07 Eylül 2024

John Berger-Küresel Hapisane

 


John Berger (1926-2017) 

İngiliz deneme yazarı ve kültürel düşünür olmasının yanı sıra üretken bir romancı, şair, çevirmen ve senaristti. En çok G. adlı romanı ve kitabı ve BBC dizisi Görme Biçimleri ile tanınır.

Berger, Central School of Arts and Crafts'ta Sanat okumaya başladı, ancak eğitimi II. Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında İngiliz ordusunda görev alması nedeniyle kesintiye uğradı. 1946'da Londra'ya taşındı ve Chelsea School of Art'ta çizim ve resim okudu. 1950'lerde New Statesman ve New Society gibi yayınlar için sanat eleştirileri de yazıyordu Kendisi de bir sanatçı olan Berger, büyük sanatın toplumu yansıtması gerektiğine ve sosyalizmin 20. yüzyılda toplumun "en derin beklentilerine" ilham verdiğine inanıyordu. Kübizme , özellikle de Pablo Picasso ve Fernand Léger'e ilgi duyuyordu. Berger'in tartışmalı kitabı Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı'nda, Picasso'nun Kübizm resimlerinin ilerici olduğunu ancak sanatçının diğer çalışmalarının çoğunun "devrimci cesaretin başarısızlığını" temsil ettiğini savundu. Berger, Sovyetler Birliği'nin politikalarını kabul edilemez bulmasına rağmen, Rus heykeltıraş Ernst Neizvestny'nin çalışmalarına "emperyalizme karşı dünya mücadelesine" katkısı nedeniyle hayranlık duydu .

Çok yönlü Berger, Avrupa'nın göçmen işçilerini konu alan eserlerin metinlerini yazdı. Bertolt Brecht'in yazılarını Almanca'dan İngilizce'ye, Aimé Césaire'in yazılarını Fransızca'dan İngilizce'ye çevirdi. Muhtemelen romanlarının en bilineni olan G. (Man Booker Ödülü sahibi), akıllıca ayrıntıları ve karmaşık cinsel ve kişilerarası ilişkileri tasvir etmesi nedeniyle övgü aldı. Berger'in Görme Biçimleri 1972'de BBC tarafından dört adet 30 dakikalık programdan oluşan bir dizi olarak üretildi. Dizi ve ardından gelen kitap, sanat tarihini gizemden arındırmayı ve bazen anlam ve ideolojinin görsel medya aracılığıyla iletildiği temel yolları ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Kitap, 21. yüzyılda sanat tarihi eğitiminde önemli bir metin haline geldi.

Berger, 1974'te hayatının sonraki 40 yılını geçireceği Alpler'deki küçük bir kasabaya taşındı. 1970'lerde İsviçreli film yönetmeni Alain Tanner ile birlikte üç senaryo yazdı. Berger, Fransa'nın kırsal kesimlerinde yaşarken, çevresini ve Fransız köy yaşamının kültürünü yazdı .  

Berger, 1994 yılında New York ve İngiltere'deki galerilerde kendi çizimlerini ve resimlerini sergilemeye başladı. 2009 yılında İngiliz PEN tarafından "eserleri okuyucular üzerinde derin bir etki bırakan" yazarlara verilen Altın PEN Ödülü'nü aldı.

Türkçe 'deki Kitapları

-2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus
-A'dan X'e John Berge Tarafından Kurtarılmış Mektuplar
-Albrecht Dürer
-Anlatmanın Başka Bir Biçimi
-Bento'nun Eskiz Defteri
-Bir Fotoğrafı Anlamak
-Bir Zamanlar Europa'da
-Bologna'nın Kırmızı Tenteleri
-Buluştuğumuz Yer Burası
-Clive'ın Koğuşu
-Corker'in Özgürlüğü
-Domuz Toprak
-Duman / Selçuk Demirel 
-Düğüne
-Fotokopiler
-Gökyüzü Mavi Siyah
-Görme Biçimleri
-Görme Duyusu
-Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar
-G-Tomris Uyar
-Hayvanlara Niçin Bakarız
-Hoşbeş
-İstanbuldan Gelen Telefon-Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi
-Katarakt / Selçuk Demirel 
-Kıyıdaki Adam
-Kıymetini Bil Her Şeyin
-Kral Bir Sokak Hikâyesi
-Leylak ve Bayrak
-Manzaralar
-O Ana Adanmış
-Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı
-Portreler
-Saat Kaç / Selçuk Demirel 
-Sanat ve Devrim
-Sanatla Direniş
-Şanslı Adam
-Şiirin Saati
-Talihli Bir Adam-Bir Köy Doktorunun Hikayesi
-Top Sende
-Tren Rayları
-Uçuşan Etekler
-Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
-Yedinci Adam
-Zamanımızın Bir Ressamı


Kitabın sonuna eklenen ve çok önemli bulduğum bir bölümü eklemek istedim.

Küresel Hapisane
Ekonomik Faşizm Üzerine Düşünceler

Adrianne Rich, harikulade bir Amerikalı şairdir kendisi, geçenlerde yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Adli İstatistik Bürosu'nun yayımladığı rapora göre, ABD'de yaşayan her 136 kişiden biri demir parmaklıkların arkasında. Bunların birçoğu hüküm giymeden hapis yatıyor."'

Aynı konuşmada, Adrianne Rich Yunan şair Yannis Ritsos'u alıntılamıştı:

Tarladaki son kırlangıç geç vakte kadar oyalandı
Havada asılı durdu, sonbaharın yeninde siyah bir
matem kurdelasıydı adeta
Geriye kalan hiçbir şey yoktu. Yanmış kül olmuş
evlerin tüten dumanından başka 


Ahizeyi kaldırdığım anda, senin beklenmedik bir şekilde aradığını biliyordum. Via Paola Sarpi'deki evinden konuşuyordun. (Seçimlerden ve Berlusconi'nin iktidara dönüşünden iki gün sonraydı.) Aniden beliren tanıdık bir sesin kimliğini saptama hızımız rahatlatıcı, ama gizemli de. Çünkü bir sesi diğerinden net olarak ayrıştırmamızı sağlayan küçük farkı hesaplarken kullandığınız birimlerin, ölçütlerin ne adları var, ne formülleri. Onların kodları yok. Oysa zamanımızda, her geçen gün daha çok şey kodlanıyor.

Haliyle, verili başka şeyleri hesaplayan kodsuz, fakat keskin, başka ölçütler olup olmadığını merak ediyorum. Mesela, belirli bir durumdaki koşullu özgürlüğün miktarını, çapını ve kesin hatlarla çizilmiş sınırını. Mahkûmlar bunun uzmanı kesiliyor. Özgürlüğe dair özel bir hassasiyet geliştiriyorlar- bir ilke olarak değil, tanecikli bir madde olarak. Özgürlüğün parçacıkları vuku bulduğunda, neredeyse derhal teşhis ediyorlar.


Sıradan bir günde, kayda değer bir şey olmazken ve saat başı tebliğ edilen krizler bildik, tanıdık krizler iken-ve siyasetçiler krizler olmadığı takdirde felaket olacağını ilan ederken- insanlar birbirleriyle göz göze gelirken, bazı bakışlar içlerinden geçirdikleri şeyi başkalarının da düşünüp düşünmediğini kolaçan ediyor: Hayat böyle işte!

Genellikle o başkaları da aynı şeyi düşünüyor ve bu asli paylaşımda, bir şey söylemenin veya tartışmanın öncesinde, bir tür dayanışma söz konusu.

İçinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak kelimeler arıyorum. “Emsalsiz” demenin pek bir manası yok, tarih keşfedildiğinden beri, hiçbir dönemin emsali görülmemiştir.

İçinden geçtiğimiz dönemin bütünlüklü bir tarifini aramıyorum. Zygmunt Bauman gibi bu hayati görevi üstlenmiş düşünürler var. Ben yalnızca işaret levhası işlevi görecek bir imge arıyorum. İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar. Popüler atasözlerinin içerdiği söze dökülmemiş varsayımlara benzerler. İşaret levhaları olmadığında, daireler çizerek dönüp durmak gibi büyük bir insani risk söz konusudur.

*
Benim bulduğum işaret levhası “hapishane”. Biz bu gezegenin dört bir yanında, hapishanelerde yaşıyoruz,

“Biz” kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştuklarına bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir “biz". O halde kendimizden “onlar” diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum? Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat. Fakat tarif edebilmek için tarihsel bir bakışla düşünmek gerekiyor.

Michel Foucault hapishanenin 18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında icat edildiğini, sanayi devrimiyle, fabrikalarla ve faydacılık felsefesiyle sıkı bağlarıı olduğunu göstermişti. Daha önceki dönemlerde, hapishaneler mağaranın ve zindanın uzantısıydı. Bugünün hapishanesinin onlardan farkı, barındırdığı mahkûm sayısı- ve onları Panopticon modeli sayesinde sürekli gözetim altında tutması. Panopticon modelinin mucidi, etiğe muhasebe kurallarını getiren Jeremy Bentham'dı.

Muhasebecilik her alışverişin kayda geçirilmesini talep eder. Hapishanelerin dairesel duvarları, hücrelerin daire biçiminde dizilmesi ve merkezde gözetleme kulesinin yer alması aynı mantığın ürünüdür. Bentham 19. yüzyılın başlarında John Stuart Mill'in hocası ve sanayi kapitalizminin önde gelen faydacı düşünürlerinden biriydi.

Bugün, küreselleşme çağında, dünya sanayi sermayesinin değil, finans sermayesinin egemenliği altında. Ve suçu tanımlayan dogmalar ile hapsetmenin mantığı radikal biçimde değişmiş durumda. Hapishaneler hâlâ var ve her geçen gün yenileri inşa ediliyor. Fakat hapishane duvarları şimdi başka bir amaca hizmet ediyor. Kapatma, hapsetme maksadıyla kurulmuş olan alan dönüşüme uğradı.


Yirmi yıl önce, Nella Bielski'yle birlikte, Gulag'lar hakkında 'A Question of Geogmphy' (Bir Coğrafya Meselesi) adlı bir oyun yazmıştık. İkinci perdede bir zek (bir siyasi mahkûm) Gulag'a yeni gelen bir delikanlıyla çalışma kampındaki seçenekler ve seçimlerin sınırlılığı hakkında konuşur:

“Akşam olunca, bütün gün taygada çalışıp bitap düşmüş ve karnın zil çalarak hücrene döndüğünde, çorba ve ekmek hakkını kazanırsın. Çorba konusunda bir seçenek yoktur. Sıcakken ya da hiç olmazsa ılıkken yemek zorundasın. Ama 400 gram ekmeğe gelince, seçeneklerin vardır. Mesela, üç parçaya ayırabilirsin. Birini çorbayla yiyebilirsin, birini ranzanda uykuya geçmek üzereyken ağzına koyup emebilirsin, son parçayı da ertesi sabah çalışırken ve karnın guruldamaya başladığında ağzına atarsın.

"Zek'sen ve takım lideri olmuşsan iki seçeneğin vardır. Ya işbirlikçi olacaksın ya da zek olduğunu unutmayacaksın."

Gulag'lar artık yok. Gelgelelim, milyonlarca insan Gulag'lardakinden pek farkı olmayan koşullarda çalışıyor. Değişen şey, işçilere ve suçlulara uygulanan adli mantık. Gulag'larda siyasi mahkumlar suçlu ilan edilir ve köle-işçiliğe indirgenirdi. Bugün vahşice sömürülen milyonlarca işçi, suçlu statüsüne indirgeniyor.

Suçlu = Köle-İşçi şeklindeki Gulag denklemi, neoliberalizm tarafından yeniden yazıldı: İşçi = Gizli Suçlu. Küresel göçün dramı bu yeni formülde yatıyor: Çalışanlar gizli suçlular. İtham edildiklerinde hayatta kalabilmek için ne mümkünse yapmaktan suçlu bulunuyorlar.

ABD'de 15 milyon Meksikalı izinsiz çalışıyor, dolayısıyla yasadışı konumdalar. ABD-Meksika sınırında 1200 kilometrelik bir beton duvar var ve 1800 gözetleme kulesinden oluşan bir "sanal" duvarın inşa edilmesi planlanıyor. Elbette, bu duvarlar arasından geçmenin yolları -ne kadar tehlikeli olursa olsun--bulunacaktır.

İmalata ve fabrikalara dayalı sanayi kapitalizminden serbest piyasa spekülasyonuna dayalı finansal kapitalizme geçişle birlikte, hapsedilme alanı değişti. Her gün 1.300 milyar dolar tutarında finansal işlem yapılıyor, bu meblağ toplam ticaret hacminin elli katı.

Hapishane artık gezegen çapında. Ve ona tahsis edilmiş çeşit çeşit isimleri olan mıntıkalar var. İşyeri, mülteci kampı, alışveriş merkezi, periferi, getto, plaza, favela, banliyö... Asli olan şu: Bu mıntıkalara kapatılmış olanlar hapishane arkadaşlarınız.


Mayısın ilk haftası. Kuzey yarıkürenin tepelerinde, dağlarında, sokaklarında, bahçelerinde birçok ağaç yaprak veriyor. Yeşilin çeşitli türlerinin birbirinden farkı bir yana, insanlar her bir yaprağın diğerlerinden farklı olduğu izlenimi ediniyor. Dolayısıyla, milyarlarca -hayır, milyarlarca değil, o kelimeyi dolarlar iğdiş etti- sonsuz çeşitlilikte yeni yapraklarla karşılaşıyorlar. Doğanın devamlılığının görünür işaretleri mahkumlar için hep dolaylı olarak yüreklendirici olmuştur ve hâlâ olmaktadır.

*
Bugün, hapishane duvarlarının (beton, elektronik, devriye gezen veya sorguya çeken) birçoğunun amacı, mahkumları içeride tutmak ve ıslah etmek değil, hariç tutmak ve dışlamak. Dışlananların büyük çoğunluğu anonim kişiler. Dolayısıyla bütün güvenlik güçlerinin en büyük takıntısı kimlikler. Bu insanlar sadece anonim değil, aynı zamanda sayısız. İki nedenle:

Birincisi, sayıları sürekli değişiyor. Her açlık, doğal afet ve askeri müdahale (şimdi buna "polisiye tedbir" deniyor) dışlananların sayısını azaltıyor ya da artırıyor. İkincisi, onların sayısını hesaplamak hakikatle yüz yüze gelmek demek. Zira yerkürenin nüfusunun çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Bununla yüz yüze gelmek mutlak absürde çakılmak demek.

*
Küçük malları paketlerinden çıkarmanın giderek zorlaştığını fark ettiniz mi? Ücret karşılığında istihdam edilen insanların hayatlarına da benzer bir şey oldu. Yasal olarak istihdam edilenler ve yoksul olmayanlar, kendilerine giderek daha az seçenek sunan -birbirine bağlı iki seçenek olan itaat ve itaatsizlik haricinde-ziyadesiyle daralmış hayat alanlarında yaşıyorlar. Çalışma saatleri, ikametgahları, geçmişte edindikleri becerileri ve tecrübeleri, sağlıkları, çocuklarının geleceği, ezcümle işlevlerinin dışındaki her şey, likit kârın devasa ve öngörülemeyen taleplerinin yanında tâli, önemsiz bir yer tutuyor. Dahası, bu katı kurallara "esneklik" deniyor. Hapishanede kelimelerin anlamları tersyüz edilir.

Çalışma koşullarının tehlike sinyalleri veren baskısı, Japonya mahkemelerini yeni bir adli tıp kategorisini tanımak ve tarif etmek zorunda bıraktı: "Aşırı çalışma nedeniyle ölüm."

“Başka hiçbir sistemin fizibilitesi yok". Öyle deniyor ücretli çalışanlara. Başka seçenek yok. Buyrun asansöre. Asansör küçük bir hücre.


Hapishanenin bir yerinde, belediyenin kapalı yüzme havuzunda yüzme dersi alan beş yaşındaki bir kız çocuğunu seyrediyorum. Lacivert bir mayosu var. Yüzebiliyor, ama henüz bunu tek başına, yardımsız yapabilecek özgüveni yok. Öğretmeni onu havuzun derin kısmına götürüyor. Öğretmeninin uzattığı uzun çubuğu tutarak suya atlayacak. Bu korkusunu yenmesinin bir yolu. Aynı şeyi dün de yapmışlardı.

Küçük kız bugün çubuğa tutunmadan atlamak istiyor suya. Bir. iki, üç! atlıyor, fakat son anda çubuğa tutunuyor. İkisi de tek kelime etmiyor. Kadınla küçük kız arasında belli belirsiz bir tebessüm cereyan ediyor. Kız tez canlı, kadın sabırlı. Kız havuzun merdivenlerini çıkıyor, kenara geliyor. "Bir daha "diye fısıldıyor. Kollarını yana açarak suya atlıyor, hiçbir şeye tutunmuyor. Yüzeye geldiğinde, çubuğun ucu burnunun dibinde. Çubuğa dokunmadan merdivene doğru iki kulaç atıyor.

Lacivert mayolu kızın ve sandaletli kadının hapishanedeki mahkûmlar olduklarını mı söylüyorum? Kızın çubuğu tutmadan suya atladığı anda, ikisi de kesinlikle hapishanede değildi. Ancak, önümüzdeki yılları düşündüğümde ya da yakın geçmişe baktığımda, korkarım ki, tarif ettiğim sahneye rağmen, ikisi de mahkûm olmanın ya da yeniden mahkûm olmanın riskini taşıyor.
 
Dünyayı çevreleyen iktidar yapısına ve onun otoritesinin işleyişine alıcı gözle bir bakın. Her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor, doğaçlıyor.

Dünyaya hükmeden piyasa güçleri, bütün ulus-devletlerden daha kuvvetli olduklarını ileri sürüyorlar. Cep telefonumuzdan arayıp özel sağlık sigortasına veya emeklilik sigortasına kaydolmamız için ikna etmeye çalışmalarından, Dünya Ticaret Örgütü'nün en son ültimatomlarına kadar bu iddia her dakika yineleniyor.

Sonuç olarak hükümetlerin birçoğu artık yönetmiyor. Hükümetler artık kendi seçtikleri hedeflere yönelemiyor. “Ufuk" kelimesi, geleceğe dair umut vaadiyle birlikte siyasi söylemden silindi- hem sağda hem solda. Mevcut olanı ölçmenin dışında tartışılan bir şey yok. Kamuoyu yoklamaları istikameti ve arzuyu ikame ediyor.

Hükümetlerin birçoğu yönetmek yerine çobanlık yapıyor. (Amerikan hapishane argosunda, gardiyanlara “çoban” denir) 18. yüzyılda uzun süreli hapis cezasına "sivil ölüm" deniyordu. Üç yüzyıl sonra hükümetler kanunlarla, zorla, ekonomik tehditlerle ve yaygaralarıyla kitlesel “sivil ölüm" rejimleri empoze ediyorlar.
 
Geçmişte ki despot rejimlerin altında yaşamak da bir mahpusluk türü değil miydi? Hayır, tarif etmeye çalıştığım anlamda bir mahpusluk değildi. Bugün yaşadığımız yeni bir şey, zira mekânla başka bir ilişki söz konusu.

İşte bu noktada Zygmunt Bauman'ın düşünceleri aydınlatıcı. Bauman dünyayı yöneten piyasa güçlerinin mekândan azade olduğuna, yani "alan sınırlamasından, yerel bağlardan" muafiyet kazandığına dikkat çekiyor. Bu güçler uzak ve anonim, dolayısıyla eylemlerinin yerel ve fiziksel etkilerini hesaba katmak zorunda değiller. Bauman, Alman Merkez Bankası başkanı Hans Tietmeyer"i alıntılıyor:

 "Günümüzdeki mesele, yatırımcıların güvenini sağlayacak koşulları oluşturmak."

Tek ve yüce öncelik bu. Ve bu öncelikten hareketle, üreticilerden, tüketicilerden ve marjinalize edilmiş yoksullardan oluşan dünya nüfusunun denetlenmesi, itaatkâr ulusal hükümetlere havale edilen bir görev. Gezegen bir hapishane, hükümetler de ister sağcı olsun ister solcu, çobanlık yapıyor. 


Hapishane sistemi siberuzay sayesinde işliyor. Siberuzay -piyasaya alışveriş hızı sağlıyor, işlemler anında gerçekleşiyor, gece gündüz demeden kesintisiz sürüyor. Piyasa despotizmi mekândan azade olma ehliyetini bu hızdan alıyor. Ne var ki bu hız, onu kullananlar üzerinde patolojik bir etki yapıyor. Onları uyuşturuyor. Bu hızda acıya yer yok. Acının lafı ediliyor olabilir; ama hissedilmesi, çekilmesi söz konusu değil. Dolayısıyla insani durum sistemi işletenlerin bünyesinden defediliyor, dışlanıyor. Yalnızlar, çünkü tepeden tırnağa taş kalpliler.

-Geçmişte despotlar acımasız ve erişilmezdi, ama acıya maruz kalanlarla komşuydular. Artık bu durum söz konusu değil ve sistemin muhtemel zâfiyeti tam da burada.

"Uzun kapılar çarpıyor
Hapishane avlusundayız
Yeni bir mevsimde "  (Tomas Tranströmer)

Onlar (biz) hapishane arkadaşları(yız). Bunu söylemek, hangi tonda söylenirse söylensin, bir reddi içeriyor. Gelecek, hiçbir yerde, hapishanede olduğu kadar tasarlanan, hesaplanan, şimdinin zıddı olarak özlemi duyulan bir şey değildir. Hapse tıkılanlar şimdiyi asla bir son olarak kabullenmezler.

Bu arada, şimdiyi nasıl yaşamalı? Hangi sonuçlara ulaşmalı? Hangi kararları almalı? Nasıl davranmalı?

İşaret levhalarını oluşturduğumuza göre, birkaç istikamet önerim olacak.

Duvarın bu tarafında tecrübelere kulak verilir, hiçbir tecrübe vadesi dolmuş addedilmez. Ayakta kalmak saygı duyulan bir şeydir ve herkes bilir ki, ayakta kalmak mahkûmlar arasındaki dayanışmaya bağlıdır. Otoriteler de bunu bildikleri için yalnızlaştırma politikası uygularlar. Bu yalnızlaştırma, fiziksel tecrit veya manipülatif jargonla gerçekleştirilir. Bireyler tarihten, kökenlerinden, yeryüzünden ve en önemlisi, ortak bir gelecekten yalıtılır.


Hapishane yöneticilerinin laflarına kulak asmayın. Elbette kötü yöneticiler ve daha az kötü yöneticiler var. Bazı durumlarda aradaki farkı dikkate almak gerekir. Ama dedikleri -daha az kötülerinki de dahil olmak üzere-boktan şeyler. İlahilerini, parolalarını, sihirli sözlerini tekrarlayıp duruyorlar: Güvenlik, Demokrasi, Kimlik, Medeniyet, Esneklik, Üretkenlik, insan Hakları, Entegrasyon, Terörizm, Özgürlük... 

Maksatları kafa karıştırmak, bölmek, dikkat dağıtmak ve bütün mahpusları uyuşturmak. Duvarın bu tarafında hapishane yöneticilerinin kelimeleri manasız ve düşünceye faydası olmayan şeyler. Hiçbir karşılıkları yok. Bu lafları kendi kendimize düşünürken bile reddetmeliyiz.

Mahkûmların kendilerine has kelime dağarcıkları var, onlarla düşünüyorlar. Birçok kelime bir sır olarak saklanıyor, birçok kelimenin sayısız yerel varyasyonu mevcut. Kısa kelimeler ve ifadeler, ama koskoca bir dünyayı içeriyorlar: Sana-benim-tarzımı-gösteririm, bazen-meraklanmak, pajarillo, B blokta-bir şeyler-oluyor, çıplak, bu-küçük-küpeyi-al, bizim-için-öldü, kovala-mevzuyu, vb.

Mahkumlar arasında çelişkiler var- bunlar bazen şiddetli de. Bütün mahkûmlar mahrum bırakılmış insanlar, ama mahrum bırakılma derecelerinin farkı haset yaratıyor. Duvarın bu tarafında hayat ucuz. Küresel despotluğun belli bir çehreye sahip olmaması günah keçisi avcılığını, mahkumlar arasındaki düşmanlıkları körüklüyor. Yoksul yoksula saldırıyor, işgal altındakiler birbirini yağmalıyor. Mahkumlar idealize edilmemeli.

Mahkumları idealize etmeden ortak paydalarına-hiç gerekmediği halde çektikleri acı, tahammül güçleri, açıkgözlülükleri- bakalım. Bunlar, onları ayıran şeylerden daha belirleyici, daha açıklayıcı. Yeni dayanışma biçimleri de bu özelliklerinden doğuyor. Yeni dayanışmalar farklılıkların ve çoğullukların karşılıklı olarak tanınmasıyla başlıyor. Hayat böyle işte! Bir dayanışma, ama kitlesel değil, karşılıklı irtibatlanmanın dayanışması. Hapishane koşullarında çok daha münasip olan o.

*
Otoriteler mahkûmları dünyanın öteki hapishanelerinde olanlar hakkında sistematik bir biçimde yanlış bilgilendiriyor. Onları, kelimenin agresif anlamında, endoktrine etmiyorlar. Endoktrinasyon eğitime tabi tuttukları tacirlerden, işletmecilerden, piyasa uzmanlarından oluşan küçük bir elit tabakaya mahsus. Hapishane nüfusu için uygun gördükleri, onları aktive etmek değil, pasif bir belirsizlik içinde tutmak. Hayatta riskten başka bir şey olmadığını ve yeryüzünün emniyetsiz bir yer olduğunu bıkıp usanmadan onlara hatırlatmak.

Bu, titizlikle seçilen enformasyonla, dezenformasyonla, yorumlarla, rivayetlerle, hayali öykülerle yapılıyor. Operasyon başarılı olduğu müddetçe halüsinatif bir paradoks oluşturulup pekiştiriliyor. Hapishane nüfusuna, her bireyin önceliğinin kendi kişisel emniyeti olduğuna ve hapsedilmişliklerine rağmen, ortak kaderden, ortak akıbetten bireysel kurtuluşun bir yolunun bulunabileceğine inandırma tuzağı kuruluyor.

Bu dünya görüşünden yansıyan insanoğlu imgesinin emsali şimdiye kadar hiç görülmemişti. İnsanoğlu korkak bir varlık olarak resmediliyor; sadece kazananlar cesur. Dahası, armağan diye bir şey yok, sadece ödül var.

Mahpuslar birbirleriyle iletişim kurma yolunu her zaman bulmuşlardır. Siberuzay, bugünün global hapishanesinde, onu ilk kuranların çıkarlarına karşı kullanılabilir. Bu sayede mahkûmlar dünyada her gün neler olduğu hakkında birbirlerini bilgilendiriyor ve geçmişin hasıraltı edilmiş öykülerini izliyor, ölülerle omuz omuza duruyorlar. Bunları yaparken küçük armağanları yeniden keşfediyorlar, cesaret örneklerini, tamtakır mutfaktaki bir demet gülü, silinmez acıları, annelerin yorulmak nedir bilmezliklerini, kahkahayı, karşılıklı yardımı, sükûtu, hep genişleyen direnişi, gönülden fedakârlığı ve daha fazla kahkahayı. Mesajlar kısa, ama yalnız gecelerine (gecelerimize) yayılıyor.


Yol haritasının nihai kılavuzu taktiksel değil, stratejik.

Dünyanın despotlarının mekândan azade olmaları, her şeyi denetleyen, gözetleyen iktidarlarının kapsamını açıkladığı gibi, beliren zaaflarını da imliyor. Siberuzayda faaliyet gösteriyorlar ve korunaklı sitelerinde yaşıyorlar. Onları çevreleyen dünyadan bihaberler. Dahası, o türden bir bilgiyi önemsiz bularak ellerinin tersiyle itiyorlar. Sadece yeraltı kaynaklarının esamisi okunuyor. Dünyaya kulak veremiyorlar. Yeryüzüne ayak bastıklarında körleşiyorlar. Yerelde kayboluyorlar.

Hapistekiler için tam tersi geçerli. Hücrelerin duvarları bütün dünyada birbiriyle temas ediyor. Süregelen direnişin etkili eylemleri, uzaktaki ve yakındaki yerelde kök salacak. Ücradaki direniş yeryüzünü dinliyor. Özgürlük yavaş yavaş beliriyor, parmaklıkların dışında değil, hapishanenin derinliklerinde.
 
Via Paola Sarpi'deki evinden aradığında sesini derhal tanımakla kalmadım, sesin sayesinde kendini nasıl hissettiğini de tahmin edebildim. Öfkeyle ya da daha ziyade sabırlı -senin tipik özelliğin bu- bir öfkeyle iç içe geçmiş olan yeni umudumuzun hızlı adımlarını da işittim.

kitapla ilgili çok geniş bir bilgiye buradan bakabilirsiniz.


25 Ağustos 2024

Margarethe von Trotta


Margarethe von Trotta 

1942'de Berlin'de doğdu. Babası ressam Alfred Roloff'du. Margarethe von Trotta, annesi Moskova'dan Baltık aristokratı Elisabeth von Trotta ile birlikte büyüdü. Savaştan sonra ikili önce Bad Godesberg'e, ardından Düsseldorf'a taşındı. Margarethe von Trotta ticaret okuluna gitti, sanat okudu, daha sonra Münih'te Almanca ve Roman dilleri okudu ve drama okuluna gitti. Filme olan aşkını Paris'te çocuk bakıcısı olarak kaldığı süre boyunca keşfetti. Margarethe von Trotta, 1971'den 1991'e kadar evli olduğu Rainer Werner Fassbinder ve Volker Schlöndorff ile birlikte çalışarak yaklaşık on yıl boyunca oyuncu olarak başarılı oldu. 


Von Trotta birçok röportajından birinde şunları söyledi: "Yeni Dalga'dan önce Almanya'dan geldim, bu yüzden tüm bu aptalca filmlerimiz vardı. Sinema benim için eğlenceydi, ancak sanat değildi. Paris'e geldiğimde Ingmar Bergman'ın birkaç filmini izledim ve birdenbire sinemanın ne olabileceğini anladım. Alfred Hitchcock'un filmlerini ve Fransız Yeni Dalga'sını izledim . Orada durup 'hayatımda yapmak istediğim şey bu' dedim. Ancak yıl 1962'ydi ve bir kadının yönetmen olabileceğini düşünemezdiniz. Bir bakıma, bilinçsiz bir eylem olarak oyunculuğa başladım ve Yeni Alman filmleri başladığında, oyunculuk yoluyla girmeye çalıştım."


1964'te von Trotta, Jürgen Moeller ile evlendi ve bir oğlu oldu, Alman belgesel yönetmeni Felix Moeller. 1968'de boşandılar ve von Trotta, Alman film yapımcısı Volker Schlöndorff ile evlendi . Birlikte Felix'i büyüttüler ve film projelerinde birlikte çalıştılar. 1970'lerin ortasında Margarethe von Trotta yönetmenliğe geçti.

    

Sıklıkla dünyanın önde gelen feminist film yapımcısı olarak selamlanan (kendisi "kadın filmleri" yaptığı iddiasını reddeder.), sosyal ve politik meselelerle ilgilenmekten asla kaçınmadı. Kitle iletişim araçlarının gücü, tarihi olaylar, radikalleşme ve kadın hakları, politik olarak çalkantılı 1970'lerden bu yana filmlerinin merkezinde yer aldı. 

Venedik Film Festivali'nde bir Altın Aslan , iki David di Donatello Ödülü , Chicago Uluslararası Film Festivali'nde Altın Hugo Ödülü , Avrupa Film Ödülleri'nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü, Alman Film Ödülleri'nde Yaşam Boyu Başarı Ödülü, Cannes Film Festivali'nde iki Altın Palmiye adaylığı ve çok sayıda başka ödül ve adaylık aldı.

2001 yılında 23. Moskova Uluslararası Film Festivali'nde jüri başkanlığı yaptı. Saas-Fee'deki Avrupa Lisansüstü Okulu'nda sinema profesörü olarak görev yapıyor ve Alman sinemasının önemli kişiliklerinden biri olmaya devam ediyor.

Margarethe von Trotta halen Paris'te yaşıyor.


Filmografi



2023-Ingeborg Bachmann -Çölün Kalbine Yolculuk
2018-Ingmar Bergman
2017-Forget About Nick
2015-The Misplaced World
2012-Hannah Arendt
2012-Never for Love
2009-Vision-From the Life of Hildegard Von Bingen
2006-I Am the Other Woman
2003-Rosenstrasse
1994-The Promise
1993-The Long Silence
1990-L'africana
1988-Fear and Love
1986-Rosa Luxemburg
1983-Sheer Madness
1981-Marianne and Juliane
1979-Sisters, or The Balance of Happiness
1978-The Second Awakening of Christa Klages
1975-The Lost Honor of Katharina Blum



2023-Ingeborg Bachmann

Ingeborg Bachmann ve Max Frisch, 1958 yazında Paris'te ilk kez tanıştıklarında, edebiyat dünyasının uluslararası ünlüleri haline gelmişlerdir. Sonraki dört yıl boyunca, memleketi Zürih ile evlat edindiği Roma arasında büyük bir aşk ve açık bir ilişki yaşarlar.

 2023 Berlin Film Festivali’nin ana yarışmasında dünya prömiyerini yapan Ingeborg Bachmann: Çölün Kalbine Yolculuk, Ingeborg Bachmann’ın yazdığı metinlerle yetinmiyor, başkarakterinin İsviçreli yazar Max Frisch ile tutkulu ilişkisini, Berlin ve Zürih’ten Mısır’a yaptığı zorlu yolculuğu beyazperdeye aktarıyor. Margarethe von Trotta filmlerinde genellikle Hannah Arendt ve Rosa Luxembourg gibi ataerkil normlara boyun eğmeyi reddeden irade sahibi kadınların hikâyelerine odaklanır. Erkeklerin baskın olduğu edebiyat dünyasında özgürleşmiş bir kadın olarak "Faşizm, erkekle kadın arasındaki ilişkinin ilk unsurudur” diyen Ingeborg Bachmann'da istisna değil.  



1978-The Second Awakening of Christa Klages

Margarethe von Trotta,  ilk kez tek başına yönettiği bu filmde, kovalamaca filmine karmaşık bir bakış açısı getiriyor ve  en sevdiği temayı ele alıyor: Kadınlar arasındaki güçlü ve çoğu zaman gizemli psişik bağ. Kısıtlı bir bütçeyle çekilen bu sürükleyici ve ikna edici drama, kadın ilişkilerini, kız kardeşliği ve şiddetin rahatsız edici kullanımlarını ve etkilerini araştırıyor.

Üç kişi, borç içindeki bir kreşe yardım etmek için bir bankayı soyar. Wolf yakalanır, Werner teşhis edilir, polis Christa'nın ( Tina Engel ) üçüncü olduğundan şüphelenir. Kaçarken, polis tarafından ve daha belirsiz bir şekilde baskında rehin tutulan genç kadın Lena tarafından da takip edilir.



1975-The Lost Honor of Katharina Blum

Margarethe von Trotta'nın medya manipülasyonu ve kişisel özgürlük üzerine derinlemesine politik öyküsü. Devlet gücü, bireysel özgürlük ve medya manipülasyonuna dair sert bir eleştiri olan film, 1975'te vizyona girdiği gün olduğu kadar bugün de güncelliğini koruyor.

Genç hizmetçi Katharina ( Angela Winkler ) bir partide yakışıklı bir adama aşık olur - onun bilmediği şey, polisten kaçan bir suçlu olmasıdır. Bu sözde teröristle geçirdiği gece, onun sakin hayatını mahvetmeye ve onu polis gözetimine almaya yeter. Ucuz gazete sansasyonuyla sömürülen Katharina, giderek daha geniş bir hedef haline gelir. Anonim telefon görüşmeleri ve mektuplar, cinsel tacizler ve tehditler, hepsi onun onurunun ve akıl sağlığının sınırlarını test eder. Katharina Blum'un Kayıp Onuru , Heinrich Böll'ün tartışmalı romanının  güçlü ancak duygusal bir uyarlaması .


1986-Rosa Luxemburg

Polonyalı sosyalist ve Marksist Rosa Luxemburg ( Barbara Sukowa ), 20. yüzyılın başlarında Polonya ve Almanya'da devrimin hizmetinde yorulmadan çalışmaktadır. Luxemburg inançları için kampanya yürütürken, Almanya için yeni bir vizyon sunan Spartakist Birliği'ni kurarken defalarca hapse atılır. Sukowa aracılığıyla Luxemburg'un karakteri ekranda derinlik ve karmaşıklıkla canlanıyor.

Başlangıçta Rainer Werner Fassbinder tarafından yönetilmesi düşünülen filmin yönetmeni von Trotta, 1982'de Luxemburg'un ölümünden sonra Luxemburg'un karakterine takıntılı hale geldi.

Luxemburg'un 2500'den fazla yazısını ve konuşmasını araştırdıktan sonra orijinal senaryoyu tamamen yeniden yazmış ve bu da belli oluyor; son film inanılmaz derecede gerçekçi, başından sonuna kendi vizyonunu yansıtıyor.


Sina Teigelkötter ile yaptığı bir söyleşi 

Bir zamanlar hayatında önemli olan bir yere geri dönen herkes, kendisiyle, o döneme ait istek ve umutlarıyla karşılaşır. 

 Margarethe von Trotta, 1948'de Bad Godesberg'e geldiğinde altı yaşındaydı. Savaş henüz bitmemişti, Berlin devasa bir harabe alanıydı, Margarethe orada bombalanan evlerin arasında oynamıştı. Bazen mayın patladı ve bir çocuğu yaraladı. Başka bir çocuk. Amcası, o ve annesinin oradan ayrılması gerektiğine karar verdi ve onu buraya, Ren Nehri'ne getirdi. Yıllar sonra buraya geldiğinde şunu demişti;

"Buraya geldiğimde her zaman Ren Nehri'ne bakmam gerekiyor, beni sakinleştiriyor."

 Artık “Rheinhotel Dresen”in bir parçası olan kestane bahçesinin devasa pencereli önünde oturuyoruz. Zamanın dışına çıkmış gibi görünen bir yer: mantarları andıran kırmızı beyaz teneke fenerler, deniz kabuğu şeklindeki spa konser sahnesinin önünde küçük budaklı ağaçlar. Margarethe von Trotta, "Burada daha önce çekim yaptığımı biliyor muydunuz?" diye soruyor. 2003, "Öteki Kadın". En sevdiği aktrislerden biri olan Barbara Sukowa, bu bira bahçesinde dans etmiştik" Burada epeyce tadilat yaptık; filmde burayı tanımak için yakından bakmanız gerekiyor."


Bir keresinde de 20 yıldır evli olduğu yönetmen Volker Schlöndorff ile birlikte buraya geldi. "Ona hayatımın en mutlu zamanını nerede geçirdiğimi göstermek istedim" diyor. Ama sarı at kuyruklu küçük Margarethe'nin asıl mutluluğu Ren nehrinin birkaç yüz metre yukarısındaki başka bir bahçedeydi: Villa Deichmann'ın parkında. 

Zengin bankacılar olan Deichmann'lar savaştan sonra mültecileri kabul etmek zorunda kaldı. Böylece Margarethe ve annesi de burada kalacak yer buldular. Bej-kahverengi Art Nouveau villa, buraya geldiğinde altı yaşındaki kıza bir peri masalı şatosu gibi görünmüş olmalı; taretler ve çatılar, eğlenceli balkonlar ve her tarafta bol miktarda yeşillik. Büyülü bir orman. Suyun olmadığı çatı katındaki küçücük odayı annesiyle paylaşmak zorunda kalması önemli değildi. Ev sahiplerinin mülteci çocuklara pek saygı duymadığı ve bunu pek gizleyemediği de.. Her şey önemsizdi. Margarethe daha önce hiç burası kadar güzel bir yer görmemişti. 

Mülkü bu taraftan çevreleyen taş duvarın arkasında yatan şeye o kadar odaklanmıştı ki. O köşe her zaman bu kadar iğrenç miydi? Bu çalı o sırada orada değildi. . . "Kocaman salkımsöğüt ağacına bakın!" Nerede? "İşte orada! Penceremden onları görebiliyordum." Geceleri gölgesi bazen pencereden içeri giriyor, yatağın üzerinde geziniyor, tehditkar bir şekilde şaha kalkıyor ve küçük kızların huzursuz uyumasına neden oluyordu.


"O zamanlar kendimi savunmayı öğrendim" diyor. Bu Margarethe aslında nasıl bir kızdı? "Meraklı, cesur, arsız." Hayalleri var mıydı? Bir dansçı ya da sanatçı, tercihen de ip cambazı olmak istiyordu. Ancak babasının tamamen farklı planları vardı. Margarethe von Trotta, takviminden 1951 yazında tam burada, Ren nehrinin kıyısında çekilmiş bir fotoğrafın eski siyah beyaz bir kopyasını çıkarıyor. Annesi, karnına sıkıştırdığı ucuz bir fotoğraf kutusuyla fotoğrafı çekmişti. Resimde Margarethe, babası ressam Alfred Roloff'un yanında görülüyor. Margarethe von Trotta bu fotoğrafı her zaman yanında taşıyor. Onu Ren nehrinin kıyısında babasının yanında gösteriyor. Annesi o zamanlar onu çok nadir görüyordu, yılda sadece birkaç hafta. Baba başka bir kadınla yaşıyordu. Ancak bunu çok sonra öğrenecekti. 

Babası o yaz Ren Nehri'ne geldi ve kısa sürede yeniden geri döndü. Onunla oynadım, hikayeler anlattım, Ren vapurunda onunla birlikte yolculuk yaptım. Her şey güzel gidiyorken bir gün acımasız diğer yüzünü de gösterdi. Villadaki odasında Siebengebirge'nin yansıması için cam bir sürahiyi masanın üzerine yerleştirdi ve kızına bunu kopyalamasını söyledi. Margarethe denedi ve başarısız oldu. Tekrar tekrar. Babanın yıkıcı kararı: "Tamamen yeteneksiz."

Muhtemelen yalnızca sanatçı babasına bir şeyler kanıtlamak ve nihayetinde beklentilerini karşılamak için yönetmen olduğunu söylüyor: "Ona cesur olduğumu ve bir şeyler yapabileceğimi göstermek istedim." Belki de bu yüzden filmlerinde her türlü erkek direnişine karşı kendi yoluna giden kadınlar tekrar tekrar karşımıza çıkıyor. Margarethe von Trotta, hayata teslim olmak yerine mücadele ederek onu şekillendiren güçlü kadınlara her zaman hayran kalmıştır. Son olarak "Vision"da hayatını filme aldığı Hildegard von Bingen, yine başrolünde Barbara Sukowa yer alıyor.


Margarethe von Trotta elindeki fotoğrafa tekrar bakıyor. "Hafızamda babam her zaman katıdıydı" diyor pişmanlıkla. "Ama bana bakış şekli beni sevmiş olmalı. İkimiz de neredeyse bir çifte benziyoruz..." Fotoğrafı dikkatlice bir parça streç filme koyuyor ve ancak daha sonra tekrar takvimine koyuyor. Annesi her zaman ona daha yakındı. Eski Baltık soylularından gelen Elisabeth von Trotta onu tek başına büyüttü. Para kısıtlıydı ve annesi çoğu zaman geceleri uyanık yatıyor ve ertesi gün yeterince yiyecek olması için dua ediyordu. 

Margarethe von Trotta, "ruh ve duygu"nun hiçbir zaman eksik olmadığını söylüyor. Bugün için sahip oldukları şeyler onun için pek bir şey ifade etmiyor. İnsanlar, aşk, edebiyat; bunların hepsi çok daha önemli. Margarethe von Trotta bunu özellikle filmlerinin birinde "Villa Deichmann" da hissetti.  Bir aile olarak, hiçbir zaman birlikte yaşamadık. 1951'de baba öldü, kısa bir süre sonra da amca öldü. 

Margarethe annesiyle birlikte Düsseldorf'a taşınır. 17 yaşında Paris'e gidecek ve sinema sevgisini orada keşfedecektir. Ancak Margarethe von Trotta, bu hikayenin daha önce birçok kez anlatıldığını ve bugün bunun hakkında söylenecek pek bir şey olmadığını söylüyor: "Siebengebirge'nin önünde bir fotoğrafımı daha çek" diye fotoğrafçıya sesleniyor. "Hayır, arkadan! İnsanları arkadan gösteren resimleri seviyorum." Fotoğrafçı önce kaşlarını çatıyor ama sonra merceğini yeniden ayarlıyor. "Gerçekten Siebengebirge bölgesinin tamamına sahip misiniz?" Evet, öyle.


Filmlerinde aslında neden geriye bakmayı bu kadar seviyor? Margarethe von Trotta, "Hatırlamak istemezseniz geleceği düşünemezsiniz" diyor. Geçmişinizin farkında olmanız önemlidir. Ancak şu anda yanlış bir izlenim yaratmak istemem. "Sadece geçmişten bahseden insanlara üzülüyorum." Şimdiki zamanı yoğun bir şekilde yaşamayı seviyor. 

“Uzun bir süre boyunca ilgimi çeken hiçbir şey olmadı” diyor. "Her şey yavaş ilerledi. Artık insanlar krizde işlerini kaybettikleri için aniden kendilerini yüksek binalardan atmaya başlayınca, film yapmanın zamanı gelmiş gibi görünüyor." Ama önce Margarethe von Trotta'nın Ren Nehri boyunca biraz daha yürümesi ve burada nasıl "Schifferraten" oynadığını anlatması gerekiyor.  “Aslında o zamanlar her şey mükemmeldi” diyor. Gözleri sanki önümüzdeki günler, haftalar, yıllar boyunca her şeyi yakalamak istiyormuş gibi tamamen açıktı.

Margarethe von Trotta sık sık filmlerini fazla acıklı ve duygusal yapmakla suçlanıyordu. Kötü niyete katlanmak zorunda kaldı ve yaralandı. Film projeleri finanse edilemedi veya süresiz olarak ertelendi. Kariyerinde her zaman neden devam ettiğini bilmediği anlar olduğunu söylüyor."Bunaltıcı, bu duygu." 

Savaşmaya devam etti, kuru dönemlere katlandı, tavizler verdi, bekledi ve umut etti. Çok şükür hiçbir zaman depresyona yenik düşmedi, şöyle diyor: "Bir noktada dalga hafifliyor ve sonra bitiyor. Vazgeçmek benim karakterime yakışmıyor."

Güneş artık Ren nehrinin üzerinde daha alçakta. Geri dönme zamanı, feribota binemez miyiz? Ren'in diğer yakasından gerçekten tamamen farklı bir bakış açısına sahip oluyorsunuz." Böylece gemiye biniyoruz, diğer yakaya, Niederdollendorf'a gidiyoruz ve hemen geri dönüyoruz. Margarethe von Trotta parmaklığın tepesinde duruyor ve tekrar Villa Deichmann'a bakıyor. Saçları rüzgarda uçuşuyor, yüzü kulaklarının çok gerisinde rahatlıyor. "Güzel, değil mi?"

Küçük kız ve büyük nehir...


06 Mart 2024

Adam Baldych

 


Adam Baldych

Adam Baldych (18 Mayıs 1986'da Gorzów Wielkopolski , Polonya'da doğdu ) Polonyalı bir kemancı, besteci ve müzik yapımcısıdır. ACT MUSIC'in kayıtlı sanatçısıdır. 

Baldych, kemanla ilk 9 yaşında tanıştı ve Grazyna Wasilewska'nın rehberliğinde Gorzow Wielkopolski'deki bir müzik okulunda eğitim almaya başladı. 14 yaşında “Keman dahisi” olarak tanınıyordu. Kısa sürede kendi tarzını yaratarak yeni nesil doğaçlamacı kemancılara ilham kaynağı oldu.

Müziğini Polonya, Almanya, Güney Kore, Çin, Japonya, Amerika Birleşik Devletleri, Kanada, Avusturya, İzlanda, Portekiz, Azerbaycan, Hollanda gibi ülkelerin en önemli caz festivallerinde ve prestijli konser salonlarında sundu. İsveç, Norveç, Finlandiya, İtalya, İspanya ve Endonezya gibi ülke sanatçıları ; Yaron Herman, Agata Zubel, Cezary Duchnowski, Helge Lien, Aaron Parks, Lars Danielsson, Nils Landgren, Iiro Rantala, Marius Neset, Jacob Karlzon, Joachim Kuhn ve Billy Cobham gibi olağanüstü sanatçılarla sahne aldı ve kayıt yaptı. Pek çok ödül ve ödülün sahibi oldu. Üstün icra yeteneğine besteciliği de ekledi.

Adam Baldych, caz ve çağdaş müzik performansı alanındaki yaratıcılığı, iki alanı yaratıcı bir şekilde harmanlaması ve müzikal yorumlarındaki mükemmel ifade gücüyle takdir edilmektedir. 20'ye yakın albümün kayıtlarında yer aldı.

Leszek Mozdzer

1971 doğumlu Polonyalı bir caz piyanisti, müzik yapımcısı ve film müziği bestecisidir. Bu sanatçı hakkında ayrıntılı bilgiye buradan bakabilirsiniz



Adam Baldych-2024-Passacaglia
with 
Leszek Mozdzer

01-Passacaglia
02-Jadzia
03-Moon
04-December
05-Gymnopedie
06-Polydilemma
07-Le Pearl
08-January
09-Beyond Horizon
10-Saltare
11-Circumscriptions
12-Resonance
13-Aurora
14-O Ignee Spiritus
15-La Deploration Sur La Mort D'ockeghem

Adam Baldych / violin, renaissance violin
Leszek Mozdzer / piano

""Passacaglia, Avrupa caz ve çağdaş müziğinin önde gelen isimlerinden Adam Baldych ve Leszek Mozdzer gibi iki benzersiz karakter arasındaki çok renkli bir müzikal diyalogdur. Repertuar, müzisyenlerin birlikte yazdığı eserler üzerindeki ücretsiz doğaçlamalardan Erik Satie, Josquin des Prez ve diğerlerinin temalara ilişkin kişisel yorumlarına kadar uzanıyor.

Albümde oldukça sıra dışı bir enstrüman kombinasyonu yer alıyor: Bir Rönesans kemanı, biri 442 Hz'e, diğeri 432 Hz'e ayarlı iki kuyruklu piyano ve hazırlanmış bir dik piyano. Bu kurulum tarzlara, türlere ve hatta ton ve armonik geleneklere meydan okuyan sonsuz çeşitlilikte bir müzikal ifade paletine olanak tanır. Baldych ve Mozdzer'in yarattığı dünya, oda müziğinin asil formunda ifade edilen, dengeli bir güzelliğe sahip ama aynı zamanda çalkantılı ve yoğun duygusal doğaçlamalardan da oluşuyor.

Tüm harika sanat eserleri gibi, sizi hem içine çeker hem de merakınızı uyandırır; aynı zamanda geri dönüp onu yeniden keşfetme isteği uyandırır.""



albümden bir parça


20 Şubat 2024

Luviler


Tarihin her dönemine ait bir yaşam barındıran Anadolu topraklarında Luviler adlı gizemli bir halk yaşamıştır. Gizemli halk nitelemesini koyuyoruz çünkü; bugüne kadar Luviler ile ilgili yeterli doygun bir bilgi sağlanamadı. 

 

Anadolu’da emperyal, ilk merkezi devlet kurma başarısını göstermiş Hititler (Hatti Ülkesi İnsanları) gibi Luviler’de hala Anadolu topraklarına nereden nasıl geldikleri çözüme kavuşturulmuş değildir.

 

M.Ö. 2000 yılında kendilerinden sıkça söz ettiren Luviler, dil olarak Hint-Avrupa dil ailesine bağlı olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu tarihlerde Hint- Avrupa dil ailesine bağlı olan diğer halklardan Hititler, güçlü bir devlet ve döneminin en büyük gücü olma özelliğini taşıyarak, Palalar, sessiz sedasız, Luviler ise, kültürel izler bırakarak tarih sahnesinden çekilmişlerdir.

 

Luvilerin ortaya çıkışları hakkında bazı bilim insanlarının teorileri:

-Anadolu’ya, Balkanlar ya da Kafkasya üzerinden yavaş yavaş bir nevi sızma yöntemi ile geldiler
-Karadeniz’in kuzey steplerinden (Rusya) Avrupa içlerine doğru aktılar
-Anadolu’da hep vardılar başka yerden gelmediler

 

-Luvice dilinin ve lehçelerinin çözülmesiyle, kültürel gelişimin Mezopotamya'dan ve hatta Antik Yunan'dan Anadolu'ya değil Anadolu'dan daha güneye ve batıya doğru yayıldığını iddia etmektedir. örneğin Troya kentinde Luvice dilinin konuşulduğunun belgelenmesiyle, Troya'nın da Luvi krallığı'nın bir uzantısı olduğu tezi artık daha da güçlenmiştir...

 

Luvilerin en önemli özelliği Anadolu topraklarındaki bir dili ilk kez yazıya geçirmiş olmalarıdır. Tarih bilimi güney ve batı Anadolu’da Luvi’lerden daha önce yaşamış ve uluslaşmış bir halkın ve Luvi dilinden daha önce konuşulmuş bir dilin varlığını asla saptayamamıştır. 

 

Hititlilerden günümüze ulaşabilen bütün belge ve yazıtlarda “nasili” denilen kendi dilleri kullanılmıştır, fakat Hititlerin dini ve idari bazı yazıtlarında farklı bir dil daha kullandıkları ortaya çıktı. Başlarda bu yazıya Hitit hiyeroglif yazısı denilse de sonradan bunun yanlış olduğu ortaya çıktı ve bu dilin, Luvi dilinin ta kendisi olduğu saptandı. 

 

Hiyeroglif tarzdaki bu yazının dışında, Anadolu'da bilinen daha eski bir yazı türü yoktur. Luvi dilinin küçük ama önemli parçaları günümüze kadar gelebilmiş, yaşayan ve insanlığın çok ama çok eski zamanlarından günümüze kadar çok şey getirmiş bir dildir.

 

Luvi dili dillerin anasıdır ve Anadolu emeklemeden önce, bir bebeğin ilk defa konuşması gibi, tarihinde ilk kez Luvi diliyle konuşmuştur. İnsanlığın bu en eski dilleri, söylenmesi en kolay seslerle başlamış, basit ve sade bir müziğe, örgüye sahiptir.

 

Bilimsel çalışmalar bu dilin Anadolu’nun en eski dili olduğunu  ve bu dilin yok olmaktan kurtulamamış Hitit çivi yazısından sonra bile Anadolu’da varlığını devam ettirdiği ve yaklaşık 700 yıl daha kullanıldığı saptandı.

 

örnek sözcükler:

anni = anne
pati = adım
atti = dışarısı
tatiş = baba

Bu konuda bir de çok değerli bir sözlük mevcut
Ahmet Ünal-Hititçe Büyük Sözlük-Hattice, Hurrice, Hiyeroglif Luvicesi, Palaca

 

“Luvi" kelimesi Hitit ve Luvi dilinde “ışık insanı” anlamına geliyordu, bu kelimenin kökeni de Luvi dilindeki “lu” yada “luw” dan gelmektedir. “lu” Luvi dilinde “ışık, pırıltı, ışıldamak, aydınlık, aydınlanmak” anlamına geliyordu. Bu sözcük daha sonra birçok dile de geçerek varlığını sürdürmüştür.

 
 

Likya dilinde lu(w) / Hitit dilinde lukk / Latince lux / Ermenice luys / İngilizce light / Fransızca luire / Almanca licht

 
 

“Likya” ismi tarihte ilk kez, Hititliler ve Mısırlılar arasında yapılmış Kadeş antlaşmasına ait metinlerde geçer, Likya kelimesi bu tabletlerde Hititçe bir kelime olan “Lukka” olarak yazılıdır. Hitit dilinde Lukka 'ışık ülkesi', anlamına gelmektedir. 

  

Bazı tarihçiler güneşin etkisini, Likya coğrafyasında yılın hiçbir dönemi kaybetmediği için Hititlilerin Likyalılar’a bu isimle seslendiklerini söylerler ve buradan hareketle Likya uygarlığının da Luvilerle bağlantıları olduğunu düşünebiliriz. Büyük ihtimalle Likya dili, Luvi dilinin devamıydı.

  

Likya dilinin ve alfabesinin Büyük İskender’in anadolu seferinden sonra unutulmaya yüz tuttuğunu biliyoruz. Büyük İskender’in Anadolu’da yaymak istediği Hellen-Yunan kültürü politikasından sonra Likya uygarlığı ve daha birçok Anadolu uygarlığı için hiçbirşey eskisi gibi olmadı.

  

Anadolu’da yer alan ve -ssos, -asos, -nthos son ekleriyle biten yer isimlerinin Yunan öncesi bir dilden miras kaldığı uzun zamandır ifade ediliyor.

  

Batı Anadolu’da Miletos, Ephesos, Assos, Myonnesos, Lebedos gibi pek çok antik kent olduğu malum. Bunlardan Miletos’un Hitit metinlerindeki Millawanda olduğu biliniyor. Ephesos’un da Arzawa’nın başkenti Apaşaş olduğu büyük oranda kabul görüyor. 

  

Girit’te ise Knossos, Phaistos'un M.Ö. 2000-1450 yılları arasında varlık göstermiş Minos medeniyetinin kentleri olduğu biliniyor. Buradan Minos medeniyetini yaratan halkın Anadolu’dan Girit’e göç etmiş Luviler olduğu sonucuna ulaşılabilir.

  

Minos’ta hem boğa hem de ana tanrıça inanışının güçlü olduğunu, bu halktan kalan duvar resimlerinden, mühürlerden ve diğer sanat eserlerinden anlamak mümkün. 

  

Gerek gök tanrısını simgeleyen boğanın gerekse ana tanrıça inanışının Çatalhöyük’ten, Neolitik dönemden beri Anadolu’da bulunduğunu biliyoruz. Dolayısıyla eşsiz saraylarıyla ünlü Minos medeniyetini yaratan halkın Girit’e Anadolu’dan göç etmiş olduğu yönündeki sav hiç de mantıksız değil.

   

Kesin olan şu ki bilinen ve yazıya dökülmüş en eski Hint-Avrupa dilini konuşan Luviler, önemli bir halktı. Luviler, bin yıldan uzun süre varlığını korudu ve Batı Anadolu’ya göç eden Yunanlara eski Anadolu’nun birikimlerini aktardı.

  

Sonuçta bu topraklardan çıkan bir halk ve kültür var ortada, sahip çıkmak adına Adana Seyhan Belediyesi Türkiye'de bir ilki gerçekleştirerek "Antik Luvi Kültür Merkezini" hayata geçirdi.. Yazıdaki görsellerin hepsi bu merkezden..

            

Bir de kokusu oldu Luvilerin : Luvilavant

Luvilavant’ın hedeflerine ilişkin Berman Mantı şunları anlatıyor: “Luvilavant olarak çıktığımız bu yolda en öncelikli hedefimiz Luvi medeniyetini ve Anadolu’nun zengin kültürünü ve tarihini tanıtmak. Kolonya ve üretimdeki birçok ürünümüz bu yolda bize yardımcı olacak. Kaliteli ürünü, uygun fiyatla Anadolu’ya kazandırmak en önemli hedefimiz.”

Related Posts with thumbnails