Eserleri
1992-Kambur-Anlatı-İletişim Yayınları
1993-Ağrıyınca Kar Yağıyor-Şiir-Mitos Yayınları
1993-Ne Yaştadır Ne Başta Akıl Yoktur-Oyun-Mitos Yayınları
2011-Zamanın Farkında-Öykü-İletişim Yayınları
2011-Saat Kitabı-Sanat
2012-Topkapı Sarayı Saat Koleksiyonu-Sanat
2012-Coşkuyla Ölmek-Öykü-İletişim Yayınları
2016-Öyle miymiş?- Anlatı-İletişim Yayınları
Zamanın Farkında-İletişim Yayınları-199 Sayfa
(2012 Oğuz Atay öykü ödülü)
“Hayatı anlayamamak kadınları anlayamadığını söyleyen adamın sözü kadar perişan bir ifade gelir bana. Be nabekâr, kadını anlayıp da ne yapacaksın, yapacağın değişecek mi? Peki hayatı ne yapacaktım? Onu anlayayım diye psikanaliz mi öğrenecektim, Jung’ları, Laing’leri okuyup şizofreni yolculuklarına mı çıkacaktım, şeyhleri ayrı, doktorları ayrı mı etekleyecektim, kendimle ilgili hem de bu dünyama ait bir söz söyleyecekler diye kulak mı kabartacaktım? Söz doğru olsa zaten kaçardım, yalan olsa bayılır tekrarını duyayım diye yapışırdım da bunun neye faydası olurdu? Zavallı Reich gibi dolaplar yapıp içine mi girseydim, o pos bıyıklı filozof gibi coşkunluk seline mi kapılsaydım, ikinci benlik, birinci benlik öndeki, arkadaki, birincinin sesi, ikincinin ayak sesi diye huzursuzluk ve yetersizlikten tuhaf ama kibirli bir dünya mı inşa etseydim, kibrimin nedenini anlatacağım diye canım mı çıksaydı, birinin ruhu az öteye kıpırdayabilsin diye elli sene gırnata mı çalsaydım, zaten öbür dünyada göreceğim cini, mekiri, meleği göreceğim diye gece üçlerde kalkıp namaza mı dursaydım, avizeler sallanıyor, başım secdeden bir saatten evvel doğrulamıyor diye sonra kime anlatsaydım, arabayla on iki saatlik yolu kendimden geçerek iki saatte almış olsam bile varacağım yere on saat evvelden gelip de ne yapsaydım?” (arka kapak)
Benim alıntılarım
-Hani hastalıktan kalkanın nekahet halinin yaşama tutunmak zannedilen bir hali vardır ya, o aslında yaşamın tutunacak ve tutulacak bir yeri olmadığının anlaşıldığı haldir...
-Cehalet denizi engindir, ama cahil de bir türlü boğulmaz...
-Ne tuhaf çocukken görünmez olmak isterdim, meğer zaten görünmezmişim...
-'Müziği sevmiyor musun?' diye tekrarladı. Bir nefes alıp düşünmeden; 'Müziği seviyorum da şu 'la'dan nefret ediyorum,' dedim. Kaşını kaldırıp şaşaladı 'Neyden?', 'La,dan,' dedim. “'Ben müziği seviyorum oluştuğu şeyleri değil. Bu notalar bana ortaya dökülmesi değil gizlenmesi gereken şeyler gibi geliyor. Belki oluşmak için onlara ihtiyaç duyulmuş olabilir ki ben bunu da sanmıyorum. Çok yüksek müzikler do ile la ile yapılmaz, içe doğuşla, hayalle oluşur. Ben dinlerken böyle dinliyorum, öğrenirken de öyle öğrenmek isterim. Bazen evde yeni bir yiyecek görür, bir yerde bir şey yer beğenirsin. Güzelmiş dediğinde hemen densizin biri aman bir şey değil, şu kadar yağ, soğuk olacak, hıyır hıyır olsun diye, yumurta sarısı, un şöyle elekten geçirerek... diye anlatır da anlatır insan önünde bir topak hamur ve çiğ hamur kokusu duyarak kusacak gibi olur. Müzik de notaya dökülünce ben çiğ hamur kokusu duyuyorum, kusacak gibi oluyorum,' dedim. Kadın hayretle ve gülerek, biraz da düşünceli 'Evladım, sen böyle vehimlere nerden kapıldın, hiç bu yaşa kadar böyle bir telakki duymadım, bunlar nasıl düşünceler, sen ne kadar şairane bir çocukmuşsun' dedi. Bana yaklaştı. Kendimi, sözlerimi, vehimli düşüncelerimi, günlerimi, hep midemde, içimde bir yerlerde duyduğum sürekli yanmayı, kendim olarak yaşadığım ağrılı olma halini ister istemez bütün olarak gördüm, kütle halinde gördüm. Geldi, yanaklarımı tuttu, gözlerime bakmaya çalıştı. Birden ağlamaya başladım, gözlerimden, burnumdan değil en uzak yerlerimden, çok derinlerden ağlamaya başladım. Kendimi durduramıyor, nasıl olduğunu da anlayamıyordum. Bana sarılıp bir şeyler söyledi, söyledi. Yüzüm, gözlerim yanarak, içimde sonsuz bir acınma, bir müddet durdum. Burnumu tekrar tekrar çekip, arkamda duran çantamı aldım, çıktım. Bir daha da oraya gitmedim...
-Kimin ne olduğunu eskisi gibi bir bakışta sezemiyordum. Benim yetişme çağımda Avrupa’ya gidip gelen çok seyrek gençlerden başka küpe falan takan yoktu. Şimdi yer sofrasından doğrulup keteyi elinden bırakanın kulağı küpeli. Ortaokuldayken bir arkadaşım yazın bir haftalığına İtalya’ya gitmiş gelmiş, ancak geldikten sonra bir daha buralara ayak uyduramamıştı. Annemle bir keresinde Nuruosmaniye’de gezerken bir turist bir şey sormuş, kimse adamın derdini anlamamış, telaşla imdat ararken boynunda rengarenk bir fularla gezen kırantadan bir adam görmüş “Hah bu bilir,” demiştik. Fularlı deyyus bir kelime edemeyince toplanan kalabalık “Niye peki böyle beş dil biliyor gibi giyindin, fularındaki renk kadar hünerin olduğuna vehmettirdin?” deyince adam kıvrak bir kaçışla kıvrılıvermişti. Yine benim yetişme dönemimde, benden biraz öncesinde, eroin içenler bile Deep Purple dinledikleri için, hem de auto reverse teyplerde durmadan dinledikleri için eroinman olmuşlardı. Şimdi berber çırakları şiir yazıyor, normalliği neticesi intihar etmesi gereken eşek sıpası hem küpeli hem rengarenk, yalan söyleme gereği bile duymuyor, gerçeğin eşiği yalanın altına inmiş.
-Aslında başkalarına bunca seyahatten, bu her şeye razı ama eli boş dönüşünün hakaret olduğunu bilir ama toprak sahipleri bunu mesele yapmaz: “Döndün, sonunda kıymetimizi anladın, yolu buldun ya,” derler. Bunun gibi işte insan yine karnını doyurur, ama tat yoktur, güler gibi yapar, neşe yoktur, var gibi yapar, yoktur, herkese haklılarmış gibi yapar çünkü güler, yer ve vardır. Nasıl ki bunlar yoktur, haklılık da zaten hiç yoktur.
Bir şair demiş gerçi “Eve dönmek kendine sarkıntılık etmekten başka nedir ki?” diye..
-Doktorlar hastalığı ve insanın gücünü karşılaştırdıklarında durum ciddi ise hemen teslim oluyorlar, bu kadar deyiveriyorlar. Tarih bilenler, toplumların başını peşini bilenler bunun sonunu görüp buraya kadar diyebiliyorlar, teslim oluyorlar. Dindar ve tasavvufa içli dışlı kimseler hemen her halde Allah’ın hükmüne teslimler. Hiçbir şey bilmeyenler mi isyan halinde? Benim bildiklerim ne? Faydasız ilim, bütünlüksüz ilim, yanlış yerden bilgilenme diye bir şeyler duyuyorum, her şeyi üzerime alınıyorum. Zaten dünyada üzerime alınmadığım bir şey olmadı şimdiye kadar. Ama bunları, bu ayıp ve yanlışları birer elbise gibi giyiyorum teke tek, her biri ile nasıl sakil ve hasta durduğumu görmeye çalışıyorum. Hastalıkların, marazların hep kalpte olduğunu söylüyor ve kalbi temizlemekten bahsediyorlar. Ben de kalbimi yokluyorum sık sık; hep ağrılı, vesveseli, gidip gelen buluyorum. “Huzursuz, hüsran duyan kalp,” diyorlar; “Benim, buradayım” diyemiyorum. “Allah korusun” diyorlar. Kendimi nereye saklayacağımı şaşırıyorum. Kalbin saklı olduğu yer iyi ki böyle derinde. Acaba beni görüyorlar mı? Acaba bu insanların hiç kalpleriyle işleri oldu mu, kalbin her an soyulmuş hissinde olması nasıl biliyorlar mı, herkesin kalbi bu kadar oynak mı, bu kadar hevesli ve bu kadar dar ve alıngan mı, bu kadar kendini bilmez mi, kalp şımarmak mı istiyor, yatışmak mı, bunu nasıl öğrenebilirim? Ben yatışmak istiyorum. Kendimi bildim bileli galiba şımarabilmek istedim, bu bana verilsin istedim. Öyle derin bir açlık ki mide kazınması gibi kalbimi kazıdı durdu. Başka şeye bakıp geri çekilemedim. Otuz sene kasap vitrini seyretmiş, lokma yiyememiş kedi gibi, otuz sene dünyayı seyrettim lokma yiyemeden, artık canım da bir şey istemiyor.
-Kırk dört yaşındayım. Yaşımdan utanıyorum, halbuki başımdan utanmam lazım. Ama o başımda olsa ben de herhalde yaşımda olurdum. Bu yüzden, sırf yaşımdan utanıyorum. Ağız dolusu kırk dört demek de doğrusu pek zor. Sanki yarısı ağzıma sığmıyor gibi geliyor; kırkı söyleyip bari dördünü tenzil edeyim diyorum ya öyle yapıyorum ya arkadan o kalan dört de sönük bir şekilde sürünerek de olsa gelip öbürünün kuyruğuna yapışıyor. Sanki nedir dört, neyin hesabını tutuyor da gelip ilişiveriyor, kendine de bir şey ister ya da bende bir şey yok der gibi hesabı kabartıp, yokun yanına ilişiyor. Genç olmak umurumda değil de yaşımın adamı olmadığımı sezmek beni perişan ediyor.
-Eskiden olduğu gibi sıcak bir ağustos günü akşamüstü, hafif bir cesaret için içeceğim bir iki bir şeyden sonra kendimi asacak halim yok artık, ya da kendimi bir yerden boşluğa bırakacak. Yok artık. Allah’tan bekliyorum. Kendimi zaten hayatta olduğum müddetçe öldürdüm; bedenimi de hallediversinler. Allah korusun, kendimi atamam artık. Yetmiş yedi yaşında intihar eden Zweig mı olayım? O işler yirmi-yirmi beş yaşın, bilemedin otuz yaşın işleri. Bu rezilliği çek çek, atla, olur şey değil. Adama demezler mi “Yahu ne atladın ben de tam sana geliyordum” diye.
-Talebe iken ezilirdim, hoca iken yine eziliyorum, aynı şekilde eziliyorum. Hocamdan utanırdım, talebemden utanıyorum. Şunu anladım, yemin ederim ki anladım, aklı başında insan ömrü boyunca hiçbir şekilde, hiçbir konuda ne talebe olmuştur ne hoca. Akıl, edep, kendine aitlik, başka sulara karışmama, olduğun hale benzeme ve o olma sadece bu şekilde insana geliyor. Hocasının da talebesinin de soyu kurumadıkça bu kuruluk yeşermez. Bakın bu kadar gübre, bu her yeri saran gübre, bir çiçek açtırmıyor.
-Her neslin başından geçen, ahmağının, akıllısının, incesinin, kalınının zamanın kendilerine ayrılan koridorundan geçtiği, her neslin köşesini döndüğü ama kendisini biricik sandığı şeyler. Gençlikte insanın içi bomboş olduğundan içine ne düşse büyük gürültü çıkarıyor elbet. Her şeyin iyi ya da kötü aksi pek büyük oluyor. Zaman geçince halbuki en güzel, en yüksek şeylere bile bir yerin kalmadığı, her türlü etkilenmenin vaktiyle tüketildiği ve şimdiden sonra olacak olanın ve biçimlendirecek olanın bu vaktiyle dolanlar olduğu anlaşılıyor...
-Eskinin ahmağı iri, açılmış gözlü olurdu, şimdininkiler kısık ve zekice gülümseyen. Zekice gülümseyecek kadar ahmak. Ne, fokstrot mu? Dağlara taşlara. Ne, tango mu? Efendim, taşra kökenlisiniz herhalde, böyle her naneyi bir şey saydığınıza göre. Borges tango için “Kerhane sürüngeni,” demiş. Dinince dinlensin, ne güzel demiş. Efendim, niye kalktınız? Bilsem, hiç bunları bilebilir miydim?
-Doğru denince benim aklıma şu yirmi santimlik cetveller gelir. Tüm doğrular bu yirmi santim ile ölçülebilir. Bu yirmi santime insanın her şeyi sığar. Karşınızdakine doğruyu söylediğiniz anda tüm hayat ve gerçekler, olduğunuz, ölçülebilir olur. Bunu yaşamanın asıl kötülüğü o cetveli elinden bir türlü bırakmayanlardır. Şu çevreden çıktığına göre görgü, nezaket bunların göstermelik değil aslının astarının olması; altı santimi geçmez. Şu okuldan çıktığına göre tahsil, terbiye; beş santimi geçmez.
Ana baba bu ve buralı olduğuna göre görüp göreceği işitip hallendiği; altı santimi geçmez. Girip çıktığı, gidip gördüğü yerler, zaten nedir ki, iki defa Venedik, Floransa, Roma, bir defa Budapeşte, Prag (Viyana'yı tur şirketi son anda çıkarmış, programın on birinci sayfasının altında şirketin değişiklik yapabileceği incecik bir yazıyla yazıyormuş ama kimse görmemiş), dört santimi geçmez. Oturulan ev, terliğin astarı, buzdolabı ve içindeki ucu gittikçe sararan ve kıvrılan peynir, bu hepsi geriye doğru kıvrılan şeylerle aslında yedi santim olan da altı santimi geçmez...
-Şimdi, nereden, tam ne zaman başladığımı bilmiyorum. Çocukken, ilkokul ikinci sınıfta mesela boyum 1.27 idi ve bu boy elbet makbul bir boy değildi. Benden kısa ya bir kişi vardı ya yoktu, 1.44, 1 47 boylu oğlanlar daha revaçtaydı. Ne yapayım boyumu uzatamazdım ama dilimi uzatabilirdim. 1.40'ım diye. İnanırlar mıydı? En azından tartışmaya açılırdı, yan yana dururduk, kabarır, ayak ucumda yükselir 1.4O'lık performans gösterirdim. İşin tuhafı böylelikle herkes bir yana 1.27 olduğum benim hiç aklıma gelmez, bir derdi inkârla savuştururdum. Yüksek not mu makbul, notlarımı yükseltirdim, hem de hiç çalışmadan, hangi okul makbul, bakkaldaki amcaya orada okuduğumu söylerdim, hangi meslek itibarlı, işte o benim babamın mesleğiydi, nasıl anne güzeldi, o sarışın kadın benim annemdi, hangi şarkıyı benim bu saydıklarımın aslına sahip çocuk söylüyor, benim şarkım da oydu, Yeniköy Beylerbeyi'nden havalı mı, dedem oralı, çilek armuttan zarif mi, hep çilek yeriz, çilekler buzdolabında ayıklanmış mı durur, evet bizim evde de öyle, sarı kirazı bilir miyim, tabii tabii çok severiz... diye başladı; evet böyle başladı. Ben boylu boslu delikanlılığa, o okula, ayıklanmış çilek ve sarı kirazlara, babamın o mesleğine ve annemin sarışın başına hayrandım. Güzel olan onlardı, onlarsız hiçtim, neydim ki, onlarsız nasıl, neyle, aklım almıyor bir dakika ayakta duramazdım ki. Halbuki bunlarla ne rahat ne komplekssiz ne tatlıydım. Hem bunca şeye sahip hem de tatlıydım. Mesela bunların birine sahip olan, diyelim o okulda gerçekten okuyan ya da babası o itibarlı meslekten olan çocuk ne taşlaşmış ne kuru ne sevimsizdi, havasından yanına varılmıyordu. Demek ki aslı o kadar da güzel değildi. Olsam, ben de o olsam böyle tatlı olamazdım ki. Sarı kiraz belki benzimi de sarartır, annemin sarışınlığı babamı huzursuz eder, annem sarışınım diye patates bile kızartmazdı. O okulda okusam hayal kurmaya bu kadar vaktim olur muydu? Olmazdı. Ben hem o okulda okuyor hem de eve girmiyordum. Mutluluk buydu. Tamdım.
Kambur-İletişim Yayınları-92 Sayfa
" 1947 ye gelmişiz, sevinilecek tek yanı, bu yılda ölecek bir sürü insan olması..."
" önerdiği kitapları kimse okumuyordu ki, O da sonlarını öğrensin..."
" ..oysa içtenlik , gürültüden başka bir şey değildir,
bazı şeyleri içten yaptığını söyleyen,
buna inandırmaya çalışan içi boş insanların,
içtenliklerinin çıkan kof sesi kafa şişirmekten
başka bir işe yaramaz..."
" akıl hiçbir yer varmayınca
duvara yazı olur..."
" bir cümle söyleyebilmek için -o da çoğu kez yalan- koca kitaplar yazılıyordu, oysa en azından kapaklarına, " bu kitap bilmem kaçıncı sayfadaki o sarsakça cümleyi söyleyebilmek için yazılmıştır " diye bir not düşülebilirdi..."
" ...tüm sürprizlerin sizden çalınanlarla gerçekleştiğini ve yeni bir şey gibi sunulduğunu unutup..."
" burnum içinse 'burun' demek pek hafif kalır, BURRUNN demek
( Şeddeli ) gerekir, baktıkça pes diyorum, Tanrı beni bu şekilde yaratıp dünyaya gönderiverdi ama, beni tekrar göreceğini düşünseydi burnumun dörtte üçünü geri alırdı, bu nedenle de karşısında daha fazla kalabilmek için en korkunç suçları işliyorum..."
"öğrenilen tüm gerçekler, başkalarına söylenen yalanlar sayesinde bulunur, oysa içtenlik kuru gürültüden başka bir şey değildir..."
" bildiği tüm renkler ; gri , koyu kahverengi ve sarıdan ibaretti
( yenilginin tüm tonları...)
" herkesin doğumundan itibaren inşa etmeye çalıştığı bir bina vardır, yığarlar tuğlaları üst üste, yalan yanlış, eğri, farketmeksizin
( düzgününü de pek görmedim) geri çekilip baktıklarında gurur duyarlar, işin en tuhafı herkes de hayrandır; onun da oldu tabii, ama nereden bakarsa baksın beş-altı tuğladan fazlasını göremiyordu..."
" birine bir çocuğa ' ne akıllısın ! 'demek korkunç bir şey, insanı ömür billah sersem etmenin en etkin yolu, böylece rahat ve sıradan şeyler yapabilme şansı tümüyle elinden alınmış olur..."
" sanırım yaşayabilmenin bir yolu da kötü alışkanlık denip yaka silkilen şeylerden kendinize uygun olan birine saplanmak..."
" hani bazı filmlerde kadın oyuncu beyaz ipekli bir sabahlık giyer ve erkek yaklaşınca, o sabahlık sessizce görevini tamamlayıp usulca yere düşer ya; işte ben o kadın değil, o sabahlık olmak istiyorum..."
"bir günü daha bitirmenin sevincini, yarına başlıyor olmam yarıda bırakıyor..."
" bir şeylerin, insan soyunun devamı olmak, beni öyle sıkıyor ki..."
" işte beklenen gün- bugün doğdum- yarın ölmezsem, yaşamım boyunca yapacaklarımdan sorumlu değilim...
Topkapı Sarayı Saat Koleksiyonu / 136 sayfa
Dolmabahçe Sarayı’ndaki tamir edilen 74 adet mekanik saatin hepsi sergilenecek. Sarayın saat tamircisi Şule Gürbüz “Saat tamir olduğunda ‘Tamam, ben oldum’ diye kendi söyler” diyor. Saat aksırır, öksürür, şikayeti hiç bitmez
Türk saatçiliğinin en önemli ustalarından, ömrü boyunca sadece dokuz saat yapmış Ahmet Eflaki Dede’nin şaheseri...Es Seyid Süleyman Leziz’in, Nil sularının azalmasından ekim dikim vakitlerine, hayvanların kış uykusuna yatmasından kutsal günlere kadar pek çok bilgiyi de gösteren saati... Ünlü İngiliz usta George Pior’un Türk pazarı için yaptığı müzikli saati...Benzer pek çok örnek 18 ve 19’uncu yüzyıla tarihlenen bu saatlerin bugün çalışmalarını sağlayan iki isimden biri Şule Gürbüz.
II. Abdülhamid’in saatçisinin torunu ve bu geleneği bilen son isim olan Wolfgang Mayer’in Recep Gürgen’den bu mesleği öğrenen Şule Gürbüz, bugün Dolmabahçe Sarayı’nın tek saat ustası. Üstelik sadece orada değil, Türkiye’de de saray saatlerini tamir edebilen -Recep Gürgen’den sonra- tek isim. İstanbul Üniversitesi’ndeki sanat tarihi eğitiminin ardından Cambridge Üniversitesi’nde felsefe eğitimi alan Gürbüz’den hikayesini ve müzeyi dinledik.
-Sizi saat tamirciliğine iten neydi?
1997’de Dolmabahçe Sarayı’nda çalışmaya başladım. Saatlerin hepsinin bozuk olduğunu fark ettim. Saat tamiratıyla ilgili bir atölye yoktu. Wolfgang Mayer’in vefatından sonra Recep Gürgen gelip saatleri tamir etmeye devam etmiş ama kadrolu olarak değil. Ondan beni yetiştirmesini rica ettim.
Kendi kendimle olmayı, müstakil bir hayatımın olmasını isterim. Atölyede tek başıma kalsam istediğim hayatı inşa edebilir miyim diye düşündüm. Bir saat ustası olmayı, elimin ürettiğiyle yaşamayı kendi adıma şık ve güzel buldum. Onun dışında mesleğin tabii ki iş çok zor ve çileli yanları var.
-Neler bunlar?
Zanaat, sanat eseri oluşturmak gibi kendi kimliğinizin, isminizin ön planda olduğu bir şey değil. Yaptığınızı bir anlamda kendinizi örterek yapıyorsunuz. Bir eseri tamir ettiğimizde ona elimizin bile değdiğini belli etmemek bizim başarımız oluyor. Sabır ve dinginlik istiyor saatçilik. Ne kadar yüksek düşünceleriniz olsa da size sadece bir saatçi, tamirci gözüyle bakılmasına tahammül etmenizi gerekli kılıyor.
-Böyle bir eğitimin ardından neden bu meslek diyenler oluyor mu?
Bana bir tamirci için tahsilimin fazla ve gereksiz olduğunu söyleyenler oluyor. Ama aslında çokluklardan değil azlıklardan bahsedebilmemiz lazım. Başka yabancı diller, fizik ya da matematiği daha da iyi bilseydim daha iyi tamirci olurdum. Öte yandan bu işin kişiliğinize kattığı sizi başkalaştıran tatlılaştıran yanları da oluyor.
-Recep Gürgen ile ne kadar çalıştınız?
1997’den bu yana birlikte çalışıyoruz. Onun kalfasıyım. Saraylar restorasyon adına çalışması zor yerler. Siz çırak olarak işinizi saray objesi üzerinde öğrenemezsiniz. Ben de ustanın atölyesindeki bozuk, harap yüzlerce saatlerce saati elden geçirdim. Ustam yoksa saray saatlerine dokunamıyordum. Dört yılın sonunda saatlere dokunabilmeye başladım.
-Müze fikri nasıl oluştu?
Tamir ettiğimiz saatler elimizde birikti. Onları tekrar görünmez yerlere, kapalı odalara koymak istemedik. Açık odalarda bile çok obje olduğu için saatler fark edilemiyor bazen. Üç bölümden oluşan müzede 74 saat var. Birinci bölümde Fransız saatleri, ikincide 18. yy İngiliz saatleri, üçüncüde ise Osmanlı özellikle Mevlevi ustaların yaptığı saatler var.
-Bu saatleri ne kadarlık bir zamanda tamir ettiniz?
98’den beri tamir ettiğimiz saatler var. Mesela tek bir saatin tamiratı günde sekiz saat çalışarak sekiz ayda bitti. Saray saatlerini aynı hassasiyetle çalışır hale getirmek kolay değil. Elinizin hep mekanik saatin üstünde olması gerekir. Aksırır öksürür, şikayeti bitmez, merhametli bir ele her an muhtaçtır.
-Siz de vakti geldiğinde saat atölyesinde çırak yetiştirmeyi düşünüyor musunuz?
Olması gereken bir şey elbette. Bu iş hassas, ince, farklı özellikler de istiyor. Ustama getiriyorlar “Bu koca kafalı okumadı bari senin yanında çırak olsun” diye. Halbuki biz burada en nitelikli insana ihtiyaç duyuyoruz. Ama en nitelikli insan da tamirci olmak istemiyor.
-Müzede özellikle Mevlevi ustaların saatlerinin bulunduğundan bahsettiniz.
Mevlevihanelerde hücrenişin olmak için belli bir zanaatta uzmanlaşmak gerekiyor. Saatçilik hassas ve biraz batıdaki mistiklerin karşılığı olduğu için orada da Pascal, Spinoza gibi filozoflar nasıl bu işle ilgilenmişlerse bizde de Mevlevi ustalar saatçilik yapmışlar. Bizde zanaattan ziyade sanata yakın bir seviye olmuş saatler. Saatin bütün malzemelerini tek tek kendileri yapmışlar, dışının süslemesini bile. Batılı uzmanların hayretlerini uyandıran saatler bunlar. Bu ustayı kim yetiştirmiş diye sorduklarında kendi kendine dediğimizde inanamıyorlar. Batılı usta aldığı geleneğin devamı bir şey yapıyor; İngiliz saati, şu üslupta diyorsunuz baktığınızda. Bizimkilerin yaptığı saatlerin ise dünyada başka örneği yok. (kaynak-sabah ülkesi)
Çoşkuyla Ölmek -İletişim Yayınları-191 Sayfa
“Beklemek, bir şeyin yoluna ve haline girmesini beklemek, beklerken olacak olanın olması için gereken her türlü başka hale geçişlere, kalışlara tahammül etmek ne zor şeydi. Başı da, ortayı da, sonu da bilip beklemek ne tahammülü güç şeydi. Tanrı’nın da yaptığı bu muydu? Baş, orta, son belli, helak kaçınılmaz, ancak önemli olan o zamanı geçirmek, o zamandan geçmek. Ve geldiğinde gelmemiş gibi, bilmemiş gibi, yaşamamış gibi gelmek, rüyayı görüp uyanmak ve ‘Neyse rüyaymış,’ demek ve aynı yerden uyumaya devam etmek. Yaşamaya da, ölmeye de yazık. Bu ölüm için yaşamaya, bu yaşamak için ölmeye yazık. Mezarlıklara, servilere, süsenlere, nisan sonunda açan katırtırnaklarına, telaşlı karıncanın adımlarına yazık, mezar taşına konup da bağıran karganın sesine yazık, ölüme ağlayan şaire, yaşam var zanneden filozofun nefesine yazık, şen taklalarla ilk senelerinde koşup zıplayan, ağaçlara tırmanırken seyredilip seyredilmediğini kontrol eden kedinin tırnaklarına yazık, ağdaki balığa, lokantada onu bekleyen anguta, önce ön iki ayağını sonra arkadakileri ovuşturup bu hareketinden büyük kâr ve kisve uman karasineğe yazık, hortumunu sallayan koca file, sanatlı sıçrayışı ile dahi boşluğu dolduramayan yunusa yazık, grafon kâğıdından gelincik ve petunyalara, en pürüzsüz çakıl taşına, kum olmuş zavallıya, sağdan sağdan yürüyen eşeğin inadına, yol kenarlarındaki ısınmış dikenlere, kozalağın içindeki fıstığa, duvara yapışmış yosuna yazık, bu topu binyıllardır çevirip duran sema-i muğlâka, titreyen kanatlara, açılan göğe ve onun katmanlarına, havanın, suyun olduğu, olmadığı yerlere yazık.” (Tanıtım Yazısı)
Ne Yaştadır Ne Başta Akıl Yoktur -Mitos Yayınları-75 Sayfa
(Baskısı Yoktur)
Saçmayı bir teknik olarak kullanan edebiyat yapıtlarının temelde gösterdiği, ölümün yaşam ile içiçeliğidir.
Burada gülme (Nietzsche'nin deyimiyle "altın kahkaha"), ölüm karşısında çaresizliğe bir çözüm olarak da görülebilir: Gülünçlüğünü bürünen ölüm, ürkünçlüğünü yitirir - ölüme gülen insan, yaşamın anlamını koruyordur. Burada gülme, ölümcül acısıyla yaşamın bilincine vardıran 'traji-komik'tir - gene Nietzsche'yle birlikte söylersek, "uçurumun kıyısında dans"tır.
Şule Gürbüz'ün Akıl Yoktur'u uyandırdığı "kahkaha"sıyla, "uçurum"a işaret eden bir yapıt. (Oruç Aruoba)
Ağrıyınca Kar Yağıyor -Mitos Yayınları-71 Sayfa
(Baskısı Yoktur)
Ağrıyınca kar yağıyor bu seziş saatine parmaklıklar sessiz ve ıslakken tüm solgunluklar uzaktı oyunların sonuna zaman yaratılmışı kullanan saklı gözlerinden biriyle yol aralarına gizlenmişi düşürüyor yavaştan. Bu nehir sürükleyişiyle ve o ince ıslaklıkla yaşama rengarenk karartılardan ve bir sonbahar ölüsünden tırmana tırmana yüzleri yüzlere gizleyip bir bakıvermekti uzaktan soluk soluğa kapanan gölgelerin aralanmadan yığılan yankısında içten içe - bir denize kırılıverdi gözlerimde. Geldiğim yer yürürdü ve artık pek dönmeyen göktendi kayıklara çözülüverdiğim külrengi sabahları ertelenen düş gezilerinde ağlarken yaz sonları bahçelerden bahçelere sessizlik bırakan bakışın başlayıp tükeniverdiği bir ağaç kabuğunda ismini bulmaktı kendi yazdığın ve durmadan şaşırmaktı yakarışların her türlü ellerinde bir duygu gibi değişmiyor anlamsızlığı. Herşeyin aranmasında ben bulunmaktım ama bir telaştan gizlenmiştim de korkulu bir yağmur sonrası geçemiyordum birinden diğerine. Tüm şapkaların altındaki iç çekişler biraz yaşanıyorsam şimdiki bir düşten yana eğilmiş kaskatı bakan ölülerden biriydim penceremden. (Kitabın Girişinden)
Yağmurun Gölgesi
Yağmurun gölgesi izleniyor karanlıkta
değiştiriyor kendini olmayacak bir şey
unutturup aslını zor olan istiyor
yaşamayı değil yaşamı duyurup da.
Bir göz açıp kapama süresince
o fener gibi yanıp sönen
kendini hiç böyle görmemiş
alçalıp yükselen doğuşu gecelerin
acıyı sonbahar kenarına itmiş
Öyle miymiş? -İletişim Yayınları-198 Sayfa
'Ne güzeldir kış akşamı geceye dönerken köprünün oradan uzanan ızgara balık kokusunda bilmediğin bir sebeple sarsılmak ve isabet etmiş bir geçmiş acı ile topallayarak duvara tutunmak...'
kitapla ilgili görüşlerini anlattığı söyleşisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder