Theodore Zeldin,1933 İngiltere doğumlu. Londra’daki Birbeck College’da ve Oxford’daki Christ Church’te öğrenim görmüş olan Theodore Zeldin, Oxford St. Anthony’s College’da öğretim üyeliği yapmaktadır. Wolfson Tarih Ödülü’ne layık bulunmuş, Avrupa Akademisi üyeliğine seçilmiş ve Magazime Littéraire tarafından günümüzün en önemli yüz düşünüründen biri olarak gösterilmiştir.
Mezunu olduğu Oxford Üniversitesi’nde 13 yıl dekanlık yapmış, aralarında Harvard’ın da bulunduğu, 15 ülkedeki üniversitelerde ders vermiş, Britanya ve Fransa’nın en üst düzey nişanlarıyla onurlandırılmıştır. Zeldin’in çalışmaları Türkçe dahil 24 dile çevrilmiştir. Deirdre Wilson ile evlidir. A History of French Passions (Fransız Tutkularının Tarihi), The French (Fransızlar), Happiness (Mutluluk) ve The Listener (Dinleyici) adlı kitapların yazarıdır. İki kitabı Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçeye çevrilmiştir: İnsanlığın Mahrem Tarihi ve Hayatın Gizli Hazları
İnsanlığın Mahrem Tarihi, insanlık hafızasını tazelemeyi amaçlayan bir unutulmuşlar derlemesi, tarihe geçenlerden çok geçmeyenlerin tarihi. Zeldin, insanlığın unutulmuş anılarını gün ışığına çıkararak, köşeye sıkıştığı noktalardan çıkış yolları bulabilmesi için insanoğlunun ufkunu genişletmeyi ve modern zihinlere yerleşmiş yanılsamaları yıkmayı deniyor. Zeldin'e göre her kuşak, tıpkı kendisinden önceki sayısız kuşak gibi, dünyaya kendi çağının gözlüklerinden bakarak binlerce yıllık insanlık deneyimini boşa harcıyor. Kendi atalarının sınırlı ve kolay kolay değişmeyen hafızasını kullanmayı tercih ederken, geçmişin karanlığına gömülüp giden koca bir insanlık hafızasından yararlanma fırsatını kaçırıyor. Bu fırsatta yatan en değerli hazine, hayatın kendi çağımızın ışığıyla aydınlanmış görüntüsünün değişmez bir son durak değil, beklenmedik dönüşler yaparak ilerleyen insanlık tarihinin rastgele bir noktası olduğunu keşfetmek.
Zeldin'in unutulmuşlar tarihi, insanların hayata ve kendilerine ezelden beri bugünkü gibi bakmadıklarını göstermekle kalmıyor, umudun tükenmeye yüz tuttuğu noktada insanlığın imdadına yetişen şeyin her zaman yeni bakış açıları, yeni düşünce biçimleri ve yeni yaklaşımlar olduğunu hatırlatıyor. Kayıp insanlık hafızasının içinde kolayca tarihe gömülen bu zikzaklı geçmiş, Zeldin'e göre, insanlığın gelişiminde her zamankinden daha umutsuz olmamızı gerektiren bir noktada durmadığımıza işaret ediyor. İnsanların tarih boyunca aşka, dostluğa, sekse, korkuya, mutluluğa, zamana ve yalnızlığa karşı pek çok farklı bakış açısı geliştirdiğini, iyimserlikle kötümserlik, merhametle acımasızlık, hoşgörüyle bağnazlık, diğerkâmlıkla bencillik, merakla uyuşukluk arasında her zaman gidip geldiğini bilmek, çağın gözlüklerinden kurtularak yeni gözlükler edinme fırsatını hazırlıyor.
İnsanoğlunun duygular dünyasında keşfe çıkmaya her zamankinden daha istekli olduğu bir çağda Zeldin, duygular tarihinin kuytularına ışık tutarak, insanlık hafızasını tazeliyor. Son iki yüz yılın etkileyici teknolojik patlamasına rağmen insanoğlu, özel hayat kulvarında pek çok bakımdan hâlâ emekleme çağını sürüyor. Zeldin bize kıyamete doğru sürüklenmekte olmadığımızı, bildik insanlık mücadelesini sürdürdüğümüzü haber veriyor ve özel hayata yönelik yeni bakış açıları, insanlar arası ilişkilerde yeni bağlılıklar, amaç duygumuzu yeniden kazanmakta kullanabileceğimiz yeni yöntemler öneriyor. Kötümserliğe direnenler İnsanlığın Mahrem Tarihi'ni sevecekler.
Yeni aşk biçimlerinin icadı
Dünyada çocuklar tarafından gerçekleştirilen ilk devrim 1990’da Fransa’da oldu. Yetişme çağındaki yüz bin kadar çocuk, sadece sokaklara çıkıp gösteri yaparak hükümeti dört buçuk milyar frangı gözden çıkarmak zorunda bıraktı. Daha önce hiçbir yetişkin grubu bu kadar çabuk ve eksiksiz, bir zafer elde edememişti. Öğretmenler birkaç on yıldır hiçbir sonuç alamadan protesto eylemleri düzenlemekteydi. Hemşirelerin greve gitmesi bile, yaşam ve ölüm üzerindeki güçlerine rağmen bu kadar etkili olamamıştı. Buna karşılık çocuklar ne minnettar kaldılar ne de etkilendiler.
Mandarine Martinon Lyon’daki okul çocuklarının lideri olarak görülüyordu. Gazeteler 16 yaşındaki bu sarışın, cılız kız çocuğunun yetkilileri böyle sindirebilmiş olmasına akıl erdiremiyordu ama ona sorarsanız, hükümetin kendisinden ve arkadaşlarından korktuğu ortadaydı. Çocukları cumhurbaşkanlığı sarayına davet ederek onlara yaranmaya kalkışan politikacıların tavrında küçümseyici bir hava seziliyordu: Mandarine, politikacıların yaptığı konuşmalar için “çok kurnazcaydı, her şeyi anladıkları izlenimi uyandırıyordu, ama biz onlara kanmadık” diyor. Tek başlarına olsalar karşı koyacak gücü bulamayabilirlerdi, ama birlikte, önlerine sürülen retoriğin demagoji olduğuna karar verdiler. Politikacılar aptal değil, diye düşünüyor Mandarine, ama dolap çevirmeyi, sinsice işler yapmayı iyi bilen kişiler. “Bir tanesi bile ideallerimi temsil etmiyor. Oy verme yaşına geldiğimde oyumu verecek birini bulmak zor olacak.”
Çocuklar her şeyden önce politikacıların çıkarlarına alet olmamakta kararlılar, hatta üniversitelerdeki abi ve ablalarının bile; onları davalarına ortak etmekten titizlikle kaçınmışlar. Kendi dünyalarının bağımsız kalmasını istiyorlar, çünkü yetişkinlerin sunduğu alternatif artık onlara hiç çekici gelmiyor. Bir taşralı olarak Mandarine Paris’e kuşkuyla yaklaşıyor, Parisli çocukların Fransa'nın tamamı adına konuşabileceklerini sanmalarına içerliyor. İşçi sınıfından ailelerin oturduğu Villeurbane banliyösünün bir sakini olarak Lyon'un varlıklı burjuvazisine öfkeli. Ne olursa olsun, hiçbir kliğin kendi düşüncelerini onun hareketine yüklemesine izin vermeyecek. Çözüm sunmak durumunda olan bir lider değil, yalnızca bir sözcü olduğunu tekrarlıyor; tek amacı, her okulun kendi yönetimine ilişkin meselelerde kendi kararlarını alabilmesini sağlamak.
Bu çocuklar aslında ruhen çocuk değiller. Ailelerinin ve bütün geçmiş kuşakların beceriksizlikleriyle sırtları yaşlı bilgeler gibi bükülmüş. Zihinlerine öyle çok bilgi sokuşturulmuş ki onları derin bir hayranlığa sürükleyebilecek pek az şey var. Geçmişteki bütün devrimler-tarih kitaplarına bakılırsa- şu ya da bu şekilde felaketle sonuçlanmış. Doğu Avrupa’daki hareketlenmeler trajik sorunlara yol açmış: “Dünya hakkında çok fazla şey biliyoruz. İdeolojilerimizi yitirdik; hiçbirinin gerçek hayatta uygulamaya konamayacağının farkındayız." Bir zamanların Çin ve Rusya’sı gibi yabancı modeller de artık yok. Mandarine İngiltere’ye gitmiş, fakat bu ülkeyi “fazla saygılı” bulmuş, ABD ise “ondan da betermiş. Kendi adına birtakım idealleri var: Özgürlük her şeyin başında geliyor, demokrasi de öyle, devlet baskısına direnmeye ama devletin kültüre ve televizyona ilişkin rolünü korumaya inanıyor; militarizme karşı, fakat ordunun ilgasına da; yoksullara yardım etmeyi istiyor; yenilikten ve değişimden yana, ama değişim onu korkutuyor da. Başkalarının değişime istekli olduğundan kuşkulu. Bu yüzden insanları ikna etmeye kalkmıyor, onları saf değiştirmeye zorlamıyor.
Okulunda, kuruma ait bütçenin ne şekilde kullanılacağını ve bünyesindeki her grubun bütçe üzerinde ne gibi hakları olacağını gayet mütevazı biçimde tanışmak üzere komiteler kuruluyor, tek amaç okulu bir “sınav fabrikası” olmaktan çıkarıp “yaşanacak bir yere dönüştürmek. Okul çocukların ikinci evi haline gelmiş, onu kendi evleri gibi benimsemişler, tek isledikleri onu olabilecek en iyi şekle sokmak. Ne var ki Mandarine daha derin düşüncelerini açıklayınca, onu ütopyacı ana-babasından bu kadar farklı kılan tek şeyin genel bir hayal kırıklığı olmadığı anlaşılıyor. 1968’de Maocu olan ve bugün evde mutfak işlerinin sorumlusu durumunda bulunan babasıyla son derece dostane bir ilişkileri var. Mandarine yapacakları gösteri için afiş hazırlarken, babası “Afiş öyle yapılmaz,” diye araya girmiş. Kendisi gençliğinde harika afişler yapmışmış ve birlikle yeniden afiş yaparken çok eğlenmişler. Fakat arada büyük bir fark var: Mandarine kendine güvenmiyor. “Yaratıcı değilim. Yetenekli biri olduğumu sanmıyorum. Belki de yeterince hırslı değilim. Peki neden? “Çünkü hırslarınızı sınırlı tutmak riski azaltıyor.” Mandarine “iletişim” dalında çalışmak istiyor, bir belediyede kültürel etkinlikler düzenleyebilir, belki bir tiyatroda işlerin ucundan tutabilir, ama oyunu sahneleyen kişi olmayı asla düşünmeyecek: “Böyle bir şeyin stresine dayanamazdım. Endişeli bir insanım. Özellikle sınavlarda üzerimde baskı hissediyorum, çünkü her biri bütün varoluşumun yargılanması anlamına geliyor.”
Onu kaygılandıran genç insanların en iyi işi kapmak için girişlikleri rekabet değil, kendi içindeki savaştan galip çıkmak, yeterliliğini kendisine ispat etmek: "Belki de ömrüm boyunca stresten kurtulamayacağım. "Kızların okulda son derece başarılı olmaları, sınıf temsilcilerinin erkeklerden çok kızlar arasından çıkması işleri pek kolaylaştırmıyor. Gösteriler sırasında Mandarine, çoğunluğu erkeklerin oluşturmasına rağmen kızların yönetimi nasıl kolayca ele geçirebildiğini hayretle fark etmiş: “Cazibemizle onlar üzerinde etkili olabiliyoruz.”
Lyon'daki gösterileri bir kız arkadaşıyla birlikte başlatmışlar: “Kendimizi hiç kız olarak düşünmedik." diyor. Kadınlık meselesi hiç gündeme gelmiyor, hiç tartışılmıyor. Bu mesele kapanmış durumda. Cinsler arası eşitsizlik diye bir sorun var, ama bununla ancak çalışmaya başladıklarında karşılaşacaklar. Bu sorunla uğraşmayı o zamana bırakıyorlar. Şimdi ise doğum kontrol hapı karşısında duydukları heyecandan sıyrılamamış görünen annesiyle babasını vaktiyle tutsak etmiş olanlardan farklı sorunları var. Mandarine'in arkadaşlarıyla enine boyuna tartıştığı konu, aşk. On iki yaşından beri erkek arkadaşları olmasına karşılık henüz aşkı bulamamış, bulduğu sadece arkadaşlık olmuş. “Erkeklerle kadınlar arasında arkadaşlığın mümkün olup olmadığını tartışıyoruz. Mümkün olmakla birlikte zor olduğuna karar veriyoruz, çünkü bedenin istekleri ilişkileri karmaşıklaştırıyor.” Özgür seks mucize çözüm olmaktan çıkmış; seks artık arkadaşlığa giden bir yol bile değil, olsa olsa arkadaşlığın içinde bir sorun. Erkek çocukların seksten bahsederken kullandığı kaba saba üslup onları hayrete düşürüyor, “ama bunu kızlara olan ilgilerini gizlemek, kendilerini güçlü göstermek ve duygularını saklamak için yaptıklarını düşünüyoruz.”
Nasıl davranmaları gerekliği konusunda kararsızlığa düşen kızlar iki gruba ayrılmış. Bir kısmı kimseye bağlanmamak için sık sık partner değiştiriyor. Ama giderek yaygınlık kazanan moda, erkenden bir partner bulup okul yılları boyunca ona sadık kalmak. Amaç, kendini güvende hissetmek. “İki kişi olunca kendimizi daha güçlü hissediyoruz." Boşanmış anne babaların çocukları ya istikrarlı bir ilişki kurmaya çalışıyor ya da birliktelik fikrini hepten reddediyorlar. Mandarine ve arkadaşları aşka içtenlikle inanıyor, ama ona rastlayamıyorlar. “Aşkı Amerikan filmlerinde görüyoruz ama evde aşk falan yok. Aşk ancak filmlerde yaşayabildiğimiz bir şey.” AIDS üzerine yapılan onca tartışma seksin büyüsünü bozmuş. Ama Mandarine romantik aşk düşüncesini canlı tutmaya çalışıyor, bu, aşkın ne anlama geldiğine herkesin kendisinin karar vermesi demek. “Aşkın sıradanlaştırılmasını, bayağılaştırılmasını istemiyoruz. Aşk kişisel bir şey olmalı. Özel hayata ilişkin ayrıntıların ortaya dökülmesinden hoşlanmıyorum.
Özel hayatımız hakkında konuşmaya zorlanırsak yaşadıklarımıza görev duygusu karışır ve ilginç olmaktan çıkarlar.” Bu sözler, aşkın, insanın soylu bir şeye yakın olduğu duygusunu tadabileceği ve başka bir insan tarafından onaylanabileceği son sığınaklardan biri olduğunu gösteriyor: Aşk, kendisini kuşkuya karşı koruyabilen az sayıda başarı biçiminden biri.
Aşk artık eskisi gibi değil. Bugün dünyada, geçmişte çok nadir rastlanan iki kadın tipi var: Eğitimli kadınlar ve boşanmış kadınlar. Yeni insan tiplerinin ortaya çıkması her zaman tutkulara yeni bir yön kazandırır. Bu insanlar aşkın büyüsüne inanmayı sürdürür görünebilir, aşk sanki hiç değişmeyen bir şeymiş gibi kendilerini kaybedercesine âşık olmaktan söz edebilirler. Böyle de olsa, geçmişte bu gibi insanlar sık sık aşkı oluşturan unsurları birbirinden ayırmış ve eğip bükerek, yenilerini ekleyip bazılarını dışarıda bırakarak bunları yeni bir bileşim içinde tekrar bir araya getirmişlerdir. İnsan, tutku karşısında hiç de rivayet edildiği kadar çaresiz olmamıştır. Buğdayı ekmeğe ve böreğe ve hamur tatlısına dönüştürmesine eş bir şaşırtıcılıkla, ona tekrar tekrar yeni anlamlar yüklemeyi başarmıştır.
Almanya’nın Romantik şairlerinin tutkulu aşka yeni bir biçim verdiğini bilmeyen yoktur, onlardan önce de Fransa’nın şövalyeleri ve trubadurları aynı işi yapmış, bunu da, İspanya’yı fetheden Arapların mükemmelleştirdiği duygulardan kendilerine ulaşan yankıları dönüştürerek başarmışlardı. Ama bu değişimlerin hepsi aynı yöne işaret etmez; aşkın tarihi daha fazla özgürlüğe doğru genişleyen bir hareket değildir, daha ziyade, uzun süreli durgunluk dönemleriyle kesilen bir gelgit hareketine, bir girdaba benzer. Üremeyi kontrol altına almayı başaran günümüz Batılıları pek çok alternatife sahipler. Aşka verilen değerin hiç olmadığı kadar arttığı günümüzde aşkın tarihinin, savaşlarının, dominyonlarının yükselişi ile çöküşünün, diplomatik yöntemler ile retoriğinin ve ekonomisindeki ikiyüzlülüğün okullarda öğretilmiyor olması şaşırtıcı.
Seks eğilimi ileride belki de çok daha kapsamlı bir müfredatın ilk dersi olarak hatırlanacak. Tutkulu aşkın farklı biçimlerde yoğrulma sürecini Bin Bir Gece Masalları'nın mehtabı altında bütün açıklığıyla gözlemleyebiliriz, çünkü Araplar vaktiyle dünyanın en usta âşıklarıydılar. Arap çöllerinde dünyanın en sade hayatını yaşayan göçebe Bedeviler için tutkulu aşkın işe yarar bir yanı yoktu. Altıncı yüzyılda söyledikleri türkülerde aşkı insanın üstünde şarabınkine benzer bir etki yapan, cin taifesinin elinden çıkma bir tür büyücülük, geleneğe karşı bir başkaldırı gibi görüyor, karısına fazla düşkün olan kocalarla dalga geçiyorlardı. Hemen hemen her ülkede şu ya da bu dönemde yaygınlık kazanmış bir tutumdur bu; olağandışı bir tarafı yoktur, çünkü korkuya dayalıdır ve korku da olağan bir şeydir. Buna karşılık Bedevi toplumunda cinslerin birbiriyle teklifsizce kaynaşmasına göz yumuluyordu, şakalaşma nev’inden ilişkiler davranış kalıplarının bir parçasıydı. erkeklerle kadınlar birbirlerine hemen her istediklerini söyleyebiliyorlardı. İki insanın birbirini başka her şeye sırtını dönecek kadar çok sevmesi gibi sıra dışı bir düşünce, bu oyuncu tavır aracılığıyla gelişti.
Ahaliden bir kızla oradan geçmekte olan bir yabancı arasındaki şakalaşmalar (Bedevilerin, kendilerinden esirgedikleri özgürlükleri, geleneksel misafir perverlikleri icabı yabancılara sunmalarının da etkisiyle) zaman zaman, kavim sadakatini tehlikeye atan sonuçlar doğuruyordu. Geleneğin güvenlik supabı konumundaki mizah kontrolden çıkıyor, kuralları yıkmanın, risk almanın, bilinmeyene doğru maceraya atılmanın, bütün dünyaya karşı kendi haklılığına inanmanın ve esrarı aşina yüzlere tercih etmenin heyecanı, tutkunun tuzağını hazırlıyordu. “İkimizin arasına sevdayı ne soktu, Bagid vadisinde?" diye sorar bir Bedevi türküsü ve türkünün devamında bunun sorumlusunun çiftin arasında geçen şaka yollu takılmalar, sorgulanamaz gibi duran gerçekleri aşama aşama yıkan hazırcevap söz alışverişi olduğunu anlarız. Yabancı kişi, geleneği kepaze edip bırakabiliyordu. İki insan arasındaki çekim, eğlencenin aleviyle ateşlendiğinde, patlayıcı bir hal alıyordu. Arapların aşk konusundaki en şöhretli bilirkişisi olan İbn Hazım şöyle demişti: “Aşk istihzayla başlar, içtenlikle sona erer.”
Milattan sonra 622'de başlayan İslami dönemin ilk yüzyılı içinde Mekke ve Medine’de kadınlar, müzik aracılığıyla yeni ruh halleri yaratarak duygularına başka bir boyut eklediler. Bunun çalkantılı bir dönemde gerçekleşmiş olması, insanların eski âdetlere ilgisini kaybetmeye başladığı ve yenilerine endişeyle yaklaştığı bir döneme rastlaması tesadüf değildi. Şehirlerde refah hüküm sürüyordu, insanlar kendilerini zevke ve sefahate vermiş, etraflarındaki tehlikeleri unutmak için deli gibi çırpınıyorlardı. Şarkıcılar “kadiri mutlak” idi, tıpkı bugünün pop yıldızları gibi. Varlıklı kadınlar geleneksel özgürlüklerinin sınırlarını genişletiyor, taliplere evlilik öncesinde koşullar dayatıyor, kadınların evlilikte köle gibi davranması gereğine ilişkin her türlü imayı reddediyorlardı. Peygamber’in amcasının oğlu Hz. Ali'nin torunu olan Sükeyne de bu özgür ruhlardan biriydi; ne peçe takıyor ne de kocasına itaat ediyor, bunun yerine düşünce ve müzik merkezli toplantılar düzenliyordu (nüfuzlu kişilerin bir araya geldiği bu toplantıların Arapça adı meclis idi). Şairleri ve şarkıcıları dinleyerek yasak şarap ya da daha az sakıncalı bir tür mayalanmış içki olan nabid içmek isteyen paralı genç erkekler bu toplantılara çok rağbet ediyordu. Sükeyne kendisi ve arkadaşlarıyla gece vakti çölde buluşması için zamanın en meşhur şarkıcısı Ömer bin Ali Rabia’yla sözleşiyor, şafak sökene kadar topluca oturup konuşuyorlar, duygulardan söz ediyorlardı. Ömer’in şarkılarının ana teması duygulardı.
"Kadınları şarkılardan uzak tut, çünkü şarkı zinaya davetiyedir,” diyordu bir atasözü. Ömer aynı anda pek çok kadına kalbini kaptırıyor, yanında olmayanlar için de asla feryat etmiyordu: “Ah ne çok kız sevdi bu gönlüm, hepsinden ayrı kam aldı, hiç kinlenmedi bu gönlüm.” Kadınların onda uyandırmak istedikleri tutku pek böyle bir şey değildi elbette. Ömer’in şarkıları kadınların serzenişleriyle dolup taşıyordu: hayatlarını daha ilgi çekici kılmak istemişti bu kadınlar, ama bu onlara aynı zamanda daha çok üzüntü getirmişti. Ama cesaret şaşmaz biçimde hep beklenmedik sonuçlar doğurur; zaten cesaretin tanımı da budur, beklenmedik şeylerle karşılaşmaya hazır olmak. Dinsel nitelikli ziyafetlerde yalnızca tamburinin hoş görüldüğü bu günlerde Mekke ve Medineli şarkıcılar İran’dan gitarın atası olan udu getirdiler ve şehvet uyandırıcı bir alet olduğu yolundaki itirazlara rağmen kocalar, kendi zevkleriyle meşgul olduklarından, seslerini çıkarmadılar. Bu aletin büyülü bir etkisi vardı.
Şarkıcılar “olağanüstü güzellikte genç adamlardı,” saçlarını omuzlarına bırakırlardı ki bu içki içtiklerine alamet ederdi. Genellikle azat edilmiş kölelerdi bunlar, tutsak edici aile bağlarından azadeydiler, asilzadelerin gayri meşru çocukları oldukları rivayet edilirdi ve başları her zaman yetkililerle beladaydı, ama her zaman da kadın hayranlarının yardımıyla cezadan kurtulurlardı. Eski şarkılar savaştan bahsederken onlar sadece aşka dair şarkılar söylüyordu, kadınlar şarkı sözlerinde kendi duygularını bulmak istiyorlardı. Kavmin ve ailenin ötesinde alternatif sadakat bilimleri arama işi, bir kez daha dış yardım sayesinde gerçekleşebilmişti. İthal edilen tuhaf melodiler bu cüretkâr tavrı bir esrar perdesiyle sarmalayarak tepkilere hedef olmaktan koruyordu. Ünlü şarkıcılardan biri olan İbn Muhriz, İran müziğini ve bu ülkenin aşkı kusursuzlaştırmaya, “şehevi düşüncelere dalmaya”, aşk sanatını bilmeyen bir hükümdarın hükmetmeye layık olmadığını anlatan masallara dayalı geleneğini incelemek üzere İran’a gitmiş, sonra da Yunan müziğini öğrenmek için Suriye’ye geçmiş ve daha önce kimsenin duymadığı nağmelerle geri dönmüştü.
Şehirlerde, eski Bedevi akımlarıyla -deve şarkısının düzensiz vuruşları gibi- karışık olması koşuluyla yenilikler coşkuyla karşılanıyordu. Yabancı müzik, tutkulu aşkın yeniden biçimlendirilmesinde mizahtan sonra etkili olan ikinci unsurdu ve daha pek çok kez böyle olacaktı; tıpkı Afrika ve Amerika kaynaklı müziğin günümüzde olduğu gibi. Arapların aşk düşüncesi Fransız trubadurlarına filozoflar aracılığıyla değil, müzik aracılığıyla ulaşmıştı. Pirene Dağları’nın hangi tarafında yaşarlarsa yaşasınlar müzisyenler birbirlerini anlıyordu, ruh halleri düşüncelerden daha bulaşıcıdır çünkü. Trubadur sözcüğü, Arapça müzik anlamına gelen tarab sözcüğünden türemiş olabilir.
Kendilerini cinsiyetler imasındaki ilişkiyi yüceltmeye adayan bu kadınların benlik muhasebesi neticede İslami sofuluk tarafından susturuldu. Böylece tutku yeniden başka bir biçime büründürülecekti. İzleyen yüzyılda hareketli Basra şehri benzer bir “hafifmeşrep belirsizlik” çağı yaşadı; değerler bir keşmekeş halinde birbirine girmişti, “serbest düşünceler ve gevşek ahlakın havai zevklere karşı doğurduğu bağımlılık insanlarda duygusal bir vecit hali yaratıyor”, “kadınlar arasında mistik tecrübeler gözleniyordu.” Bu sefer de başka bir sapkın tipi çıkmış, kuşkuyla baş etmek için aşkı kullanıyordu. Bunların en meşhuru olan Beşir bin Bürd öfkeli bir gençti ve ihtiyarladığında daha bile öfkeli olacaktı: İran asıllı yetenekli bir şairdi bu ve Araplar arasında kendini rahat hissetmiyor, takdir edilmediğini düşünüyordu, nitekim halifenin canını sıktığı gerekçesiyle mahkûm edildiği kırbaç cezasının ardından ölmüştü.
Dünyadan ve dünyanın düzeninden nefret ediyor, ahlaki değerlere ve dinlere inanmıyor, otoriteyi reddediyordu, maddiyatçılık ile mutlak bir kurtuluş arayışı arasında kısılıp kalmıştı, intikamını alabildiğine sivri dilli taşlamalarıyla alıyordu. Hasımlarına onlar hakkındaki düşüncelerini beyan eden şiirler yazmaktan çekinmiyordu;
Seni kokuşmuş hayvanın oğlu
Sivilceli, murdar, pis serseri seni.
Etrafında gelişen daha bir yığın aykırı grup, akla gelebilecek hemen her şeyi sorguluyordu. Örneğin, kimsenin tamamen haklı veya tamamen haksız olamayacağını ileri süren Mutezile kelam okulu (kelime anlamı “ayrılanlar” ya da “ayrı duranlar” idi), “ iki duruş arasında bir duruş” önererek dogmatizme karşı çıkıyor, irade özgürlüğünü savunuyordu. Buna karşılık emin oldukları bir şey varsa o da tutkunun karşı koyulmaz bir fiziksel ya da kozmik güç olduğuydu. Aşk ihtiraslarının en yüce değer olarak göklere çıkarılması, hayal kırıklığının hâkim olduğu böyle bir atmosfer içinde gerçekleşti. Beşir, şarkılarında belirli bir kadına olan aşkını dile getirmiyor, genel olarak aşkın her türlü engele karşı koymaktaki azmini öven şarkılar söylüyordu. Bu onu en çok cezbeden mücadele türüydü. Sonra da kendi samimiyetsizliğiyle alay ediyordu: “O kadar çok yalan söyledim ki, artık doğruyu söylemeyi hak ettim .” Tutkulu aşk bir çeşit isyan bayrağına dönüştürülmüştü.
Basralı meşhur şairlerden bir başkası, El Abbas bin El Ahnef, sanki âşıklar kendilerine eziyet etmeye hevesli gizli bir cemiyetmiş gibi. “Aşkın ihtirasını hissetmeyen kişinin içinde iyilik yoktur,” iddiasını ortaya atıyordu. El Abbas, Harun er-Reşid'in Bağdat’taki sarayına yerleşip bestelenmek üzere şiirler yazmaya başlayınca namı çılgınca yürüdü. Teorik olarak canının istediği her şeyi yaptırabileceği esir kızlara sefilce sevdalanan Halife, hâlâ sonsuz kudretinin menzili dışında kalan bir şeylerin var olduğunu hissediyordu. El Abbas ona tutkunun ulaşılmaz olana duyduğumuz özlem olduğunu açıkladı. Tutkumuzun yöneldiği eş aslında onun gerçek nesnesi değildi. Aşk insanın içinde taşıdığı bir zaafın işaretiydi ve deva bulması imkânsız bir şeydi. Bedbaht, lekesiz, paradoksal aşka dair şarkılar söylüyordu El Abbas, sevgiliden uzak kaldığında mutluluğunun doruğa çıkmasından yakınıyordu. Aşk ile seks yollarını ayırıyordu:
“Karşılıksız bir aşkla seven ve iffetini koruyan kişi, şehitlik mertebesine ulaşır.” Kadınların idealize edilmesi gerçek hayatta gördükleri muameleyi elbette düzeltmiyordu: tersine, etten kemikten kadınlardan umudun kesilmesini temsil ediyordu bu. Aşkın ne olduğuna ilişkin metafizik tartışmalara ilgi duymayan, hazzın tadına ıstırap çekmeden varmaktan başka bir şey islemeyen dünya erkeklerinin, arzularına giydirecek daha pratik bir giysiye ihtiyaç duyduğu açıkça ortadaydı. Bu erkekler mutlu sonlar istiyordu, isyankâr tutkularla gelen sıkıntıları, esareti ve aşırılıkları değil. Sevgi bağları, onlara statü duygusunu bağışlayan cemaate duydukları bağlılıkla uyumlu olmalıydı. Sevgilinin bireyselliğine çok yakından burunlarını sokmamak işlerine geliyordu. Ebu’l-Ferec el Isfahani’nın (ölümü 967) Hikâyeler Kitabı, bu insanların tavrını kelimelere döker.
Jet sosyetenin ilk alametlerinden biriydi bu adam, hoş tabiatıyla tanınıyor, her milletten insanla bir arada olmaktan hoşlanıyordu, yüksek sosyetenin kıyılarında geziniyordu ve yanında mutlaka genç bir adam bulundurmak kaydıyla daima seyahat halindeydi. Isfahani, kadınların her zaman tabi bir rolde konumlandırılmasıyla aşkı teatrallikten, kederden, trajediden ve elemden kurtarmanın nasıl mümkün olduğunu gösterdi; aşkı ehlileştirmeyi ve zararsızlaştırmayı, sonradan gerinerek anlatılacak bir şey haline getirmeyi öğretti, aşk sanki nostaljinin bir başka çeşidiymiş gibi. Böyle kolay ve yüzeysel ilişkileri cazip bulmayan erkekler içinse Kurtubalı İbn Hazım (994- 1064) başka bir alternatif öneriyordu.
Aşk üzerine yazdığı Güvercinin Yüzüğü adlı kitap hiçbir şeyin yolunda gitmediği bir hayatın tepe noktasında kaleme alınmıştı. Sürülmüş, ihanete uğramış, zulüm görmüş, soyulmuş, umutsuzluğa itelenmiş olmaktan şikâyet ediyor, “kaderin indireceği yeni darbeleri beklemekte” olduğunu belirliyordu. Müslüman İspanya ona göre “kendi kendine zarar verme” eğilimindeydi. Önerdiği çözümlerden biri, aşka karşı yeni bir yaklaşımdı. Aşktan söz etmekteki amacı sadece ona övgüler düzmek değildi: Yıllar içinde üç kez âşık olmuş biri olarak, kendisi gibi adı sanı olan bir kişi için yakışıksız kaçabileceğini bilse de bir bilgin olmasının yanı sıra halifeye vekillik etmişliği vardı- kitabında kendi mahrem tecrübelerini tahlil ediyordu. Aşkın yaşamı tazelediğini söylüyordu; ayrıca, açgözlüleri cömert, hödükleri kibar, aptalları bilge yaptığını, sihirli bir şekilde her türlü kusuru bir meziyete dönüştürdüğünü, dolayısıyla herkesin sevilmeyi ümit edebileceğini söylüyordu: Dünyada âşık iki insanınkinden daha büyük mutluluk olamazdı.
Cinsel ilişkiyi aşkın vazgeçilmez bir parçası olarak yüceltiyordu. “devreyi tamamlayan ve aşk akımının serbestçe ruhun içine akmasını sağlayan” şeydi bu. Fakat İbn Hazım ’ın düşüncelerindeki asıl yenilik, aşkın bir sakinleştirici veya kişisel bir avuntu olmaktan çok daha öteye gidebileceğine, onu hayatımızdaki en önemli şey yapan esas nedenin de bu olduğuna inanmasıydı. İbn Hazım yeni bir yöntemle aşkı hayatın merkezi deneyimi haline getirmek istiyordu. Normal olarak, diyordu, insanlar aşk sözcüklerini maske gibi kullanırlar, olmadıkları bir şey gibi görünmeye çalışmak için; halbuki bunun tersi de mümkündü, aşk, insanlara gerçekte ne olduklarım gösteren bir dizi ayna yerine geçebilirdi. İbn Hazım ’ın kitabı insanların aşkta kullanılan sözcük ve eylemlerin ne anlama geldiğini çözmelerine yardımcı olmak için yazılmıştı.
Ve İbn Hazım bu anlamın açık olmasını istiyordu, özünde gayet basit olan ifadelere esrarlı anlamlar yükleyen geleneğe karşı çıkıyordu, her ne kadar kendisi bir uzmansa da uzmanlara güveni yoktu. Ona göre sihirli çözüm, iletişimin olabildiğince açık tutulmasıydı. Hakikat, diyordu, mümkün olan en sade biçimiyle kavranmalıdır; derin ilahiyatçıların gereğinden fazla inceltilmiş açıklamalarına kulak asmadan. İnsanların bunca zekâlarına rağmen kendilerini kıskıvrak bağlamaları yanlıştı. Gerçi duygusal anlarında kendisinin de aşkı “tadına doyulmaz bir illet, son derece arzulanır bir hastalık” olarak adlandırdığı olmuştu ama, yine de aşkı insanın kendine dönük arayışının bir parçası olarak görüyor ya da öyle olmasını istiyordu. Aşkı ilk kez sarışın bir kölede bulduğu ve onu hiçbir zaman tamamen unutamadığı için her ne kadar yalnızca sarışın kadınlara âşık olabiliyorduysa da, birinin onda ilgi uyandırması için “uzun bir tanışıklık dönemi ve uzun sohbetler” gerekiyordu. Kadın ruhunu anlamaya heveslenmek, pek çok erkeğin kapalı tutmayı tercih etliği bir kapıyı açmak demekti.
İbn Hazım, Zahiriye diye anılan ve İslam’ı daha kolay anlaşılır hale getirmeyi amaçlayan bir mezhebin takipçisiydi. Yüceltilmiş aşktan dem vuran Bağdatlı şairlerin başında gelen ve Çiçeğin Kitabı adlı erotik antolojinin yazarı olan İbn Davud (ölümü 909), bu mezhebin kurucusu Isfahanlı Davud’un oğluydu. Bir başka Zahiriye mensubu. İspanya’da doğan ve önemli etkiler bırakmış Müslüman düşünürlerden biri olan İbn Arabi (1165-1240), kendisinin de birtakım hayranlık uyandırıcı kadınların etkisinde kaldığını belirtiyor. Özlemlerin Kökeni adlı eserinde aşk sayesinde kazanılan bu içgörürün insanı nereye götürdüğünü anlatıyordu:
Gönlüm bütün rüzgârlara açık:
Ceylanlar için bir mera
Ve Hıristiyan keşişler için bir yuva.
Bir mabed ki orada herkese yer var
Puta da Mekke yolcusunun Kara Taşına da
Ve Eş'ar-ı Hamse tabletine ve Kuran'a da.
Aşk dinidir benim dinim.
Rabbin kervanları ne yana dönerse dönsün,
Aşk dinine inanacak
Ve ona iman edeceğim.
Böylece, dünyanın sadece bir köşesinde görece kısa bir süre içinde geliştirilmiş, birbirine benzemeyen beş ayrı tutkulu aşk çeşidine değinmiş olduk. Cinsel arzular, duygular, fanteziler ve içgüdü adı altında topladığımız her şey, hiç kuşkusuz daha binlerce değişik şekilde bir araya getirilebilir. Bir süreliğine bile olsa, özgüven dediğimiz o daha da kaypak duyguyla ödüllendirilmesi halinde ise aşk, sadece kişisel bir sır olmaktan çıkıp kamusal bir güce dönüşür.
Dolayısıyla, her şeyi başlatmış olan oyuncu ilişkiler kahkahadan fazlasına gebedir. Oyun oynamak, kişinin görev ve gerekliliklerden kendini geçici olarak azat etmesi demektir; sonucu belirsiz olduğu için gönüllü olarak riske girmeyi ve heyecanlanmayı içerir; “rol yapmak” alternatif olasılıklardan aldığımız bilinçli zevke ve hiçbir zaferin nihai olmadığı bilgisine dayanır. İngilizcedeki win (kazanmak) kelimesinin arzulamak anlamına gelen Hint-Avrupa kaynaklı wen kökünden, lose (kaybetmek) kelimesinin ise serbest bırakmak anlamındaki los kökünden türemiş olması tesadüf müdür? Kazanma-kaybetme oyunları oynamamız özgürlük zanaatına elimizi alıştırmanın bir yolu olamaz mı?
İspanyolcada kazanmak kelimesinin karşılığı olan ganar, Got dilinde gıpta etmek, göz dikmek anlamına gelen ganan’dan türemiştir, perder (kaybetmek) kelimesinin kökeni ise Latincedeki perdere kelimesidir ki özgün anlamı “tamamen elden çıkarmak”tır. İdealine sahip olmayı istemeyen, kaybetmek için oynayan büyük âşık, savaşta ve işte bütün meselenin alelade bir sahip olma çekişmesinden ibaret olmasına karşın aşkta önemli olanın, oyunun kendisi olduğunu keşfetmişti. Oyun oynamaya hevesli olmak yaratıcılığın önkoşullarından biridir. Aşk, yaratıcılığı sekteye uğratan bir şey olmak şöyle dursun, yaratıcılığın bir dalıdır.
Hikâyelerin beşinde de bir yerlerden çıkıveren bir yabancı vardır. Bu da hiç şaşırtıcı değildir, çünkü aşk daima yabancı olana uzanır, benzersiz olanı, başka kimselere benzemeyen insanı arar, ama sonunda ürkütücü olanı bildik olana dönüştürür. Eski zamanlarda âşıkları en çok korkutan şey herhalde yalnızlıktı; günümüzde ise durağan bir ilişkiye kısılıp kalmak yalnızlıktan bile daha kaygılandırıcı bir durum halini aldı. Yeni tecrübelere, bilinmeyene, yabancılara duyulan açlık bugün her zamankinden fazla. Bu yüzdendir ki iki sürgünün güvenli ve kendine yeterli bir aile oluşturmak üzere birleşmesi artık tatminkâr bir çözüm olamıyor. Modern dürtüler insanları daha geniş bir yaratıcılığa çağırıyor. Yabancı olanın karşısında büyülenmek, tıpkı oyun gibi yaratıcılığa doğru atılan bir adımdır.
Tarihin büyük bölümünde aşk, bireyin ve toplumun sürekliliğine yönelik bir tehdit olarak değerlendirilmiş, çünkü süreklilik genellikle özgürlükten daha değerli sayılmıştır. 1950’lerde bile Amerika’daki nişanlı çiftlerin hepi topu dörtte biri sırılsıklam âşık olduklarını beyan ediyorlardı, Fransa'da ise bir grand amour yaşamış olduğunu öne süren kadınlar tüm kadın nüfusun üçte birinden azdı. Bundan kırk yıl sonra Fransız kadınlarının yarısı hayatlarındaki erkeğin yeterince romantik olmadığından yakınmakta, hiç değilse "seni seviyorum” demeyi daha sık akıl etmelerini istemekteler.
Çoğunluğun görüşü modern hayatın ateşli tutkulara eskisi kadar izin vermediği, ama zaten bu açıdan bir altın çağın da hiç yaşanmamış olduğu yolunda. Umutsuzluğa kapılan pek çok kimse, hayvanlara ve spora bağlılıklarının insanlara duyduklarından daha tutkulu olduğunu söylüyor. Rusya’da, Glasnost ’un ilk yıllarında, evlenme gerekçelerinin sıralandığı on sekiz maddelik listede aşk -yeni evli çiftler tarafından doldurulmuş olmasına rağmen ancak beşinci sıraya yerleşebilmişti. Bu da demeye geliyor ki, aşk sanatında ustalaşmak için insanların daha çok uğraşması gerekiyor; aşk henüz tamamlanmamış bir devrim.
Avrupa’da yaklaşık on asırlık bir süre boyunca Arap aşkının iki temel bileşeni yankı buldu; Kadınların yüceltilmesi ve âşık ruhların tek bir ruh halinde kaynaşması. Partnerlerini oldukları gibi tanımayı ve iyi kötü bağımsız bir varoluşu sürdürmeyi isteyenlerin özlemini dindirmek açısından bunların her biri diğeri kadar yararsızdı. Vaktiyle yüceltme, sevginin bitimliliği karşısında şairane bir cevap gibi görünmüş, kaynaşma ise yalnızlığa romantik bir çözüm sunmuştu; her iki durumda da aşk bir çare olarak kullanılıyordu, çünkü dünya günah, suçluluk ve utanç duygusunun hâkim olduğu ve insanın ilahi mükemmeliyeti yakalamaktan aciz, yetersiz bir varlık olduğuna dair feryatların dinmediği, insanlığın kusurlarını deşmek için aralıksız kendini dinlediği bir tarihsel dönemden geçmekteydi. Böyleyken aşk, insanların kendilerini daha iyi hissetmesini sağlamakta olsa olsa diğer tüm folklorik çareler kadar yararlı olmuştur, ne daha çok ne de daha az. Yüzyıllar boyunca konu olduğu tüm deneylerden sonra tutku hâlâ ilk günkü kadar geçici görünüyor, oysa yalnızlık, imparatorluğunun sınırlarını genişletmeyi sürdürmekte.
Anne ve babasına ait aşk düşüncesinin karşısına bir alternatif koymaya çalışan Mandarine’in seçme şansı “romantik aşka” dönüş yapmakla sınırlı değil. Kendisi gibi eğitimli kızlarla çalışmalar yapan sosyologlar, halinden hoşnut olmakla yetinmek istemeyen, ara sıra biraz yakıcı, erotik bir sosla tatlandırılacak dengeli bir hayata fit olmayan bu çocuklarda gördükleri kinizmden kaçma özlemini daha iyi tanımlayabilecek bir terim bulmakla güçlük çekiyorlar. Ama “Hayatı güzelleştirmek istiyoruz,” derken ve aşkı bir sanat olarak nitelerken kızların aklından geçen şey üreme sanatı değil: Geçmişe ilişkin gerçeklerin ne kadar amansız olduğunu biliyorsanız, geçmişe başvurmanız yeterli olmaz.
Onlar yepyeni bir aşk sanatı icat etmek istiyorlar ve bunu yapmanın mümkün olduğunu gösteren pek çok örnek var. Mamafih her icat yeni katkı maddeleri gerektirir, ya da en azından artık safra haline gelmiş bazılarından kurtulmayı. Zamanın en çok aşındırdığı, tavan arasına kaldırılma zamanı çoktan gelmiş olan inanç, çiftlerin birbirlerinden başka güvenecek kimseleri olmadığı inancıdır ve bu da, modern toplumun insanları yalnızlığa mahkûm ettiği iddiası kadar mesnetsizdir. Kızlarla erkeklerin bir arada eğitim gördükleri ve okul yıllarında daha önce iki cins arasında mümkün olmamış bir arkadaşlık çeşidi geliştirdikleri günümüzde, aşkın başka biçimlere bürünme şansı vardır. Bu biçimlerin neye benzeyebileceği, başka tutku olasılıklarının birer birer incelenmesiyle açığa kavuşacaktır.
Kitaptaki 13.bölüm
Dertlerden kaçma sanatının gelişip de nereye kaçacağını bilme sanatının gelişememesi
Bu, azmin her türlü engelin üstesinden gelişini anlatan sıradan bir başarı hikâyesi değil. Bu hikâye, yoksulluktan gelip şöhreti yakalayan, biri kız biri erkek iki kardeşin hikâyesi -şöhrete göz dikmiş olduklarından değil, onlara katlanılmaz gelen şeyden kaçmanın başka yolunu göremedikleri ve ne kadar kaçarlarsa kaçsınlar, kendilerini gene katlanılmaz bir yerde bulmaktan kurtulamadıkları için. Büyüdükleri mahalleyi “cehennem” olarak, “Tanrının gazabı” olarak hatırlıyorlar, ağız dalaşları, kavgalar ve alkollü sevişmelerden ibaret büyük bir gürültü patırtı, bir de alkol ve seksin o hiç gitmeyen kokusu. Babaları fabrika işçisiymiş, akşam okuluna giderek, önce kitapçılık, sonra da bir çocuk yuvasında müdürlük yaparak kendinden kaçmayı denemişse de, bir ev satın almaya kalkınca şansını kaybetmiş, çünkü bu alışveriş için altına girdiği ipotek borcu onu hiç olmadığı kadar yoksul düşürmüş.
Gérard Colé, babasına bakarak on yaşındayken, büyüdüğünde asla parasız kalmamaya yemin etmiş, ama büyümeyi de beklememiş, herhangi bir mezuniyet belgesine kavuşamadan okulu bırakmış ve civardaki mezbahaya giderek kesilmek üzere bekleyen atları satn almış -bunların bir kısmı, tek suçlan yeterince birincilik alamamak olan safkan atlarmış. Gérard, kendisi gibi ata binmeye içi gittiği halde sosyal zümre itibarıyla atçıllar grubuna dahil olmadıklarını hisseden pek çok insan bulunduğunu sezerek, bir fakirler maneji açmış. Neticede atların sayısını on yediye kadar çıkarmış. Bu onun ilk kaçışı olmuş, yoksulluktan kaçışı. Sonra düşünmüş ki zekâsını kullanmasına pek az olanak veren bu hayattan da kaçması gerekiyor. New York Times'da Fransız eleman çalıştırıldığı hiç görülmemişmiş, buna rağmen Gérard, gazetenin Paris sorumlusunu kendisini ofisboy olarak işe almaya ikna etmiş; sonunda gazeteci ve radyo-televizyon yayıncısı, arkasından da başarılı bir halkla ilişkiler uzmanı olup çıkmış. Ama, diyor, “ Servetin bir çıkmaz sokak olduğunu anladım. Parasızlık berbat bir şey; iyi giyinmek ve iyi şeyler yemek tabii ki güzel, ama para için hayatımın tek bir gününü bile vermezdim." Böylece paranın dünyasından iktidarın dünyasına kaçmış.
Gérard, ara seçimlerden yenik çıkan François Mitterand’ın günün birinde ülkenin en güçlü adamı olacağına karar vermiş: Böylece Mitterrand'ın halkla ilişkiler uzmanlığını yapmaya başlamış, onun “imaj" tasarımcılığını üstlenerek üçyüz elli metre karelik lüks apartman dairesinin yerine kırk metre karelik bir daire, jaguarının yerine de küçük bir araba aldırmış. Mitterand’ın üst üste cumhurbaşkanı seçilmesinde çok önemli bir rol oynamış. Onu zafere götüren becerilerinin, ruhunun ta derinlerinde kendisini hâlâ bir “ halk çocuğu" olarak hissetmesinden kaynaklandığına inanıyor; hiçbir zaman seçkin tabakaya ait olmamış ve bunu istememiş de, çünkü bu insanlara acıyormuş, şişirilmiş benlik duyguları yüzünden ve seçmen kitlesiyle iletişimsizliklerinin farkına varamadıkları, kimsenin arlık onları dinlemediğini göremedikleri için İktidar sahiplerinin sosyal hayalı ona cazip gelmiyormuş. Böylece bir kez daha kaçmış, bu sefer ülkenin kaçış endüstrisinin başına geçmek üzere: Gérard, ulusal kumar şirketi Française d’Jeux’ye genel müdür olmuş. Amacı, sıradan yaşamlarından kaçmak için şansın yüzlerine gülmesini ummaktan başka çözüm göremeyen milyarlarca insana hizmet vererek burayı dünyanın en büyük kaçış fabrikası haline getirmek. Şirket daha şimdiden yirmi ülkeye yayılınmış, Çin’den Kazakistan'a, Almanya'dan Seııegal’e kadar.
Bu arada kız kardeşi Michèle Blondel ünlü bir heykeltıraş olmuş. İki kardeşin hayatta çok ayrı yollar seçmiş oldukları düşünülebilir, ancak Michèle’de hayatını kaçış sanatını araştırmaya adamış durumda, yalnız daha inceden inceye yapıyor bu işi, özellikle de bir kadında kaçma ihtiyacı doğuran şeylerin neler olduğunu bulmaya çalışıyor. Michèle on yedi yaşında evden kaçmış, on dokuzunda anne olmuş. Oğlu onu çok mutlu etmiş, ama aralarındaki yakın dostluğun bugün de sürmesine rağmen, Milano’da bir modacı olarak kendi hayatını kurmak üzere o da on sekizinde evden ayrılmış; zaten gitse de birmiş kalsa da, bir çocuk sizi üzerinize dikilen o bakışlardan koruyamazmış ki. "Bir bakıştan daha zalimce bir şey olamaz,” diyor Michèle. Ona göre hava sadece alkol ve seks kokusuyla değil, insanın güvenini delik deşen eden, iyileşmesi zor yaralar bırakan bakışlarla dolu. Michèle Blondel çocukken kendini çirkin bulurmuş. Saçlarını oğlan çocukları gibi kısacık keser, pantolon giyermiş, sonra eşcinsel bir adama âşık olup herkesin ona oğlan muamelesi yaptığı bir çevreye girmiş: Ona duydukları arzu hoşuna gidiyormuş ve taciz edilmekten korkması gerekmiyormuş. En iyi erkek arkadaşları hâlâ eşcinseller, buna rağmen onların kendisini tam olarak anlamadığını düşünüyor, onun ruhunu okumayı bir tek kadınlar başarabilmiş. Michèle sanatında insanların nasıl göründüklerini değil, bakışlara hedef olmanın insanda ne gibi duygulara yol açtığını konu alıyor. Dış dünyadan gelen bakışların onda en çok nefret uyandıran yanı, onu hiç vakit kaybetmeden bir kutuya kapatmaları.
“Bir kadınım: İşte size bir kutu. Anneyim: İşte bir kutu daha.” Michèle başkaldırmış, “Hayır,” demiş, “ben görünmezim:” Bana bakarak gerçekte nasıl biri olduğumu göremezsiniz. Yaptığı ilk resimlerde sadece beyaz varmış, beyazın ayrı tonları. Aslında bütün renkleri içeriyormuş bu resimler, ama görünmeyen renklermiş bunlar. Resimler kendisinin resimleriymiş, bu yöntemle kendini başarıyla gizlediğini düşünüyormuş, ama sonra bunların onu bütün çıplaklığıyla açık ettiğine ve kendini böyle ortaya koymanın anlamı olmadığına karar vermiş. İnsanların onlara kendisi hakkında söylediklerine inanmalarından daha sinir bozucu bir şey olmazmış, bu sefer de kendi yaptığı bir kutuya tıkılmak demekmiş bu.
Böylece kristal heykeller yapmaya başlamış, mükemmel bir görünmezlikte, anlaşılmaz olmalarına karşılık bin bir ipucuyla kaynaşan, her zaman değişen, üzerlerine düşen ışığın ve bakışların ortaya çıkardığı renklerde kristal heykeller. Kullandığı kristali Bakara’da özel olarak hazırlatıyor, yeni yöntemlerle elde edilen bambaşka bir kristal onunki. O güne kadar yaptıklarının en berrağını yapmaları için teknisyenleri sıkıştırmak, ortaya nasıl bir şeyin çıkacağını bilememek, doğumunu görmek için fabrikada gecelemek, sonra kristal kütleyi kırarak parçalara ayırmak ve bunları imada bulunan biçimlere sokmak -Michèle insanları oldukları gibi görünmeye ama yine de anlaşılmaz kalmaya götüren süreci adım adım yeniden yaratıyor. Hayatın darbeleriyle parçalanan her kristal, farklılaşıyor: Bu, her zaman teşhis edilebilir olmanızı, hep aynı kutuda tutsak kalmanızı isteyenlere karşı umudun zaferi demek.
İnsanlar onu en çok yarattığı fıskiyelerle tanıyorlar, saydam, ama elle tutulmaz, her zaman avucunuzdan kaçan suyla yaptığı sihirbazlıklarla. Paris’teki Doğu Garı’nı kullanan her tren yolcusu bahçesindeki fıskiyenin önünden geçiyor. Michèle durup ona bakmalarından hoşlanıyor. Bazen de bahçeye çıkıp ona bakanları seyrediyor. Fıskiyeyi kullanılmasını istediği gibi kullanan ilk erkek polaroid makineli bir fotoğrafçı olmuş: Tanımadığı bir kıza fıskiyenin altında resmini çekmeyi teklif etmiş, çok geçmeden adam kıza sarılmakta ve birlikte uzaklaşmaktaymışlar. Michèle de bunu arzuluyor: Yaptıkları, insanları sadece birbirlerine bakmaya değil, yakınlaşmaya ve konuşmaya, su gibi birbirleriyle karışmaya, birbirlerini sevmeye yöneltsin istiyor. Öte yandan, fotoğrafçının o günden beri mutlu mesut yaşadığı çok şüpheli. Erkeklerin kadınları mülkiyetlerine almaya kalkmadan sevmeleri çok mu zor?
Michèle’in fıskiyeleri bu şarkıyı söylüyor. Gösterişli elbiseler giyemeyen yoksul bir çocuk olarak bir zengin okuluna devam ettiği günlerde, farklı olduğu için kendisini engellenmiş hissetmeyi reddetmiş ve bağımsızlığına sahip çıkmış. Fakat tanıdığı erkeklerin çoğu hayal kırıklıklarına tutsak düşmüş adamlarmış, arzulanır olduklarını kendilerine kanıtlamak için durmaksızın didinen, ama bu konuda kendilerini hiçbir zaman uzun süre ikna edemeyen, bu uğurda şiddete, tahakküme ya da aşağılamaya başvuran, aslında her zaman ondan çok kendileriyle ilgilenmiş olan adamlar. Michèle’e onu anlamanın mümkün olmadığını söylemişler, bir Breton menhiri kadar, sırrını kimsenin çözemediği bu esrarengiz megalitik anıt kadar anlaşılmaz olmakla suçlamışlar onu. Kendini çok dolaysız yollarla ortaya koymaktan hoşlanmadığı doğru; sevgilisine kim olduğunu kendisi söyleyemez, bunu keşfetmek onun işi. Aşkın anlamı bu işle, bir başkasını keşfetmek. Sevgilisinin, onun yaratıcı bir sanatçı olduğunu keşfetmesini ve içinde bir kadının yanı sıra bir de erkek taşıdığı için korkuya kapılmamasını istiyor. Sevildiği zaman tamamen eriyor gerçi, insanı utançtan tamamen arındıran bu durumu çok da tatmin edici buluyor, ta ki sadece bir arzu nesnesi olarak algılandığını, başka kimseye benzemeyen bir kişi olarak görülmediğini fark edene kadar. “ Bir kategoriye yerleştirilmek, tabuta konmak gibi bir şey.”
Bir heykeltıraş olarak görülmesi bile sınıflandırılması anlamına geliyor. Michèle kaçabilmek için bir kitap yazmış, bir de film çekmiş, ama bir kutudan diğerine sıçrayıp duran insanlardan kimse hoşlanmıyor. Hiçbir sevgili hayatında altı yıldan daha uzun kalmamış: Erkekler ya bağımlılık talep ediyor ya da kendileri bağımlı oluyorlar. “Kendimi bir kalıp sabun gibi görüyorum ,” diyor. Fıskiyelerinde fokurdayan kabarcıklar kendisi gibi kadınlar, ele geçirilmesi mümkün olmayan.
Bazen, insanların birbirini anlamasının imkânsız olduğu hissine kapılıyor: Belki de insanlar sisli bir denizde sürüklenen birer gemiden başka bir şey değiller, ara sıra uzaklarda birbirlerinin ışıklarını görüyorlar ve yan yana geçip giderken kısacık bir süre selâmlaşıyorlar. Fakat Michèle yalnızlığı katlanılmaz buluyor ve yalnızlıktan kaçma çabasına hiç ara vermiyor. Karşı koyma gücüyle, onu bunaltan her şeyi tersine çeviriyor. Vücudunun yeterince güzel olmayışının, bozulmakta oluşunun yol açtığı acıdan kaçmak için bunu kabulleniyor ve hazza dönüştürüyor, en azından dürüstlüğün ve keşfetmenin hazzına. Her sanatçının ister istemez yaşadığı anlık megalomani krizleri sırasında bu duyguyu cömertliğe dönüştürmeye çalışıyor.
Kendini yalnız hissettiğinde, bunun en azından kendisini insanlara daha açık kıldığını düşünüyor. İnsanlar onu anlayamadıklarında kışkırtıcı ve saldırgan oluyor: Böylece, en azından suratlarında o boş bakışla karşılık vermeyecekler -yapıtlarını hiç fark etmemelerindense onlardan nefret etmelerini tercih ediyor. Bu yüzden heykellerini fabrikalarda yapmaktan hoşlanıyor, modern sanata bir anlam verme şansları hiç olmamış fabrika işçileri arasında. Mesela bir keresinde bir çömlekten artakalan malzemeyi kullanmış, sıcak kili makineden çıktığı gibi kapmış ve cinsel organ biçimleri çıkarmış ortaya. İşçiler önce dehşete kapılmışlar; iki kollu iki bacaklı küçük biblolar yapmasını bekliyorlarmış ondan; sonra, yavaş yavaş, hayatın topraktan nasıl doğduğunu göstermeye çalıştığını anlamışlar. Sorular sormaya başlamışlar; sonunda kadın işçilerden biri, hayata artık başka bir gözle bakacağını söylemiş. Kiliselerin iç düzenlemesini yenilemek üzere görevlendirildiğinde, Katolikleri erotizmle barıştırmak, cinselliğin aşktaki yerini kutsamak üzere bir denemeye girişerek sıvı semenden yapılma kristal figürler kullanmış.
Bugün onun da New York’ta bir stüdyosu var, senenin bir bölümünü burada geçiriyor; yontarak, sergiler açarak, kışkırtarak ve yapıtlarını etiketlemeye kalkışan herkese direnerek. Fransa'nın pek çok büyük sanatçısı, on dokuzuncu yüzyıldan beri Amerika’da isim yapmayı daha kolay bulmuştur; fakat Michèle Blondel, bir Fransız kadın sanatçıyla (Leger’nin öğrencisi, Le C orbusier’nin arkadaşı olmuş ve bir dönem Isadora Duncan’ın evinde yaşamış olan) Louise Bourgeois’yla arasında özel bir yakınlık olduğunu düşünüyor: Bourgeojs 1938’de Amerika’ya göç etmiş ve burada, kutulara, evlere ya da toplumsal konumlara hapsedilmiş, daima kaçmaya çalışan kadınlara ilişkin tematik saplantısını daha özgürce ifade etme olanağı bulmuştu. Erkek kardeşine bakılırsa Michèle Blondel Amerika’ya en az bir on yıl daha erken gitmeliydi. Tanınmış bir sanal taciri ona şöyle demiş; “Seni cadı diye yakmazlarsa, yapıtlarınla dev bir sergi açacağım.” Ne yazık ki sanatçılar, gangsterler ve katiller kadar ilgi çekebilmek için genellikle önce yakılmayı beklemek zorundalar.
Motosikletiyle Paris’te gezinip sokaklardaki köpek pisliklerini temizleyen adamlardan biri işinden zevk aldığını söylemiş ona, çünkü ona sağladığı bağımsızlığı seviyor ve köpeklerden nefret ediyormuş, Michèle kendi sorunları için bu kadar basit bir çözüm bulamamış, ama atölyesinde çalışırken, katlanılmaz insani zaaflardan geçici olarak kaçmayı başardığını düşünüyor. Atölyede, erkek kardeşinin yaptığı gibi şansla oynuyor, denemelerinin nasıl bir sonuç vereceğini veya parçaladığı bir kristalin neye benzeyeceğini hiç bilemeden. En büyük tesellisi, kendini tekrarlamadığını, ileriye doğru hareket ettiğini bilmek.
Bütün insanlar köken itibarıyla birer kaçışçıdır. Hepsi de, Afrika ve Asya’dan göç etmiş ataların soyundandır. Bütün dinler hayatın sefaletinden kaçmayı, sızlayan bedenlerden ruhun güvenli sığınağına çekilmeyi amaçlamıştır. Dinler ne zaman fazla görenekselleşmeye ve yüzeyselleşmeye yüz tuttuysa, mistisizme ve köktendinciliğe kaçış başlamıştır, gerçeklerden uzağa doğru. Endüstri toplumunun çıkış noktası yoksulluktan kaçış olmuştu, günümüzde ise bu çalışma hayatından boş zamana, hobilere ve spora doğru bir kaçışa dönüştü. Gel gelelim kendini boş zamana adamış bir uygarlık bile düşmanlar içerir, bu yüzden kaçış sanatı daha da inceltildi: Endişelerin fazla ciddiye alınmasını önlemek üzere kayıtsızlığa, mizaha ve alaycılığa itibar edildi. Evlilikten boşanmaya ve sonra aynı yoldan geriye uzanan kaçış rotası, durmadan yeni şeritlerin eklendiği bir otoyoldur. İnsanların daha büyük bir bölümü, düşmanlarıyla savaşmak yerine onlardan kaçmayı tercih etmiştir. Kaçmak, hakkı teslim edilmemiş bir sanattır- çünkü girebildiği pek çok biçimden hiçbiri asla hayata karşı bütünlüklü bir tepki olarak algılanmamıştır.
1946 ve 1966 yılları arasında doğmuş Amerikalıları kapsayan bir araştırmada, gündelik sorunlarla başa çıkma yöntemleri açısından saldırgan “rekabetçiler” olarak tanımlanabilecek yüzde 10’luk bir kesim saptanmıştı. Bundan çok daha büyük bir grup, hayatını kaçış sanatı ekseninde düzenlemişti: Yüzde 25’lik “haz arayıcıları’na karşılık, kendilerini “kıstırılmış” hissettikleri halde nasıl kaçacaklarını bilemeyenler yüzde 15’i oluşturuyor, yüzde 28’Iik bir kesim ise “ ayakta kalmayı” başardıkları için “hallerinden hoşnut” olduklarını belirtiyordu, dengeli bir hayatları olduğunu ileri sürerek kendilerini “tam anlamıyla doygun” hissedenler sadece yüzde 20’lik bir oran tutturabilmişti. Araştırmayı yürüten Harvard işletme profesörüne göre, katılımcıları daha içten olabilselerdi eğer, kıstırılmış olduklarını itiraf edenlerin oranı daha da yükselecekti. Her halükârda, bir Amerikan muhasebe şirketini konu alan ve 1992’de yayımlanan bir vaka çalışması, şirket elemanları arasındaki kişisel çalışmaların sadece yüzde 6 ’sının suçlamalara ve itirazlara yol açtığını gösterdi; yüzde 21 ’Iik bir grup seslerini çıkarmadan katlanmayı tercih ediyordu. Çalışanların çoğu düşmanlarından kaçma eğilimindeydi: Yüzde 31’i onları “geçici olarak dikkate almama”yı seçmişti, yüzde 14’ü “stratejik uzaklaştırma” yöntemleri kullanıyor, yüzde 8 ’i psikolojik yardım alıyordu. İngiltere’de nüfusun yalnızca yüzde 18’i bir mağazada sözlü şikâyette bulunduklarını ve yalnızca yüzde 2 ’si bir gösteride ya da boykotta yer aldıklarını bildirmişti.
Kaçmanın da, savaşın veya isyanınkinden daha az ilgi çekici olmayan kendine özgü bir felsefesi ve müritleri vardır. Bir hayat biçimi olarak kaçışın modern savunucuları arasında sesini en çok duyuran kişi, en yaygın biçimde kullanılan modern sakinleştiricilerden birini, acıdan ve endişeden kaçışın mutlak rotası Largactil’i yaratmış olan bilim adamı Henri Laborit’dir. Laborit, o günden beri kimyasal buluşları karşılığında elde ettiği geliri, saldırganlığa alternatif arayan araştırmaları finanse etmekte kullanmıştır. Alain Resnais, 'Amerika'daki Dayım'da, en hakiki bilgeliğin kaçmak olduğunu söyleyen eski hükemanın bu görüşünün bilim tarafından da doğrulandığını bütün dünyaya ilan etmiştir. Yüzleşmekten kaçının, diyor Laborit, çünkü yüzleşmenin tek sonucu bir tahakküm düzeni oluşturmaktır, tıpkı kimin kimle çiftleşeceğine karar vermek için dövüşen maymunların oluşturmak istedikleri gibi. Üstünlük savaşına girdiğiniz anda, bağımsızlığınızı kaybedersiniz. Hayatın amacı -bir biyologun bakış açısıyla- hayatta kalmaktır, bu da dengenizi korumanızı, stresten uzak kalmanızı gerektirir.
Laborit, laboratuvarında işkence ettiği sıçanların stres düzeyini ölçmüştü: Serbestçe başka bir bölmeye kaçmasına izin verdiği sıçanlarda, deneyin başlamasından bir hafta sonra, kan basıncı normal düzeydeydi. Buna karşılık, kaçmasına engel olduğu sıçanların kan basıncı, bir ay sonra bile hâlâ yüksekti; kaçacak bir yer bulamadıklarında ülsere yakalanıyor, kilo kaybediyor ve umutsuzluğa kapılıyorlardı, bu yüzden kafesin kapısı açıldığında bile kaçıp gitmeye korkuyorlardı. Üçüncü bir grup sıçan kafeslere çifler çifter yerleştirilmişti, bunların kaçmasına izin verilmiyor, ama birbirleriyle dövüşmelerine göz yumuluyordu: aynı işkencelere maruz kalan bu sıçanlarda da kan basınç, normal düzeyde kalmıştı. Laborit şu sonuca vardı: Dövüşmek ve kaçmak, strese karşı koymanın alternatif yollarıdır; ancak dövüşmek eğer zaferle sonuçlanırsa, bağımlılık yaratır ve sizi rekabetçi bir hayatın stresi içine çeker. Üstelik rakiplerinizle savaşmanıza izin vermeyen durumlar da olacaktır, bu durumda kendi kendinizle savaşmak zorunda kalırsınız ve bu da stres yaratır. Laborit’e göre kaçmak her halükârda daha iyi bir çözümdür.
Şartların fiziksel olarak kaçmanıza izin vermediği durumlarda ise, bunu hayalinizde yapabilirsiniz. Hayal gücünüz, hiç kimsenin ve hiçbir grubun dokunamayacağı yegâne parçanızdır. Güçsüz olabilirsiniz, ama hayallerinizde dünyayı değiştirmek elinizdedir. En başarılı kaçışçılar, kendilerini dünyanın gerçeklerinden ve hiyerarşinin kısıtlamalarından soyutlamaları sayesinde, sanatçılardır; bağımsızlıklarını ve özgünlüklerini ifade eden, sadece kendilerine ait dünyalar yaratırlar. Laborit'nin savunduğu anlamıyla kaçış, duygularla yüzleşmekten kaçmak değildir, böyle yapmak sizi renksiz ve kayıtsız kılacaktır. Sanatçılar, hoşnutsuz, hatta gergin bireyler olmak zorundadırlar, ama sanatçı olmak demek, kendinizi bu gerginlikten verim ve güzellik elde etmenin yollarını keşfetmeye adamış olmanız demektir.
Elbette, sevimsiz ve kötü huylu bir patronla çalışanlar için kaçış her zaman mümkün olmayabilir, çünkü kaçmaları, kendilerini işsizliğe mahkûm etmeleri demek olacaktır. Her zaman savaşamazlar da. Çünkü hareketsiz kalmaları için düzenlenmiş bir hiyerarşi söz konusudur. Böylece “ketlenmiş” bireylere dönüşürler. Mevcut bir tehlike karşısında nasıl hareket edeceklerine karar vermek için ihtiyaç duydukları bilgiden yoksun olan insanlarda da ketlenme ortaya çıkar, ihtiyaç duyduklarından daha fazlasına sahip olanlarda da. Ketlemeler hafızaya kazınırlar, dolayısıyla geçmiş başarısızlıkların bilgisi kişiyi eylemden alıkoyarak hataların artmasını teşvik eder. Laborit ketlemeyi ketleyen bir kimyasal madde keşfetmiş gerçi, ama bu kez de başka sorunlar ortaya çıkmış. Bu arada Laborit herkesi, ketlemelerinden kaçmak için mümkün olan her yolu denemeye çağırıyor, konuşmak, yazmak, öfkelenmek ve canınızı sıkan insanlara hakaret etmek dahil. Aksi takdirde ketlemeler bağışıklık sisteminde aksamalara yol açarak sağlığınızı tehlikeye sokacak ve psikosomatik hastalıklara neden olacaktır; başkaları sizi anlamadığında kendinizi cezalandırmanın bir yoludur bu.
Bütün bunlara rağmen Laborit, önerdiği çözümün bir mutluluk reçetesi olduğunu ileri sürmüyor. Kendi hayatına baktığında, kendisinin de kaçmakta güçlük çektiği durumlarla karşılaşmış olduğunu kabul ediyor. Söylediğine göre, “Çalışma hayatında kol kanat gerilmeye ve himaye edilmeye yönelik patolojik bir gereksinim”i var. Bu hayat, onu kavgacı ve dikbaşlı bulan üstleriyle arasındaki uzun ve duraksız bir savaştan ibaret olmuş. Laborit, mesleki başarıların değil, düzene yaltaklanarak onun kurallarına boyun eğenlerin ödüllendirilmesini protesto etmiş. “Şövalyelik çağında yaşamış olmayı isterdim,” dese de, buna en çok yaklaşabildiği yer, şövalyelik ruhunun hâlâ yaşadığını ileri sürdüğü Fransız deniz kuvvetlerinde cerrahlık yapmak olmuş. Ancak onu erken emekliliğe yönelten ve kıdemi gereği hak ettiği terfiyi ondan esirgeyen üstlerinden yeterince takdir görmemiş (hakkı olduğunu düşündüğü başhekimliğe hiçbir zaman yükseltilmemiş). Askeri hastanelerden birinde bulduğu bir araştırma işine kaçmayı başarmış (halbuki askerleri sevmiyor, ne de tüccarları, ne de muhtelif başka kategorileri). Kendisinin de itiraf ettiği üzere saldırgan bir kişiliği var, ta çocukluğundan beri. Kendini, ruh halleri üzerinde değişiklik yaratan ilaç ve ağrı kesicileri araştırmaya adamış olması ve diğer buluşları arasında yapay kış uykusuna dayalı anestezi yönteminin bulunması tesadüf değil. Çalışmalarının önemini teslim etmekten kaçınan Fransız tıp kurumuna hâlâ öfkeli; sadece başka ülkeler ona ödül vermişler, bunların arasında Lasker Ödülü de var (bu ödülü alanların kırk beşi daha sonra Nobel’i de almış, ama Laborit bunlardan biri değil).
Arkadaş edinme konusunda hiçbir zaman çok başarılı olamamış; bütün arkadaşlarının çocukluğundan kalma olduğunu söylüyor; o zamandan beri karşısında hep rakipler olmuş. Bu tamamen doğru değil, çünkü etrafında oluşmuş bir hayranlar grubu var: Alain Resnais, mesela, Laborit’nin kitaplarını okuyarak ümitsizliğinden kısmen sıyrılmış, filmini de bu sayede çekmiş. Ayrıca Laborit, yetmişli yaşlarında kendisinden çok genç bir kadına âşık olmuş; bu kadın, karısı ve kendisi bugün artık bir üçlü oluşturmuşlar, Laborit bunu “ne tam anlamıyla doyurucu ne de çekilmez” buluyor. Kendisinde gördüğü en ciddi kusur kadın olmayışı, çünkü kadınlar beynin her iki yarısını kullanabiliyor, böylece daha dengeli yaşamlar kurabiliyorlar. Şöyle ya da böyle, neticede onun da kaçamayacağı şeyler var. Bunun mükemmel bir çözüm olmadığını kendisi de kabul ediyor, ama hiç değilse insana bir soluk aldırıyor.
İnsanların kendi hayal dünyalarına kaçışının uzun bir geçmişi vardır. Başlangıçta herkesin düşmanı açlıktı. Açlığı yiyeceklerle alt etmek imkânsızlaşınca, kaçış, uyuşturucuların yardımıyla gerçekleşmeye başladı. Ortaçağ Avrupası’nda kullanımı en yaygın olan uyuşturucu büyük ihtimalle haşhaş tohumuydu (o dönemde endüstriyel ölçekte yetiştirilmekte ve üretimi için büyük araziler tahsis edilmekteydi). Haşhaş tohumu, aynı kenevir tohumu gibi, kişniş, anason, kimyon ve susamla karıştırılarak ekmek yapımında kullanılmaktaydı. Bu sayede yoksullar bir çeşit rüya âlemine kaçıyorlardı; sık sık cinlerin ve vampirlerin istilasına uğrasalar ve tüyler ürpertici hayallere kapılsalar da, en azından korkunun açlık kadar güçten düşürücü bir etkisi olmuyordu. Çok ağlayan çocukların sesini kesmek için haşhaş tohumu kaynatılıp içiriliyordu. Açlık kıtlığa dönüştüğünde, ağustosböceği sürülerini andıran “sinek insanlar” yutabildikleri her şeyi yiyorlardı; çöplükleri talan ediyor, dışkıyı bile besin niyetine kullanıyor, böylece yavaş yavaş yarı şuurlu bir uyuşukluk haline sürükleniyor, narkozla nevroz arasında gidip gelirken yemek yemekte olduklarını hayal ediyorlardı.
Farklılaşmış bilinç düzeylerine, uyuşukluğa veya heyecana kaçış, bütün dünyada, bütün yüzyıllarda değişmez bir tutku olmuştur. Alkol, tütün, çay, kahve ve türlü bitkiler yardımıyla normallikten kaçmayı denememiş tek bir uygarlık yoktur. Özellikle kasvetli bir dünya görüşüne sahip olan Azteklerin, Dört Yüz Tavşan dedikleri dört yüz adet içki ve sarhoşluk tanrısı vardı, bu tanrılar kaçışlarında onlara yardımcı oluyordu. Ama nereye? Ayıkken halüsinasyonları üzerinde özgürce konuşuyorlardı. Gözü dönmüş canavarlar tarafından parçalandıklarını, savaşta esir düştüklerini, zina suçundan hüküm giydiklerini ve kafalarının ezilerek cezanın infaz edilmekte olduğunu görüyor ya da bir sürü kölesi bulunan zengin bir efendi olduklarını hayal ediyorlardı. Dolayısıyla içki, kafalarını her gün meşgul eden düşüncelerden kurtarmıyordu onları, daha ziyade, bir korku filmini ya da bir fantastik filmi tekrar tekrar seyredermişçesine bu düşünceleri inceden inceye kurgulamalarını sağlıyordu.
Yedikleri kaktüs ve mantarlar onları günlerce süren “dehşet uyandırıcı ya da gülünç" hayallere sürüklüyor, ama yine de vazgeçmiyorlardı: “Bu sayede ne savaştan, ne de açlık ve susuzluktan korkacak kadar cesaret kazanıyorlar ve bunun kendilerini bütün tehlikelerden koruduğunu söylüyorlar.” Keyif verici maddelerin zararlarının gayet iyi farkındaydılar; ayyaşları, ilk suçlarıysa eğer, herkesin ortasında, kalabalığın alayları eşliğinde saçını kazıyarak cezalandırıyor, uslanmayanları ölüme mahkûm ediyorlardı; resmi görevliler ve rahipler suçun ilk işlenişinde öldürülürken, asilzadelere gözden uzak bir yerde boğulma imtiyazı tanınıyordu. Ne var ki felaketin en büyüğü gelip çattığında, hiçbir şey onları içki ve uyuşturucuyla kendilerini öldürmekten alıkoyamamıştır, yirmi beş milyondan geriye sadece bir milyon kalana kadar. Tarihteki bu en büyük kitlesel intiharda kuşkusuz Avrupa’dan gelen hastalıkların da hızlandırıcı bir etkisi olmuştu, ama bu yıkımın asıl nedeni, uygarlıklarının iflasını ilan eden -bir bakıma komünizmin iflası da benzer bir yöntemle ilan edilmiştir- İspanyol istilasının yol açtığı ruhi çöküntüydü.
Avrupa’da, İsviçreli doktor Paracelsus’un (1493-1541) afyonu alkolle karıştırarak Laudanin denen afyon şurubunu elde etmesini takiben, bu uyuşturucu, acıdan ve can sıkıntısından kaçmanın en gözde yolu haline geldi. On sekizinci yüzyılın kalburüstü bir İngiliz hekimi, tarçın, karanfil ve safranla tatlandırdığı bir afyon kokteyli yaparak bunu "dünyanın en değerli ilaçlarından biri” diye nitelemişti. 1854’te, İngiltere’de okutulan standart tıp kitaplarından birinde, afyonun “gündelik rahatsızlıkların tedavisine yönelik tüm tıbbi malzeme içinde kuşkusuz en değerlisi” olduğu tekrarlanıyor, buna karşılık “sigara içmenin, özellikle de alt sınıfların fiziksel ve ahlaki tabiatı üzerinde sakıncalı sonuçlar doğurduğu” belirtiliyordu.
Amerika Birleşik Devletleri, uyuşturucudan uyuşturucuya, bir kaçıştan diğerine atlayışındaki sürat ve çeşitlilik açısından az rastlanır bir örnek olmuştur. On dokuzuncu yüzyılda Amerikalılar alkolü eşitlikçiliklerinin sembolü haline getirmiş ve içki tüketimlerini iki katına çıkarmışlardı -içki şişesinin önünde herkes eşitti ve kimse içkiye hayır diyemiyordu: “Özgür olmak için içiyorlardı”. Meyhane zeminine serilmiş yatan ve ayağa kalkmayı beceremediği halde, “ABD kadar bağımsızım,” diye bağıran adam, içki karşıtı hareketin bile inkâra cesaret edemediği bir duyguyu dile getiriyordu, çünkü hareket üyelerinin Temmuz’un dördünde sarhoş olma izni vardı.
1830-1850 yılları arasında ani bir değişim ortaya çıktı: Alkol tüketimi yarı yarıya düştü ve alkol bağımlılığı belirli bir azınlığa özgü hale geldi. Fakat bunun arkasından, yüksek dozda afyon içeren patentli ilaçlara yönelik bir çılgınlık gelişti, bu eğilimin zirveye tırmandığı 1900'de, kişi başına afyon ithalatı dört katına çıkmıştı. Tam bu noktada, doktorlar şüpheye kapılmaya başladılar. Böylece izleyen yüzyılda afyon içmek moda oldu, ta ki 1909’da afyon ithalatı yasaklanana kadar. Yasağın ardından afyonun yerini, Birinci Dünya Savaşı sayesinde tüketimi büyük ölçüde artan sigara aldı. Alkol yasağı güneyden ve doğudan başlayarak ülkeyi baştan başa sardığında, kokain katkılı kolalı içecekler imdada yetişti. Kokainin, alkol, afyon ve morfin bağımlılığından kurtulmanın en etkili yolu, aynı zamanda mükemmel bir kuvvet ilacı olduğu ilan edildi. Ordu başhekimi William Hammond, her öğünde bir kadeh kokain 'içtiğini iftiharla duyurdu.
Kokain, Saman Nezlesi Birliği’nin resmi ilacı oldu. Barlarda viskiyle karıştırılarak sunulmaya, dükkânlarda likör biçiminde satılmaya, maden ve inşaat işçilerine dağıtılmaya başladı. Amerikan doktorları kokaine övgüler düzmek için sıraya girdiler. Hatta Pennsylvania Üniversitesi tıp profesörlerinden, Amerikan Felsefe Derneği Başkanı Dr.George Wood, samimi ve dini bütün bir Amerikalı olmayı hedefleyenlerin bu yolda kokainden yararlanabileceğini ileri sürüyordu, çünkü kokain “daha üstün zihinsel niteliklerimizin belirginleşmesini sağlıyor, içimizdeki hayırseverlik ateşini körüklüyor, bizi soylu ve yararlı amaçlara hizmet eden büyük işler başarmaya yöneltiyor, fedakârlık ruhunu güçlendiriyor ve aynı zamanda kendi gücümüzün ve yeterliliğimizin daha iyi farkına varmamıza yardım ediyordu.” Kokain, göründüğü kadarıyla, “daha üstün ve daha mükemmel insanlar” olmamızı sağlıyordu. İnsanlık, vasatlıktan ve monotonluktan kaçmaya dönük arayışında dur durak bilmemiştir.
Fransızlar, çok uzun zamandır alkol tüketiminde dünya birinciliğini kimselere kaptırmamıştır. Bunun nedeni sadece dünyanın en iyi şaraplarını üretmeleri değildir, çünkü bugün, bu konudaki şöhretlerine, sakinleştirici ve uyku ilacı kullanımında dünya birinciliğini de eklemişlerdir. Fransızların, sanata olduğu kadar suniliğe de rağbet eden bir uygarlık geliştirdiklerini düşünmek daha akla yakın bir açıklamadır; bahçelerdeki çalıları olmadık şekillerde budamak, her bireyi teker teker daha da benzersiz kılan kılıklara bürümek, aşırı itinalı bir gündelik dil kullanmak - bunların hepsi, aynı yaklaşımın, insanın mükemmelleştirilebilir olduğu ve kendi haline bırakılmaktansa yontulup cilalanması gerekliği inancının bir parçasıdır. Fransızlar unutuşa doğru değil, varoluşun güçlükleriyle başa çıkabilen sıcakkanlı ve ilgi çekici varlıklar olma ideallerine biraz daha yaklaşmalarını sağlayan bir noktaya doğru kaçmışlardır.
Fransızların yüzde 30'u (özellikle orta yaşlı evli kadınlar) kahve bağımlısı, yüzde 20'si (ağırlıklı olarak gençler) hem kahve hem çay bağımlısı, yine yüzde 20'si (özellikle yaşlılar ve düşük gelir seviyesindekiler) sadece sakinleştirici bağımlısı, yüzde 10'u (ağırlıklı olarak yüksek eğitimli genç insanlar) ara sıra sigara ve alkol de kullanmak kaydıyla çay bağımlısı, yüzde 10'u (ağırlıklı olarak yüksek eğilimli genç kadınlar) yalnız ve yalnız çay bağımlısı, bir başka yüzde 10'u ise sigara içmeyen şarap veya bira bağımlılarıdır; hem sigara hem içki hem de kahveyi yüksek miktarlarda tüketenlerin oranı sadece yüzde 5'tir. Alkolden, tütünden, kahveden, çaydan, sakinleştiricilerden ve uyku haplarından tamamen uzak duran yüzde 1.5'luk grup ise ancak güvensizlik ve şaşkınlık uyandırmaktadır. Ne de olsa, soylu vahşi nadiren ayık dolaşmıştır.
Kaçışın beraberinde getirdiği sorun, nereye kaçacağınız sorusuna cevap bulmaktır. Laborit’ye göre derin bir mutsuzluktan mutluluğa kaçamazsınız, çünkü erişilmesi mümkün olmayan bir hedeftir bu. Bugün Türkiye’de bulunan Efes’te yaşamış ve miras yoluyla kendisine geçen krallık hakkından feragat etmiş olan Yunanlı Herakleitos’a (MÖ 522-487) göre hiçbir yere kaçamazdık, çünkü kâinat durmadan değişiyordu: İnsan tabiatının belirli bir amacı yoktu; bütün kainat içinde bulunduğu durumdan kaçmakla meşguldü. Milattan önce ikinci yüzyıldan beri hırslardan ve sıradan varlıkların olağan endişelerinden kaçış uzmanları olan Taocuların özgünlüğü, kadın erkek, genç yaşlı herkesin mutsuzluktan kaçmayı öğrenebileceğine, ölümden kaçmak mümkün olmasa da yanlış biçimde ölmekten kaçılabileceğine inanmalarındaydı. Cinsel gücü artıran ama vücudu yavaş yavaş çökerten uyuşturucuların yardımıyla dudaklarında bir gülümsemeyle solup gitmeyi istediler, esriklik içinde ve tabiatın ritmiyle salınarak; fakat eşitliğe dair, içlerinden geldiği gibi, oldukları gibi davranan, “birbirine dolanmış nefeslerini harman eden” erkek ve kadınlara dair hayalleri, sihirli formüllerinin ardında kaybolup gitti, çünkü simya sayesinde saadete giden kestirme bir yol bulmayı ummuşlardı.
Japon yazar Mişima’nın intiharı, kaçışın nihai durağına kadar sürdürülmesiydi. Mişima, aileden polis müfettişi olan Osakalı Oşiyo Hehaçiro’dan esinlendiğini söylemişti. Bu adam, otuz yedi yaşındayken yolsuzluklarla savaşmaktan usanarak işini bırakmış, hayatta başarıya ulaşmanın kahramanca bir jest yapmaktan daha önemsiz olduğuna karar vermişti: Sıradanlıktan kaçmak gerekiyordu ve bunu yapamayacak hiç kimse yoktu. Bütün gün tarlada ter döken cahil bir köylü kadın bile bu yolla bilgeliğe terfi edebilirdi. “Aslolan yolculuğun kendisiydi, gidilen yer değil” ve bu yolculuğa “delice bir cesaretle” atılmak gerekiyordu. (Hemen hemen aynı sıralarda, “Il faut toujours âne ivre” (Her dem sarhoş gezmeli insan) diye yazıyordu Baudelaire.)
İnsanın gönüllü olarak kendinden vazgeçmesi, dışarıdan gelecek müdahalelere kayıtsızlaşmasını sağlıyordu. Hehaçiro böylece kendi evini ateşe vererek başlattığı ve “dünyadaki bütün zavallılar”ı katılmaya çağırdığı bir ayaklanma düzenledi ve ayaklanmanın başarısız olması üzerine kendi boğazını kesti. Ölümünden sonra “hükümeti eleştirmek”ten suçlu bulundu ve muhafaza edilmiş cesedinin halkın gözü önünde çarmıha gerilmesine karar verildi. Hehaçiro’nun soylu yenilgisi onu yine de bir Japon halk kahramanı yapmaya yetti. Mişima da, hiçbir kazanç sağlamamış olsa bile, en azından “bir samimiyet eylemi” olduğu ve ikiyüzlülükten kaçışı simgelediği için bu intiharı taklit etti. Sırf kaçmış olmak için gerçekleştirilmiş bir kaçıştı bu. Düşman ise hâlâ hayatta.
Yaşadıkları çağa egemen olan kurumların, çoğunluklara ait fikirlerin ve haddizatında gündelik yaşamın kıskacından kaçmak isteyenler, modern topluma ayak uyduramayan kişiler değildir: Onların kökleri de, savaşçılarınki kadar gerilere, antikitenin en eski çağlarına kadar uzanır. Eski Çin’deki ataları mesela, şöyle şarkılar söylüyorlardı:
Bir başıma gelir, bir başıma otururum.
Bugün insanlar beni tanımıyor diye üzgün değilim.
Bir tek o yaşlı ağacın ruhu, şehrin güneyindeki
O biliyor, eminim, Ölümsüz olduğumu.
Kaçışın ne gibi işe yarar sonuçları olabileceğin sormak kaçış düşüncesinin özüne aykırıdır, çünkü kaçış, amaçlardan kaçmayı da içerir. Bir amaçları olsun isteyenler, kendilerine kaçmanın dışında çözümler aramak zorundadırlar.
Theodore Zeldin-İnsanlığın Mahrem Tarihi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder