04 Şubat 2024

Fazıl Say-Yalnızlık Kederi




Fazıl Say-Yalnızlık Kederi / Bir Müzisyenin Notları
Doğan Kitap / 2009 / 178 Sayfa


Dünyanın dört bir yanında yüzlerce konser veren, sayısız ödül kazanan, eğitmenlik yapan Fazıl Say, yaşayan en ünlü piyanistlerden biri. Mozart, Beethoven, Haydn, Bach, yorumladığı sıra dışı performansları bir yana, yaşadığı toprakların müziğinden ve kültüründen esinlendiği oratoryoları ve konçertolarıyla da dünya klasik müzik repertuarında yer edinmiş bir dünya sanatçısı Say.

Ancak piyanistliği ve besteciliği kadar düşünceleriyle de gündemde o.İlgilendiği konularsa epey çeşitli: Kimi zaman Darwin sansürü, kimi zaman yerel seçimler, kimi zaman haksızlığa uğrayan ülke aydınları ve sanatçıları, kimi zamansa kalbindeki gizli köşe..… Yalnızlık Kederi, “halkımı klasik müzikle tanıştırmak zorundayım” diyen Fazıl Say’ın yazdıklarını bir araya getiriyor. Müziğe, politikaya, yarınlara, sanatçı olmaya, hayata dair satırlarını…

Fazıl Say , her yıl beş kıtada verdiği yüzden fazla konser ile günümüzün en tanınmış klasik müzik sanatçılarından birisidir. Say, öğrenimini Hacettepe Üniversitesi Ankara Devlet Konservatuvarı ve Düsseldorf Schumann Akademisi’nde tamamladı. Hocaları, Türkiye’deki başlıca müzik pedagogları olan ; Mithat Fenmen, Kamuran Gündemir ‘di. Almanya’da ise , ünlü piyanist David Levine ile çalıştı. 1994 yılında New York’da Genç Konser Sanatçıları Yarışması’nda dünya birincisi olduktan sonra bütün hızıyla konser hayatı başladı. Dünyanın farklı ülke ve şehirlerinde , büyük orkestralar ve şefler ile çalıştı. Salzburg, Luzern, Montpellier, Schleswig Holstein, Rheingau gibi pek çok festivalde daimi sanatçı olarak yer aldı. Solo resitallerinin yanı sıra; Maxim Vengerov, Patricia Kopatchinskaja, Sabine Meyer gibi sanatçılar ile beraber çalıştı, duolar kurdu ve dünya turnelerine çıktı. 

Caz müziğine de duyduğu ilgi dolayısıyla; Montreux Jazz Festivali’ne beş kere olmak üzere pek çok caz festivaline katıldı; yarışmalarda jüri başkanlığı yaptı. Bir yorumcu olarak, Bach’dan Stravinski’ye Mozart’dan Ravel’e, Beethoven’dan Mussorgski’ye kadar pek çok farklı bestecinin eserlerini kaydettiği CD’ler 30’dan fazla ödül ile onurlandırıldı. Sanatçı; yorumcu ve besteci olarak dört kez ECHO Ödülü ‘nü aldı. Pek çok kez Diapason d’Or Ödülü, Choc de Classic Ödülü’ne layık görüldü. Son yıllarda yorumcu kimliğinin yanı sıra ; besteci kimliği ile de ön plana çıkan Fazıl Say ; çalışmalarını bu yönde yoğunlaştırdı. İstanbul Senfonisi , Mezopotamya ve Universe senfonileri, Haremde 1001 Gece keman konçertosu, Hezarfen ney konçertosu, Hayyam klarinet konçertosu, İpek Yolu ve Anadolu’nun Sessizliği piyano konçertoları, Water, Nirvana Yanıyor ve Gezi Park Üçlemesi, Overture 1914, Four Preludes, Symphonic Dances, Grand Bazaar gibi orkestra eserleri besteledi. Divorce, 4 Şehir sonatı, Space Jump, Chamber Symphony gibi pek çok oda müziği eseri besteledi, kaydetti. Bu eserler dünyanın her yerinde hem kendisi, hem de farklı yorumcular tarafından repertuvara alındı. 

Ayrıca, Nâzım Oratoryosu, Metin Altıok Ağıtı, Sait Faik ve Hermias ; onun edebiyatı ve müziği bütünleştirerek kurguladığı Türkçe eserleridir. Genç yaşlarında kurgulamaya başlayıp yıllarca üzerine çalıştığı “İlk Şarkılar” ve “Yeni Şarkılar” projeleri ; 2013-2015 yılları arasında çok satan albümler arasında yer aldı. Fazıl Say’ın, 2015’de aktif olarak çalışmalarına başladığı ve uzun zamandır hayalini kurduğu bir proje olan, farklı konseptlerde Türk Bestecileri’nin eserlerine yer verilecek Türk Bestecileri Serisi, 2016 itibariyle “Çocuklar İçin” albümü ile dinleyicilerle buluşmaya başladı. Say; 2017 yılınd, 25’incisi düzenlenen ECHO Klassik‘in sahiplerinden biri oldu. Salzburg’un ünlü konser salonu Mozarteum‘da gerçekleştirdiği altı cd’den oluşan ve Warner Music etiketiyle dünyada, Türkiye’de ise Ada Müzik etiketiyle yayınlayan Mozart Complete Piano Sonatas albüm kaydı ile, Echo Ödülleri Solo Albüm (17’nci ve 18’inci yüzyıl eserleri ve öncesi ) piyano kaydı kategorisinde ödül aldı. Fazıl Say ayrıca kurucuları arasında yer aldığı, gençlerden oluşan Nâzım Hikmet Korosu’nun Sanat Direktörlüğü görevini sürdürmektedir. 

Kitapları

2020-Suya Yazılan
2017-Akılla Bir Konuşmam Oldu
2009-Yalnızlık Kederi 
2000-Uçak Notları
-----------------------------------
2013-Gürgün Say-Fazıl Say'ı Yetiştiren Hocalar

Kitaptan 2 Besteci Yorumu / Bach ve Mozart


Bach'ta yeni şeyler keşfetmek

Bach'ın Füg Sanatı'nı (Die Kunst der Fuge) ilk kez bu yıl, 29 yaşında çalışmaya başladım. Artık kafamdaki Bach, yeni boyutlar kazanıyor. Canlandırdığım “Bach sesi” iyice değişti. Şimdi daha çok çok “koro” duyuyorum. Doğru duyduğuma da inanıyorum. Bu “koro sesi”, beni sanki trajik duyguların, garip bir dinsel inancın içine çekiyor. “Dinsel inanç”, aslında Bach”ın müziğe olan inancı. “Tanrı'ya adadığı”na inandığı müzik inancı...

Altmış beş yaşında, hasta ve çökmüş bir adam düşünün... Artık gözleri hiç görmüyor. Birkaç güne kalmadan öleceğini hissediyor. Ölüme ilişkin duyguları yoğunlaşıyor (belki daha çok ölüm korkusunu yaşıyor) ve bir yandan da tanrısına yakarıyor, Füg Sanatı adını verdiği müziğiyle...

Öne geçmek tutkusu

Bach'ın yaşam serüveni, Mozart ve Beethoven'in yaşamöyküsünden daha ilginç olabilir. Müthiş bir hırs, müthiş bir savaşımla geçen uzun yıllar... Bitmeyen bir müzik düellosu! Sanıyorum kıskançtı ve katıydı. Burnunun doğrultusunda giden birisiydi. Herhalde önüne gelen çarpar ve devirir, sonra da hiçbir şey olmamış gibi yürür giderdi... İlerlemek, öne geçmek, çağın bütün müzikçilerini “sollamak” için her şeyi, ama her şeyi göze alırdı sanırım.

Dürüst bir Protestan olabilir. Ben “müzik yarışı”nı kastediyorum. Bu yarışta öne geçmek için göze aldıklarını...

Bir kere, kimin ne yaptığını, nereye ulaştığını, çıtayı nereye yükselttiğini inanılmaz bir tutkuyla bilmek isterdi. Müzikte neler olup bitiyor? Almanya'yı bilmek kolay...Fransa'da, İtalya'da? O çağda yazılmış dişe dokunur bütün bestelerin notasını ele geçirip, gündüz yetmiyorsa geceleri mum ışığında kopya eder, incelerdi. Dönemin Avrupa müziğini avucunun içi gibi ezberlemişti.

Kendisinden iki kuşak büyük olan  Alman besteci ve orgcu Buxtehude'yi (1637-1707) dinlemek için 1705 yılında yaklaşık 300 kilometre yürüyerek Lübeck'e gitmişti. Fransızların “Büyük” diye niteledikleri Couperin'in (1668-1733), İtalya'daki Vivaldi'nin (1678-1741) eserlerini su gibi biliyordu. Sadece Vivaldi'nin mi? İtalyan stilinin inceliklerini tanımak amacıyla Albinoni, Legrenzi, Corelli, Bonaparti gibi bestecilerin müziğe getirdiği yenilikleri izlemiş, eskilerden Frescobaldi'nin (1583-1643) müzik tarihinde bir kilometre taşı sayılan, org ya da çembalo için 1635'te yazdığı Fiori 'musicali (Müzik Çiçekleri) adlı eserini yutmuştu.

Neden yapıyordu bunları?

Bastığı yeri bilecek, “mevcut”u tanıyacak, onun üzerine bilinmeyeni, yapılmayanı getirecekti. Kültür tarihi, eğer insanlığın ördüğü bir duvarsa, o duvara yeni taşlar koyacak, duvarı kimsenin başaramadığı ölçüde örecek, yükseltecekti.

Üçüncü sınıf bir Alman bestecinin yazdığı bir eserin çok tutulduğunu görünce deliye dönmüştü. Böyle hak edilmemiş başarıların aslında kendisine haksızlık olduğunu düşünerek tarihte az görülür biçimde öç almıştı. Övgüyle karşılanan bu dört sesli füge seçenek olarak ünlü Si Minör Missa'yı bestelemişti. Karma koro ve orkestra için yazdığı bu görkemli eser, doğrudan doğruya beş sesli başlar. Esere daha sonra altıncı, yedinci ve sonra sekizinci sesler de katılır. Evet, sekiz sesli füg!

Özel yaşamı da ilginçti. İlk karısından 6, ikinci karısından 14 çocuğu olmuştu. Oğullarından üçünün değerli besteciler olarak tarihe geçtiğini bir yana bırakalım, yaşam ne türlü gelişirse gelişsin, “Büyük Bach” hep kendi bildiğini okurdu: Sabahın erken saatinde kilisedeki orgunun başına geçip akşama kadar beste yapardı. Bu çalışmalar, ona göre “Tanrı'ya olan görev”i yerine getirmekti.

Sevilen bir insan olarak yaşadığını sanmıyorum. Üstün kişiliğinin değeri yeterince bilinmediği için, “doyumsuz”, dolayısıyla “aksi” bir kişi olabilir. Yaratma eyleminden başka pek bir şey düşünemediğinden (gözü sadece bestecilikte olduğu için), insan ilişkilerinde soğuk kalmış olabilir.

Dört kuşak sonranın bestecisi Mendelssohn, gerçek bir tarih bilinciyle onun Matthäus Passion'unun elyazması partisyonunu bularak seslendirilmesine öncülük etmeseydi ve dikkatleri böylece Bach'a yeniden çekmemiş olsaydı, tarih içindeki değerinin ve öneminin bilinmesi bir süre daha ertelenecekti. Bütün dünyayı kemirip bitirecek o “Bach hırsı”na rağmen...“Kalıcı” olduğuna kendisinin de çok inanmasına rağmen, ertelenecekti...

Ey ölüm!

Dönelim Füg Sanatı 'na...
Belki her noktası bir yakarış gibidir bu eserin. Ama “hüznü” dile getiren yakarışlar ile yürekler ezen “acı dolu” büyük yakarışlar arasındaki farkı hemen sezeriz. Bu fark, notalarla belirtilecek, notalarla gösterilecek şey değildir.

Bazı sesler, birbirinin üzerine bindirilmiş gibidir. Sanki birbirine rakip, birbiriyle çekişen, birbirini ezmeye çalışan karşıtlıklardır. Sonuçta “ıstırap”la çıkar bu sesler. Temalar ise dört sesli fügde bir aşağıdan, bir yukarıdan duyulur.

Bu eserde ben bir “göklere ulaşmak" tutkusu hissediyorum. Bach, sanki bir ipe sımsıkı tutunmuş, yukarıya, gökyüzünün sonsuzluğuna doğru tırmanmak istiyormuş gibi canlanıyor gözümde. Bu, ölümle çok yakında buluşacağını bilen “Bach” mı? Yoksa hâlâ yukarılara, inatla daha yukarılara tırmanmak isteyen, kırk dört ciltten oluşan yaratılarının en mükemmelini, “eşsiz” olanını yazmayı kafasına koymuş olan “Bach” mı? İkisi birden! Çünkü bu ikisi, “iç içe”dir onun kişiliğinde...

Re Minör'ün acı veren, yalvaran akorları vücudumu sarıyor. Majör tonlara geçki pek yok bu eserde. Fazla mutluluğa, zafer coşkusuna izin yok! Acıyla yakarıyor müzik. Re minöre bağlı kalarak.. “Tanrısına bağlı” kaldığı gibi. Ve sonra dört ayrı sesin birbiriyle diyaloğu başlıyor. Sanki bir yarış bu... Tanrı'ya koşarak yapılan yarışta, kim daha sürekli, kim daha derinden ulaştıracak sesini?

İnanılmaz bir yükseliş başlıyor. Her ses partisinin konuşmasıyla gökyüzünde yeni mesafeler kat ediyoruz. Die Künst der Fuge, hiç bilmediğimiz, ilk kez karşılaştığımız bir gökyüzüne ulaştırıyor bizi ve tam orada duruyor. “Acaba bölüm bitti mi?” diye soruyorıun kendime. Hayır. Uzun, upuzun bir bekleyişten sonra hayatımda duyduğum en acı dolu yakarış, en üzgün akor, en derinden gelen hüzün, dayanılmaz bir çığlık olarak çağırıyor müziği geriye... Tekrar uzun bir sessizlik... Sonra tekrar acıyla sarılıyor müziğine... Bu sefer yorgun. Bir inilti gibi yayılıyor müzik. Sonra da bu on dakikalık eserde, ilk kez re majör'ün sıcacık kucağına bırakıyor kendini. Sonsuz bir mutlulukla...Derin bir huzur ve güvenle...

Die Kunst der Fuge'yi tamamlayamadan gözlerini yumdu Bach. Üç saatlik, yirmi bölümlü bu eserin son sayfasına kadar gelmişti oysa... Yazık! Tarihin eşsiz bir yaratıcı sayfasından yoksun kaldık...

Eserin ilk bölümünü son birkaç resitalimde seslendirdim. Her seferinde başka bir dünyaya, tanımadığım bir derinliğe sürüklendiğimi söylemeliyim. Size piyano başındaki duygularımı anlatmaya çekiniyorum. Zaten nasıl anlatırsam anlatayım, yetersiz kalacaktır. Sadece şunu açıklayabilirim içtenlikle: Dinleyiciler önünde konser ortamında aykırı davranmamak için dizginliyorum kendimi. Boğulur gibi oluyorum...

Şu sıralar çalıştığım başka bir Bach eseri ise ünlü Kromatik Fantezi ve Füg. Anlaşılması zor, kurgusu ve tekniği çok karmaşık bir eser... Labirentlerde dolaşırken birden görkemli bir sonuca ulaşılması gerekiyor. Bu müzik, Bach döneminden iki yüz yıl sonrasında bir sıçrama: Sanki, 1910'lu yılların atonalitesi gündemde. Ezgiler çapraşık, armoniler kırık ve karmaşık...Burada da yine o duymak istediğim “koro sesleri" yardımcı oluyor bana...

İnsanlığın örgütlü seslenişi...

(Örgütlülüğe Bach Yorumu:=) Sen çok yaşa Fazıl Say


Mozart

Bütün dâhiler göklere uzanır.
Mozart ise gökten inmiştir.
Albert Schweitzer

Mozart bir “öykücü”dür. Onun çalgı müziği eserleri de birer öykü, birer operadır. Senfoniler, konçertolar, sonatlar... hepsi opera! Çünkü onlar da öyküler içerir. İnsan karakterlerini ve olayları anlatan, incelikli, duyarlıklı öyküler...

Mozart'ın piyano eserlerini çalışırken hep sormuşumdur kendime: Burası hangi sahne? Neyi anlatacağım şimdi? Olay nerede geçiyor? Kim söylüyor bu şarkıyı?

Bakarsınız, lirik bir sopranodur size yüreğini açan... Bazen çapkın bir tenordur kızcağızı kandırmaya çalışan. Şurada, işte tam şurada, çevrilen dolapları bir türlü göremeyen iyi yürekli bir kral! Belki de bir bariton: Dünya tatlısı Papageno gibi..

Şeytansı, kötü ruhlu tipler yok mudur dersiniz? Sihirli Flüt'teki Monastatos ya da Shakespeare'in zehirli İago'su benzeri?

Bu insan karakterlerini, bu öyküleri bulmalıdır yorumcu. Bulup özenle anlatmalıdır. Bir aşk aryası mı söylüyor bu gencecik kız, yoksa hüznün şarkısını mı söylüyor? Acaba kiminle konuşuyor? Ablasıyla mı, sevgilisiyle mi? Peki bu sahne nerede geçiyor? Sarayda mı, kalenin burçlarında mı, ormanda mı? Yoksa saçını mı tarıyor o sırada? Belki uzaklara dalmıştır, uzaklardaki kır manzarasına...

Sadece öykü değil, birer tablodur onlar. Hayır, aslında sahne! Yolda giderken önünüze bir tiyatro binası çıkar. Girersiniz içeri. Prova var. Merak edersiniz, arkalarda bir koltuğa oturup anlamaya çalışırsınız. Nedir bu oyun? Neden bahsediyor bu oyun? Neyi anlatıyor bu oyun? Anlayamazsanız eğer, sıkılırsınız. Her şey “kel alaka”dır sizin için. Püf! Böyle oyun mu olur? Nedir bu patırtı gürültü? Geç
efendim, saçma!..

Bir de anladığınızı varsayalım: Yapışıp kalırsınız koltuğa. Prova sürükleyip götürür. Kapılırsınız oyuna, onu yaşamaya başlarsınız. “İyi ki geldim buraya!”

Bir öyküyü keşfetmektir, fanteziyi canlandırabilmektir Mozart yorumu. Meselenin içine girdikçe müziğin akışı doğrulanır, notalar yerli yerine oturur... Müzik işte şimdi başlamış, şimdi “müzik” olmuştur...Dinleyici de böyle düşünmez mi?
Yüzlerce, binlerce Mozart yorumu vardır. Çok yorumlandı Mozart. Çok da “vasat” yorumlanmıştır. Sonuç?

Bence bir piyanistin yapabileceği en büyük hata, notaya bakarak paldır küldür Mozart çalışmaktır. Onun nesi çalışmak? Mozartçık silinir gider o zaman. Ne şiir kalır ne şarkı! Kuşdili konuşanların “aga guga”sını dinlemekten beterdir bu. Eğer illa bir dil istiyorsanız İtalyancaya kulak verin. Bu dilin iç sesleri, kendiliğinden doğan ve akıp giden kafiyeleri, Mozart'ın diline oldukça yakındır. Uçarı, kıpırtılı, rengarenk, işlek, terütaze bir müzik dilidir Mozart'ınki... Birbirini izleyerek duygudan duyguya geçen ve sizi sürükleyen öykülerden örülü...

Tonlarca müzik

Otuz beş yıllık ömrüne, kısacık ömrüne tam 623 eser sığdırmıştır Mozart. Yaratıcılığı otuz yılı kapsar. Çünkü doğduğu günden beri değil, beş yaşında başlamıştır yaratmaya. On üç yaşına kadar yazdığı eserler (ilk 80 eser), “çocukluk dönemi” parçalarıdır. Demek oluyor ki asıl yaratıcı dönemi, yirmi iki yıllık bir zaman dilimini kapsar.

İnanılır gibi değil! 22 opera, 41 senfoni, missalar, kantatlar, konçertolar, serenatlar, oda müziği eserleri, sonatlar, lied'ler... Piyano için 26, keman için 5, flüt, klarnet, fagot, korno için 10 konçerto... dile kolay! Çeşitli çalgılar için 100”e yakın sonat ve “sonatin”, tonlarca oda müziği eseri (duolar, triolar, kuartetler, kentetler, sekstetler), korolu parçalar, divertimentolar, çeşitlemeler, danslar, menuettolar, konser aryaları, dinsel eserler ve dev gibi bir Requiem! Saymakla bitecek gibi değil. Bütün bunlar yirmi küsur yılın işi!

Bir yerde okumuştum: Eğer bir nota yazımcı, haftanın beş günü ve günde sekiz saat Mozart'ın eserlerini yazmaya kalkacak olsa 25 yıl gerekirmiş!

Peki bu zamanı nasıl buluyordu Mozart? Yazarken mi besteliyordu, bestelerken mi yazıyordu? İkisi de değil: Eserlerini kafasına yazıyor, sonra onları uygun bir zamanda, belki bir iki saatte şipşak kâğıda geçiriyordu. Şairler de öyle değil midir? Hangi şair, mektup yazar gibi oturup şiir yazar? Kim bilir nice ve nasıl oluşmuş, yüreğiyle beyninin bileşkesine oturmuştur o dizeler.

Yaratıları için “bir ağacın yaprakları gibi” denir. Bu yakıştırmayla eserlerin birbirine benzediği ima edilir aslında. Bir düşünelim, hangi bestecinin eserleri az çok “benzer” değildir? Benzerlik, biraz da stil tutarlılığının göstergesi sayılmaz mı?

Kendi stilini öylesine özümsemiştir ki Mozart, yaratılarını bu kocaman, tükenmez, gür kaynaktan şırıl şırıl akıtmak işten değildir onun için. Biliyorum aklınızdan geçenleri: Eserlerinde kendisinden “alıntılar” vardır: Bakarsınız, bir sonatındaki bir melodiyi almış, bir konçertosunun kendince uygun bir yerinde kullanmıştır. O konçertodaki bir pasajı ise tutup bir trio'sunda değerlendirmiştir. Bu tip “alıntılama”lar çoktur onda...Tekrarcılık mıdır bu? Sağdan soldan “apartma” olmasın sakın?

Birkaç örnek vereyim:

Ünlü KV 414 La Majör Piyano Konçertosu'nu alalım: Bu konçertonun son bölümünde orkestra, küçük bir “uvertür” girişi yapar, sonra müziği piyanoya devreder. Işte piyanonun bu girişindeki tema, KV 330 Do Majör Piyano Sonatı'nın do'dan la'ya uyarlanmış son bölümündeki yan temalardan biridir.

KV 414'te bunun gibi birçok öğe var: Birinci bölümün kadansında (Mozart'ın kendi yazdığı kadanstır bu), sonlara doğru yer alan bir pasaj, “do majöre transpoze” edilmiş olarak KV 467 konçertonun birinci bölümünde karşımıza çıkar.

İlginç olan, bu alıntıların dâhiyane bir incelikle başka bir esere monte edilmesidir. Tek başına bu bile, başka bestecilerde pek görülmüş bir başarı değildir. Bakın, daha önce yazılmış bir temayı, yeni bir eserde kullanmak herkesin harcıdır, o başka! Mozart'ınkiler öyle ustacadır ki tazelik kazanır. Üstelik, bu tip alıntılamayı herkes fark edemez. Bunu Mozart uzmanları, Mozart'ın bütün eserlerini yakından tanıyanlar anlayabilir.

Yeni bir güne başlar gibi olursunuz, pırıl pırıl bir bahar sabahında...

“Bir ağacın yaprakları" gibiymiş... Hangi ağacın yaprakları, yeniden başka bir dala yapıştırılabilir?

“Zafer sevinci”

Aklımın kesmediği, Mozart'ın o binlerce mektubu yazmak için nasıl zaman ayırabildiğidir. Bu mektuplar derlenerek ciltler dolusu yayımlandı. İlk bakışta “havadan sudan” gibi görünürler. Çoğunluğu evet öyledir: Haberleşmek için veya gündelik işler dolayısıyla yazılmıştır. Ama içlerinde bazıları vardır ki tarihte yeni bir dönem açan ilkeli ve yürekli bir tavrın kapı gibi belgeleridir.

Konuyu nereye getirdiğimi tahmin edebilirsiniz: Salzburg Başpiskoposu Colloredo ve Mozart...

Babası gibi o da başpiskoposun “hizmetinde” çalışırdı. Ne yazık ki XVIII. yüzyıl saraylarında “müzikçi”nin konumu, bir oda hizmetçisinin üstünde değildi. Mozart, bu konuma hiçbir zaman alışamamış, içten içe tepki göstermişti. Mektuplarında duygularını sıkça dile getirmiştir: “Ben bir oda hizmetçisi olduğumu biliyordum. Bu kadarı da fazla: Her sabah bekleme odasında birkaç saat öylece pineklemek zorundayım.” (...) “Sırası gelmişken söyleyeyim, masanın başında oda hizmetleri yapan iki görevli oturuyor. Bense hiç olmazsa aşçılardan daha yüksek konumdaki bir yere oturtulmuş olmak onurunu taşıyorum...”

Mozart'ın yükselen nefreti, “efendisi” hakkında kullandığı sözcüklerden de bellidir: Bizim dangalakbaşı, insanlıktan nasibini almamış rezil, burnu büyük papaz...

Sonunda dananın kuyruğu kopmuş, 9 mayıs 1781 günü başpiskoposla düpedüz kavga etmişti. Bu olayın “öyküsü”, babasına yazdığı mektuplardandır.

Böyle bir kavga bugün bize olağan gözükebilir. Ama olayın 18. yüzyılda yaşandığını unutmayalım. 0 dönemde bir “hizmetçi”nin, bir “kul”un, “efendisi”ne başkaldırması görülmüş şey değildir. Bu olay, bir “müzikçi”nin soylulara, aristokrasiye karşı açıktan açığa ilk başkaldırısını temsil eder ve bilin ki sadece Mozart'ın yaşamında değil, müzik tarihinde de bir “kilometre taşı”dır. 

Avusturya-Macaristan İmparatoru”nun, bir operası hakkında “Güzel ama gereğinden fazla nota var” demesi üzerine, “Gösterin, hani nerede var?” diyen de Mozart değil miydi?

Peki nereden kaynaklanıyordu bu yürekli tavır?

Mozart, felsefeye yakınlık duyan bir sanatçı gibi gözükmez. Oysa döneminin düşünsel hareketlerini izlemişti. “Fransız Aydınlanması”nı cin gibi bilirdi. Aydınlanmanın tam ortasına doğan (1756-1791) Mozart gibi bir dâhinin 1789 Devrimi'ni hazırlayan düşüncelerden habersiz kalması mümkün müydü? İlk gençlik yıllarından beri eşitlik ve özgürlük ilkelerine inanmış, bu ilkeleri eserlerinde, özellikle operalarında bilinçle kullanmıştı. Salzburg sarayından kavga dövüş ayrıldığı zaman (yani kovulduğunda) babasına yazdığı bir mektupta, “İnsanın kalbidir soylu olan. Ben kont olmasam da herhalde pek çok konttan daha fazla onur sahibiyim” diyordu. Bu cümle, yıllar sonra Beethoven'ın söylediği  sözü hatırlatır: “Yüzlerce prens var, daha binlercesi de olacak. Ama yalnızca bir tane Beethoven var.”

Yazdığı coşku dolu eserlere bakınca Mozart'ın ne kadar zorlu bir kavganın içinden geldiği pek anlaşılmaz. Onun yaşamöyküsü acılarla doludur. Hem maddi hem manevi acılarla... Otuz beş yaşında yoksulluk içinde ölmüştür. Peki, eserlerindeki sevinç dolu anlatım nereden gelir? Onlar, “zafer öyküleri”dir aslında: İnsan sevgisinin, eşitliğin, özgürlüğün zaferini anlatan dipdiri öyküler... İşte onun için sevinç ve yaşam doludur bu eserler. İnsanlığın özlemlerini dile getirirken doğal ve yalındır Mozart. Abartıya yer vermez. Ölçüyü hiç kaçırmaz. “Aydınlık” yeter ona. “Klasik” olanın da tanımı budur zaten. Çünkü bütün klasikler aydınlık arar. Evet, gerçekten tek bir “fazla nota” yoktur eserlerinde...

Rejisör Milos Forman'ın Amadeus filmindeki “Mozart kişiliği”ne genel olarak katılıyorum. Sarayı marayı umursamayan, kendi sevincini yaşayan, bildiğini okuyan, çocuk saflığında, uçarı bir kişilik. Belki bestecinin “ileri insanlıktan yana” özellikleri biraz daha belirgin verilebilirdi. Yine de Mozart'ın sinema dilinde mükemmel canlandırıldığı görüşündeyim. Filmdeki “Salieri” portresi ise tartışılabilir. Çizilmiş olan Salieri tipi, bir karşıtlık, bir gerilim öğesidir, “film icabı” sayılmalıdır.

Salieri'nin çok beğendiğim bir piyano konçertosu var. Müzik tarihinde bu bestecinin anılacak tarafı, “Mozart düşmanlığı” gibi bir fiksiyon olamaz. Tanıksız, delilsiz, savunmasız yargı olur mu? “Film icabı'ysa olur mu olur...

“Alla turca”

Mozart'ın müziği üzerine biraz da “özel” konulara girelim mi? “Türk müziği”nden esintiler, “Türk motifleri” ya da bir bütün olarak “Türk stili”...

Bilindiği gibi “alla turca” denen stil, XVIII. yüzyıl Avrupa'sında pek modaydı. 1683'teki bizim İkinci Viyana Kuşatması öyle izler bırakmıştı ki, Viyanalısı, Avusturyalısı ve giderek Avrupalısı, mehter müziğinin heybetini, unutamamıştı. Müzikle “yüreklere korku salmak” işte bu kadar olur! Viyana”da bugün bile çocuklara “yaramazlık etme, Türkler geliyor” denir.

XVIII. Yüzyılın başlarından beri, Avusturyalı, Alman, Fransız
ve çoğu İtalyanların olmak üzere, “Türkler”i konu alan 150 dolayında opera ve bale eseri yazılmıştır. Bu eserlerin hep “ürkütücü” temalara yöneldiği sanılmasın. Olaylar soğuyup Avrupalı bu işe olgunlukla bakınca “Türk” figürü, merhametli, sevecen, bağışlayıcı, şefkatli bir karaktere dönüşmüştür. Özellikle Mozart"ın operalarında Asyalı ve Avrupalı, Doğulu ve Batılı, Müslüman ve Hristiyan, kadın ve erkek, herkes, sadece kanlı canlı değil, duygulu ve duyarlı birer “insan”dır. Hatta Mozart, bu insanlar arasındaki eşitliği vurgulayabilmek için “Doğu insanı”nı yüceltmiştir. Bu anlayışın kaynağı, Lessing, Rousseau ve Montesquieu'ya kadar uzanır.

Çalgı müziğinde ise “alla turca” modasının rüzgârında Mozart'ın yaklaşımı, Avrupalıya çarpıcı gelen ritimleri ve Asya tınılarını kendi yaratıcılığına göre incelikle değerlendirmek olmuştur. Bir keman konçertosunda davullar ve ziller düşünebiliyor musunuz? Mozart bunu bile yapmıştır. Ünlü piyano sonatının “Rondo alla turca” (Türk Marşı) bölümünde, mehter müziğini öznel, ama bence çok doğru bir esintiyle yansıtmıştır. Benim “Mozart” diskim'de yer alan bu sonatı yorumlarken davul vuruşlarını özellikle duyurmak istedim. Bu ritim, sol elde sürekli aynı vurguları yineler. “Kuşatma”nın tantanasını birazcık yaşatmak iyi olur gibime geldi. Viyana kapılarındaki bunca mehter takımı, gece gündüz boşuna mı gümbürdedi?

Burada bir ayrıntıya değineyim: Mozart'ın “Türk müziği”nden anladığı ile bizim halk müziğimizin ya da saray müziğimizin hiç ilgisi yoktur. Mozart için “Türk müziği”, mehter müziğinin yeri göğü inleten kasırgasıdır. Birkaç yıl önce, Salzburg Festivalinde Saraydan Kız Kaçırma operasının ilginç bir temsili yapılmıştı. Sanıyorum yönetmen Filistinliydi. Orkestrada bizim geleneksel çalgılarımız kullanılmış, bu değişik orkestranın yarattığı ses renkleri çok beğenilmişti. Opera dünyasında yankılar uyandırmıştı temsil. Ben de aynı görüşteyim: Gerçekten özgün bir yapımdı, başarılı bir denemeydi. Çünkü eserin atmosferine uygun düşmüştü bu ses renkleri...Müzik, biraz da kendine özgü bir atmosfer yaratmak değil midir?

Mozart yorumlamak

Küçükken, ama çok küçükken Mozart'ın 40. Senfonisine bayılırdım, hep dinlerdim onu. Yedi sekiz yaşlarına geldiğimde ise kapağı rengârenk başka bir Mozart plağına tutulmuştum: KV Do Majör Piyano Konçertosu... Bıraksalar bütün gün dinlerdim. Galiba Brendel yorumluyordu...

Bu konçertoyu son yıllarda dünyanın dört bucağında defalarca çaldım. Türkiye'nin dinleyicisi de beni ilkin bu eserle tanımıştır. Konçertonun benim yazdığım kadanslarla ilk seslendirilişi, Cumhurbaşkanlığı Senfoni'yle verdiğimiz bu konserdir (1995). Bir ayrıntıdan başlamak istiyorum:
Bilindiği gibi Mozart döneminde besteciler, konçertolarda “kadans” denen gösterişli, parlak piyano geçitlerini yorumcuya bırakmışlardır. Eserlerin notasında piyanonun tek başına söz aldığı kadans kısımları boştur. Mozart da boş bırakmıştır. Çünkü konser sırasında bu geçitleri kendisi yaratıp seslendiriyordu. Mozart gibi bir besteci-piyanistin işine gelmiştir kadans üretmek...

0 dönemde sadece Mozart değil, bütün besteciler aynı yöntemi izlemişlerdir. Kendileri seslendirmeseler bile, yorumcuya bırakmışlardır kadansları. Peki bestecinin ölümünden sonra? Notalarda “boş” gözüken bu ölçüleri, daha sonra başka besteciler ya da piyanistler, eserin genel havasına göre yazmayı bilmişlerdir. Mozart'ın konçertoları üzerine sonradan  besteci ve piyanistlerin yazdığı olağanüstü kadanslar vardır. Günümüzde piyanistler genelde bu eski kadansları seslendirir. Ama bir zorunluluk değildir bu. Dileyen müzikçi, yeni kadanslar da yazabilir.

On sekiz yaşındaydım, Düsseldorf'ta Robert Schumann Enstitüsü'nde David Levine'in öğrencisiydim. Mozart konçertoları için kadans denemeleri yazmıştım. Hocama gösterdim, pek beğendi. “Neden olmasın? Biraz daha çalış” dedi. Biraz daha çalıştım. KV 467 Do Majör Konçertosu'nun kadanslarını işte o günlerde tamamladım. Şöyle düşünüyordum yazarken: “Bu konçertoya yakışacak bir şeyler çıkartmalısın... Yoksa hiç girişme!” inanmalıydım. Duygularımı, Mozart'a olan sevgimi açıklamalıydım. “Görelim bu sevgiyi” diyordum kendime..Konçertoyu daha sonra hep kendi kadanslarımla seslendirdim. Bütün konserlerimde beğenildi ve artık birer “deneme” olmaktan çıktı onlar. CSO'dan sonra, seslendirdiğim en az on orkestra arasında English Chamber Orchestra, Zürich Kammerorchester ve Çek Filarmoni da vardır.

Aslında övünülecek bir durum yok ortada. Koskoca konçertonun içinde, benim yazdığım o ölçüler hap kadardır. Besteci, yazdığı kadanslarla değil, kendi orkestra eserleriyle övünebilir...Bununla “yorumcu” ile “Mozart” alışverişini vurgulamak istiyorum: Bu ilişki, tamamen içtenlikli olmaya dayanır. Yorumcu, eserle tinsel bağlar kurabilmeli, onu iliklerinde hissetmelidir. İnanmalı, sonuna kadar inanmalıdır müziğe.

Mozart, piyano konçertolarının bazılarını birkaç günde yazmıştır; kentten kente dolaşırken mesela faytonda yazmış, gittiği yerde sabahleyin provasını yapıp akşamına seslendirmiştir. Kadans yazmak iş mi onun için? Bu kadanslar, piyano başında teknik olarak çalışılmış da değildir. Onları büyük bir olasılıkla “doğaçtan” çalardı Mozart. Yaratıcı gücü ve doğallığıyla bu geçitleri içinden geldiği gibi seslendirirdi.  Günümüzün yorumcusu da buna yatkın olmalıdır: Piyano çalmak, parmak alışkanlığıyla tuşları tıngırdatmak olamaz. Piyano çalmak, müziği notadan damıtarak akıtmaktır. Bazı melodileri, Sihirli Flüt'teki Papageno gibi söyleyebilmelidir piyanist. Figaro ile sevgilisinin düetini tuşlar arasına sızdırabilmelidir.

Yorumculuk yaratıcı bir sanattır. Mozart konçertosunun yorumcusu, orkestranın önündeki “solist” değildir. O, eserin öyküsündeki güzellikleri orkestrayla paylaşan biridir: Orkestrayla söyleşiler yapan, sorular sorup cevaplar veren, kimi zaman kaçan, kimi zaman da kovalayan bir “ana figür”dür.

Doğrusu, yukarıdaki şu son paragrafı söyleyebilmek için yazabilirdim bu yazıyı...





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails