bunu kötülük olsun diye değil, aksine entellektüel yetenekleri sezgiler ve kişisel olana duyarlılıkla birleştirerek tamamen başka bir dünya yaratabilmemiz için yapmalılar. Günlükler’i ve romanlarımı yazarken bazı insanlar hakkında en az ayrıntılı bilgi kadar iç dünyalarına da gereksinimimiz olduğunu göstermeye çalıştım. Bizim efsanelere ve şiire de gereksinimimiz vardır, yalnız onlar biraz uzakta, sanat ise her zaman kadının tam anlamıyla kişisel dünyasının çok daha uzağındadır.
Size Colette’ten söz etmek istiyorum. Academi Française’e aday gösterildiğinde- bir yazarın erişebileceği en yüksek onurlandırma-kızılca kıyamet koptu: Colette savaş veya herhangi önemli bir olayı konu almamış, yalnızca aşk üzerine yazmıştı. Ona yazar olarak hayranlık duyuluyordu, biçem ustasıydı -içimizde biçem açısından en iyilerimizden biriydi -ama her nedense Colette’in kişisel dünyasının pek de öyle önemli olmadığına inanılıyordu. Ama kanımca çok önemliydi, çünkü onun yeryüzünde daha az dolaşarak kendini iyice kısıtladığı için geliştirebildiği o içsel dünyayı, insanlararası sezgilerdeki o duyarlılığı biz yitirdik. Onun için ise, aile çok önemliydi, konu komşu, arkadaş, hepsi önemliydi.
Erkeklerin de bu gelişmeye ayak uydurmaları ne kadar iyi olurdu. Ve Jung’un terimiyle, kendi içlerindeki kadını keşfettikleri anda tam da bunu yapacaklardır. Bir keresinde bana, ağlayan erkekler hakkındaki düşüncelerim sorulmuş, ben de onları sevdiğimi söylemiştim. Çünkü ağlamaları onların da duyguları olduğunu kanıtlıyordu. Kadının erkeksi, erkeğin de kadınsı yanlarını onayladığı gün, bizim iki cinsliliğimiz, çok yönlü kişiliğimiz, yaşatmamız gereken birçok yanımız kabul edilmiş olacaktır. Kadın cesur, maceraperest olabilir -bunların hepsi olabilir.
Ve tarihin sahnesine çıkmakta olan yeni kadın olağanüstü, büyüleyici.
Onu seviyorum...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder