Zaman Yeli (1995, Roman) 104 Sayfa
Kapadokya’da Moğol işgal yıllarındaki destansı yaşamları konu edinir. Koca insan yığınları içinde akıl dolu bir yalnızlığın ironik hikayesidir. Bu roman karamsar olmasa da, iyimser de değildir; ütopyayı geçmişin bir olanağı gibi değerlendirir. "Tersine ütopya" kavramı, bu kitaptan sonra ortaya atılmış bir önermedir.
.....................arka kapak yazısı..........................
“Geçmişi yeniden kuran” bir ütopya... İsyancılara karşı Selçuklu safında çarpışıp esir düşmüş kör askerle sağır kilise ressamının, Moğol istilası yıllarında Kapadokya’nın yeraltı âleminde dinleri, mezhepleri kaynaştıran bir ortaklaşmacı hayatın ortaya çıkışına varan macerası. Vücudumuzdaki her şey dünyayla yaşıttır, bu nedenle benim hem otuz dört yaşında hem de altı milyar yaşında olduğum doğrudur. Zamanın geçişi, duruşlara benziyor. Zaman geçip gitti derken maddenin biçim ve yer değiştirdiğini söylemiş oluyoruz yalnızca; çünkü zaman bir soyutlamadan başka bir şey değil.
Bu yüzden olmalı, Kapadokya’nın geçip gitmiş zamanına, en az biçim değiştirdiği yerlerden girip çıktığımda kendimi ‘tarihsel kurgu yapayım derken tarihsel zaman bulmuş düş definecisi’ gibi hissettim. Dil ve zaman ilişkisi bir yazarın ‘arkeolojik arkaplanı’dır; oradan hiçbir anlamı olmayan böcek ölüleri de çıkar, bir heykel de. Günlük dilde ikona diyoruz, yeraltı şehirlerinden söz ediyoruz, Haydar, Vasili veya Dimitri adlarını söyleyip geçiyoruz. Oysa ‘tarihsel bilinçaltı’nı biraz kazıyınca, doğada hiçbir şeyin yok olmadığını, yalnızca “biçim değiştirdiğini” anlamamız kolaylaşıyor. Tıpkı bir noktadan diğer noktaya yer değiştiren hava akımı gibi: Yel gibi Zaman gibi. Zaman Yeli gibi.
Güvercine Ağıt (1999, Roman) 208 sayfa
Büyük bir yaz yağmurunun ardından, bulutların ardından çıkan ayışığı Anadolu’nun beş ayrı yerinden görünür. Bu, aynı gece içinde yaşanan birbirinden farklı olayların anlatılması içindir ve bu beş kişinin yolu bir şekilde kesişir. Güvercine Ağıt, Kapadokya dünyasının heterodoks yapısı içindeki kişisel yaşamların hikâyesidir. Bu romandaki pek çok karakter, edebiyatımıza konu bile olmamış başka hayatların insanlarıdır. Yazarın Kapadokya temalı kitaplarının ikincisidir.
.....................arka kapak yazısı..........................
“Dünya büyük bir yalnızlık diyarıydı,
insan yalnızca kendisini bilmenin yalnızlığı içindeydi.”
Güvercine Ağıt, Gürsel Korat’ın Zaman Yeli’nden sonra yazdığı ikinci Kapadokya odaklı roman. Bu hikâyeye adım attığımız andan itibaren 13. yüzyıl sonlarındaki çok kültürlü, çok dilli etnik zenginliğin içinde dolaşıyoruz. Yazarın ayağını sıkıca bastığı İç Anadolu coğrafyasında dervişler, keşişler, Moğol askerleri, Venedikli tüccarlar var. Dönemin iktidar kavgası ise derinliğine kavranmış kişilerin ardındaki panoramada görünüyor.
Bir “olumsuz kahraman” romanı bu: Stavro, bütün kötülükleriyle ama bütün ruhsal açıklığı içinde gözümüzün önünde. Bir adanmış kişilikler ve aşklar romanı aynı zamanda: Saruca Abdal ve Gülbeyazgöz kamaştırıcı bir öyküyle belirginleşiyor. Güvercine Ağıt, tutku ve cömertlik romanı biraz da: Civan ile Şamnalika unutulmaz.
Kalenderiye (2008, Roman) 188 sayfa
Kapadokya ile ilgili olarak anlatılan romanların üçüncüsüdür; üç erkeğin hayatını anlatır. Bunların kesişim noktası “kalender” kavramıdır. Takvim, zaman gibi anlamları da içeren bu sözcük, İtalya manastırlarından Osmanlı vergi eminlerine varıncaya kadar geniş bir yelpazedeki olaylarla işlenir. Güçlü kadın karakterlerin dramı, büyük bir felsefi birikimin hayata indirilmiş açıklığı ve dilin o zamandaki şaşırtıcı kıvamı bu romanda bir aradadır. Kalenderiye, 2009 Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü almıştır.
.....................arka kapak yazısı..........................
“zamanı bildirir ama bildiren zamandır”
“İnsan eski zamana düş kapısından geçip giriyor. O gece, düşüm bana bir kapı açtı, geçmişte kalan ve bilmediğim bir zamana işte ben oradan girdim.”
Zaman Yeli ve Güvercine Ağıt kitaplarından sonra Kalenderiye Gürsel Korat’ın Kapadokya konulu romanlarının üçüncüsü. 14. ve 16. yüzyıllarda geçen kitapta, İtalya’da Taranto limanında ve Matera manastırlarında, Kayseri’de kale burçlarında dolaşırken üç adamı; Mazzone’yi, Yusuf Pîr’i ve Bahri Paşa’yı tanırız. Sonra Kapadokya yollarında hanlarda konaklarız. Martana, Sâre ve Perizad gibi etkileyici kadın kahramanlarla tanışırız. Hele Perizad, belleklerden silinmeyecek bir iz bırakır. “…çünkü aşkta başkalarının hayatını çalmaktan başka bir şey yoktur.”
2009’da Notre Dame de Sion Edebiyat Ödülü’nü alan bu roman zamanı, ölümü, aşkı ve aidiyeti, insanın zaaflarını, arayışlarını anlatırken hayat ve inanç üzerine katmer katmer açılan bir sorgulamanın eşiğine bırakır bizi… Gerisi mi? Ya zamandır, ya yalan…
“Dur. Ölüm meleğinin insan kılığında geldiğini bilirim ama senin kim olduğunu şaşıracak kadar bunamış değilim. Şunu söylüyorum: Senin gelişin, zamanın nasıl bir şey olduğunu gösterdi bana. Zaman, akıldaki boşluktur. Şimdi senin aklındaki zamana sesleniyorum: Benim sende kalan tek hayalimin manastıra kapılanmış bu halim olmasını istiyorum. Hemen git. Babanı ölmüş görmemelisin. Çünkü ölümümü görürsen, böyle bir sona tanık olursan, bu, senin içindeki zamanın derinliğine son verir. Bana ölürken sensiz, sana yaşarken bensiz bir son hayali gerekir. Çünkü ölümümü görürsen…”
Rüya Körü (2010, Roman) 220 sayfa
Gürsel Korat, insanın "zaman"la ilişkisine bir kez daha parmak basıyor: "Gelecek zamanın bir bölümü şimdi bilinse ne olurdu?" sorusuyla vücut bulan roman, aşk, tutku ve bağlılık gibi kavramları alt üst eden "iktidar" kavramına tutku dolu bir heyecanla eğiliyor. Bizans'tan Selçuklu'ya bakmak gibi ilginç bir özelliği olan, derinlikli, karmaşık ama zevkli, görkemli ama sade bir roman. Bir İstanbul romanı.
.....................arka kapak yazısı..........................
Zamanın sahibi yok...
Geçmiş, gelecek ve şimdi'ye dair bir roman: Rüya Körü
Sürekli yok olmaya mahkûm bir şimdi'nin çemberinde, biri gelecekle, diğeri geçmişle sınanan iki adam... Hassas ve kırılgan ruhundan azap yeleğini bir türlü çıkaramayan umutsuz âşık Stefanos ile tutkusu, cazibesi ve kudretiyle kaderinin sınırlarını zorlayan Andronikos: Biri rüyalarında gelecekte yaşanacakları görüyor, diğeri geçmişte olup bitenleri... Hırsın, öfkenin, taht ve aşk kavgalarının arasında birbirlerine yaklaştıkça bütünlenen zaman, ikisini de kendi yoluna sürüklüyor. Bizans'ın ve Selçuklu'nun loş koridorlarında, eski Anadolu'nun rüzgârlı ovalarında dolaşan Gürsel Korat'tan, geçmişi ve geleceği kırılgan bir şimdiki zamanda buluşturan, rüyayı gerçeğe, gerçeği rüyaya dönüştüren bir roman...
Gürsel Korat, “edebi yapıtlarında ölüm, acı, tutku, aşk, din, metafizik, yoksulluk, eşitlik, korku, saplantı gibi konulara ve klasik edebiyatlara özgü trajik unsurlara, modern sonrası dönemin eğilimleriyle yaklaşır; ayrıca zaman kavramını irdeler. Deyim yerindeyse "açıklayan" ve "anlatan" bir edebi yapı kurmakla ilgilenmez, o daha çok "yeniden kuran" bir izleğin peşindedir.”
Yine Doğdu Tanyıldızı (2014,Roman) 204 sayfa
Modernlik öncesinde öykü yalnızca anlatılırdı. Modernlikle birlikte yazar, hem anlatanı hem de yazanı kendi bünyesinde toplayan ilk kişidir. Yine Doğdu Tan Yıldızı, bu ayrımın farkına vararak açılış yapar: Anlatan ve Yazan farklıdır. Burada görsel teknikleri kullanmaya yarayan bir sesleniş formuna varır yazar. "Yazının görselleşmesi" dediği şeyin laboratuvarında dolaşırız: Yani yazar hem anlattığının hem de yazdığının farkındadır. Bir büyük üslup romanı.
.....................arka kapak yazısı..........................
Gürsel Korat’ın Yine Doğdu Tanyıldızı adlı romanı tragedyaları andırır:
Yaklaşan felaketi haber veren ve her düğümünde çoğalan çaresizliği okurun kucağına bırakan bu roman, görsel dille yazılmış çağdaş bir destandır.
1300 yıllarında, Niğde kadısı Şeyh Nizamüddin ile Zembilli İshak’ın yaşadığı aşk, şeyhin oğlu Nureddin’le evlatlığı Fazıla’nın aşkını korkunç bir açmaza düşürür. Herkes bu düğümü çözmek için seferber olsa da olaylar sürprizlerle doludur. İlyada bir koşuklu destan olarak dilden dile beş yüz yıl boyunca anlatılmış, Perikles çağında bunları birileri yazmıştır. Leyla ile Mecnun öyküsü dilden dile dolaşmış, ama birileri öyküyü düzyazı olarak değil de şiir halinde yeniden kurmuştur. Yani, sözlü edebiyatın yakın zamanlara kadar yaşamış olmasından hareketle, modernliğin şafağı doğuncaya kadar öyküyü anlatanlarla yazanların farklı olduğunu söylemek yanlış olmaz.
Kurmaca yazarı hem anlatıcıyı hem de yazanı kendi bünyesinde toplayan ilk kişidir. Yine Doğdu Tan Yıldızı, bu ayrımın farkına vararak açılış yapar: Anlatan ve Yazan farklıdır. Burada görsel teknikleri kullanmaya yarayan bir sesleniş formuna varır yazar. Yazının görselleşmesi dediği şeyin laboratuvarında dolaşırız ve birden anlatıcı ve yazar birleşir. Fakat burada da yazarın gizlenmiş sesini açığa çıkararak ilerler anlatım. Yani yazar hem anlattığının hem de yazdığının farkındadır.
Unutkan Ayna (2016, Roman) 280 sayfa
12 Haziran 1915. Yozgat ve Kayseri'de çok canlar yanmış, köyler yok olmuş, Ermenilerin mahvına varan büyük olaylar çoktan doruğa çıkmış. Rumların ağırlıklı olarak yaşadığı Nevşehir'e de felaket yaklaşıyor. Fakat tuhaf bir şey oluyor, tehcir için gelen askerler bir şey arıyor. Müslüman, Rum ya da Ermeni demeden herkesin evi alt üst ediliyor. Bu durum 22 Haziran'da sona erecektir ama yaşamda başlangıç ve son diye bir şeyin olmadığı akıllarda yer edecektir.
.....................arka kapak yazısı..........................
“Bir olay yazılınca zaman kaybolur ve canlanmak için okuyanın bakışını bekler...” 12 Haziran 1915 günü Nevşehir’de, bir bozkır sabahı: İğde kokuları içindeyiz, serinlikten ürpererek gözlerimizi ovuşturuyoruz. Yaşam olağan akışındadır, ölüm bu dünyaya yakışmaz görünmektedir. Oysa her şey koşup gelecek birazdan. On gün içinde devran değişecek. Hiç kimse o sabahtan sonra eskisi gibi olamayacak.
Gürsel Korat, Unutkan Ayna’da insanlığın soluğunu tuttuğu ve bakışlarını Anadolu’ya diktiği bir zaman parçasını anlatıyor:
“Unutmanın” bazen “her şeyi eksiksiz görmek” anlamına geldiğini söyler gibi. “Bana bak” dedi Mayreni, iyice kızmıştı, “Önümüzde kaç gün var, onu bile bilmiyoruz. Belki mezarımız bile olmayacak. Belki bu çocuklar birbirinden muradını alamayacak.” Mayreni’nin gözleri, ne söylediğini o an anlamış birinin şaşkınlığıyla doldu, yüzü dehşetle gerildi, sesi giderek boğuklaştı: “Belki en sevdiklerimizin ölüsünü elimize alacağız.”
Dalgın Dağlar (2017, Öykü) 188 sayfa
Çizgili Sarı Defter (1996) ve Gölgenin Canı (2004) bir araya getirildi ve Dalgın Dağlar bu ikiliden oluştu. Yazarın şimdiye kadar yayımlanmış bütün öykülerine ulaşmak için iyi bir yol...
.....................arka kapak yazısı..........................
“Yaşam, düş gibiydi gerçekten. Ama neden gerçeklik, insanı bu kadar derinden incitiyordu?”
Kadim zamanlarda, antik dönemlerde ya da günümüzde geçen; şehirleri, ülkeleri, kültürleri kateden, bütün zamanlara ait öyküler… Zamanın ve aşkın derinliklerinde gezinen gizli bir el, ruhun katmanlarını ustalıkla harmanlayıp seriyor önümüze…
Dalgın Dağlar, Gürsel Korat’ın daha önce yayımlanan Çizgili Sarı Defter ve Gölgenin Canı adlı öykü kitaplarını bir araya getiriyor.
“Ela gözlerini düşündüm; bu gözlerde kurumuş nehir boyları, sazlıklar, yalnızlıklar, çocuk yaşta ölmüş bir oğul için dökülen yaşlar, annesi için gülen, babası için yakaran, kocası için seven bakışlar saklıydı. Su kuşlarının tedirgin neşesiyle bakmıştı bu gözler; otlar, uzun kavaklar görmüştü, sarı tarlaların içinde yitip giden çocukluğu için ağlamış, uzun bir nehre benzeyen telaşlı ömrünün son üzüntülerini de içine alarak, sımsıkı kapanmıştı.”
Taş Kapıdan Taçkapıya: Kapadokya (2003, İnceleme) 384 sayfa
Kapadokya hakkında yazılmış en kapsamlı Türkçe özgün yapıttır. Bu kitapta çok sayıda çizim ve fotoğraf vardır. Neolitik çağdan Selçuklu da dahil geniş bir dönemin sanatsal birikimini açıklar, Kapadokya’yla ilgili pek çok gezginin ve araştırmacının çok iyi tanıdığı bu kitap, bölge tarihiyle ilgili en ciddi başvuru kaynağıdır. Pek çok kültürün biçim verdiği, Anadolu’nun eşsiz zenginliğini yansıtan önemli bir tarih mirası… Kapadokya…
.....................arka kapak yazısı..........................
Gürsel Korat, Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya’da, bölgenin tarihöncesi dönemden başlayarak Selçuklu’nun ilk dönemlerine kadar uzanan kültürünü mimari, tarihsel ve dinsel özellikleriyle anlatıyor.
200 fotoğraf ve 40 çizimle zenginleştirilen ve büyük bir titizlikle hazırlanan Taş Kapıdan Taçkapıya Kapadokya, bölgeye ruhunu veren özellikleri bir edebiyatçının kaleminden okumak, bu coğrafyanın en gizli saklı köşelerini, bağrına bastığı inançları ve barındırdığı hayatları bilmek isteyenler için ayrıntılı bir rehber…
“Kapadokya ile ilgili kitapların en iyilerinden biri romancı Gürsel Korat’ınki. Korat, Bizans ikonografisinin simge ve metaforlarını tutku ve yetkinlikle araştırdığı bu kitapta, daha önce yöreye hiç gelmemiş ziyaretçilere, Hıristiyan mimarisini ve görsel sanatını anlamak için gereken anahtarları veriyor.” (Paul Dumont)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder