Tuncer Erdem 1962 yılında İstanbul’da doğdu. 1980 de İlk çizimleri Ses dergisinin Atmaca mizah ekinde çıktı. 1980 yılında başladığı Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’nden 1985 yılında ayrılıp, Mimar Sinan Üniversitesi Resim Bölümü’ne girdi. 1990 yılında Özdemir Altan atölyesinden mezun oldu. Çizimleri 1982 yılında mizah dergilerinde yayımlanmaya başladı. Ses dergisinin Atmaca ekinin ardından Çarşaf ve Gırgır gibi dergilerde çalıştıktan sonra, 1985’te Limon dergisini çıkaran kadro içinde yer aldı ve bu dergide yazısız kısa öyküler çizmeye başladı.
Daha sonra bu çizgi-öykülerde kısa metinler de yer aldı. Tuncer Erdem, Limon’dan sonra yayımlanan Nankör ve Deli mizah dergilerinde de benzer çalışmalarını sürdürdü. Yazılı çizgi-öyküleri bir dönem Express, daha sonra Öküz dergilerinde yayımlandı.Bazı çalışmaları da İtalyan Tic dergisi ile Danimarka’da çıkan Levende Billede adlı sinema dergisinde yer aldı.
Yayımlanmış kitapları
-1991-Tuncer Erdem-Çizgi Albüm-Joker
-1996-Şehrin Ilık Solukları-YKY
-2003-Hayalifener-YKY
-2007-Denizlerimizde Rüzgâr-YKY
-2008-Bozkır Kitabı-YKY
-2009-Sulardan Kırlara Kuşlar-Seyrin 80 Hali-Kül Sanat
-2009-İstanbul: Zamanın Suya İzi-YKY
-2011-Kar, Kömür, Keder-YKY
-2013-Güzel Eşya, Alelade Dünya-YKY
-2014-bak, gene o şey-YKY
Tuncer Erdem- bak, gene o şey
92 sayfa 2. Hamur-İstanbul, 2014
Tuncer Erdem günümüz öykücülüğünün dikkat çeken kalemlerinden. Her yeni kitabında yeni bir aşamada olduğunu gösteriyor. bak, gene o şey yükte hafif pahada ağır, yani tam bir ustalık ürünü. Bakmanın, görmenin halleri üzerine olabildiğince minimal öykülerden mürekkep bir kitap... Şaşkınlık, hayranlık, tiksinti, öfke, keder, şefkat ve mutlulukla dünyaya, üzerindeki şeylere bakan; onların suretlerini seyre dalan; tüm bunları hayalinde başka suretlere dönüştürerek anlatırken suretlerle asıllarını birbirine karıştıran anlatıcının sesi bütün öyküleri katediyor. Kafası karışık, dalgın, kuruntulu, kuşkulu: Öykülerini kime anlattığından bile emin değil.
kitaptan bir öykü...
Dip
Daha önce hiç bahsetmiş miydim? Balıklara bakmayı hep sevmişimdir...
Kaygan, ışıltılı derilerine, menevişli sırtlarına, dikenli saydam yüzgeçlerine, başla gövdeyi ayıran derin yarığın arasından kıpkırmızı patlayan solungaçlarına, testere dişlerine, insanı dipsiz bir karanlığa çeken gözlerine takılır kalır bakışlarım. Balık ne kadar tazeyse gözlerindeki karanlık da o kadar derin olur. Çarşı pazar dolaşırken bir bakarım ayaklarım bir balık tezgâhı önüne getirip mıhlamış beni.
Gözlerimi alamam. Öylece bakmak isterim onlara. Sadece bakmak. Hep bakmak. Gözümü kırpmadan, kimseyle konuşmadan, kimseyi dinlemeden bakmak. Sabah serinliğinde, öğle güneşinde, alacakaranlıkta, balıkçının parlak ampullerinin ışığında, hep onları seyretmek...
Ama elbette balıkçı önlerinde takılmalarım uzun sürünce, ya biri seslenir, ya takatim tükenir, ya gözlerim yorulur ya da balıkçının şüpheli bakışlarını üzerimde hissederim. O zaman bir suçlu havasına girer, utanınm. Sessizce uzaklaşıveririm oradan.
Tabii bir de tablalarda duruşları vardır balıkların. Çok güzeldir. Yani balıkçı öyle güzel koymuştur onları tezgâha. Küçük balıkları yuvarlak tablalara öylesine döker, yığın yığın, gelişigüzel. Denizden çıktıkları anki gibidirler. Cansızdırlar, hareketsizdirler. Yine de ışıltıları büyük bir canlılık yayar etrafa.
Büyük balıklara gelince, balıkçı onları tek tek, kasalarda ki buz parçaları arasından seçip alarak, kovadaki suya batırıp çıkararak, elinde şöyle bir yoklayıp tartarak, silkeleyerek, işinin ehli bir dekoratör edasıyla dizer. Kimi zaman simetrik, kimi zaman da dağınıkmışçasına ama yine de belli bir düzen takip ederek... O duruşları, derin suların dehlizlerinde sürü halinde dolaşırkenki hallerini hatırlatır bana.
Bir de şunu diyecektim. Unutmadan... Yüzleri de ne ilginçtir! Diğer hayvanlardaki gibi bir yüz ifadesi yoktur onların. En fazla güzel ya da çirkin oldukları söylenebilir, O da balığın türüne göre. Ama hep donuk bakarlar, ifadesiz. Ne sevinç, ne oyunbazlık, ne şaşkınlık, ne korku, ne sevimlilik okunur gözlerinden. Ağız kıvrımları, dudakları da bir duygu yansıtmaz. Bakanda da bir duygu uyandırmazlar.
Bu yüzden midir acaba hiçbir acıma hissi duyulmadan avlanıp kolaylıkla öldürülmeleri? En yufka yüreklinin bile bir balığı kolaylıkla katledebilmesi, kafasını güle oynaya koparıp karnını yararak iç organlarını dışarı döküvermesi bundan mıdır? Ellerine bulaşan kanı vişne suyu siliyormuşçasına kayıtsız silivermesi...
Şu işe bak. Nasıl da dalmışım balık bahsine. Seni unuttum. Anlatıp duruyorum. Ya sen? Sen sever misin balık seyretmeyi?
Ben çok severim...
Yok yok, merak etme, baştan başlamayacağım. Daha demin anlattım ya ne kadar sevdiğimi!
Ümran Avcı ile röportajından..
Tuncer Erdem yayıncılık dünyasına karikatürle adım attı. Çok uzun yıllar mizah dergilerinde çizen Erdem, bu çizimlere zaman içinde kısa yazılar ekledi. Ardından da şiir ve öykü geldi. Yakın zamanda okurla buluşan "Güzel Eşya, Alelade Dünya"da yazdığı öyküleri yine çizimlerle birleştirip süsledi. Karikatürle başlamanın etkisiyle "Öykülerimde gözümün önüne önce fotoğraf geliyor, sonra yazıya dönüşüyor" diyen Tuncer Erdem, "Yazmak ve çizmek beni iyileştiriyor" diye konuştu. Erdem ile mizahı ve edebiyatı konuştuk.
- Türkiye'de mizahı konuşarak başlamak istiyorum
Türkiye'de mizah köklü bir yeri olan mesele. Halk geleneğinde var mizah. Yani halk da aslında bir mizah anlayışı var. Özellikle Türkiye'nin belli bölgeleri bu konuda iyi biliniyor zaten. Uzun süredir mizah dergilerinden uzağım ama çevremden duyduğum mizah dergilerinin eski tadı vermediği, birçok şeyin tükendiği. Türkiye'de mizah yapılacak konu çok elbette ama tıkandığını, kısır bir hale geldiğini söylüyor çevremdekiler.
- Önce çizgiyle başladınız, edebiyat biraz da demlenerek oluştu sizde?
Ortaokul lisede kendi çapımda karikatürler yapıyordum. Babamda vardı böyle bir yetenek. Bana küçükken bir şeyler çizmeyi öğretmişti. O zamanlarda bütün ortaokul lisede okuyan çocuklar mizaha bir şekilde bağlıydı. Pazartesi günleri Oğuz Aral'ın Gırgır dergisinde düzenlediği kurs niteliğindeki karikatür okuluna giderdik. Oğuz Aral çok güzel bir eğitim verirdi. Karikatürlerin her birini değerlendirmeye çalışır, eleştirirdi. Onlardan bazıları dergide yayımlanırdı. Ben de öyle başladım. Zaman içinde Çarşaf, ardından Limon dergisine geçtik. O zamana kadar Oğuz Aral'ın etkisinde diyebileceğim biraz standardize olmuş tarzda karikatür çiziyordum bütün çizerler gibi. Limon dergisinde başta Oğuz Aral gibi bir öğretmen, bir ağabey olmayınca biraz serbestlik alanı bulduk. Kendimizi daha rahat ifade etmeye başladık. Çünkü Oğul Aral bir karikatürü beğenmezse 'bunu yeniden çiz', 'bunun şurasını değiştir' diyebilirdi. Böyle bir kontrol mekanizması az çok vardı.
- Oğuz Aral nasıl bir öğretmendi?
Çok ilginç, çok renkli bir insandı. Sadece karikatür için değil, aslında hayat için bir eğitimdi. Çok iyi bir öğretmendi. Bir de tabi tiyatroculuk yönü olduğu için pandomim özellikle, bazen bir hareketin nasıl olması gerektiğini kalkıp hareketlerle anlatırdı. Zıplayarak, jest yaparak. Çok da esnek bir vücudu vardı. Çok etkiliydi. Bazı hareketlerin nasıl olması gerektiğini bizzat kendi bedeniyle gösterirdi.
- Çizgiden sonra yazı da devreye girdi zamanla
Evet Limon'da eski tarz karikatürler çizdikten sonra yazısız siyah beyaz işler çizmeye başladım. Doğanın bir yerine bir mekana sanki bir kamera koymuşum gibi hayal ediyordum. Limon'da geç saatlere kadar çalışıyorduk. Bir gece bu çizimlere kısa kısa metinler ekledim. Ondan önce kendimi metinle ifade etmek benim için çok başka sulardı. Daha derin sulardı. Onun için oraya geçmeye pek cesaret edemiyordum. Metin çizgilerin içine girmeye başladı. Sonra biraz daha genişlemeye başladı. Sonra metinler artık çizgilerden ayrıldı kendi başlarına var olmaya başladılar. Biraz şiir, biraz öyküye dönüştüler. Bu kitabın da aslı metin ama o metinlere çizimler eşlik ediyor. Yine çizmeden duramıyorum, çiziyorum mutlaka.
- Bu kitaptaki öykülerinizde de az önce söylediğiniz gibi sanki gözünüzün kamerası hep açıkmış da etrafta olup biteni yazmışsınız gibi bir hava var. Günlük hayatta da böyle mi, kamera hep açık mı?
Evet alışkanlık yapıyor bu ve günlük hayatıma da çok yansıyor. Bunun zorluklarını çekiyorum aslını istersiniz. Bazen bir arkadaş topluluğuyla birlikteyken duvardaki bir lekeye ya da yürüyen bir böceğe takılıp kalıyorum. Tabi bu yadırganıyor bazen. Baktığım yere bakıyor ama hiçbir şey göremiyorlar. Garipseniyor biraz. Eşim de dahil olmak üzere çevrem alışıyor zamanla. Bu kitabı yazdıktan sonra bir okur gözüyle okuyunca fark ettim ki aslında anlatıcı benim biraz abartılmış halim. Biraz kendi karikatürüm diyebilirim.
- Çizgi işiyle uğraşanların çok iyi görgü tanığı olabileceklerini düşünürüm.
Öyle gerçekten fakat tehlikeli bir görgü tanığı da olabiliriz. Şöyle: eşim ve ben aynı şeyleri izliyoruz ama sonra birine anlatırken benim anlatma tarzım çok farklı oluyor, abartılı oluyor. Sonra ben de fark ediyorum abartılı olduğunu. Belki bu karikatürün verdiği etki. O yüzden iyi görgü tanığı olabiliriz belki ama o abartma payını da her zaman dikkate almak lazım.
- Siz gözünüzün kamerası sürekli açık dolaşan biri olarak sanıyorum yoruluyorsunuz. Bir anlamda çizmek, yazmak bir yandan dinlendirici oluyor mu?
Kesinlikle evet. Zaten benim yazma işlerim çoğunlukla akşamları, hafta sonları oluyor. Bu, beni dinlendiren bir uğraş. Çünkü günlük hayatın koşturmacasından biraz uzaklaşıp farklı bir şeyle meşgul olmak biraz okumak, biraz yazmak bunlar ruhsal durumuma da çok olumlu etki ediyor. Yazmak ve çizmek iyileştiriyor, iyi geliyor. Bir de sonuçta insan bir şekilde izlediği bir şeyi, dünyayı, çevresindekileri, yaşadıklarını aktarmak istiyor birilerine. Ben çok sosyal bir insan değilim. Duygularımı, yaşadıklarımı konuşarak anlatamam ama bu da benim için bir anlatım yolu. Yazıp çizerek ifade ediyorum izlediklerimi.
- Bir de geçen yıl yayımlanan "Gece Kitabı" vardı ki, Bilge Karasu'nun metinlerini resimlendirmiştiniz.
Nasıl biteceğini bilmediğim bir uğraştı. Birkaç bölümü çizdikten sonra fena gitmediğine kanaat getirip devam ettim çizmeye. Bilge Karasu'nun metinlerini çizmek sonradan düşündüm de sanki bir nevi çeviri işi gibi geldi bana. Yazılı bir metni görsel malzemeye çevirmek. Gerçekten de öyle. Onun metnine bakıp orada edindiğim duyguyu ya da anlamı başka bir dile, çizgi diline çevirdim. Genellikle öykü yazarken görsel dili yazılı dile çeviriyorum. Baktığım fotoğraflar, gördüğüm nesne ve doğa parçalarından çıkardığım anlamı metne dönüştürüyorum. Yani görsel dili yazılı metne çeviriyorum ama Bilge Karasu'nun kitabında metni görsel dile çevirdim. Yani çizimle başlamamın etkisiyle öykülerimde önce fotoğraf geliyor gözümün önüne sonra o yazıya dönüşüyor.
- Malzemenin kıt kullanıldığı bir iş yapıyorsunuz.
Günlük hayatımda da böyle. Çok fazla söz söylemeyi, abartılı, gösterişli laflar etmeyi sevmiyorum. Yani derdimi anlatabilecek en tasarruflu şekilde konuşmak istiyorum. Yazıda da böyle. Daha azla da aynı şeyi ifade edebiliyorsam ne gerek var çok fazla kelime kullanmaya.
- Mizah yapanların çalışma ortamını da masaya yatıralım mı?
Şenlikli bir ortamdır. 20 yıldır mizah dergisinden uzağım ama epey çalıştım mizah dergilerinde. Gelenek değişmemiş ve haftanın bir günü dergi baskıya gitmeden bir gün önce sabaha kadar çalışılır. Geceleyin insanın ruh hali, metabolizması farklı çalışıyor. Yani gece, gündüz yapmayacağınız, söylemeyeceğiniz şeyleri yapıyorsunuz . Biraz uykusuzluk vesaire böyle bir coşku hali yaratıyor insanda. Uyumamak için sürekli çay kahve içiyorsunuz. Gece çalışmaları çok şenlikliydi bu yüzden.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder