26 Ocak 2021

Theodore Zeldin

 

Theodore Zeldin,1933 İngiltere doğumlu. Londra’daki Birbeck College’da ve Oxford’daki Christ Church’te öğrenim görmüş olan Theodore Zeldin, Oxford St. Anthony’s College’da öğretim üyeliği yapmaktadır. Wolfson Tarih Ödülü’ne layık bulunmuş, Avrupa Akademisi üyeliğine seçilmiş ve Magazime Littéraire tarafından günümüzün en önemli yüz düşünüründen biri olarak gösterilmiştir. 

Mezunu olduğu Oxford Üniversitesi’nde 13 yıl dekanlık yapmış, aralarında Harvard’ın da bulunduğu, 15 ülkedeki üniversitelerde ders vermiş, Britanya ve Fransa’nın en üst düzey nişanlarıyla onurlandırılmıştır. Zeldin’in çalışmaları Türkçe dahil 24 dile çevrilmiştir. Deirdre Wilson ile evlidir. A History of French Passions (Fransız Tutkularının Tarihi), The French (Fransızlar), Happiness (Mutluluk) ve The Listener (Dinleyici) adlı kitapların yazarıdır. İki kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir: İnsanlığın Mahrem Tarihi ve Hayatın Gizli Hazları 

Theodore Zeldin-Hayatın Gizli Hazları

400 sayfa, 2018 çev.Aydın Çavdar

Adeta bir roman gibi akan bu kitapta, zamana ve mekâna dair bambaşka bir boyut geliştiriyor Theodore Zeldin. Geçmişi günümüzle, doğuyu batıyla birleştiriyor, belki de mümkün olan en geniş açıyla bakıyor dünyaya. Ve insanlığa dair, varoluşa dair yepyeni bir vizyon yaratıyor. Her cümlesinde düşündürüyor, insana hayatını, yaptıklarını, yapabileceklerini sorgulatıyor. Alanında ender bir çalışma bu bakımdan. Zeldin, belki de varlığından bile haberdar olmadığımız bambaşka fikirlerin, yaşam biçimlerinin ışığında insanın çıplak gözle seçemediği yolları aydınlatıyor.

Neredeyse her cümlesinde durup düşünmek isteyeceğiniz, hatta düşünmek zorunda kalacağınız bir kitap Hayatın Gizli Hazları. Varoluş hakkında sorular soran, cevaplar arayan, daha önce verilmiş cevapları sorgulayan bir kitap bu. 

Theodore Zeldin, hepsi de kışkırtıcı olan bu sorulara sade ve sakin cevaplar vererek, bu esnada yeni soruların sorulmasına da zemin hazırlayarak, okurunu bambaşka diyarlara davet ediyor...


İçindekiler:

01-Zamanımızın büyük macerası nedir?
02-Heba edilmiş bir yaşam nedir?
03-İnsanlar kendileri için kurdukları hayalleri nasıl yitirir?
04-Asi olmanın alternatifleri neler?
05-Yoksul zengine ne söyleyebilir?
06-Zengin yoksula ne söyleyebilir?
07-İntihar etmenin kaç yolu vardır?
08-İnanmayan biri inananı nasıl anlayabilir?
09-Bir din nasıl değişebilir?
10-Önyargılar nasıl yıkılabilir?
11-Geleceği tahminler ve endişelerle anmak yerine daha farklı nasıl tasavvur edebiliriz?
12-Mizah, şiddete başvurmayan protesto biçimlerinin en etkilisi midir?
13-Mizah duygusu nasıl kazanılır?
14-İnsanları, kendi ülkelerinde tam anlamıyla yuvalarındaymış gibi hissetmekten alıkoyan nedir?
15-İnsan aynı anda kaç ulus sevebilir?
16-Neden bu kadar çok sayıda insan değer görmediğini sevilmediğini ve yalnızca yarı canlı olduğunu düşünüyor?
17-Kadınlar ve erkekler birbirlerine başka nasıl davranabilirler?
18-Ruh eşi eksikliğinin yerini ne tutabilir?
19-Farklı bir cinsel devrim mümkün mü?
20-Sanatçılar kendilerini ifade etmenin ötesinde neyi amaçlayabilir?
21-Bir lider olmaktan daha ilgi çekici olan nedir?
22-Bu kadar çok çalışmanın ne anlamı var?
23-insanın hayatını kazanmasının daha eğlenceli yolları var mıdır?
24-İnsan bir otelde başka ne yapabilir?
25-Gençler kendilerinden yaşlı olanlardan başka ne isteyebilir?
26-Ruhen genç kalmak yaşlanmaktan kaçabilmek için yeterli midir?
27-Bilmeye değer olan nedir?
28-Yaşıyor olmak ne anlama gelir? İnsan aklın gıdasını nerede bulabilir?

Kitabında ´Sizleri benim gibi düşünmeye ikna etmek, sizi dinlemekten elde edeceğim faydaları azaltırdı ve her durumda anlamsız olurdu; çünkü fikirler, bir başka dimağa yerleştiklerinde neredeyse her zaman değişirler´ cümlesi ile bu yazdıklarını hangi duruş içinde okurla paylaştığından bahsetmekte.


Zeldin’in kitabındaki başlıklarda andığı isimlerden bazıları:

Gittiği her ülkenin dilini öğrenip ekmeğini buradan çıkaran bir öğrenci Hacı Seyyah, Çinli Mao Ch’i Ling, Lucien Freud,“Hayatım boyunca sefaletten başka bir şey tanımadım” diyen ve 45 yaşında bir adamla evlendirilen Bengalli Haimabati Sen, Endonezyalı Abdurrahman Wahid, Babil yerlisi Mani, sessizliğin simgesi ve isyan ettiği kralı öldüren Shaftesbury Kontu, Doğu ve Batı’nın neden ayrı düştüğünü soran Tagore, mizahın gücünü savunan Lao She, neşeli ve oyunbaz Sir Thomas More, kökenlerinden kaçması gerektiğini söyleyen Hans Christian Andersen ve can sıkıntısına başkaldıran Vikinglerden gelme Frederik Grudtvig, Osakalı polis müfettişi Oshio Heihachiro, Homo Sapiens kavramının mucidi, erkeklere saygı duymayan ve “botanik pornocu” diye suçlanan Carl Linnoeus, sığırları damgalamayı vahşilik olarak değerlendiren Samuel Augustus Maverick, geleneksel cinsel ahlakı reddeden Juan Chi ve Liu Ling

Sporun öncüsü şiirleriyle tanınan Japon şair Sogi, liderlik kavramını ilk kez gündeme getirenlerden biri olan Sir Francis Bacon, Metal Box’ın kurucusu Sir Robert Barlow, Walmart’ın kurucusu ve ticaret âşığı Sam Walton, IKEA’nın fikir babası Ingvar Kamprad, “hayatını kendi zihninin tereddütlerinden ve insanî çelişkilerinden anlam çıkarmaya adayan” Dostoyevski, 104 yaşında ölene dek sıra dışı binalar tasarlamak üzere bürosuna giden Oscar Niemeyer, hayat boyu öğrenmeye inanan Hsun Tzu...



Theodore Zeldin-İnsanlığın Mahrem Tarihi
480 sayfa, 1998, çev.Elif Özsayar 

İnsanlığın Mahrem Tarihi, insanlık hafızasını tazelemeyi amaçlayan bir unutulmuşlar derlemesi, tarihe geçenlerden çok geçmeyenlerin tarihi. Zeldin, insanlığın unutulmuş anılarını gün ışığına çıkararak, köşeye sıkıştığı noktalardan çıkış yolları bulabilmesi için insanoğlunun ufkunu genişletmeyi ve modern zihinlere yerleşmiş yanılsamaları yıkmayı deniyor. Zeldin'e göre her kuşak, tıpkı kendisinden önceki sayısız kuşak gibi, dünyaya kendi çağının gözlüklerinden bakarak binlerce yıllık insanlık deneyimini boşa harcıyor. Kendi atalarının sınırlı ve kolay kolay değişmeyen hafızasını kullanmayı tercih ederken, geçmişin karanlığına gömülüp giden koca bir insanlık hafızasından yararlanma fırsatını kaçırıyor. Bu fırsatta yatan en değerli hazine, hayatın kendi çağımızın ışığıyla aydınlanmış görüntüsünün değişmez bir son durak değil, beklenmedik dönüşler yaparak ilerleyen insanlık tarihinin rastgele bir noktası olduğunu keşfetmek. 

Zeldin'in unutulmuşlar tarihi, insanların hayata ve kendilerine ezelden beri bugünkü gibi bakmadıklarını göstermekle kalmıyor, umudun tükenmeye yüz tuttuğu noktada insanlığın imdadına yetişen şeyin her zaman yeni bakış açıları, yeni düşünce biçimleri ve yeni yaklaşımlar olduğunu hatırlatıyor. Kayıp insanlık hafızasının içinde kolayca tarihe gömülen bu zikzaklı geçmiş, Zeldin'e göre, insanlığın gelişiminde her zamankinden daha umutsuz olmamızı gerektiren bir noktada durmadığımıza işaret ediyor. İnsanların tarih boyunca aşka, dostluğa, sekse, korkuya, mutluluğa, zamana ve yalnızlığa karşı pek çok farklı bakış açısı geliştirdiğini, iyimserlikle kötümserlik, merhametle acımasızlık, hoşgörüyle bağnazlık, diğerkâmlıkla bencillik, merakla uyuşukluk arasında her zaman gidip geldiğini bilmek, çağın gözlüklerinden kurtularak yeni gözlükler edinme fırsatını hazırlıyor. 

İnsanoğlunun duygular dünyasında keşfe çıkmaya her zamankinden daha istekli olduğu bir çağda Zeldin, duygular tarihinin kuytularına ışık tutarak, insanlık hafızasını tazeliyor. Son iki yüz yılın etkileyici teknolojik patlamasına rağmen insanoğlu, özel hayat kulvarında pek çok bakımdan hâlâ emekleme çağını sürüyor. Zeldin bize kıyamete doğru sürüklenmekte olmadığımızı, bildik insanlık mücadelesini sürdürdüğümüzü haber veriyor ve özel hayata yönelik yeni bakış açıları, insanlar arası ilişkilerde yeni bağlılıklar, amaç duygumuzu yeniden kazanmakta kullanabileceğimiz yeni yöntemler öneriyor. Kötümserliğe direnenler İnsanlığın Mahrem Tarihi'ni sevecekler.

Kitap 25 bölümden oluşuyor ve her bölümde bir kavramı anlatıyor. Bölüme önce konuya örnek teşkil edecek bir kişinin hayatından yola çıkarak (seçtiği kişiler ya Fransız ya Fransa'da yaşayan kadınlar) kavrama açıklamalar getiriyor. Daha sonra açıkladığı kavramın dünyadaki diğer kültürler ve bölgelerdeki gelişimini ve algılanışını gözler önüne seriyor. Bölüm girişlerindeki her hikaye için mini biyografiler diye biliriz. Fransız toplumunun çok farklı sosyal tabakalarında yer alan kadınların “özel” öykülerinin sergilenişi asıl olarak bir “mahremiyet” oluşturmakta

İçindekiler:

01-İnsanların üst üste umutsuzluğa kapılması; sonra yeni insanlarla karşılaşarak ve yeni bir gözlük takarak kendilerini toparlamaları
02-Kadınlarla erkeklerin ilgi çekici konuşmalar yapmayı zamanla öğrenmesi 
03-Köklerini araştıran insanların, yeterince derinlere bakmaya ancak başlaması 
04-Bazı insanların yalnızlığa bağışıklık kazanması 
05-Yeni aşk biçimlerinin icadı 
06-Mutfak sanatındaki ilerlemenin seksteki ilerlemeyi geride bırakmasının nedenleri 
07-Erkeklerin kadınlara ve diğer erkeklere duyduğu arzunun yüzyıllar içinde şekil değiştirmesi 
08-Saygı görmenin, kudretli olmaktan daha arzulanır hale gelişi 
09-Emir vermekten de almaktan da hoşlanmayanların, arabuluculuk için uygun adaylar oluşu 
10-İnsanların, korkularından kurtulmak için yeni korkular icat edişi 
11-Merakın özgürlüğün anahtarı haline gelişi 
12-Düşmanları yok etmenin giderek güçleşmesinin nedenleri 
13-Dertlerden kaçma sanatının gelişip de nereye kaçacağını bilme sanatının gelişememesi 
14-Kıraç toprakta bile merhamet bitmesinin sırrı
15-Hoşgörünün, sorunları çözmede yetersiz kalmasının nedenleri
16-Tüketim toplumunun sunduğu her şeyi elde edebilmelerine, hem de cinsel özgürleşmeye rağmen, imtiyazlı kişilerin bile hayata bir ölçüde karamsar bakmasının nedenleri 
17-Dünyanın en kalabalık ulusu haline gelmek üzere olan gezginlerin, görmek islediklerinden başka şeyleri de görmeyi öğrenmeleri 
18-Kadınlarla erkekler arasındaki dostluğun bu kadar kırılgan olması niye? 
19-Astrologlar bile kaderlerine karşı çıkıyorlar 
20-İnsanların, birkaç hayat birden yaşayacak zamanı bulamamasının nedenleri 
21-Babalar ve çocuklarının, birbirlerinden beklentileri konusunda fikir değiştirmelerinin nedenleri 
22-Aile kurumundaki kriz, aslında cömertliğin evriminde bir aşamadan başka bir şey değildir 
23-İnsanlar kendi hayat tarzlarını seçer, ama bunda tam bir tatmin bulmazlar 
24-İnsanların birbirlerine kucak açmayı öğrenişi 
25-Kardeş ruhlar buluşunca  

             Eşi Deirdre Wilson

Zeldin, 2001’de The Oxford Muse adlı bir vakıf kurmuş. Amaç, kişisel, mesleki ve kültürel hayatta cesareti ve yaratıcılığı kamçılamak. Dünyanın birçok yerinde faaliyet gösteren The Oxford Muse, hayal gücünü daha fazla kullanmak, sanatsal uygulamalar aracılığıyla duygularını işlemek, geçmişi daha iyi anlamak ve geleceğe dair daha net bir vizyona sahip olmak için ilham arayan kişileri bir araya getiriyor.

“Muse” kelimesi, Yunan mitolojisindeki “ilham perisi”nin karşılığı. Tanrıların kralı Zeus ile hafıza tanrıçası Mnemosyne’in kızları olan ilham perileri, bilim ve sanat tanrıçaları. Gündelik hayata heyecan ve ilahi bir kıvılcım getiren, insanların normalde cüret edemediklerini görmelerini ve söylemelerini sağlayan katalizörler. Beklentileri tapınılmak değil, şenlikler, şölenler, şarkılar ve danslarla kutlanmak.

The Oxford Muse da, insanların birbirlerine ilham perisi olmalarını sağlamak istiyor. Kullanılan temel araç ise, sohbet.

Kitaptaki 5.bölüm

Yeni aşk biçimlerinin icadı

Dünyada çocuklar tarafından gerçekleştirilen ilk devrim 1990’da Fransa’da oldu.  Yetişme çağındaki yüz bin kadar çocuk, sadece sokaklara çıkıp gösteri yaparak hükümeti dört buçuk milyar frangı gözden çıkarmak zorunda bıraktı. Daha önce hiçbir yetişkin grubu bu kadar çabuk ve eksiksiz, bir zafer elde edememişti.  Öğretmenler birkaç on yıldır hiçbir sonuç alamadan protesto eylemleri düzenlemekteydi. Hemşirelerin greve gitmesi bile, yaşam ve ölüm üzerindeki güçlerine rağmen bu kadar etkili olamamıştı. Buna karşılık çocuklar ne minnettar kaldılar ne de etkilendiler. 

Mandarine Martinon Lyon’daki okul çocuklarının lideri olarak görülüyordu. Gazeteler 16 yaşındaki  bu sarışın, cılız kız çocuğunun yetkilileri  böyle sindirebilmiş olmasına akıl erdiremiyordu ama ona  sorarsanız, hükümetin kendisinden ve arkadaşlarından korktuğu ortadaydı. Çocukları cumhurbaşkanlığı sarayına davet ederek onlara yaranmaya kalkışan politikacıların tavrında küçümseyici bir hava seziliyordu: Mandarine, politikacıların yaptığı konuşmalar için “çok kurnazcaydı, her şeyi anladıkları izlenimi uyandırıyordu, ama biz onlara kanmadık” diyor. Tek başlarına olsalar karşı koyacak gücü bulamayabilirlerdi, ama birlikte, önlerine sürülen retoriğin demagoji olduğuna karar verdiler. Politikacılar aptal değil, diye düşünüyor Mandarine, ama dolap çevirmeyi, sinsice işler yapmayı iyi bilen kişiler. “Bir tanesi bile ideallerimi temsil etmiyor. Oy verme yaşına geldiğimde oyumu verecek birini bulmak zor olacak.” 

Çocuklar her şeyden önce politikacıların çıkarlarına alet olmamakta kararlılar, hatta üniversitelerdeki abi ve ablalarının bile; onları davalarına ortak etmekten titizlikle kaçınmışlar. Kendi dünyalarının bağımsız kalmasını istiyorlar, çünkü yetişkinlerin sunduğu alternatif artık onlara hiç çekici gelmiyor. Bir taşralı olarak Mandarine Paris’e kuşkuyla yaklaşıyor, Parisli çocukların Fransa'nın tamamı adına konuşabileceklerini sanmalarına içerliyor. İşçi sınıfından ailelerin oturduğu Villeurbane banliyösünün bir sakini olarak Lyon'un varlıklı burjuvazisine öfkeli. Ne olursa olsun, hiçbir kliğin kendi düşüncelerini onun hareketine yüklemesine izin vermeyecek. Çözüm sunmak durumunda olan bir lider değil, yalnızca bir sözcü olduğunu tekrarlıyor; tek amacı, her okulun kendi yönetimine ilişkin meselelerde kendi kararlarını alabilmesini sağlamak.

Bu çocuklar aslında ruhen çocuk değiller. Ailelerinin ve bütün geçmiş kuşakların beceriksizlikleriyle sırtları yaşlı bilgeler gibi bükülmüş. Zihinlerine öyle çok bilgi sokuşturulmuş ki onları derin bir hayranlığa sürükleyebilecek pek az şey var. Geçmişteki bütün devrimler-tarih kitaplarına bakılırsa- şu ya da bu şekilde felaketle sonuçlanmış. Doğu Avrupa’daki hareketlenmeler trajik sorunlara yol açmış: “Dünya hakkında çok fazla şey biliyoruz. İdeolojilerimizi yitirdik; hiçbirinin gerçek hayatta uygulamaya konamayacağının farkındayız." Bir zamanların Çin ve Rusya’sı gibi yabancı modeller de artık yok. Mandarine İngiltere’ye gitmiş, fakat bu ülkeyi “fazla saygılı” bulmuş, ABD ise “ondan da betermiş. Kendi adına birtakım idealleri var: Özgürlük her şeyin başında geliyor, demokrasi de öyle, devlet baskısına direnmeye ama devletin kültüre ve televizyona ilişkin rolünü korumaya inanıyor; militarizme karşı, fakat ordunun ilgasına da; yoksullara yardım etmeyi istiyor; yenilikten ve değişimden yana, ama değişim onu korkutuyor da. Başkalarının değişime istekli olduğundan kuşkulu.  Bu yüzden insanları ikna etmeye kalkmıyor, onları saf değiştirmeye zorlamıyor. 

Okulunda, kuruma ait bütçenin ne şekilde kullanılacağını ve bünyesindeki her grubun bütçe üzerinde ne gibi hakları olacağını gayet mütevazı biçimde tanışmak üzere komiteler kuruluyor, tek amaç okulu bir “sınav fabrikası” olmaktan çıkarıp “yaşanacak bir yere dönüştürmek. Okul çocukların ikinci evi haline gelmiş, onu kendi evleri gibi benimsemişler, tek isledikleri onu olabilecek en iyi şekle sokmak. Ne var ki Mandarine daha derin düşüncelerini açıklayınca, onu ütopyacı ana-babasından bu kadar farklı kılan tek şeyin genel bir hayal kırıklığı olmadığı anlaşılıyor. 1968’de Maocu olan ve bugün evde mutfak işlerinin sorumlusu durumunda bulunan babasıyla son derece dostane bir ilişkileri var. Mandarine yapacakları gösteri için afiş hazırlarken, babası “Afiş öyle yapılmaz,” diye araya girmiş. Kendisi gençliğinde harika afişler yapmışmış ve birlikle yeniden afiş yaparken çok eğlenmişler. Fakat arada büyük bir fark var: Mandarine kendine güvenmiyor. “Yaratıcı değilim. Yetenekli biri olduğumu sanmıyorum. Belki de yeterince hırslı değilim. Peki neden? “Çünkü hırslarınızı sınırlı tutmak riski azaltıyor.” Mandarine “iletişim” dalında çalışmak istiyor, bir belediyede kültürel etkinlikler düzenleyebilir, belki bir tiyatroda işlerin ucundan tutabilir, ama oyunu sahneleyen kişi olmayı asla düşünmeyecek: “Böyle bir şeyin stresine dayanamazdım. Endişeli bir insanım. Özellikle sınavlarda üzerimde baskı hissediyorum, çünkü her biri bütün varoluşumun yargılanması anlamına geliyor.”  

Onu kaygılandıran genç insanların en iyi işi kapmak için girişlikleri rekabet değil, kendi içindeki savaştan galip çıkmak, yeterliliğini kendisine ispat etmek: "Belki de ömrüm boyunca stresten kurtulamayacağım. "Kızların okulda son derece başarılı olmaları, sınıf temsilcilerinin erkeklerden çok kızlar arasından çıkması işleri pek kolaylaştırmıyor. Gösteriler sırasında Mandarine, çoğunluğu  erkeklerin oluşturmasına  rağmen  kızların  yönetimi  nasıl  kolayca  ele  geçirebildiğini  hayretle  fark etmiş:  “Cazibemizle  onlar  üzerinde  etkili  olabiliyoruz.” 

Lyon'daki  gösterileri  bir  kız  arkadaşıyla  birlikte  başlatmışlar:  “Kendimizi  hiç  kız  olarak  düşünmedik."  diyor.  Kadınlık meselesi  hiç gündeme  gelmiyor,  hiç  tartışılmıyor.  Bu  mesele kapanmış  durumda. Cinsler arası eşitsizlik  diye bir sorun var,  ama  bununla  ancak çalışmaya başladıklarında  karşılaşacaklar. Bu sorunla uğraşmayı  o  zamana  bırakıyorlar.  Şimdi  ise  doğum  kontrol  hapı  karşısında  duydukları  heyecandan  sıyrılamamış  görünen  annesiyle  babasını vaktiyle tutsak etmiş olanlardan  farklı sorunları var. Mandarine'in  arkadaşlarıyla  enine  boyuna  tartıştığı konu,  aşk.  On iki  yaşından  beri  erkek  arkadaşları  olmasına  karşılık  henüz  aşkı  bulamamış, bulduğu  sadece  arkadaşlık  olmuş.  “Erkeklerle kadınlar  arasında  arkadaşlığın  mümkün  olup olmadığını  tartışıyoruz.  Mümkün olmakla  birlikte  zor olduğuna karar veriyoruz, çünkü  bedenin istekleri ilişkileri  karmaşıklaştırıyor.”  Özgür  seks  mucize  çözüm  olmaktan çıkmış;  seks  artık arkadaşlığa  giden  bir  yol  bile  değil,  olsa  olsa  arkadaşlığın  içinde bir sorun.  Erkek çocukların seksten  bahsederken  kullandığı kaba saba  üslup onları  hayrete düşürüyor, “ama bunu kızlara olan  ilgilerini  gizlemek,  kendilerini  güçlü  göstermek  ve  duygularını saklamak  için  yaptıklarını düşünüyoruz.” 

Nasıl davranmaları gerekliği konusunda kararsızlığa düşen kızlar iki  gruba ayrılmış.  Bir kısmı kimseye bağlanmamak  için  sık  sık  partner değiştiriyor.  Ama giderek  yaygınlık  kazanan moda,  erkenden  bir  partner bulup  okul  yılları  boyunca ona  sadık  kalmak.  Amaç, kendini güvende hissetmek.  “İki kişi olunca kendimizi  daha  güçlü  hissediyoruz."  Boşanmış  anne babaların  çocukları  ya  istikrarlı  bir  ilişki  kurmaya  çalışıyor  ya  da  birliktelik  fikrini hepten  reddediyorlar. Mandarine  ve  arkadaşları  aşka  içtenlikle  inanıyor,  ama  ona  rastlayamıyorlar.  “Aşkı  Amerikan filmlerinde  görüyoruz ama evde aşk  falan  yok.  Aşk  ancak  filmlerde yaşayabildiğimiz bir şey.”  AIDS  üzerine yapılan  onca  tartışma  seksin  büyüsünü  bozmuş.  Ama  Mandarine  romantik  aşk  düşüncesini  canlı  tutmaya  çalışıyor,  bu,  aşkın  ne  anlama geldiğine  herkesin  kendisinin  karar vermesi  demek.  “Aşkın sıradanlaştırılmasını,  bayağılaştırılmasını istemiyoruz.  Aşk  kişisel  bir şey  olmalı.  Özel hayata  ilişkin  ayrıntıların  ortaya  dökülmesinden hoşlanmıyorum.  

Özel hayatımız hakkında konuşmaya  zorlanırsak  yaşadıklarımıza görev duygusu  karışır ve ilginç olmaktan çıkarlar.” Bu sözler, aşkın,  insanın soylu  bir şeye yakın olduğu duygusunu  tadabileceği  ve  başka  bir insan  tarafından  onaylanabileceği  son sığınaklardan  biri  olduğunu  gösteriyor:  Aşk, kendisini kuşkuya  karşı koruyabilen az sayıda başarı  biçiminden biri.

Aşk  artık  eskisi  gibi  değil.  Bugün  dünyada,  geçmişte  çok  nadir  rastlanan  iki  kadın  tipi  var: Eğitimli  kadınlar  ve  boşanmış  kadınlar.  Yeni insan  tiplerinin  ortaya  çıkması  her  zaman  tutkulara yeni  bir  yön  kazandırır.  Bu  insanlar  aşkın  büyüsüne  inanmayı  sürdürür  görünebilir, aşk  sanki  hiç değişmeyen  bir  şeymiş  gibi  kendilerini  kaybedercesine âşık  olmaktan  söz  edebilirler.  Böyle de olsa, geçmişte  bu  gibi  insanlar sık  sık  aşkı  oluşturan  unsurları  birbirinden  ayırmış  ve  eğip  bükerek, yenilerini  ekleyip  bazılarını  dışarıda  bırakarak  bunları  yeni  bir bileşim içinde  tekrar  bir araya  getirmişlerdir.  İnsan,  tutku  karşısında  hiç  de  rivayet edildiği  kadar çaresiz olmamıştır. Buğdayı  ekmeğe  ve  böreğe  ve hamur  tatlısına  dönüştürmesine  eş  bir  şaşırtıcılıkla,  ona  tekrar tekrar yeni anlamlar yüklemeyi başarmıştır.

Almanya’nın  Romantik şairlerinin  tutkulu  aşka yeni  bir biçim  verdiğini  bilmeyen  yoktur,  onlardan önce  de  Fransa’nın  şövalyeleri  ve trubadurları  aynı  işi  yapmış,  bunu  da,  İspanya’yı  fetheden Arapların mükemmelleştirdiği  duygulardan  kendilerine  ulaşan  yankıları  dönüştürerek başarmışlardı.  Ama  bu  değişimlerin  hepsi  aynı  yöne  işaret  etmez;  aşkın  tarihi  daha  fazla özgürlüğe  doğru  genişleyen  bir  hareket değildir,  daha  ziyade,  uzun  süreli  durgunluk dönemleriyle  kesilen  bir gelgit  hareketine,  bir  girdaba  benzer.  Üremeyi  kontrol  altına  almayı başaran  günümüz  Batılıları  pek  çok  alternatife  sahipler.  Aşka  verilen değerin  hiç olmadığı kadar arttığı  günümüzde aşkın  tarihinin, savaşlarının,  dominyonlarının  yükselişi  ile çöküşünün, diplomatik  yöntemler ile  retoriğinin  ve  ekonomisindeki  ikiyüzlülüğün  okullarda  öğretilmiyor olması şaşırtıcı. 

Seks eğilimi ileride belki de çok daha kapsamlı bir müfredatın ilk dersi olarak hatırlanacak. Tutkulu  aşkın  farklı  biçimlerde  yoğrulma  sürecini  Bin Bir Gece Masalları'nın  mehtabı  altında bütün  açıklığıyla  gözlemleyebiliriz, çünkü Araplar vaktiyle dünyanın en usta âşıklarıydılar. Arap  çöllerinde  dünyanın  en  sade  hayatını  yaşayan  göçebe  Bedeviler  için  tutkulu  aşkın  işe  yarar  bir yanı  yoktu.  Altıncı yüzyılda söyledikleri türkülerde aşkı insanın üstünde şarabınkine benzer bir etki yapan, cin  taifesinin  elinden  çıkma  bir  tür  büyücülük,  geleneğe  karşı bir başkaldırı  gibi  görüyor,  karısına  fazla  düşkün  olan  kocalarla dalga geçiyorlardı.  Hemen  hemen  her ülkede şu ya da  bu  dönemde yaygınlık kazanmış  bir tutumdur bu;  olağandışı  bir tarafı  yoktur, çünkü  korkuya dayalıdır  ve  korku  da  olağan  bir  şeydir.  Buna karşılık  Bedevi  toplumunda  cinslerin  birbiriyle  teklifsizce kaynaşmasına  göz  yumuluyordu,  şakalaşma  nev’inden  ilişkiler  davranış  kalıplarının  bir  parçasıydı. erkeklerle  kadınlar  birbirlerine  hemen  her  istediklerini  söyleyebiliyorlardı.  İki insanın  birbirini başka  her  şeye  sırtını  dönecek  kadar çok  sevmesi  gibi  sıra dışı  bir düşünce,  bu  oyuncu  tavır aracılığıyla gelişti.  

Ahaliden bir kızla oradan geçmekte olan  bir yabancı arasındaki şakalaşmalar (Bedevilerin,  kendilerinden  esirgedikleri  özgürlükleri, geleneksel  misafir perverlikleri  icabı  yabancılara  sunmalarının  da  etkisiyle)  zaman  zaman,  kavim  sadakatini  tehlikeye  atan  sonuçlar  doğuruyordu.  Geleneğin  güvenlik  supabı  konumundaki  mizah  kontrolden  çıkıyor,  kuralları yıkmanın,  risk  almanın,  bilinmeyene  doğru maceraya  atılmanın,  bütün  dünyaya karşı  kendi  haklılığına  inanmanın ve esrarı  aşina  yüzlere  tercih  etmenin  heyecanı,  tutkunun  tuzağını hazırlıyordu.  “İkimizin arasına sevdayı  ne soktu,  Bagid  vadisinde?" diye sorar bir  Bedevi  türküsü  ve türkünün  devamında  bunun  sorumlusunun çiftin  arasında  geçen  şaka  yollu  takılmalar,  sorgulanamaz  gibi  duran gerçekleri  aşama  aşama  yıkan  hazırcevap  söz  alışverişi  olduğunu anlarız.  Yabancı  kişi,  geleneği  kepaze  edip  bırakabiliyordu.  İki  insan  arasındaki  çekim, eğlencenin  aleviyle  ateşlendiğinde,  patlayıcı  bir  hal alıyordu.  Arapların  aşk  konusundaki  en  şöhretli  bilirkişisi olan  İbn Hazım şöyle demişti: “Aşk  istihzayla başlar, içtenlikle sona erer.”

Milattan  sonra  622'de  başlayan  İslami  dönemin  ilk  yüzyılı  içinde Mekke  ve  Medine’de  kadınlar, müzik aracılığıyla  yeni  ruh  halleri  yaratarak  duygularına  başka  bir  boyut  eklediler.  Bunun çalkantılı  bir dönemde  gerçekleşmiş  olması,  insanların  eski  âdetlere  ilgisini  kaybetmeye  başladığı ve  yenilerine  endişeyle  yaklaştığı  bir  döneme  rastlaması  tesadüf  değildi.  Şehirlerde  refah hüküm  sürüyordu,  insanlar kendilerini  zevke  ve  sefahate  vermiş,  etraflarındaki  tehlikeleri  unutmak  için deli  gibi  çırpınıyorlardı.  Şarkıcılar  “kadiri  mutlak”  idi, tıpkı  bugünün  pop  yıldızları  gibi.  Varlıklı kadınlar  geleneksel özgürlüklerinin  sınırlarını  genişletiyor,  taliplere  evlilik  öncesinde  koşullar dayatıyor,  kadınların  evlilikte  köle  gibi  davranması  gereğine  ilişkin  her  türlü  imayı reddediyorlardı.  Peygamber’in  amcasının  oğlu Hz.  Ali'nin  torunu  olan  Sükeyne de  bu  özgür ruhlardan  biriydi;  ne peçe  takıyor ne de kocasına  itaat  ediyor, bunun yerine düşünce ve müzik merkezli  toplantılar  düzenliyordu  (nüfuzlu  kişilerin  bir  araya  geldiği bu  toplantıların  Arapça  adı meclis  idi).  Şairleri  ve  şarkıcıları  dinleyerek  yasak şarap ya da daha az sakıncalı  bir tür mayalanmış içki  olan  nabid  içmek  isteyen  paralı genç erkekler bu  toplantılara çok  rağbet ediyordu.  Sükeyne  kendisi  ve  arkadaşlarıyla  gece  vakti  çölde  buluşması  için  zamanın  en  meşhur  şarkıcısı  Ömer  bin  Ali  Rabia’yla sözleşiyor,  şafak  sökene  kadar  topluca  oturup  konuşuyorlar,  duygulardan  söz ediyorlardı.  Ömer’in  şarkılarının  ana  teması  duygulardı. 

"Kadınları şarkılardan  uzak  tut,  çünkü  şarkı  zinaya  davetiyedir,”  diyordu  bir atasözü.  Ömer aynı anda  pek  çok  kadına  kalbini  kaptırıyor, yanında olmayanlar için de asla  feryat  etmiyordu: “Ah  ne çok  kız sevdi  bu  gönlüm,  hepsinden  ayrı  kam  aldı,  hiç  kinlenmedi  bu  gönlüm.” Kadınların  onda  uyandırmak  istedikleri  tutku  pek böyle bir şey değildi elbette.  Ömer’in  şarkıları  kadınların serzenişleriyle  dolup  taşıyordu: hayatlarını daha ilgi çekici  kılmak istemişti bu kadınlar, ama bu onlara aynı  zamanda  daha  çok  üzüntü  getirmişti.  Ama  cesaret  şaşmaz  biçimde  hep beklenmedik  sonuçlar  doğurur;  zaten  cesaretin  tanımı  da budur, beklenmedik şeylerle karşılaşmaya hazır olmak. Dinsel  nitelikli  ziyafetlerde  yalnızca  tamburinin  hoş görüldüğü  bu günlerde  Mekke  ve  Medineli şarkıcılar İran’dan gitarın  atası  olan  udu getirdiler  ve  şehvet  uyandırıcı  bir  alet  olduğu  yolundaki  itirazlara rağmen  kocalar,  kendi  zevkleriyle  meşgul  olduklarından,  seslerini çıkarmadılar.  Bu  aletin büyülü  bir etkisi  vardı.  

Şarkıcılar “olağanüstü güzellikte genç adamlardı,” saçlarını omuzlarına  bırakırlardı  ki  bu içki  içtiklerine  alamet  ederdi.  Genellikle azat edilmiş kölelerdi  bunlar, tutsak edici  aile  bağlarından  azadeydiler,  asilzadelerin  gayri  meşru çocukları  oldukları  rivayet edilirdi ve başları her zaman yetkililerle beladaydı,  ama  her  zaman  da  kadın  hayranlarının  yardımıyla cezadan kurtulurlardı.  Eski  şarkılar savaştan bahsederken onlar sadece aşka dair şarkılar söylüyordu, kadınlar şarkı sözlerinde kendi  duygularını  bulmak  istiyorlardı.  Kavmin  ve  ailenin  ötesinde alternatif  sadakat  bilimleri  arama  işi,  bir  kez  daha  dış  yardım  sayesinde  gerçekleşebilmişti.  İthal edilen  tuhaf  melodiler  bu  cüretkâr  tavrı  bir  esrar  perdesiyle  sarmalayarak  tepkilere  hedef olmaktan  koruyordu.  Ünlü şarkıcılardan biri  olan  İbn  Muhriz,  İran  müziğini  ve  bu  ülkenin  aşkı kusursuzlaştırmaya,  “şehevi  düşüncelere  dalmaya”,  aşk  sanatını  bilmeyen  bir  hükümdarın hükmetmeye  layık  olmadığını  anlatan  masallara  dayalı  geleneğini  incelemek  üzere  İran’a  gitmiş,  sonra da Yunan müziğini  öğrenmek  için Suriye’ye  geçmiş  ve daha  önce kimsenin duymadığı nağmelerle geri dönmüştü.  

Şehirlerde, eski Bedevi akımlarıyla -deve şarkısının düzensiz vuruşları gibi- karışık olması koşuluyla yenilikler coşkuyla  karşılanıyordu.  Yabancı müzik,  tutkulu aşkın  yeniden biçimlendirilmesinde  mizahtan  sonra  etkili  olan  ikinci unsurdu  ve  daha  pek  çok  kez  böyle olacaktı;  tıpkı  Afrika ve  Amerika kaynaklı  müziğin  günümüzde  olduğu  gibi.  Arapların  aşk  düşüncesi Fransız  trubadurlarına  filozoflar  aracılığıyla  değil,  müzik  aracılığıyla ulaşmıştı.  Pirene Dağları’nın  hangi  tarafında  yaşarlarsa  yaşasınlar müzisyenler birbirlerini  anlıyordu,  ruh  halleri düşüncelerden  daha  bulaşıcıdır  çünkü.  Trubadur  sözcüğü,  Arapça  müzik  anlamına  gelen  tarab sözcüğünden türemiş olabilir.

Kendilerini cinsiyetler imasındaki ilişkiyi yüceltmeye adayan bu kadınların  benlik  muhasebesi neticede  İslami  sofuluk  tarafından  susturuldu.  Böylece tutku  yeniden  başka bir biçime büründürülecekti.  İzleyen  yüzyılda  hareketli  Basra  şehri  benzer  bir  “hafifmeşrep belirsizlik”  çağı yaşadı;  değerler  bir  keşmekeş  halinde  birbirine  girmişti,  “serbest  düşünceler  ve  gevşek  ahlakın havai  zevklere  karşı  doğurduğu  bağımlılık  insanlarda  duygusal  bir vecit  hali  yaratıyor”,  “kadınlar arasında  mistik tecrübeler gözleniyordu.”  Bu sefer de başka  bir sapkın  tipi  çıkmış,  kuşkuyla  baş  etmek  için  aşkı  kullanıyordu.  Bunların  en  meşhuru  olan  Beşir bin Bürd  öfkeli  bir  gençti  ve  ihtiyarladığında  daha  bile  öfkeli  olacaktı:  İran  asıllı  yetenekli  bir  şairdi bu  ve  Araplar arasında  kendini  rahat  hissetmiyor,  takdir edilmediğini düşünüyordu,  nitekim  halifenin canını  sıktığı gerekçesiyle  mahkûm  edildiği  kırbaç  cezasının  ardından  ölmüştü. 
 
Dünyadan ve dünyanın düzeninden nefret  ediyor,  ahlaki  değerlere  ve  dinlere  inanmıyor,  otoriteyi  reddediyordu, maddiyatçılık  ile  mutlak  bir  kurtuluş  arayışı  arasında  kısılıp  kalmıştı,  intikamını  alabildiğine  sivri dilli  taşlamalarıyla  alıyordu.  Hasımlarına  onlar  hakkındaki  düşüncelerini  beyan  eden şiirler yazmaktan çekinmiyordu;

Seni kokuşmuş hayvanın oğlu
Sivilceli, murdar, pis serseri seni.

Etrafında  gelişen  daha  bir  yığın  aykırı  grup,  akla  gelebilecek  hemen her  şeyi  sorguluyordu. Örneğin,  kimsenin  tamamen  haklı  veya  tamamen  haksız  olamayacağını  ileri  süren  Mutezile  kelam  okulu  (kelime anlamı  “ayrılanlar” ya  da “ayrı  duranlar”  idi), “ iki  duruş arasında bir  duruş” önererek  dogmatizme  karşı  çıkıyor,  irade  özgürlüğünü  savunuyordu.  Buna  karşılık  emin oldukları  bir  şey  varsa  o  da  tutkunun karşı  koyulmaz  bir  fiziksel  ya  da  kozmik  güç  olduğuydu.  Aşk  ihtiraslarının  en  yüce  değer olarak göklere çıkarılması, hayal kırıklığının hâkim  olduğu  böyle  bir atmosfer içinde gerçekleşti. Beşir, şarkılarında belirli  bir  kadına  olan  aşkını  dile  getirmiyor,  genel olarak  aşkın  her türlü  engele  karşı  koymaktaki  azmini  öven  şarkılar söylüyordu.  Bu  onu  en  çok cezbeden  mücadele  türüydü.  Sonra  da  kendi  samimiyetsizliğiyle  alay  ediyordu:  “O  kadar çok yalan söyledim ki, artık doğruyu  söylemeyi  hak  ettim .”  Tutkulu  aşk  bir  çeşit  isyan  bayrağına dönüştürülmüştü.

Basralı  meşhur şairlerden bir başkası, El Abbas bin El Ahnef, sanki âşıklar  kendilerine  eziyet  etmeye  hevesli  gizli  bir  cemiyetmiş  gibi. “Aşkın ihtirasını hissetmeyen kişinin içinde iyilik yoktur,” iddiasını ortaya atıyordu.  El Abbas, Harun er-Reşid'in  Bağdat’taki sarayına yerleşip bestelenmek  üzere  şiirler  yazmaya  başlayınca  namı  çılgınca yürüdü.  Teorik olarak  canının  istediği her  şeyi  yaptırabileceği  esir kızlara  sefilce  sevdalanan  Halife,  hâlâ  sonsuz  kudretinin  menzili dışında  kalan  bir  şeylerin  var  olduğunu  hissediyordu.  El  Abbas  ona tutkunun  ulaşılmaz  olana duyduğumuz  özlem  olduğunu  açıkladı.  Tutkumuzun  yöneldiği  eş  aslında  onun  gerçek  nesnesi değildi.  Aşk  insanın  içinde  taşıdığı  bir zaafın  işaretiydi ve deva bulması  imkânsız bir şeydi. Bedbaht,  lekesiz,  paradoksal  aşka  dair  şarkılar  söylüyordu  El Abbas,  sevgiliden  uzak  kaldığında  mutluluğunun  doruğa  çıkmasından yakınıyordu.  Aşk ile seks yollarını  ayırıyordu:  

“Karşılıksız  bir  aşkla seven  ve  iffetini  koruyan  kişi,  şehitlik  mertebesine  ulaşır.”  Kadınların idealize edilmesi gerçek hayatta gördükleri muameleyi  elbette  düzeltmiyordu:  tersine, etten kemikten kadınlardan umudun kesilmesini temsil ediyordu  bu. Aşkın ne  olduğuna  ilişkin  metafizik tartışmalara  ilgi  duymayan, hazzın  tadına  ıstırap  çekmeden  varmaktan  başka  bir  şey  islemeyen dünya  erkeklerinin,  arzularına  giydirecek  daha  pratik  bir  giysiye  ihtiyaç duyduğu açıkça ortadaydı. Bu erkekler mutlu  sonlar istiyordu,  isyankâr  tutkularla  gelen  sıkıntıları,  esareti  ve  aşırılıkları  değil.  Sevgi bağları,  onlara  statü  duygusunu  bağışlayan cemaate duydukları bağlılıkla uyumlu olmalıydı. Sevgilinin  bireyselliğine  çok  yakından  burunlarını  sokmamak  işlerine  geliyordu.  Ebu’l-Ferec el Isfahani’nın (ölümü  967)  Hikâyeler  Kitabı,  bu  insanların  tavrını  kelimelere  döker. 

Jet sosyetenin ilk alametlerinden  biriydi  bu  adam,  hoş  tabiatıyla  tanınıyor,  her milletten  insanla bir arada olmaktan  hoşlanıyordu, yüksek sosyetenin  kıyılarında  geziniyordu  ve  yanında  mutlaka  genç  bir adam bulundurmak  kaydıyla  daima  seyahat  halindeydi.  Isfahani,  kadınların her  zaman tabi  bir  rolde  konumlandırılmasıyla  aşkı  teatrallikten,  kederden,  trajediden  ve  elemden kurtarmanın  nasıl  mümkün  olduğunu gösterdi;  aşkı  ehlileştirmeyi  ve  zararsızlaştırmayı,  sonradan gerinerek anlatılacak  bir  şey  haline  getirmeyi  öğretti,  aşk  sanki  nostaljinin  bir başka çeşidiymiş gibi. Böyle kolay ve yüzeysel ilişkileri  cazip  bulmayan  erkekler  içinse Kurtubalı  İbn  Hazım  (994- 1064)  başka  bir  alternatif öneriyordu.  

Aşk üzerine yazdığı  Güvercinin  Yüzüğü adlı  kitap  hiçbir şeyin  yolunda gitmediği  bir  hayatın  tepe  noktasında  kaleme  alınmıştı.  Sürülmüş, ihanete uğramış,  zulüm  görmüş,  soyulmuş,  umutsuzluğa  itelenmiş  olmaktan  şikâyet ediyor,  “kaderin indireceği  yeni  darbeleri  beklemekte” olduğunu belirliyordu.  Müslüman İspanya ona göre “kendi kendine zarar verme”  eğilimindeydi.  Önerdiği  çözümlerden  biri,  aşka  karşı  yeni  bir  yaklaşımdı.  Aşktan  söz  etmekteki  amacı  sadece  ona  övgüler düzmek değildi:  Yıllar içinde  üç kez âşık olmuş biri olarak, kendisi gibi adı sanı olan bir kişi  için  yakışıksız  kaçabileceğini  bilse de bir bilgin  olmasının  yanı sıra halifeye vekillik etmişliği vardı- kitabında kendi  mahrem  tecrübelerini  tahlil  ediyordu.  Aşkın  yaşamı  tazelediğini söylüyordu;  ayrıca,  açgözlüleri  cömert,  hödükleri  kibar,  aptalları  bilge yaptığını,  sihirli  bir  şekilde  her  türlü  kusuru  bir  meziyete  dönüştürdüğünü,  dolayısıyla  herkesin sevilmeyi  ümit  edebileceğini  söylüyordu:  Dünyada  âşık  iki  insanınkinden  daha  büyük  mutluluk  olamazdı.  

Cinsel  ilişkiyi  aşkın  vazgeçilmez  bir  parçası  olarak  yüceltiyordu.  “devreyi  tamamlayan ve  aşk  akımının  serbestçe  ruhun  içine akmasını sağlayan” şeydi  bu. Fakat  İbn  Hazım ’ın düşüncelerindeki  asıl  yenilik,  aşkın  bir  sakinleştirici  veya  kişisel  bir  avuntu  olmaktan  çok  daha öteye  gidebileceğine, onu  hayatımızdaki  en  önemli  şey  yapan  esas  nedenin  de bu  olduğuna  inanmasıydı.  İbn Hazım  yeni  bir  yöntemle  aşkı  hayatın merkezi  deneyimi  haline  getirmek istiyordu.  Normal  olarak,  diyordu, insanlar aşk sözcüklerini  maske gibi kullanırlar, olmadıkları bir şey gibi  görünmeye  çalışmak  için;  halbuki  bunun  tersi  de  mümkündü,  aşk, insanlara  gerçekte  ne olduklarım  gösteren  bir  dizi  ayna  yerine  geçebilirdi.  İbn  Hazım ’ın  kitabı  insanların  aşkta kullanılan  sözcük ve eylemlerin  ne  anlama  geldiğini  çözmelerine  yardımcı  olmak  için  yazılmıştı. 

Ve  İbn  Hazım  bu  anlamın  açık  olmasını  istiyordu,  özünde gayet  basit olan  ifadelere  esrarlı anlamlar  yükleyen  geleneğe  karşı çıkıyordu, her ne kadar kendisi  bir uzmansa da uzmanlara güveni yoktu.  Ona  göre  sihirli  çözüm,  iletişimin  olabildiğince  açık  tutulmasıydı. Hakikat,  diyordu, mümkün  olan  en  sade  biçimiyle kavranmalıdır;  derin  ilahiyatçıların  gereğinden  fazla inceltilmiş açıklamalarına kulak asmadan.  İnsanların  bunca  zekâlarına  rağmen  kendilerini  kıskıvrak bağlamaları  yanlıştı.  Gerçi  duygusal  anlarında  kendisinin  de  aşkı  “tadına  doyulmaz  bir  illet,  son derece  arzulanır  bir  hastalık”  olarak  adlandırdığı  olmuştu  ama,  yine de  aşkı  insanın  kendine dönük  arayışının bir  parçası  olarak  görüyor ya  da  öyle  olmasını  istiyordu.  Aşkı  ilk  kez sarışın  bir kölede  bulduğu  ve  onu  hiçbir zaman  tamamen  unutamadığı için  her ne kadar yalnızca sarışın kadınlara âşık olabiliyorduysa da,  birinin  onda  ilgi  uyandırması  için  “uzun  bir  tanışıklık  dönemi  ve  uzun sohbetler”  gerekiyordu.  Kadın  ruhunu  anlamaya  heveslenmek,  pek çok erkeğin  kapalı tutmayı  tercih etliği bir kapıyı açmak demekti.

İbn  Hazım, Zahiriye diye anılan  ve  İslam’ı  daha kolay  anlaşılır hale getirmeyi  amaçlayan  bir mezhebin  takipçisiydi.  Yüceltilmiş  aşktan dem  vuran  Bağdatlı  şairlerin  başında  gelen  ve  Çiçeğin Kitabı  adlı  erotik  antolojinin  yazarı  olan  İbn  Davud  (ölümü  909), bu  mezhebin  kurucusu Isfahanlı  Davud’un  oğluydu.  Bir  başka  Zahiriye  mensubu.  İspanya’da  doğan  ve  önemli  etkiler  bırakmış Müslüman  düşünürlerden biri  olan  İbn  Arabi  (1165-1240),  kendisinin  de  birtakım  hayranlık  uyandırıcı  kadınların  etkisinde  kaldığını  belirtiyor.  Özlemlerin  Kökeni adlı  eserinde  aşk  sayesinde kazanılan  bu  içgörürün  insanı  nereye götürdüğünü  anlatıyordu:

Gönlüm bütün rüzgârlara açık:
Ceylanlar için bir mera 
Ve Hıristiyan keşişler için bir yuva.
Bir mabed ki orada herkese yer var 
Puta da Mekke yolcusunun Kara Taşına da 
Ve Eş'ar-ı Hamse tabletine ve Kuran'a da.
Aşk dinidir benim dinim.
Rabbin kervanları ne yana dönerse dönsün,
Aşk dinine inanacak 
Ve ona iman edeceğim.

Böylece, dünyanın sadece bir köşesinde görece kısa bir süre içinde geliştirilmiş, birbirine benzemeyen  beş  ayrı  tutkulu  aşk  çeşidine  değinmiş olduk.  Cinsel arzular, duygular, fanteziler ve içgüdü adı altında topladığımız  her şey,  hiç kuşkusuz daha binlerce değişik şekilde bir araya getirilebilir.  Bir  süreliğine bile olsa, özgüven dediğimiz o daha da kaypak duyguyla ödüllendirilmesi  halinde ise aşk, sadece kişisel  bir sır olmaktan çıkıp kamusal  bir güce dönüşür. 

Dolayısıyla,  her  şeyi  başlatmış  olan  oyuncu  ilişkiler  kahkahadan fazlasına  gebedir.  Oyun  oynamak,  kişinin  görev  ve  gerekliliklerden kendini  geçici  olarak azat  etmesi  demektir;  sonucu  belirsiz olduğu için gönüllü  olarak  riske girmeyi  ve  heyecanlanmayı  içerir;  “rol  yapmak” alternatif olasılıklardan  aldığımız  bilinçli  zevke  ve  hiçbir zaferin  nihai olmadığı  bilgisine  dayanır.  İngilizcedeki win  (kazanmak)  kelimesinin arzulamak anlamına  gelen  Hint-Avrupa  kaynaklı  wen  kökünden,  lose (kaybetmek)  kelimesinin  ise  serbest bırakmak anlamındaki  los kökünden  türemiş  olması  tesadüf  müdür?  Kazanma-kaybetme  oyunları  oynamamız  özgürlük  zanaatına  elimizi  alıştırmanın  bir yolu  olamaz  mı?
 
İspanyolcada kazanmak kelimesinin karşılığı  olan  ganar,  Got  dilinde gıpta etmek,  göz dikmek  anlamına gelen ganan’dan  türemiştir, perder (kaybetmek)  kelimesinin  kökeni  ise  Latincedeki  perdere  kelimesidir ki  özgün anlamı  “tamamen  elden  çıkarmak”tır.  İdealine  sahip  olmayı istemeyen,  kaybetmek  için  oynayan büyük  âşık,  savaşta  ve  işte  bütün meselenin  alelade bir sahip olma çekişmesinden  ibaret olmasına karşın aşkta  önemli  olanın,  oyunun  kendisi  olduğunu  keşfetmişti.  Oyun  oynamaya  hevesli  olmak yaratıcılığın  önkoşullarından  biridir.  Aşk, yaratıcılığı  sekteye  uğratan  bir  şey  olmak  şöyle  dursun, yaratıcılığın  bir dalıdır.

Hikâyelerin  beşinde  de  bir  yerlerden  çıkıveren  bir  yabancı  vardır. Bu  da  hiç  şaşırtıcı  değildir, çünkü  aşk  daima  yabancı  olana  uzanır, benzersiz olanı,  başka kimselere benzemeyen  insanı  arar, ama sonunda ürkütücü  olanı  bildik  olana  dönüştürür.  Eski  zamanlarda  âşıkları  en çok  korkutan şey  herhalde  yalnızlıktı;  günümüzde  ise  durağan  bir  ilişkiye  kısılıp  kalmak  yalnızlıktan  bile  daha  kaygılandırıcı  bir  durum halini  aldı.  Yeni  tecrübelere,  bilinmeyene,  yabancılara  duyulan  açlık bugün  her  zamankinden  fazla.  Bu  yüzdendir ki  iki  sürgünün  güvenli ve kendine  yeterli  bir aile oluşturmak  üzere  birleşmesi  artık  tatminkâr bir  çözüm  olamıyor.  Modern  dürtüler  insanları daha  geniş  bir  yaratıcılığa çağırıyor.  Yabancı olanın  karşısında  büyülenmek,  tıpkı  oyun gibi yaratıcılığa doğru atılan  bir adımdır. 

Tarihin  büyük  bölümünde  aşk,  bireyin  ve  toplumun sürekliliğine yönelik  bir  tehdit  olarak  değerlendirilmiş,  çünkü  süreklilik  genellikle özgürlükten daha değerli  sayılmıştır.  1950’lerde bile Amerika’daki nişanlı çiftlerin hepi  topu  dörtte  biri sırılsıklam  âşık olduklarını  beyan ediyorlardı, Fransa'da ise bir grand amour yaşamış olduğunu öne süren kadınlar  tüm  kadın  nüfusun  üçte  birinden  azdı.  Bundan kırk yıl  sonra Fransız  kadınlarının  yarısı  hayatlarındaki  erkeğin  yeterince  romantik olmadığından  yakınmakta,  hiç  değilse  "seni seviyorum”  demeyi  daha sık akıl  etmelerini  istemekteler. 

Çoğunluğun görüşü modern  hayatın ateşli  tutkulara eskisi  kadar  izin  vermediği,  ama zaten  bu  açıdan  bir altın  çağın  da  hiç yaşanmamış  olduğu  yolunda.  Umutsuzluğa kapılan pek çok  kimse,  hayvanlara  ve  spora bağlılıklarının  insanlara  duyduklarından  daha  tutkulu  olduğunu  söylüyor.  Rusya’da,  Glasnost ’un ilk  yıllarında,  evlenme  gerekçelerinin  sıralandığı  on  sekiz  maddelik listede aşk -yeni  evli çiftler tarafından  doldurulmuş olmasına rağmen ancak  beşinci  sıraya  yerleşebilmişti.  Bu da demeye geliyor ki, aşk sanatında ustalaşmak için insanların  daha  çok  uğraşması  gerekiyor;  aşk henüz tamamlanmamış bir devrim. 

Avrupa’da yaklaşık on  asırlık  bir süre  boyunca Arap  aşkının  iki  temel  bileşeni  yankı  buldu;  Kadınların  yüceltilmesi  ve  âşık  ruhların  tek bir ruh  halinde kaynaşması.  Partnerlerini oldukları gibi tanımayı  ve  iyi kötü  bağımsız  bir  varoluşu  sürdürmeyi isteyenlerin  özlemini  dindirmek  açısından  bunların  her  biri  diğeri  kadar  yararsızdı.  Vaktiyle yüceltme, sevginin bitimliliği karşısında şairane  bir  cevap  gibi görünmüş,  kaynaşma  ise yalnızlığa romantik  bir çözüm  sunmuştu;  her iki durumda da aşk  bir çare olarak kullanılıyordu, çünkü dünya günah, suçluluk  ve  utanç  duygusunun  hâkim  olduğu  ve  insanın  ilahi  mükemmeliyeti yakalamaktan  aciz,  yetersiz  bir  varlık  olduğuna  dair  feryatların dinmediği,  insanlığın  kusurlarını deşmek için  aralıksız kendini dinlediği  bir  tarihsel  dönemden  geçmekteydi. Böyleyken aşk, insanların kendilerini daha  iyi  hissetmesini  sağlamakta  olsa  olsa  diğer tüm  folklorik  çareler  kadar  yararlı  olmuştur,  ne  daha  çok  ne  de  daha az.  Yüzyıllar boyunca konu olduğu tüm  deneylerden  sonra  tutku  hâlâ ilk  günkü  kadar  geçici görünüyor, oysa yalnızlık, imparatorluğunun sınırlarını genişletmeyi  sürdürmekte.

Anne  ve  babasına  ait  aşk düşüncesinin karşısına  bir alternatif koymaya  çalışan  Mandarine’in seçme  şansı  “romantik  aşka”  dönüş  yapmakla sınırlı  değil.  Kendisi gibi eğitimli kızlarla çalışmalar yapan  sosyologlar, halinden  hoşnut  olmakla  yetinmek  istemeyen,  ara  sıra  biraz yakıcı, erotik bir sosla tatlandırılacak dengeli  bir hayata fit  olmayan bu çocuklarda  gördükleri  kinizmden  kaçma özlemini  daha  iyi  tanımlayabilecek  bir  terim  bulmakla  güçlük  çekiyorlar.  Ama  “Hayatı güzelleştirmek  istiyoruz,”  derken  ve  aşkı  bir  sanat  olarak  nitelerken kızların  aklından  geçen  şey üreme  sanatı  değil:  Geçmişe  ilişkin  gerçeklerin  ne  kadar  amansız  olduğunu  biliyorsanız,  geçmişe  başvurmanız yeterli  olmaz.  

Onlar yepyeni bir aşk sanatı  icat etmek  istiyorlar ve bunu yapmanın mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek var. Mamafih her icat yeni katkı maddeleri gerektirir, ya  da en azından artık  safra  haline  gelmiş  bazılarından  kurtulmayı.  Zamanın  en  çok  aşındırdığı,  tavan  arasına  kaldırılma  zamanı  çoktan  gelmiş  olan  inanç, çiftlerin  birbirlerinden başka  güvenecek  kimseleri  olmadığı  inancıdır ve  bu  da,  modern  toplumun  insanları  yalnızlığa  mahkûm  ettiği  iddiası kadar  mesnetsizdir. Kızlarla erkeklerin bir arada eğitim gördükleri ve okul yıllarında daha  önce  iki  cins  arasında  mümkün  olmamış  bir  arkadaşlık  çeşidi  geliştirdikleri günümüzde,  aşkın  başka  biçimlere  bürünme  şansı  vardır.  Bu biçimlerin  neye  benzeyebileceği, başka  tutku olasılıklarının  birer birer incelenmesiyle açığa kavuşacaktır.

Kitaptaki 13.bölüm

Dertlerden kaçma sanatının gelişip de nereye  kaçacağını bilme sanatının gelişememesi
 
Bu, azmin her türlü engelin üstesinden gelişini anlatan sıradan bir başarı hikâyesi değil.  Bu hikâye, yoksulluktan gelip şöhreti yakalayan, biri kız biri erkek iki kardeşin hikâyesi -şöhrete  göz  dikmiş  olduklarından  değil,  onlara  katlanılmaz  gelen  şeyden  kaçmanın  başka yolunu  göremedikleri  ve ne  kadar kaçarlarsa kaçsınlar,  kendilerini  gene katlanılmaz bir yerde bulmaktan kurtulamadıkları için. Büyüdükleri mahalleyi “cehennem” olarak, “Tanrının gazabı” olarak hatırlıyorlar, ağız dalaşları,  kavgalar ve alkollü  sevişmelerden  ibaret  büyük  bir  gürültü  patırtı,  bir  de  alkol  ve  seksin  o  hiç  gitmeyen kokusu. Babaları fabrika işçisiymiş, akşam okuluna giderek, önce kitapçılık, sonra da bir  çocuk  yuvasında  müdürlük  yaparak  kendinden kaçmayı denemişse de, bir ev satın almaya kalkınca şansını  kaybetmiş, çünkü bu alışveriş için altına girdiği  ipotek borcu onu hiç olmadığı kadar yoksul  düşürmüş.  

Gérard  Colé, babasına bakarak on yaşındayken, büyüdüğünde asla parasız kalmamaya yemin etmiş, ama büyümeyi de beklememiş, herhangi  bir  mezuniyet  belgesine  kavuşamadan  okulu bırakmış ve civardaki  mezbahaya giderek kesilmek üzere bekleyen atları satn almış -bunların  bir kısmı, tek suçlan yeterince birincilik alamamak olan safkan  atlarmış.  Gérard,  kendisi gibi ata  binmeye  içi gittiği  halde sosyal  zümre  itibarıyla  atçıllar  grubuna  dahil  olmadıklarını  hisseden  pek  çok  insan  bulunduğunu  sezerek,  bir fakirler maneji  açmış.  Neticede atların sayısını on yediye  kadar çıkarmış.  Bu onun ilk kaçışı olmuş, yoksulluktan kaçışı. Sonra  düşünmüş  ki  zekâsını  kullanmasına  pek  az  olanak  veren  bu hayattan  da  kaçması  gerekiyor.  New  York  Times'da  Fransız  eleman çalıştırıldığı  hiç görülmemişmiş,  buna rağmen  Gérard,  gazetenin  Paris sorumlusunu  kendisini  ofisboy  olarak  işe almaya  ikna etmiş;  sonunda gazeteci  ve radyo-televizyon yayıncısı, arkasından da başarılı bir halkla  ilişkiler  uzmanı  olup  çıkmış.  Ama,  diyor,  “ Servetin  bir çıkmaz sokak  olduğunu  anladım.  Parasızlık berbat bir şey;  iyi  giyinmek  ve  iyi şeyler yemek tabii  ki güzel, ama para için hayatımın tek bir gününü bile  vermezdim."  Böylece  paranın  dünyasından  iktidarın dünyasına kaçmış.

Gérard, ara seçimlerden yenik çıkan François  Mitterand’ın  günün birinde  ülkenin  en  güçlü adamı  olacağına  karar  vermiş:  Böylece  Mitterrand'ın  halkla  ilişkiler  uzmanlığını  yapmaya  başlamış,  onun  “imaj" tasarımcılığını  üstlenerek  üçyüz elli metre karelik lüks apartman dairesinin  yerine  kırk  metre karelik  bir daire, jaguarının  yerine de  küçük bir  araba  aldırmış.  Mitterand’ın  üst  üste  cumhurbaşkanı  seçilmesinde çok önemli  bir rol  oynamış.  Onu  zafere götüren  becerilerinin,  ruhunun ta derinlerinde  kendisini  hâlâ bir “ halk çocuğu" olarak  hissetmesinden kaynaklandığına  inanıyor;  hiçbir  zaman  seçkin  tabakaya  ait  olmamış ve  bunu  istememiş de, çünkü  bu  insanlara acıyormuş, şişirilmiş benlik duyguları  yüzünden  ve  seçmen  kitlesiyle  iletişimsizliklerinin  farkına varamadıkları,  kimsenin  arlık  onları  dinlemediğini  göremedikleri  için İktidar sahiplerinin sosyal  hayalı ona cazip gelmiyormuş. Böylece bir kez  daha  kaçmış,  bu  sefer  ülkenin  kaçış  endüstrisinin başına  geçmek  üzere:  Gérard,  ulusal  kumar  şirketi  Française  d’Jeux’ye genel  müdür olmuş.  Amacı,  sıradan  yaşamlarından  kaçmak için  şansın  yüzlerine  gülmesini  ummaktan  başka  çözüm  göremeyen milyarlarca  insana  hizmet  vererek  burayı  dünyanın  en  büyük  kaçış fabrikası  haline getirmek.  Şirket daha şimdiden yirmi ülkeye yayılınmış, Çin’den  Kazakistan'a, Almanya'dan Seııegal’e kadar.

Bu  arada  kız  kardeşi  Michèle  Blondel  ünlü  bir  heykeltıraş  olmuş. İki kardeşin  hayatta  çok  ayrı  yollar seçmiş  oldukları  düşünülebilir,  ancak  Michèle’de  hayatını  kaçış  sanatını  araştırmaya  adamış  durumda, yalnız  daha  inceden  inceye  yapıyor  bu  işi,  özellikle  de  bir  kadında kaçma  ihtiyacı  doğuran  şeylerin  neler  olduğunu  bulmaya  çalışıyor. Michèle  on  yedi  yaşında  evden  kaçmış,  on  dokuzunda  anne  olmuş. Oğlu onu çok mutlu etmiş, ama aralarındaki yakın dostluğun bugün de sürmesine rağmen,  Milano’da  bir  modacı  olarak  kendi  hayatını  kurmak  üzere o da on sekizinde evden ayrılmış; zaten gitse de birmiş kalsa da,  bir çocuk sizi  üzerinize dikilen  o bakışlardan  koruyamazmış  ki.  "Bir bakıştan  daha  zalimce  bir şey  olamaz,” diyor  Michèle.  Ona göre hava sadece alkol ve seks kokusuyla değil, insanın güvenini delik deşen eden, iyileşmesi zor yaralar bırakan bakışlarla dolu.  Michèle Blondel  çocukken  kendini  çirkin  bulurmuş.  Saçlarını  oğlan  çocukları  gibi kısacık  keser,  pantolon  giyermiş,  sonra  eşcinsel  bir  adama  âşık  olup herkesin  ona  oğlan  muamelesi  yaptığı  bir  çevreye  girmiş:  Ona  duydukları  arzu  hoşuna  gidiyormuş  ve  taciz  edilmekten  korkması  gerekmiyormuş.  En iyi  erkek  arkadaşları  hâlâ  eşcinseller,  buna  rağmen onların  kendisini  tam  olarak  anlamadığını  düşünüyor,  onun  ruhunu  okumayı  bir tek kadınlar başarabilmiş.  Michèle sanatında insanların nasıl göründüklerini değil, bakışlara hedef olmanın insanda ne gibi duygulara yol açtığını konu alıyor. Dış  dünyadan  gelen  bakışların  onda en  çok  nefret uyandıran yanı, onu hiç vakit kaybetmeden bir kutuya kapatmaları. 
 
“Bir kadınım: İşte size bir  kutu. Anneyim: İşte bir kutu daha.”  Michèle başkaldırmış, “Hayır,” demiş,  “ben görünmezim:” Bana bakarak gerçekte nasıl biri olduğumu  göremezsiniz.  Yaptığı ilk resimlerde sadece beyaz varmış, beyazın ayrı tonları.  Aslında bütün renkleri içeriyormuş bu resimler, ama görünmeyen renklermiş bunlar. Resimler kendisinin resimleriymiş, bu yöntemle kendini başarıyla  gizlediğini düşünüyormuş,  ama  sonra bunların  onu  bütün  çıplaklığıyla açık ettiğine ve  kendini  böyle  ortaya koymanın  anlamı  olmadığına  karar  vermiş. İnsanların onlara kendisi hakkında söylediklerine inanmalarından daha sinir bozucu bir şey olmazmış, bu sefer de kendi yaptığı bir kutuya tıkılmak demekmiş bu. 

Böylece kristal heykeller yapmaya başlamış, mükemmel bir görünmezlikte, anlaşılmaz olmalarına karşılık bin bir ipucuyla kaynaşan, her zaman değişen, üzerlerine düşen ışığın ve bakışların ortaya çıkardığı renklerde kristal heykeller. Kullandığı kristali Bakara’da özel olarak hazırlatıyor, yeni yöntemlerle elde edilen bambaşka bir kristal onunki. O güne kadar yaptıklarının en berrağını  yapmaları için teknisyenleri  sıkıştırmak, ortaya nasıl bir şeyin çıkacağını bilememek, doğumunu  görmek  için  fabrikada  gecelemek,  sonra  kristal  kütleyi  kırarak  parçalara ayırmak ve bunları  imada bulunan biçimlere sokmak -Michèle insanları oldukları gibi  görünmeye ama yine de anlaşılmaz kalmaya götüren süreci adım adım yeniden yaratıyor. Hayatın darbeleriyle parçalanan her kristal, farklılaşıyor:  Bu, her zaman teşhis edilebilir olmanızı, hep aynı kutuda tutsak kalmanızı isteyenlere karşı  umudun zaferi demek.

İnsanlar onu en çok yarattığı fıskiyelerle tanıyorlar, saydam, ama elle tutulmaz, her zaman  avucunuzdan kaçan  suyla  yaptığı  sihirbazlıklarla.  Paris’teki  Doğu  Garı’nı kullanan her tren yolcusu  bahçesindeki  fıskiyenin önünden geçiyor. Michèle durup ona bakmalarından hoşlanıyor. Bazen de bahçeye çıkıp ona bakanları seyrediyor. Fıskiyeyi kullanılmasını istediği gibi kullanan ilk erkek polaroid  makineli bir fotoğrafçı  olmuş: Tanımadığı bir kıza fıskiyenin altında resmini çekmeyi teklif etmiş, çok geçmeden adam kıza sarılmakta ve  birlikte  uzaklaşmaktaymışlar. Michèle de bunu arzuluyor:  Yaptıkları, insanları sadece birbirlerine bakmaya  değil, yakınlaşmaya ve konuşmaya, su gibi birbirleriyle karışmaya, birbirlerini sevmeye yöneltsin istiyor. Öte yandan, fotoğrafçının o günden beri mutlu mesut yaşadığı çok şüpheli. Erkeklerin kadınları mülkiyetlerine almaya kalkmadan sevmeleri çok mu zor?  

Michèle’in fıskiyeleri bu şarkıyı söylüyor. Gösterişli elbiseler giyemeyen yoksul bir çocuk olarak bir zengin okuluna devam ettiği günlerde, farklı olduğu için kendisini engellenmiş hissetmeyi reddetmiş ve bağımsızlığına sahip çıkmış. Fakat tanıdığı erkeklerin çoğu hayal kırıklıklarına tutsak düşmüş adamlarmış, arzulanır olduklarını kendilerine kanıtlamak için durmaksızın didinen, ama bu konuda kendilerini hiçbir zaman  uzun süre ikna edemeyen, bu  uğurda şiddete,  tahakküme  ya da  aşağılamaya  başvuran, aslında her zaman ondan çok kendileriyle ilgilenmiş  olan adamlar. Michèle’e  onu anlamanın mümkün olmadığını  söylemişler, bir Breton menhiri kadar, sırrını kimsenin çözemediği bu  esrarengiz megalitik anıt  kadar  anlaşılmaz olmakla suçlamışlar onu. Kendini çok dolaysız yollarla ortaya koymaktan hoşlanmadığı doğru; sevgilisine kim olduğunu kendisi söyleyemez,  bunu keşfetmek onun işi. Aşkın anlamı bu işle, bir başkasını keşfetmek. Sevgilisinin, onun yaratıcı  bir  sanatçı  olduğunu keşfetmesini ve içinde bir kadının yanı sıra bir de erkek taşıdığı  için korkuya  kapılmamasını  istiyor. Sevildiği zaman tamamen eriyor gerçi, insanı utançtan tamamen arındıran bu durumu çok da tatmin edici buluyor, ta ki sadece bir arzu nesnesi olarak algılandığını, başka kimseye benzemeyen bir kişi olarak görülmediğini fark edene kadar. “ Bir kategoriye  yerleştirilmek, tabuta konmak gibi  bir şey.”  

Bir heykeltıraş olarak görülmesi bile sınıflandırılması anlamına geliyor. Michèle kaçabilmek için bir kitap yazmış, bir de film çekmiş, ama bir kutudan diğerine sıçrayıp duran insanlardan kimse  hoşlanmıyor. Hiçbir sevgili hayatında altı yıldan daha uzun kalmamış: Erkekler ya bağımlılık talep ediyor ya da kendileri  bağımlı oluyorlar. “Kendimi bir kalıp sabun gibi görüyorum ,”  diyor.  Fıskiyelerinde fokurdayan kabarcıklar kendisi gibi kadınlar, ele geçirilmesi mümkün olmayan.

Bazen, insanların birbirini anlamasının imkânsız olduğu  hissine kapılıyor:  Belki de insanlar sisli bir denizde sürüklenen birer gemiden başka bir şey değiller, ara sıra uzaklarda birbirlerinin ışıklarını görüyorlar ve yan yana geçip giderken kısacık bir süre selâmlaşıyorlar. Fakat Michèle yalnızlığı katlanılmaz buluyor ve yalnızlıktan kaçma çabasına hiç ara vermiyor. Karşı koyma gücüyle, onu bunaltan her şeyi tersine çeviriyor. Vücudunun yeterince güzel olmayışının, bozulmakta oluşunun yol açtığı acıdan kaçmak için bunu kabulleniyor ve hazza dönüştürüyor, en azından dürüstlüğün ve keşfetmenin hazzına. Her sanatçının ister istemez yaşadığı anlık megalomani krizleri sırasında bu duyguyu cömertliğe dönüştürmeye çalışıyor. 

Kendini yalnız hissettiğinde, bunun en azından kendisini insanlara daha açık kıldığını düşünüyor. İnsanlar onu anlayamadıklarında kışkırtıcı  ve saldırgan  oluyor:  Böylece, en azından suratlarında o boş bakışla karşılık vermeyecekler -yapıtlarını hiç fark etmemelerindense onlardan  nefret etmelerini tercih ediyor. Bu yüzden heykellerini fabrikalarda  yapmaktan hoşlanıyor, modern sanata bir anlam  verme şansları hiç olmamış  fabrika işçileri arasında.  Mesela bir keresinde bir çömlekten artakalan malzemeyi kullanmış, sıcak kili makineden  çıktığı  gibi  kapmış ve cinsel organ biçimleri çıkarmış ortaya. İşçiler önce dehşete kapılmışlar; iki kollu iki bacaklı küçük biblolar yapmasını bekliyorlarmış ondan; sonra, yavaş yavaş, hayatın topraktan  nasıl  doğduğunu göstermeye çalıştığını anlamışlar. Sorular sormaya başlamışlar; sonunda kadın  işçilerden biri, hayata artık başka bir gözle bakacağını söylemiş. Kiliselerin iç düzenlemesini yenilemek üzere görevlendirildiğinde, Katolikleri erotizmle barıştırmak, cinselliğin aşktaki yerini kutsamak  üzere bir denemeye girişerek sıvı semenden yapılma kristal figürler kullanmış. 

Bugün onun da New  York’ta  bir  stüdyosu var, senenin bir bölümünü burada geçiriyor; yontarak, sergiler açarak, kışkırtarak ve yapıtlarını etiketlemeye  kalkışan herkese direnerek. Fransa'nın pek çok büyük sanatçısı, on dokuzuncu yüzyıldan beri  Amerika’da isim yapmayı daha kolay  bulmuştur;  fakat Michèle Blondel, bir Fransız kadın sanatçıyla  (Leger’nin  öğrencisi,  Le C orbusier’nin arkadaşı olmuş ve bir dönem   Isadora Duncan’ın evinde  yaşamış  olan)  Louise  Bourgeois’yla arasında özel bir yakınlık  olduğunu  düşünüyor:  Bourgeojs 1938’de  Amerika’ya göç etmiş  ve burada, kutulara, evlere  ya da toplumsal  konumlara hapsedilmiş, daima kaçmaya çalışan kadınlara  ilişkin tematik saplantısını daha özgürce  ifade etme olanağı bulmuştu. Erkek kardeşine bakılırsa Michèle  Blondel Amerika’ya en az bir on yıl daha erken gitmeliydi. Tanınmış bir sanal taciri ona şöyle demiş; “Seni cadı  diye  yakmazlarsa,  yapıtlarınla dev bir sergi  açacağım.” Ne yazık ki sanatçılar, gangsterler ve katiller kadar ilgi çekebilmek için genellikle önce yakılmayı beklemek zorundalar. 

Motosikletiyle Paris’te gezinip sokaklardaki köpek pisliklerini temizleyen adamlardan biri işinden zevk aldığını söylemiş ona, çünkü ona sağladığı bağımsızlığı seviyor ve köpeklerden nefret ediyormuş, Michèle kendi sorunları için bu kadar basit bir çözüm bulamamış, ama atölyesinde çalışırken, katlanılmaz insani zaaflardan geçici olarak kaçmayı başardığını düşünüyor. Atölyede, erkek kardeşinin yaptığı gibi şansla oynuyor, denemelerinin nasıl bir sonuç vereceğini veya parçaladığı bir kristalin neye benzeyeceğini hiç bilemeden. En  büyük tesellisi, kendini tekrarlamadığını, ileriye doğru hareket ettiğini  bilmek.

Bütün insanlar köken itibarıyla birer kaçışçıdır. Hepsi de, Afrika ve Asya’dan göç etmiş ataların soyundandır. Bütün dinler hayatın sefaletinden kaçmayı, sızlayan bedenlerden ruhun güvenli sığınağına çekilmeyi amaçlamıştır. Dinler ne zaman fazla görenekselleşmeye ve yüzeyselleşmeye yüz tuttuysa, mistisizme ve köktendinciliğe kaçış başlamıştır, gerçeklerden uzağa doğru. Endüstri toplumunun çıkış noktası yoksulluktan kaçış olmuştu, günümüzde ise bu çalışma hayatından boş zamana, hobilere ve spora doğru bir kaçışa dönüştü. Gel gelelim kendini boş zamana adamış bir uygarlık bile düşmanlar içerir, bu yüzden kaçış sanatı daha da inceltildi:  Endişelerin  fazla  ciddiye  alınmasını  önlemek  üzere  kayıtsızlığa,  mizaha  ve  alaycılığa  itibar  edildi.  Evlilikten boşanmaya  ve  sonra  aynı  yoldan  geriye  uzanan  kaçış rotası,  durmadan  yeni  şeritlerin  eklendiği bir otoyoldur.  İnsanların daha büyük bir bölümü, düşmanlarıyla savaşmak  yerine onlardan kaçmayı  tercih  etmiştir. Kaçmak, hakkı teslim edilmemiş bir sanattır- çünkü girebildiği pek çok  biçimden hiçbiri  asla  hayata  karşı bütünlüklü bir tepki olarak algılanmamıştır.

1946 ve  1966 yılları arasında doğmuş Amerikalıları kapsayan bir araştırmada,  gündelik  sorunlarla  başa  çıkma  yöntemleri  açısından  saldırgan  “rekabetçiler”  olarak  tanımlanabilecek  yüzde  10’luk  bir kesim saptanmıştı. Bundan çok daha büyük bir grup, hayatını kaçış sanatı ekseninde düzenlemişti:  Yüzde 25’lik “haz arayıcıları’na karşılık, kendilerini “kıstırılmış” hissettikleri halde nasıl  kaçacaklarını  bilemeyenler yüzde 15’i oluşturuyor, yüzde 28’Iik  bir kesim  ise “ ayakta kalmayı”  başardıkları için “hallerinden hoşnut” olduklarını  belirtiyordu, dengeli bir hayatları olduğunu  ileri sürerek kendilerini “tam anlamıyla doygun” hissedenler sadece yüzde 20’lik bir oran  tutturabilmişti. Araştırmayı yürüten Harvard işletme profesörüne göre, katılımcıları daha içten olabilselerdi eğer, kıstırılmış olduklarını itiraf edenlerin oranı daha da yükselecekti. Her halükârda, bir Amerikan  muhasebe  şirketini konu alan ve  1992’de yayımlanan  bir vaka çalışması, şirket elemanları arasındaki  kişisel  çalışmaların  sadece  yüzde 6 ’sının suçlamalara ve itirazlara yol açtığını  gösterdi; yüzde 21 ’Iik bir grup seslerini  çıkarmadan katlanmayı tercih ediyordu. Çalışanların çoğu düşmanlarından kaçma eğilimindeydi:  Yüzde  31’i onları “geçici olarak dikkate  almama”yı seçmişti,  yüzde  14’ü “stratejik uzaklaştırma” yöntemleri kullanıyor,  yüzde 8 ’i psikolojik yardım alıyordu. İngiltere’de nüfusun yalnızca yüzde 18’i  bir mağazada sözlü şikâyette bulunduklarını ve yalnızca yüzde 2 ’si bir gösteride ya da  boykotta  yer  aldıklarını  bildirmişti.

Kaçmanın da, savaşın veya isyanınkinden daha az ilgi çekici olmayan  kendine özgü  bir  felsefesi  ve müritleri vardır. Bir hayat  biçimi olarak kaçışın  modern  savunucuları  arasında sesini en çok duyuran kişi, en  yaygın  biçimde  kullanılan  modern  sakinleştiricilerden  birini,  acıdan  ve  endişeden  kaçışın  mutlak rotası Largactil’i  yaratmış  olan  bilim adamı  Henri Laborit’dir. Laborit, o günden  beri kimyasal buluşları karşılığında elde ettiği geliri, saldırganlığa alternatif arayan araştırmaları finanse  etmekte  kullanmıştır. Alain  Resnais, 'Amerika'daki Dayım'da, en hakiki bilgeliğin kaçmak olduğunu  söyleyen eski hükemanın bu  görüşünün  bilim  tarafından  da  doğrulandığını  bütün dünyaya ilan etmiştir. Yüzleşmekten kaçının, diyor Laborit, çünkü  yüzleşmenin  tek  sonucu bir tahakküm  düzeni  oluşturmaktır, tıpkı kimin kimle çiftleşeceğine karar vermek  için  dövüşen  maymunların  oluşturmak istedikleri gibi. Üstünlük savaşına girdiğiniz anda, bağımsızlığınızı kaybedersiniz. Hayatın  amacı -bir biyologun bakış  açısıyla- hayatta kalmaktır, bu  da  dengenizi  korumanızı,  stresten  uzak  kalmanızı  gerektirir. 

Laborit, laboratuvarında işkence ettiği sıçanların stres düzeyini ölçmüştü: Serbestçe başka  bir bölmeye kaçmasına izin verdiği sıçanlarda, deneyin  başlamasından  bir  hafta  sonra,  kan  basıncı  normal  düzeydeydi. Buna karşılık, kaçmasına engel olduğu sıçanların kan basıncı, bir ay sonra  bile  hâlâ yüksekti; kaçacak bir yer bulamadıklarında ülsere yakalanıyor, kilo kaybediyor ve umutsuzluğa  kapılıyorlardı, bu yüzden kafesin kapısı açıldığında bile kaçıp gitmeye korkuyorlardı. Üçüncü bir grup  sıçan kafeslere çifler çifter  yerleştirilmişti, bunların  kaçmasına izin  verilmiyor, ama  birbirleriyle  dövüşmelerine  göz  yumuluyordu:  aynı  işkencelere  maruz kalan  bu sıçanlarda da kan  basınç, normal  düzeyde  kalmıştı. Laborit  şu sonuca  vardı:  Dövüşmek  ve kaçmak, strese  karşı  koymanın  alternatif  yollarıdır;  ancak  dövüşmek eğer  zaferle  sonuçlanırsa, bağımlılık yaratır  ve sizi  rekabetçi  bir  hayatın  stresi  içine  çeker. Üstelik rakiplerinizle savaşmanıza izin  vermeyen  durumlar da  olacaktır,  bu  durumda  kendi  kendinizle  savaşmak zorunda  kalırsınız  ve  bu  da  stres  yaratır.  Laborit’e  göre  kaçmak  her halükârda daha  iyi  bir çözümdür.

Şartların fiziksel olarak kaçmanıza izin vermediği durumlarda ise, bunu hayalinizde yapabilirsiniz.  Hayal gücünüz, hiç kimsenin ve hiçbir grubun dokunamayacağı yegâne parçanızdır. Güçsüz  olabilirsiniz, ama  hayallerinizde  dünyayı  değiştirmek  elinizdedir. En başarılı kaçışçılar, kendilerini  dünyanın  gerçeklerinden  ve hiyerarşinin  kısıtlamalarından  soyutlamaları  sayesinde, sanatçılardır;  bağımsızlıklarını ve özgünlüklerini  ifade  eden,  sadece  kendilerine  ait  dünyalar  yaratırlar. Laborit'nin  savunduğu  anlamıyla  kaçış,  duygularla  yüzleşmekten kaçmak  değildir,  böyle  yapmak  sizi  renksiz  ve  kayıtsız  kılacaktır. Sanatçılar, hoşnutsuz, hatta gergin  bireyler olmak  zorundadırlar,  ama sanatçı  olmak demek,  kendinizi  bu  gerginlikten  verim  ve  güzellik  elde etmenin yollarını  keşfetmeye adamış olmanız demektir.

Elbette,  sevimsiz  ve  kötü  huylu  bir  patronla  çalışanlar  için  kaçış her zaman  mümkün  olmayabilir, çünkü  kaçmaları, kendilerini  işsizliğe mahkûm  etmeleri demek olacaktır.  Her zaman savaşamazlar da. Çünkü hareketsiz  kalmaları  için  düzenlenmiş  bir  hiyerarşi  söz  konusudur. Böylece  “ketlenmiş”  bireylere  dönüşürler.  Mevcut  bir  tehlike  karşısında  nasıl  hareket edeceklerine  karar vermek  için  ihtiyaç duydukları bilgiden yoksun olan insanlarda da ketlenme ortaya çıkar, ihtiyaç duyduklarından daha fazlasına sahip olanlarda da. Ketlemeler hafızaya kazınırlar,  dolayısıyla  geçmiş  başarısızlıkların  bilgisi  kişiyi  eylemden  alıkoyarak  hataların  artmasını  teşvik  eder.  Laborit  ketlemeyi  ketleyen bir kimyasal  madde  keşfetmiş  gerçi, ama  bu  kez de  başka sorunlar ortaya  çıkmış.  Bu arada  Laborit  herkesi,  ketlemelerinden  kaçmak  için mümkün  olan  her yolu  denemeye çağırıyor,  konuşmak,  yazmak,  öfkelenmek  ve  canınızı  sıkan  insanlara  hakaret  etmek dahil.  Aksi  takdirde ketlemeler bağışıklık sisteminde aksamalara yol  açarak sağlığınızı  tehlikeye  sokacak  ve  psikosomatik hastalıklara  neden  olacaktır;  başkaları sizi anlamadığında kendinizi cezalandırmanın  bir yoludur bu.

Bütün  bunlara  rağmen  Laborit,  önerdiği  çözümün  bir  mutluluk  reçetesi  olduğunu  ileri sürmüyor.  Kendi  hayatına  baktığında,  kendisinin de  kaçmakta  güçlük  çektiği  durumlarla  karşılaşmış  olduğunu  kabul ediyor. Söylediğine göre, “Çalışma hayatında kol kanat gerilmeye ve himaye edilmeye yönelik patolojik bir gereksinim”i var.  Bu hayat, onu kavgacı ve dikbaşlı bulan  üstleriyle arasındaki  uzun  ve duraksız bir savaştan  ibaret  olmuş.  Laborit,  mesleki  başarıların  değil,  düzene  yaltaklanarak  onun  kurallarına  boyun  eğenlerin  ödüllendirilmesini  protesto  etmiş.  “Şövalyelik çağında yaşamış olmayı isterdim,” dese de, buna en çok  yaklaşabildiği  yer,  şövalyelik  ruhunun hâlâ  yaşadığını  ileri  sürdüğü  Fransız  deniz  kuvvetlerinde  cerrahlık  yapmak  olmuş. Ancak  onu  erken  emekliliğe  yönelten  ve  kıdemi  gereği  hak  ettiği  terfiyi  ondan  esirgeyen  üstlerinden yeterince  takdir  görmemiş  (hakkı  olduğunu  düşündüğü  başhekimliğe  hiçbir  zaman  yükseltilmemiş).  Askeri  hastanelerden  birinde  bulduğu  bir  araştırma  işine  kaçmayı  başarmış (halbuki  askerleri sevmiyor,  ne de tüccarları,  ne de  muhtelif başka kategorileri).  Kendisinin de itiraf ettiği üzere saldırgan bir kişiliği var, ta çocukluğundan beri. Kendini, ruh halleri üzerinde değişiklik yaratan ilaç ve ağrı kesicileri  araştırmaya  adamış  olması  ve  diğer  buluşları  arasında  yapay kış  uykusuna dayalı  anestezi  yönteminin  bulunması  tesadüf değil. Çalışmalarının önemini teslim etmekten kaçınan Fransız tıp  kurumuna hâlâ  öfkeli;  sadece başka ülkeler ona  ödül  vermişler, bunların arasında Lasker Ödülü de var  (bu ödülü  alanların kırk beşi daha sonra Nobel’i de almış, ama Laborit  bunlardan biri değil). 

Arkadaş  edinme  konusunda  hiçbir  zaman  çok  başarılı  olamamış; bütün  arkadaşlarının  çocukluğundan  kalma  olduğunu  söylüyor;  o  zamandan  beri karşısında  hep  rakipler olmuş.  Bu  tamamen  doğru  değil, çünkü  etrafında  oluşmuş  bir  hayranlar  grubu  var:  Alain Resnais, mesela,  Laborit’nin  kitaplarını  okuyarak  ümitsizliğinden  kısmen  sıyrılmış, filmini de bu sayede çekmiş.  Ayrıca  Laborit, yetmişli yaşlarında kendisinden  çok  genç bir  kadına  âşık  olmuş;  bu  kadın,  karısı  ve kendisi bugün artık bir üçlü oluşturmuşlar, Laborit  bunu  “ne tam anlamıyla doyurucu ne de çekilmez”  buluyor. Kendisinde gördüğü en ciddi kusur kadın olmayışı, çünkü  kadınlar beynin  her  iki  yarısını  kullanabiliyor,  böylece daha dengeli  yaşamlar kurabiliyorlar.  Şöyle ya da böyle,  neticede  onun da  kaçamayacağı şeyler var. Bunun mükemmel bir çözüm olmadığını kendisi  de kabul  ediyor,  ama  hiç  değilse  insana bir soluk aldırıyor.

İnsanların  kendi  hayal  dünyalarına  kaçışının  uzun  bir  geçmişi  vardır. Başlangıçta herkesin düşmanı açlıktı. Açlığı yiyeceklerle alt etmek imkânsızlaşınca,  kaçış, uyuşturucuların yardımıyla  gerçekleşmeye başladı.  Ortaçağ Avrupası’nda  kullanımı  en  yaygın  olan  uyuşturucu büyük ihtimalle  haşhaş tohumuydu  (o dönemde endüstriyel ölçekte yetiştirilmekte  ve  üretimi  için  büyük  araziler  tahsis  edilmekteydi).  Haşhaş  tohumu,  aynı  kenevir  tohumu  gibi,  kişniş,  anason,  kimyon  ve  susamla  karıştırılarak  ekmek  yapımında  kullanılmaktaydı.  Bu sayede yoksullar  bir  çeşit  rüya âlemine  kaçıyorlardı;  sık  sık  cinlerin  ve  vampirlerin  istilasına  uğrasalar  ve  tüyler  ürpertici  hayallere  kapılsalar  da, en  azından  korkunun  açlık  kadar  güçten  düşürücü  bir  etkisi  olmuyordu. Çok  ağlayan  çocukların  sesini  kesmek  için  haşhaş  tohumu kaynatılıp  içiriliyordu.  Açlık kıtlığa  dönüştüğünde,  ağustosböceği sürülerini  andıran  “sinek  insanlar”  yutabildikleri  her  şeyi  yiyorlardı; çöplükleri  talan  ediyor,  dışkıyı  bile  besin  niyetine  kullanıyor,  böylece yavaş  yavaş  yarı  şuurlu  bir  uyuşukluk  haline  sürükleniyor,  narkozla nevroz  arasında  gidip  gelirken  yemek  yemekte  olduklarını  hayal  ediyorlardı. 

Farklılaşmış  bilinç  düzeylerine,  uyuşukluğa  veya  heyecana  kaçış, bütün  dünyada,  bütün  yüzyıllarda değişmez  bir tutku  olmuştur.  Alkol, tütün, çay, kahve ve türlü bitkiler yardımıyla normallikten kaçmayı denememiş tek bir uygarlık yoktur. Özellikle kasvetli  bir dünya görüşüne sahip olan  Azteklerin,  Dört  Yüz Tavşan  dedikleri  dört  yüz adet  içki ve sarhoşluk  tanrısı  vardı,  bu  tanrılar  kaçışlarında  onlara  yardımcı  oluyordu.  Ama  nereye?  Ayıkken halüsinasyonları  üzerinde  özgürce  konuşuyorlardı.  Gözü  dönmüş  canavarlar  tarafından  parçalandıklarını, savaşta  esir  düştüklerini,  zina  suçundan  hüküm  giydiklerini  ve  kafalarının  ezilerek cezanın  infaz  edilmekte  olduğunu  görüyor  ya da  bir sürü  kölesi  bulunan  zengin  bir  efendi  olduklarını  hayal  ediyorlardı. Dolayısıyla  içki,  kafalarını  her  gün  meşgul  eden  düşüncelerden  kurtarmıyordu onları, daha ziyade, bir korku  filmini ya da bir fantastik filmi  tekrar  tekrar seyredermişçesine  bu  düşünceleri  inceden  inceye  kurgulamalarını  sağlıyordu.  

Yedikleri kaktüs ve mantarlar onları  günlerce süren  “dehşet  uyandırıcı ya da gülünç" hayallere sürüklüyor, ama yine de  vazgeçmiyorlardı:  “Bu  sayede  ne  savaştan,  ne  de  açlık  ve  susuzluktan  korkacak kadar  cesaret  kazanıyorlar  ve  bunun  kendilerini bütün  tehlikelerden  koruduğunu  söylüyorlar.” Keyif verici maddelerin zararlarının gayet  iyi  farkındaydılar;  ayyaşları,  ilk suçlarıysa eğer,  herkesin  ortasında,  kalabalığın  alayları  eşliğinde  saçını  kazıyarak  cezalandırıyor,  uslanmayanları  ölüme mahkûm  ediyorlardı;  resmi  görevliler ve  rahipler suçun  ilk  işlenişinde öldürülürken, asilzadelere gözden uzak  bir  yerde  boğulma  imtiyazı  tanınıyordu.  Ne var ki  felaketin  en büyüğü  gelip  çattığında,  hiçbir  şey  onları  içki  ve  uyuşturucuyla  kendilerini  öldürmekten  alıkoyamamıştır, yirmi  beş  milyondan  geriye sadece  bir  milyon  kalana  kadar.  Tarihteki  bu  en  büyük  kitlesel  intiharda  kuşkusuz  Avrupa’dan  gelen  hastalıkların  da  hızlandırıcı  bir etkisi  olmuştu,  ama  bu yıkımın  asıl  nedeni,  uygarlıklarının  iflasını  ilan eden -bir  bakıma komünizmin  iflası  da  benzer  bir  yöntemle  ilan  edilmiştir- İspanyol  istilasının yol  açtığı  ruhi çöküntüydü. 

Avrupa’da,  İsviçreli  doktor  Paracelsus’un  (1493-1541)  afyonu  alkolle  karıştırarak  Laudanin  denen  afyon  şurubunu  elde  etmesini  takiben,  bu  uyuşturucu,  acıdan  ve  can  sıkıntısından  kaçmanın  en  gözde yolu  haline  geldi.  On sekizinci  yüzyılın  kalburüstü  bir  İngiliz  hekimi, tarçın, karanfil  ve safranla tatlandırdığı bir afyon  kokteyli  yaparak  bunu "dünyanın en değerli  ilaçlarından  biri” diye nitelemişti.  1854’te, İngiltere’de  okutulan  standart  tıp  kitaplarından  birinde,  afyonun  “gündelik  rahatsızlıkların tedavisine  yönelik  tüm  tıbbi  malzeme  içinde kuşkusuz  en  değerlisi”  olduğu  tekrarlanıyor,  buna  karşılık  “sigara içmenin, özellikle de alt sınıfların  fiziksel ve  ahlaki tabiatı  üzerinde sakıncalı sonuçlar doğurduğu” belirtiliyordu.

Amerika  Birleşik  Devletleri,  uyuşturucudan  uyuşturucuya,  bir  kaçıştan diğerine atlayışındaki sürat  ve çeşitlilik açısından az rastlanır bir örnek  olmuştur.  On  dokuzuncu  yüzyılda  Amerikalılar  alkolü  eşitlikçiliklerinin  sembolü  haline  getirmiş  ve  içki  tüketimlerini  iki  katına çıkarmışlardı -içki  şişesinin  önünde  herkes  eşitti  ve  kimse  içkiye  hayır  diyemiyordu:  “Özgür  olmak  için  içiyorlardı”.  Meyhane  zeminine serilmiş  yatan  ve  ayağa  kalkmayı  beceremediği  halde, “ABD  kadar bağımsızım,” diye  bağıran  adam,  içki  karşıtı  hareketin  bile  inkâra cesaret edemediği bir duyguyu dile getiriyordu, çünkü  hareket üyelerinin Temmuz’un  dördünde sarhoş olma izni vardı.  

1830-1850  yılları arasında  ani  bir  değişim  ortaya  çıktı:  Alkol  tüketimi  yarı  yarıya  düştü ve alkol bağımlılığı  belirli  bir  azınlığa  özgü  hale  geldi.  Fakat  bunun arkasından,  yüksek  dozda  afyon içeren  patentli  ilaçlara  yönelik  bir çılgınlık gelişti, bu eğilimin zirveye tırmandığı  1900'de, kişi başına afyon  ithalatı  dört  katına  çıkmıştı.  Tam  bu  noktada,  doktorlar  şüpheye kapılmaya  başladılar.  Böylece  izleyen  yüzyılda afyon  içmek moda oldu,  ta  ki  1909’da  afyon  ithalatı  yasaklanana  kadar. Yasağın  ardından afyonun yerini, Birinci  Dünya Savaşı sayesinde tüketimi  büyük ölçüde artan sigara aldı.  Alkol yasağı güneyden ve doğudan başlayarak ülkeyi baştan başa sardığında, kokain katkılı kolalı  içecekler imdada yetişti. Kokainin, alkol, afyon ve morfin bağımlılığından kurtulmanın en etkili yolu, aynı zamanda mükemmel bir kuvvet ilacı  olduğu  ilan edildi. Ordu başhekimi  William  Hammond,  her öğünde bir kadeh kokain 'içtiğini  iftiharla  duyurdu.  

Kokain, Saman  Nezlesi Birliği’nin  resmi  ilacı oldu. Barlarda viskiyle karıştırılarak sunulmaya, dükkânlarda likör biçiminde satılmaya,  maden  ve  inşaat  işçilerine  dağıtılmaya  başladı. Amerikan doktorları kokaine  övgüler düzmek  için  sıraya  girdiler. Hatta  Pennsylvania  Üniversitesi  tıp  profesörlerinden, Amerikan  Felsefe  Derneği  Başkanı  Dr.George Wood,  samimi  ve  dini  bütün  bir Amerikalı  olmayı  hedefleyenlerin  bu  yolda  kokainden  yararlanabileceğini  ileri  sürüyordu, çünkü  kokain  “daha  üstün  zihinsel  niteliklerimizin  belirginleşmesini sağlıyor, içimizdeki hayırseverlik  ateşini  körüklüyor,  bizi  soylu  ve  yararlı  amaçlara  hizmet  eden  büyük işler  başarmaya  yöneltiyor,  fedakârlık  ruhunu  güçlendiriyor  ve  aynı zamanda  kendi  gücümüzün  ve  yeterliliğimizin  daha  iyi  farkına  varmamıza  yardım  ediyordu.”  Kokain, göründüğü kadarıyla, “daha üstün ve daha mükemmel insanlar” olmamızı  sağlıyordu.  İnsanlık, vasatlıktan  ve  monotonluktan  kaçmaya dönük arayışında dur durak bilmemiştir. 

Fransızlar, çok uzun zamandır alkol tüketiminde dünya birinciliğini kimselere kaptırmamıştır. Bunun  nedeni  sadece  dünyanın  en  iyi şaraplarını  üretmeleri değildir, çünkü  bugün, bu konudaki  şöhretlerine, sakinleştirici  ve  uyku  ilacı  kullanımında  dünya  birinciliğini  de  eklemişlerdir.  Fransızların,  sanata  olduğu  kadar  suniliğe  de  rağbet  eden bir  uygarlık  geliştirdiklerini  düşünmek  daha  akla  yakın  bir  açıklamadır;  bahçelerdeki  çalıları  olmadık şekillerde  budamak,  her  bireyi  teker teker daha da benzersiz kılan  kılıklara bürümek, aşırı  itinalı bir  gündelik  dil  kullanmak  -   bunların  hepsi,  aynı  yaklaşımın,  insanın mükemmelleştirilebilir olduğu  ve  kendi  haline  bırakılmaktansa  yontulup cilalanması gerekliği inancının  bir parçasıdır. Fransızlar unutuşa doğru  değil, varoluşun güçlükleriyle başa çıkabilen sıcakkanlı ve ilgi çekici varlıklar olma ideallerine biraz daha yaklaşmalarını sağlayan bir noktaya  doğru  kaçmışlardır. 

Fransızların yüzde 30'u  (özellikle  orta yaşlı  evli  kadınlar)  kahve bağımlısı, yüzde 20'si  (ağırlıklı  olarak gençler)  hem kahve hem çay  bağımlısı, yine yüzde 20'si  (özellikle yaşlılar  ve  düşük  gelir  seviyesindekiler)  sadece sakinleştirici  bağımlısı, yüzde 10'u  (ağırlıklı  olarak  yüksek eğitimli  genç insanlar) ara sıra sigara ve alkol de  kullanmak  kaydıyla  çay  bağımlısı, yüzde 10'u (ağırlıklı  olarak  yüksek  eğilimli  genç  kadınlar) yalnız  ve yalnız çay bağımlısı, bir başka yüzde 10'u  ise sigara içmeyen şarap veya bira bağımlılarıdır; hem  sigara  hem içki  hem de  kahveyi  yüksek  miktarlarda tüketenlerin  oranı sadece yüzde  5'tir.  Alkolden, tütünden, kahveden, çaydan, sakinleştiricilerden ve uyku haplarından tamamen uzak duran yüzde 1.5'luk  grup ise ancak güvensizlik ve şaşkınlık uyandırmaktadır. Ne de olsa, soylu vahşi nadiren ayık dolaşmıştır. 

Kaçışın  beraberinde  getirdiği  sorun,  nereye  kaçacağınız  sorusuna cevap bulmaktır. Laborit’ye göre derin bir mutsuzluktan mutluluğa kaçamazsınız, çünkü erişilmesi  mümkün  olmayan  bir hedeftir bu.  Bugün Türkiye’de  bulunan  Efes’te  yaşamış ve miras yoluyla  kendisine  geçen krallık  hakkından  feragat  etmiş olan Yunanlı Herakleitos’a  (MÖ 522-487)  göre  hiçbir  yere  kaçamazdık, çünkü  kâinat  durmadan  değişiyordu:  İnsan  tabiatının  belirli  bir amacı yoktu;  bütün  kainat  içinde bulunduğu  durumdan  kaçmakla  meşguldü.  Milattan  önce  ikinci yüzyıldan  beri  hırslardan  ve  sıradan  varlıkların  olağan  endişelerinden kaçış  uzmanları  olan  Taocuların  özgünlüğü,  kadın  erkek,  genç  yaşlı herkesin  mutsuzluktan  kaçmayı  öğrenebileceğine,  ölümden  kaçmak mümkün olmasa da yanlış biçimde ölmekten  kaçılabileceğine inanmalarındaydı.  Cinsel  gücü  artıran  ama  vücudu  yavaş  yavaş  çökerten  uyuşturucuların  yardımıyla  dudaklarında  bir  gülümsemeyle  solup  gitmeyi istediler,  esriklik  içinde  ve  tabiatın  ritmiyle  salınarak;  fakat  eşitliğe dair,  içlerinden  geldiği  gibi, oldukları  gibi  davranan,  “birbirine dolanmış  nefeslerini  harman  eden”  erkek  ve  kadınlara  dair  hayalleri, sihirli  formüllerinin  ardında kaybolup gitti, çünkü  simya sayesinde saadete giden kestirme bir yol bulmayı ummuşlardı.

Japon  yazar  Mişima’nın  intiharı, kaçışın  nihai  durağına  kadar sürdürülmesiydi.  Mişima, aileden polis  müfettişi  olan  Osakalı  Oşiyo Hehaçiro’dan  esinlendiğini  söylemişti.  Bu adam,  otuz yedi  yaşındayken  yolsuzluklarla  savaşmaktan  usanarak  işini  bırakmış,  hayatta  başarıya  ulaşmanın  kahramanca  bir  jest  yapmaktan  daha  önemsiz  olduğuna  karar vermişti:  Sıradanlıktan  kaçmak gerekiyordu  ve bunu  yapamayacak hiç kimse yoktu. Bütün gün tarlada ter döken cahil  bir köylü kadın  bile  bu  yolla  bilgeliğe  terfi  edebilirdi.  “Aslolan yolculuğun kendisiydi, gidilen yer değil” ve bu yolculuğa “delice  bir cesaretle” atılmak  gerekiyordu. (Hemen hemen aynı sıralarda,  “Il faut toujours âne ivre” (Her dem sarhoş gezmeli insan) diye yazıyordu  Baudelaire.)  

İnsanın gönüllü olarak kendinden  vazgeçmesi,  dışarıdan  gelecek  müdahalelere  kayıtsızlaşmasını  sağlıyordu. Hehaçiro  böylece kendi  evini  ateşe  vererek  başlattığı  ve  “dünyadaki  bütün  zavallılar”ı katılmaya çağırdığı  bir  ayaklanma  düzenledi  ve  ayaklanmanın  başarısız  olması  üzerine  kendi  boğazını kesti.  Ölümünden  sonra  “hükümeti  eleştirmek”ten  suçlu  bulundu  ve  muhafaza edilmiş cesedinin  halkın gözü  önünde çarmıha gerilmesine karar verildi.  Hehaçiro’nun  soylu yenilgisi  onu  yine  de  bir Japon  halk  kahramanı  yapmaya  yetti.  Mişima da, hiçbir  kazanç  sağlamamış  olsa  bile,  en  azından  “bir samimiyet eylemi” olduğu  ve ikiyüzlülükten  kaçışı simgelediği  için  bu intiharı  taklit etti.  Sırf kaçmış  olmak  için  gerçekleştirilmiş  bir  kaçıştı bu. Düşman  ise hâlâ hayatta.

Yaşadıkları  çağa  egemen  olan  kurumların,  çoğunluklara  ait  fikirlerin  ve  haddizatında  gündelik yaşamın  kıskacından  kaçmak  isteyenler,  modern  topluma  ayak  uyduramayan  kişiler  değildir:  Onların kökleri  de,  savaşçılarınki  kadar  gerilere,  antikitenin  en  eski  çağlarına kadar  uzanır.  Eski  Çin’deki  ataları  mesela,  şöyle  şarkılar  söylüyorlardı:

Bir başıma gelir, bir başıma otururum.
Bugün insanlar beni tanımıyor diye üzgün değilim.
Bir tek o yaşlı ağacın ruhu, şehrin güneyindeki 
O biliyor, eminim, Ölümsüz olduğumu.

Kaçışın ne gibi işe yarar sonuçları olabileceğin sormak kaçış düşüncesinin özüne aykırıdır, çünkü kaçış, amaçlardan kaçmayı da içerir. Bir amaçları olsun isteyenler, kendilerine kaçmanın dışında çözümler aramak zorundadırlar.

Theodore Zeldin-İnsanlığın Mahrem Tarihi




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails