27 Temmuz 2018

Bilge Kayabalığı-Şçedrin


Mihail Yevgrafoviç Saltıkov-Şçedrin (1826-1899)

Şçedrin soylu bir ailenin çocuğudur, 1826 yılında Tversk’in bir köyünde doğmuş, 1899’da Petersburg’da ölmüştür. Rusya’da köleliğin hüküm sürdüğü bir zamanda kölelere sahip bir ailede yetişti. Her ne kadar ailesinin köleleri olsa da Şçedrin köleliğe her zaman karşı oldu, kölelik kurumundan nefret etti. Ailesi tarafından küçük yaşta eğitim için Moskova’ya gönderildi. En iyi okullarda eğitim gördü. Liseyi bitirdikten sonra devlet hizmetine girdi.1862’de memurluktan ayrıldı ve kendini edebiyat çalışmalarına verdi. Rus edebiyatının en büyük yergi ustalarından biri olan Şçedrin, dünya edebiyatının en büyük romanlarından sayılan toprak sahibi köklü bir ailenin çöküşünü anlatan Golovlev Ailesi adlı romanını (1875-1880) yazdı. Büyüklere Masallar adlı romanıysa Şçedrin’in en popüler yapıtıdır.

Şçedrin’in masal türünü tercih etmesi, Çar’ın sansüründen kurtulmak içindi. Çocuklara anlatılan masallarda her zaman iyi olan kazanır, Büyüklere Masallar ise dönemin tam bir eleştirisidir ve acı gerçekler sergilenmektedir. Yazarın, toplum eleştirisi yaparken masallarını söylencelere, halk öykülerine, hayvanlar dünyasına, halktan insanların konuşmalarına dayandırması, herkesin anlayabileceği yalın bir dilde yazması onun geniş bir okur kitlesine sahip olmasını sağlamıştır.


Saltıkov-Şçedrin'in bütün masallarında iki güç belirir: emekçi halk ve onu sömürenler. Halk, iyi ve savunmasız bir hayvan maskesiyle görünür çoğu zaman (ve ayrıca, herhangi bir köylü, “mujik” olarak); sömürücüler ise, aralarında insanların da bulunduğu yırtıcı hayvanlar... Halktan itaat beklenir ve o da koşarak gider kurdun sofrasına meze olmaya. Onu kovuşturan savcının ise tek amacı vardır:insani her şeyini kaybedip sultanın divanına kabul edilmek. 

Saltıkov-Şçedrin'in masalları, kuşkusuz, ilkin zamanının aynasıdır. Ama sadece bu kadar mı? Boş konuşan valiler, vahşi toprak ağaları, aptal generaller, sorgusuz itaat eden “onurlu” tavşanlar, hayatı efendisinin emriyle boğazlanarak sona eren sadakat timsali köpekler, sözüm ona adalet dağıtan ama gözleri ve kulakları hakikate tıkalı savcılar, bütün ömrünü korku içinde karanlıkta geçiren “bilge” kayabalıkları, kendisini kurtarsın diye bir “Yiğit” bekleyen o ülke… Yerellik ve evrenselliğin Saltıkov-Şçedrin'de olduğu kadar iç içe geçtiği bir başka yazar daha bulmak çok güç.

Helikopter Yayınları 110 sayfa
Çev. Hazar Yalın

Kitaptan bir öykü:  YİĞİT

 Krallıklardan birinde bir Yiğit doğdu. Onu Baba Yaga  (Baba Yaga; Rus-folklorunda kötülük sembollerinden biri; ihtiyar bir kocakarı-cadı. Süpürgesinin üzerinde ve kazanın içinde uçarak gezer, çocukları kaçırır.) doğurdu, emzirdi, besledi, büyüttü ve nihayet boyu minare kadar olduğunda, kendisi çölün sakinliğine gitti, oğlanıysa kendi haline saldı: “Git, Yiğit, yiğitliklerini yap”

Tabii Yiğit ilkin ormana vardı; baktı ki, bir meşe ağacı; köklerine varıncaya kadar parçaladı onu. Baktı bir tane daha; bir yumrukta ikiye böldü onu da. Baktı ki bir üçüncü meşe, üzerinde de bir kovuk. Yiğit kovuğa girdi ve uykuya daldı.  

Orman ana onun horultularıyla inlemeye başladı; vahşi hayvanlar ormandan kaçtılar, uzun tüylü kuşlar uçup gittiler; ormanın ruhu bile öyle bir korktu ki, karısıyla çocukları da alıp kayboldu –işte böyle oldu.

Yiğit’in şanı bütün yeryüzüne yayıldı. Ondan taraf olanlar, başkasından taraf olanlar, dostlar ve de hasımlar şaşakaldılar ona: ondan taraf olanlar genelde korkuyorlardı, çünkü eğer korkmasalardı, böyle nasıl yaşarlardı ki? Ama her şeyin üzerinde, umutları vardı: Yiğit muhakkak ki, uyuyup daha da fazla güç toplamak için süzülmüştü o kovuğa: “Nasıl olsa uyanacak bizim Yiğit ve bütün dünyanın önünde ululayacak bizi.” Başkasından taraf olanlar kendi paylarına tedirgindiler. “Hele kulak ver, işitiyor musun nasıl bir inilti yeryüzünde; böyle bir Yiğit doğmadı hiç! Hele bir uyansa, nasıl bir ses verir kim bilir! ”

Ve herkes parmak uçlarında yürüyor, fısıldayarak tekrarlıyordu: “Uyu, Yiğit, uyul”

Ve böylece yüz yıl geçti, sonra iki yüz, üç yüz ve bir de bakmışlar ki: koca bir bin yıl. Ulita  (Hıristiyan mitolojisine göre Ulita ve dört yaşındaki oğlu Kuriagos Tarsus'a kaçmış, ancak burada Hıristiyan oldukları açığa çıkmıştı. Ulita'ya işkence edilirken oğlanı da Tarsus valisi alıkoydu. Ancak çocuk valinin yüzünü tırmaladı, o da çocuğu merdivenlerden fırlatıp öldürdü. Ulita buna üzülmek bir yana, oğlu şehit oldu diye sevindi. Vali, Ulita'nın uzuvlarının kancalarla koparılmasını, sonra da başının vurulmasını buyurdu. Cesedi oğluyla birlikte şehir dışında, suçluların cesetleri arasına atıldı, ama iki kız anne ve oğlun cesetlerini bulup yakınlara gömdüler. Burada, Ulita’nın uzun süren yolculuğuna atıf yapılıyor.)_gitmiş, gitmiş de sonunda gideceği yere varmıştı. Baştankara böbürlenmiş de böbürlenmişti, oysa aslında denizleri yakmış falan değildi. (Krilov'un (1769-1844) ünlü fablına gönderme. Ayrıca palavracılarla ilgili böyle bir Rus atasözü de vardır: “Baştankara hava attı, ama denizleri yakmadı.”)

Mujiği kaynattılar, kaynattılar da, peynir kokusu gene de gitmedi: ne de olsa mujik. (Bir başka Rus atasözüne gönderme: Mujiği (köylü) ne kadar kaynatırsan kaynat gene de peynir kokar.)

Her şeyi bir oraya koydular bir buraya, her şeyin köküne kibrit suyu döktüler, arkadaş arkadaşı soyup soğana çevirdi; ama ne fayda! Yiğit hep uyuyordu, görmeyen gözleriyle kovuktan doğruca güneşe bakıyordu da horultusu yüz mil öteyi bile inim inim inletiyordu.

Hasımları uzun uzun baktılar, uzun uzun düşündüler: “Bu kaderimiz olmalı, sadece kovuğunda uyuyor diye Yiğit'ten korkan bir ülke!”

Ancak düşündükçe akılları yavaş yavaş başlarına geliyordu: zalim belaların o ülkeye kaç kez gönderildiğini hatırlamaya başladılar, oysa Yiğit bir defa bile insanlarının imdadına gelmemişti. Yıllardan birinde ahali kendi arasında orman kanunu usulü kavgaya tutuşmuştu da, bir sürü insan boş yere helak olup gitmişti. İhtiyarlar bu sırada acıyla ağıt yaktılar, acıyla seslendiler: “Gel artık, Yiğit, şu kötü zamanlarımıza bir son ver!”  Yiğitse bunun yerine kovuğunda uyuyordu. Yıllardan birinde bütün tarlalar güneşin altında yanmıştı, doluyla da dövülmüştü: düşündüler ki Yiğit gelecek de, barışçıl insanları doyuracak; ama o bunun yerine kovuğunda uyuyordu. Yıllardan birinde de şehirler ve köyler yangınla yok olmuştu, insanların ne başını sokabileceği damları, ne elbiseleri, ne yiyecekleri kalmıştı; düşündüler ki: “Yiğit gelecek ve her şeyi düzeltecek” -ama o kovuğunda uyuyordu.

Diyeceğim o ki, koca bir bin yıl boyunca bu ülke her türden acılarla acı çekti, ama Yiğit bu toprakların neden acıyla inlediğini öğrenmek için ne bir kulak verdi, ne gözlerini açtı.

Peki ne işe yarar bu Yiğit dediğin?

Çok acılar çekti ve uzun zaman sebat gösterdi bu ülke ama büyük ve sarsılmaz inancını hep korudu. Ağladı ve inandı; içini çekti ve inandı. Gözyaşlarının ve acıların sebebi ortadan kalktığında Yiğit'in de o dakka yetişip onları kurtaracağına inandı. Ve öyle bir an geldi ki -ama bu herkesin beklediği an değildi bu. Hasımları ayağa kalktılar ve Yiğit'in kovuğunda uyuduğu o ülkeyi kuşattılar. Ve herkes doğruca Yiğit'e gitti. Birisi dikkatli mi dikkatli yanaştı kovuğa -kokuyordu; bir diğeri geldi -o da kokuyor dedi.

“Ah, Yiğit çürümüş sonunda!” diye seslendi hasımlar ve yürüdüler ülkeye.

Hasımlar zalim ve merhametsizdiler. Yiğit'in içlerine saldığı o eski ve gülünç korkuya duydukları nefretle, karşılarına çıkan her şeyi yaktılar ve yıktılar. Ahali tabanları yağladı, bu kargaşa dolu kötü zamanlar yüzünden hasımlarının önlerinde diz çöktüler -gidecek bir yerleri yoktu. Ve Yiğit'i hatırlayıverdiler ve tek bir ağızdan haykırdılar: “Yetiş artık, Yiğit, yetiş artık! ”

Böylece bir mucize oldu: Yiğit yerinden kıpırdamadı. Tıpkı bin yıl önce olduğu gibi başı hareketsizdi ve görmeyen gözlerle güneşe bakıyordu, bir zamanlar yeşil orman anayı tir tir titreten o kudretli ses de çıkmıyordu.

O anda bizim aptal İvanuşka, Yiğit'e yaklaştı, kovuğu yumruğuyla açtı iyicene; bir de baktı ki kurtlar çoktan yemişler boğazına kadar da, Yiğitten kala kala bir tek kafası kalmış.

Uyu, Yiğit, uyu!
1886

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails