Mihail
Yevgrafoviç Saltıkov-Şçedrin (1826-1899)
Şçedrin’in masal türünü tercih etmesi, Çar’ın sansüründen kurtulmak içindi. Çocuklara anlatılan masallarda her zaman iyi olan kazanır, Büyüklere Masallar ise dönemin tam bir eleştirisidir ve acı gerçekler sergilenmektedir. Yazarın, toplum eleştirisi yaparken masallarını söylencelere, halk öykülerine, hayvanlar dünyasına, halktan insanların konuşmalarına dayandırması, herkesin anlayabileceği yalın bir dilde yazması onun geniş bir okur kitlesine sahip olmasını sağlamıştır.
Saltıkov-Şçedrin'in bütün masallarında iki güç belirir: emekçi halk ve onu sömürenler. Halk, iyi ve savunmasız bir hayvan maskesiyle görünür çoğu zaman (ve ayrıca, herhangi bir köylü, “mujik” olarak); sömürücüler ise, aralarında insanların da bulunduğu yırtıcı hayvanlar... Halktan itaat beklenir ve o da koşarak gider kurdun sofrasına meze olmaya. Onu kovuşturan savcının ise tek amacı vardır:insani her şeyini kaybedip sultanın divanına kabul edilmek.
Saltıkov-Şçedrin'in masalları, kuşkusuz, ilkin zamanının aynasıdır. Ama sadece bu kadar mı? Boş konuşan valiler, vahşi toprak ağaları, aptal generaller, sorgusuz itaat eden “onurlu” tavşanlar, hayatı efendisinin emriyle boğazlanarak sona eren sadakat timsali köpekler, sözüm ona adalet dağıtan ama gözleri ve kulakları hakikate tıkalı savcılar, bütün ömrünü korku içinde karanlıkta geçiren “bilge” kayabalıkları, kendisini kurtarsın diye bir “Yiğit” bekleyen o ülke… Yerellik ve evrenselliğin Saltıkov-Şçedrin'de olduğu kadar iç içe geçtiği bir başka yazar daha bulmak çok güç.
Helikopter Yayınları 110 sayfa
Çev. Hazar Yalın
Kitaptan bir öykü: YİĞİT
Krallıklardan
birinde bir Yiğit doğdu. Onu Baba Yaga (Baba Yaga; Rus-folklorunda kötülük sembollerinden biri; ihtiyar
bir kocakarı-cadı. Süpürgesinin üzerinde ve kazanın içinde uçarak gezer, çocukları
kaçırır.) doğurdu, emzirdi, besledi,
büyüttü ve nihayet boyu minare kadar olduğunda, kendisi çölün sakinliğine
gitti, oğlanıysa kendi haline saldı: “Git,
Yiğit, yiğitliklerini yap”
Tabii Yiğit
ilkin ormana vardı; baktı ki, bir meşe ağacı; köklerine varıncaya kadar parçaladı
onu. Baktı bir tane daha; bir yumrukta ikiye böldü onu da. Baktı ki bir üçüncü meşe,
üzerinde de bir kovuk. Yiğit kovuğa girdi ve uykuya daldı.
Orman ana
onun horultularıyla inlemeye başladı; vahşi hayvanlar ormandan kaçtılar, uzun
tüylü kuşlar uçup gittiler; ormanın ruhu bile öyle bir korktu ki, karısıyla çocukları
da alıp kayboldu –işte böyle oldu.
Yiğit’in
şanı bütün yeryüzüne yayıldı. Ondan taraf olanlar, başkasından taraf olanlar,
dostlar ve de hasımlar şaşakaldılar ona: ondan taraf olanlar genelde
korkuyorlardı, çünkü eğer korkmasalardı, böyle nasıl yaşarlardı ki? Ama her
şeyin üzerinde, umutları vardı: Yiğit muhakkak ki, uyuyup daha da fazla güç
toplamak için süzülmüştü o kovuğa: “Nasıl olsa uyanacak bizim Yiğit ve bütün
dünyanın önünde ululayacak bizi.” Başkasından taraf olanlar kendi paylarına tedirgindiler.
“Hele kulak ver, işitiyor musun nasıl bir inilti yeryüzünde; böyle bir Yiğit
doğmadı hiç! Hele bir uyansa, nasıl bir ses verir kim bilir! ”
Ve herkes
parmak uçlarında yürüyor, fısıldayarak tekrarlıyordu: “Uyu, Yiğit, uyul”
Ve böylece
yüz yıl geçti, sonra iki yüz, üç yüz ve bir de bakmışlar ki: koca bir bin yıl.
Ulita (Hıristiyan mitolojisine göre Ulita ve dört yaşındaki oğlu Kuriagos
Tarsus'a kaçmış, ancak burada Hıristiyan oldukları açığa çıkmıştı. Ulita'ya
işkence edilirken oğlanı da Tarsus valisi alıkoydu. Ancak çocuk valinin yüzünü
tırmaladı, o da çocuğu merdivenlerden fırlatıp öldürdü. Ulita buna üzülmek bir
yana, oğlu şehit oldu diye sevindi. Vali, Ulita'nın uzuvlarının kancalarla
koparılmasını, sonra da başının vurulmasını buyurdu. Cesedi oğluyla birlikte
şehir dışında, suçluların cesetleri arasına atıldı, ama iki kız anne ve oğlun
cesetlerini bulup yakınlara gömdüler. Burada, Ulita’nın uzun süren yolculuğuna
atıf yapılıyor.)_gitmiş, gitmiş de sonunda gideceği yere varmıştı.
Baştankara böbürlenmiş de böbürlenmişti, oysa aslında denizleri yakmış falan
değildi. (Krilov'un (1769-1844) ünlü fablına gönderme. Ayrıca palavracılarla
ilgili böyle bir Rus atasözü de vardır: “Baştankara hava attı, ama denizleri
yakmadı.”)
Mujiği
kaynattılar, kaynattılar da, peynir kokusu gene de gitmedi: ne de olsa mujik. (Bir başka Rus
atasözüne gönderme: Mujiği (köylü) ne kadar kaynatırsan kaynat gene de peynir
kokar.)
Her şeyi bir
oraya koydular bir buraya, her şeyin köküne kibrit suyu döktüler, arkadaş arkadaşı
soyup soğana çevirdi; ama ne fayda! Yiğit hep uyuyordu, görmeyen gözleriyle
kovuktan doğruca güneşe bakıyordu da horultusu yüz mil öteyi bile inim inim
inletiyordu.
Hasımları
uzun uzun baktılar, uzun uzun düşündüler:
“Bu kaderimiz olmalı, sadece kovuğunda uyuyor diye Yiğit'ten korkan bir ülke!”
Ancak
düşündükçe akılları yavaş yavaş başlarına geliyordu: zalim belaların o ülkeye
kaç kez gönderildiğini hatırlamaya başladılar, oysa Yiğit bir defa bile insanlarının
imdadına gelmemişti. Yıllardan birinde ahali kendi arasında orman kanunu usulü
kavgaya tutuşmuştu da, bir sürü insan boş yere helak olup gitmişti. İhtiyarlar
bu sırada acıyla ağıt yaktılar, acıyla seslendiler: “Gel artık, Yiğit, şu kötü zamanlarımıza bir son ver!” Yiğitse bunun yerine kovuğunda uyuyordu. Yıllardan
birinde bütün tarlalar güneşin altında yanmıştı, doluyla da dövülmüştü: düşündüler
ki Yiğit gelecek de, barışçıl insanları doyuracak; ama o bunun yerine kovuğunda
uyuyordu. Yıllardan birinde de şehirler ve köyler yangınla yok olmuştu, insanların
ne başını sokabileceği damları, ne elbiseleri, ne yiyecekleri kalmıştı; düşündüler
ki: “Yiğit gelecek ve her şeyi
düzeltecek” -ama o kovuğunda uyuyordu.
Diyeceğim o
ki, koca bir bin yıl boyunca bu ülke her türden acılarla acı çekti, ama Yiğit
bu toprakların neden acıyla inlediğini öğrenmek için ne bir kulak verdi, ne gözlerini
açtı.
Peki ne işe
yarar bu Yiğit dediğin?
Çok acılar
çekti ve uzun zaman sebat gösterdi bu ülke ama büyük ve sarsılmaz inancını hep
korudu. Ağladı ve inandı; içini çekti ve inandı. Gözyaşlarının ve acıların sebebi
ortadan kalktığında Yiğit'in de o dakka yetişip onları kurtaracağına inandı. Ve
öyle bir an geldi ki -ama bu herkesin beklediği an değildi bu. Hasımları ayağa
kalktılar ve Yiğit'in kovuğunda uyuduğu o ülkeyi kuşattılar. Ve herkes doğruca
Yiğit'e gitti. Birisi dikkatli mi dikkatli yanaştı kovuğa -kokuyordu; bir
diğeri geldi -o da kokuyor dedi.
“Ah, Yiğit çürümüş sonunda!” diye
seslendi hasımlar ve yürüdüler ülkeye.
Hasımlar
zalim ve merhametsizdiler. Yiğit'in içlerine saldığı o eski ve gülünç korkuya
duydukları nefretle, karşılarına çıkan her şeyi yaktılar ve yıktılar. Ahali
tabanları yağladı, bu kargaşa dolu kötü zamanlar yüzünden hasımlarının
önlerinde diz çöktüler -gidecek bir yerleri yoktu. Ve Yiğit'i hatırlayıverdiler
ve tek bir ağızdan haykırdılar: “Yetiş
artık, Yiğit, yetiş artık! ”
Böylece bir
mucize oldu: Yiğit yerinden kıpırdamadı. Tıpkı bin yıl önce olduğu gibi başı
hareketsizdi ve görmeyen gözlerle güneşe bakıyordu, bir zamanlar yeşil orman anayı
tir tir titreten o kudretli ses de çıkmıyordu.
O anda bizim
aptal İvanuşka, Yiğit'e yaklaştı, kovuğu yumruğuyla açtı iyicene; bir de baktı
ki kurtlar çoktan yemişler boğazına kadar da, Yiğitten kala kala bir tek kafası
kalmış.
Uyu, Yiğit,
uyu!
1886
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder