07 Eylül 2024

John Berger-Küresel Hapisane

 


John Berger (1926-2017) 

İngiliz deneme yazarı ve kültürel düşünür olmasının yanı sıra üretken bir romancı, şair, çevirmen ve senaristti. En çok G. adlı romanı ve kitabı ve BBC dizisi Görme Biçimleri ile tanınır.

Berger, Central School of Arts and Crafts'ta Sanat okumaya başladı, ancak eğitimi II. Dünya Savaşı sırasında ve hemen sonrasında İngiliz ordusunda görev alması nedeniyle kesintiye uğradı. 1946'da Londra'ya taşındı ve Chelsea School of Art'ta çizim ve resim okudu. 1950'lerde New Statesman ve New Society gibi yayınlar için sanat eleştirileri de yazıyordu Kendisi de bir sanatçı olan Berger, büyük sanatın toplumu yansıtması gerektiğine ve sosyalizmin 20. yüzyılda toplumun "en derin beklentilerine" ilham verdiğine inanıyordu. Kübizme , özellikle de Pablo Picasso ve Fernand Léger'e ilgi duyuyordu. Berger'in tartışmalı kitabı Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı'nda, Picasso'nun Kübizm resimlerinin ilerici olduğunu ancak sanatçının diğer çalışmalarının çoğunun "devrimci cesaretin başarısızlığını" temsil ettiğini savundu. Berger, Sovyetler Birliği'nin politikalarını kabul edilemez bulmasına rağmen, Rus heykeltıraş Ernst Neizvestny'nin çalışmalarına "emperyalizme karşı dünya mücadelesine" katkısı nedeniyle hayranlık duydu .

Çok yönlü Berger, Avrupa'nın göçmen işçilerini konu alan eserlerin metinlerini yazdı. Bertolt Brecht'in yazılarını Almanca'dan İngilizce'ye, Aimé Césaire'in yazılarını Fransızca'dan İngilizce'ye çevirdi. Muhtemelen romanlarının en bilineni olan G. (Man Booker Ödülü sahibi), akıllıca ayrıntıları ve karmaşık cinsel ve kişilerarası ilişkileri tasvir etmesi nedeniyle övgü aldı. Berger'in Görme Biçimleri 1972'de BBC tarafından dört adet 30 dakikalık programdan oluşan bir dizi olarak üretildi. Dizi ve ardından gelen kitap, sanat tarihini gizemden arındırmayı ve bazen anlam ve ideolojinin görsel medya aracılığıyla iletildiği temel yolları ortaya çıkarmayı amaçlıyordu. Kitap, 21. yüzyılda sanat tarihi eğitiminde önemli bir metin haline geldi.

Berger, 1974'te hayatının sonraki 40 yılını geçireceği Alpler'deki küçük bir kasabaya taşındı. 1970'lerde İsviçreli film yönetmeni Alain Tanner ile birlikte üç senaryo yazdı. Berger, Fransa'nın kırsal kesimlerinde yaşarken, çevresini ve Fransız köy yaşamının kültürünü yazdı .  

Berger, 1994 yılında New York ve İngiltere'deki galerilerde kendi çizimlerini ve resimlerini sergilemeye başladı. 2009 yılında İngiliz PEN tarafından "eserleri okuyucular üzerinde derin bir etki bırakan" yazarlara verilen Altın PEN Ödülü'nü aldı.

Türkçe 'deki Kitapları

-2000 Yılında 25 Yaşına Basacak Olan Yunus
-A'dan X'e John Berge Tarafından Kurtarılmış Mektuplar
-Albrecht Dürer
-Anlatmanın Başka Bir Biçimi
-Bento'nun Eskiz Defteri
-Bir Fotoğrafı Anlamak
-Bir Zamanlar Europa'da
-Bologna'nın Kırmızı Tenteleri
-Buluştuğumuz Yer Burası
-Clive'ın Koğuşu
-Corker'in Özgürlüğü
-Domuz Toprak
-Duman / Selçuk Demirel 
-Düğüne
-Fotokopiler
-Gökyüzü Mavi Siyah
-Görme Biçimleri
-Görme Duyusu
-Görünüre Dair Küçük Bir Teoriye Doğru Adımlar
-G-Tomris Uyar
-Hayvanlara Niçin Bakarız
-Hoşbeş
-İstanbuldan Gelen Telefon-Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi
-Katarakt / Selçuk Demirel 
-Kıyıdaki Adam
-Kıymetini Bil Her Şeyin
-Kral Bir Sokak Hikâyesi
-Leylak ve Bayrak
-Manzaralar
-O Ana Adanmış
-Picasso'nun Başarısı ve Başarısızlığı
-Portreler
-Saat Kaç / Selçuk Demirel 
-Sanat ve Devrim
-Sanatla Direniş
-Şanslı Adam
-Şiirin Saati
-Talihli Bir Adam-Bir Köy Doktorunun Hikayesi
-Top Sende
-Tren Rayları
-Uçuşan Etekler
-Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü
-Yedinci Adam
-Zamanımızın Bir Ressamı


Kitabın sonuna eklenen ve çok önemli bulduğum bir bölümü eklemek istedim.

Küresel Hapisane
Ekonomik Faşizm Üzerine Düşünceler

Adrianne Rich, harikulade bir Amerikalı şairdir kendisi, geçenlerde yaptığı bir konuşmada şöyle demişti: “Adli İstatistik Bürosu'nun yayımladığı rapora göre, ABD'de yaşayan her 136 kişiden biri demir parmaklıkların arkasında. Bunların birçoğu hüküm giymeden hapis yatıyor."'

Aynı konuşmada, Adrianne Rich Yunan şair Yannis Ritsos'u alıntılamıştı:

Tarladaki son kırlangıç geç vakte kadar oyalandı
Havada asılı durdu, sonbaharın yeninde siyah bir
matem kurdelasıydı adeta
Geriye kalan hiçbir şey yoktu. Yanmış kül olmuş
evlerin tüten dumanından başka 


Ahizeyi kaldırdığım anda, senin beklenmedik bir şekilde aradığını biliyordum. Via Paola Sarpi'deki evinden konuşuyordun. (Seçimlerden ve Berlusconi'nin iktidara dönüşünden iki gün sonraydı.) Aniden beliren tanıdık bir sesin kimliğini saptama hızımız rahatlatıcı, ama gizemli de. Çünkü bir sesi diğerinden net olarak ayrıştırmamızı sağlayan küçük farkı hesaplarken kullandığınız birimlerin, ölçütlerin ne adları var, ne formülleri. Onların kodları yok. Oysa zamanımızda, her geçen gün daha çok şey kodlanıyor.

Haliyle, verili başka şeyleri hesaplayan kodsuz, fakat keskin, başka ölçütler olup olmadığını merak ediyorum. Mesela, belirli bir durumdaki koşullu özgürlüğün miktarını, çapını ve kesin hatlarla çizilmiş sınırını. Mahkûmlar bunun uzmanı kesiliyor. Özgürlüğe dair özel bir hassasiyet geliştiriyorlar- bir ilke olarak değil, tanecikli bir madde olarak. Özgürlüğün parçacıkları vuku bulduğunda, neredeyse derhal teşhis ediyorlar.


Sıradan bir günde, kayda değer bir şey olmazken ve saat başı tebliğ edilen krizler bildik, tanıdık krizler iken-ve siyasetçiler krizler olmadığı takdirde felaket olacağını ilan ederken- insanlar birbirleriyle göz göze gelirken, bazı bakışlar içlerinden geçirdikleri şeyi başkalarının da düşünüp düşünmediğini kolaçan ediyor: Hayat böyle işte!

Genellikle o başkaları da aynı şeyi düşünüyor ve bu asli paylaşımda, bir şey söylemenin veya tartışmanın öncesinde, bir tür dayanışma söz konusu.

İçinde yaşadığımız tarihi dönemi tanımlayacak kelimeler arıyorum. “Emsalsiz” demenin pek bir manası yok, tarih keşfedildiğinden beri, hiçbir dönemin emsali görülmemiştir.

İçinden geçtiğimiz dönemin bütünlüklü bir tarifini aramıyorum. Zygmunt Bauman gibi bu hayati görevi üstlenmiş düşünürler var. Ben yalnızca işaret levhası işlevi görecek bir imge arıyorum. İşaret levhaları kendilerini bütünüyle tanımlamazlar, ama paylaşılan bir referans noktası sunarlar. Popüler atasözlerinin içerdiği söze dökülmemiş varsayımlara benzerler. İşaret levhaları olmadığında, daireler çizerek dönüp durmak gibi büyük bir insani risk söz konusudur.

*
Benim bulduğum işaret levhası “hapishane”. Biz bu gezegenin dört bir yanında, hapishanelerde yaşıyoruz,

“Biz” kelimesini gördüğümüzde ya da ekranda duyduğumuzda şüpheleniriz. Çünkü iktidardakilerin, muktedir olmayanlar adına konuştuklarına bütün o demagojilerde mütemadiyen kullandıkları bir zamirdir “biz". O halde kendimizden “onlar” diye söz edelim. Onlar hapishanede yaşıyor.

Ne tür bir hapishane? Nasıl inşa edilmiş? Nereye yapılmış? Yoksa bu kelimeyi bir mecaz olarak mı kullanıyorum? Hayır, hapishane bir mecaz değil, hapsedilmişliğimiz bir hakikat. Fakat tarif edebilmek için tarihsel bir bakışla düşünmek gerekiyor.

Michel Foucault hapishanenin 18. yüzyılın sonlarıyla 19. yüzyılın başlarında icat edildiğini, sanayi devrimiyle, fabrikalarla ve faydacılık felsefesiyle sıkı bağlarıı olduğunu göstermişti. Daha önceki dönemlerde, hapishaneler mağaranın ve zindanın uzantısıydı. Bugünün hapishanesinin onlardan farkı, barındırdığı mahkûm sayısı- ve onları Panopticon modeli sayesinde sürekli gözetim altında tutması. Panopticon modelinin mucidi, etiğe muhasebe kurallarını getiren Jeremy Bentham'dı.

Muhasebecilik her alışverişin kayda geçirilmesini talep eder. Hapishanelerin dairesel duvarları, hücrelerin daire biçiminde dizilmesi ve merkezde gözetleme kulesinin yer alması aynı mantığın ürünüdür. Bentham 19. yüzyılın başlarında John Stuart Mill'in hocası ve sanayi kapitalizminin önde gelen faydacı düşünürlerinden biriydi.

Bugün, küreselleşme çağında, dünya sanayi sermayesinin değil, finans sermayesinin egemenliği altında. Ve suçu tanımlayan dogmalar ile hapsetmenin mantığı radikal biçimde değişmiş durumda. Hapishaneler hâlâ var ve her geçen gün yenileri inşa ediliyor. Fakat hapishane duvarları şimdi başka bir amaca hizmet ediyor. Kapatma, hapsetme maksadıyla kurulmuş olan alan dönüşüme uğradı.


Yirmi yıl önce, Nella Bielski'yle birlikte, Gulag'lar hakkında 'A Question of Geogmphy' (Bir Coğrafya Meselesi) adlı bir oyun yazmıştık. İkinci perdede bir zek (bir siyasi mahkûm) Gulag'a yeni gelen bir delikanlıyla çalışma kampındaki seçenekler ve seçimlerin sınırlılığı hakkında konuşur:

“Akşam olunca, bütün gün taygada çalışıp bitap düşmüş ve karnın zil çalarak hücrene döndüğünde, çorba ve ekmek hakkını kazanırsın. Çorba konusunda bir seçenek yoktur. Sıcakken ya da hiç olmazsa ılıkken yemek zorundasın. Ama 400 gram ekmeğe gelince, seçeneklerin vardır. Mesela, üç parçaya ayırabilirsin. Birini çorbayla yiyebilirsin, birini ranzanda uykuya geçmek üzereyken ağzına koyup emebilirsin, son parçayı da ertesi sabah çalışırken ve karnın guruldamaya başladığında ağzına atarsın.

"Zek'sen ve takım lideri olmuşsan iki seçeneğin vardır. Ya işbirlikçi olacaksın ya da zek olduğunu unutmayacaksın."

Gulag'lar artık yok. Gelgelelim, milyonlarca insan Gulag'lardakinden pek farkı olmayan koşullarda çalışıyor. Değişen şey, işçilere ve suçlulara uygulanan adli mantık. Gulag'larda siyasi mahkumlar suçlu ilan edilir ve köle-işçiliğe indirgenirdi. Bugün vahşice sömürülen milyonlarca işçi, suçlu statüsüne indirgeniyor.

Suçlu = Köle-İşçi şeklindeki Gulag denklemi, neoliberalizm tarafından yeniden yazıldı: İşçi = Gizli Suçlu. Küresel göçün dramı bu yeni formülde yatıyor: Çalışanlar gizli suçlular. İtham edildiklerinde hayatta kalabilmek için ne mümkünse yapmaktan suçlu bulunuyorlar.

ABD'de 15 milyon Meksikalı izinsiz çalışıyor, dolayısıyla yasadışı konumdalar. ABD-Meksika sınırında 1200 kilometrelik bir beton duvar var ve 1800 gözetleme kulesinden oluşan bir "sanal" duvarın inşa edilmesi planlanıyor. Elbette, bu duvarlar arasından geçmenin yolları -ne kadar tehlikeli olursa olsun--bulunacaktır.

İmalata ve fabrikalara dayalı sanayi kapitalizminden serbest piyasa spekülasyonuna dayalı finansal kapitalizme geçişle birlikte, hapsedilme alanı değişti. Her gün 1.300 milyar dolar tutarında finansal işlem yapılıyor, bu meblağ toplam ticaret hacminin elli katı.

Hapishane artık gezegen çapında. Ve ona tahsis edilmiş çeşit çeşit isimleri olan mıntıkalar var. İşyeri, mülteci kampı, alışveriş merkezi, periferi, getto, plaza, favela, banliyö... Asli olan şu: Bu mıntıkalara kapatılmış olanlar hapishane arkadaşlarınız.


Mayısın ilk haftası. Kuzey yarıkürenin tepelerinde, dağlarında, sokaklarında, bahçelerinde birçok ağaç yaprak veriyor. Yeşilin çeşitli türlerinin birbirinden farkı bir yana, insanlar her bir yaprağın diğerlerinden farklı olduğu izlenimi ediniyor. Dolayısıyla, milyarlarca -hayır, milyarlarca değil, o kelimeyi dolarlar iğdiş etti- sonsuz çeşitlilikte yeni yapraklarla karşılaşıyorlar. Doğanın devamlılığının görünür işaretleri mahkumlar için hep dolaylı olarak yüreklendirici olmuştur ve hâlâ olmaktadır.

*
Bugün, hapishane duvarlarının (beton, elektronik, devriye gezen veya sorguya çeken) birçoğunun amacı, mahkumları içeride tutmak ve ıslah etmek değil, hariç tutmak ve dışlamak. Dışlananların büyük çoğunluğu anonim kişiler. Dolayısıyla bütün güvenlik güçlerinin en büyük takıntısı kimlikler. Bu insanlar sadece anonim değil, aynı zamanda sayısız. İki nedenle:

Birincisi, sayıları sürekli değişiyor. Her açlık, doğal afet ve askeri müdahale (şimdi buna "polisiye tedbir" deniyor) dışlananların sayısını azaltıyor ya da artırıyor. İkincisi, onların sayısını hesaplamak hakikatle yüz yüze gelmek demek. Zira yerkürenin nüfusunun çoğunluğunu onlar oluşturuyor. Bununla yüz yüze gelmek mutlak absürde çakılmak demek.

*
Küçük malları paketlerinden çıkarmanın giderek zorlaştığını fark ettiniz mi? Ücret karşılığında istihdam edilen insanların hayatlarına da benzer bir şey oldu. Yasal olarak istihdam edilenler ve yoksul olmayanlar, kendilerine giderek daha az seçenek sunan -birbirine bağlı iki seçenek olan itaat ve itaatsizlik haricinde-ziyadesiyle daralmış hayat alanlarında yaşıyorlar. Çalışma saatleri, ikametgahları, geçmişte edindikleri becerileri ve tecrübeleri, sağlıkları, çocuklarının geleceği, ezcümle işlevlerinin dışındaki her şey, likit kârın devasa ve öngörülemeyen taleplerinin yanında tâli, önemsiz bir yer tutuyor. Dahası, bu katı kurallara "esneklik" deniyor. Hapishanede kelimelerin anlamları tersyüz edilir.

Çalışma koşullarının tehlike sinyalleri veren baskısı, Japonya mahkemelerini yeni bir adli tıp kategorisini tanımak ve tarif etmek zorunda bıraktı: "Aşırı çalışma nedeniyle ölüm."

“Başka hiçbir sistemin fizibilitesi yok". Öyle deniyor ücretli çalışanlara. Başka seçenek yok. Buyrun asansöre. Asansör küçük bir hücre.


Hapishanenin bir yerinde, belediyenin kapalı yüzme havuzunda yüzme dersi alan beş yaşındaki bir kız çocuğunu seyrediyorum. Lacivert bir mayosu var. Yüzebiliyor, ama henüz bunu tek başına, yardımsız yapabilecek özgüveni yok. Öğretmeni onu havuzun derin kısmına götürüyor. Öğretmeninin uzattığı uzun çubuğu tutarak suya atlayacak. Bu korkusunu yenmesinin bir yolu. Aynı şeyi dün de yapmışlardı.

Küçük kız bugün çubuğa tutunmadan atlamak istiyor suya. Bir. iki, üç! atlıyor, fakat son anda çubuğa tutunuyor. İkisi de tek kelime etmiyor. Kadınla küçük kız arasında belli belirsiz bir tebessüm cereyan ediyor. Kız tez canlı, kadın sabırlı. Kız havuzun merdivenlerini çıkıyor, kenara geliyor. "Bir daha "diye fısıldıyor. Kollarını yana açarak suya atlıyor, hiçbir şeye tutunmuyor. Yüzeye geldiğinde, çubuğun ucu burnunun dibinde. Çubuğa dokunmadan merdivene doğru iki kulaç atıyor.

Lacivert mayolu kızın ve sandaletli kadının hapishanedeki mahkûmlar olduklarını mı söylüyorum? Kızın çubuğu tutmadan suya atladığı anda, ikisi de kesinlikle hapishanede değildi. Ancak, önümüzdeki yılları düşündüğümde ya da yakın geçmişe baktığımda, korkarım ki, tarif ettiğim sahneye rağmen, ikisi de mahkûm olmanın ya da yeniden mahkûm olmanın riskini taşıyor.
 
Dünyayı çevreleyen iktidar yapısına ve onun otoritesinin işleyişine alıcı gözle bir bakın. Her despotluk kendine göre bir denetim tertibatı buluyor, doğaçlıyor.

Dünyaya hükmeden piyasa güçleri, bütün ulus-devletlerden daha kuvvetli olduklarını ileri sürüyorlar. Cep telefonumuzdan arayıp özel sağlık sigortasına veya emeklilik sigortasına kaydolmamız için ikna etmeye çalışmalarından, Dünya Ticaret Örgütü'nün en son ültimatomlarına kadar bu iddia her dakika yineleniyor.

Sonuç olarak hükümetlerin birçoğu artık yönetmiyor. Hükümetler artık kendi seçtikleri hedeflere yönelemiyor. “Ufuk" kelimesi, geleceğe dair umut vaadiyle birlikte siyasi söylemden silindi- hem sağda hem solda. Mevcut olanı ölçmenin dışında tartışılan bir şey yok. Kamuoyu yoklamaları istikameti ve arzuyu ikame ediyor.

Hükümetlerin birçoğu yönetmek yerine çobanlık yapıyor. (Amerikan hapishane argosunda, gardiyanlara “çoban” denir) 18. yüzyılda uzun süreli hapis cezasına "sivil ölüm" deniyordu. Üç yüzyıl sonra hükümetler kanunlarla, zorla, ekonomik tehditlerle ve yaygaralarıyla kitlesel “sivil ölüm" rejimleri empoze ediyorlar.
 
Geçmişte ki despot rejimlerin altında yaşamak da bir mahpusluk türü değil miydi? Hayır, tarif etmeye çalıştığım anlamda bir mahpusluk değildi. Bugün yaşadığımız yeni bir şey, zira mekânla başka bir ilişki söz konusu.

İşte bu noktada Zygmunt Bauman'ın düşünceleri aydınlatıcı. Bauman dünyayı yöneten piyasa güçlerinin mekândan azade olduğuna, yani "alan sınırlamasından, yerel bağlardan" muafiyet kazandığına dikkat çekiyor. Bu güçler uzak ve anonim, dolayısıyla eylemlerinin yerel ve fiziksel etkilerini hesaba katmak zorunda değiller. Bauman, Alman Merkez Bankası başkanı Hans Tietmeyer"i alıntılıyor:

 "Günümüzdeki mesele, yatırımcıların güvenini sağlayacak koşulları oluşturmak."

Tek ve yüce öncelik bu. Ve bu öncelikten hareketle, üreticilerden, tüketicilerden ve marjinalize edilmiş yoksullardan oluşan dünya nüfusunun denetlenmesi, itaatkâr ulusal hükümetlere havale edilen bir görev. Gezegen bir hapishane, hükümetler de ister sağcı olsun ister solcu, çobanlık yapıyor. 


Hapishane sistemi siberuzay sayesinde işliyor. Siberuzay -piyasaya alışveriş hızı sağlıyor, işlemler anında gerçekleşiyor, gece gündüz demeden kesintisiz sürüyor. Piyasa despotizmi mekândan azade olma ehliyetini bu hızdan alıyor. Ne var ki bu hız, onu kullananlar üzerinde patolojik bir etki yapıyor. Onları uyuşturuyor. Bu hızda acıya yer yok. Acının lafı ediliyor olabilir; ama hissedilmesi, çekilmesi söz konusu değil. Dolayısıyla insani durum sistemi işletenlerin bünyesinden defediliyor, dışlanıyor. Yalnızlar, çünkü tepeden tırnağa taş kalpliler.

-Geçmişte despotlar acımasız ve erişilmezdi, ama acıya maruz kalanlarla komşuydular. Artık bu durum söz konusu değil ve sistemin muhtemel zâfiyeti tam da burada.

"Uzun kapılar çarpıyor
Hapishane avlusundayız
Yeni bir mevsimde "  (Tomas Tranströmer)

Onlar (biz) hapishane arkadaşları(yız). Bunu söylemek, hangi tonda söylenirse söylensin, bir reddi içeriyor. Gelecek, hiçbir yerde, hapishanede olduğu kadar tasarlanan, hesaplanan, şimdinin zıddı olarak özlemi duyulan bir şey değildir. Hapse tıkılanlar şimdiyi asla bir son olarak kabullenmezler.

Bu arada, şimdiyi nasıl yaşamalı? Hangi sonuçlara ulaşmalı? Hangi kararları almalı? Nasıl davranmalı?

İşaret levhalarını oluşturduğumuza göre, birkaç istikamet önerim olacak.

Duvarın bu tarafında tecrübelere kulak verilir, hiçbir tecrübe vadesi dolmuş addedilmez. Ayakta kalmak saygı duyulan bir şeydir ve herkes bilir ki, ayakta kalmak mahkûmlar arasındaki dayanışmaya bağlıdır. Otoriteler de bunu bildikleri için yalnızlaştırma politikası uygularlar. Bu yalnızlaştırma, fiziksel tecrit veya manipülatif jargonla gerçekleştirilir. Bireyler tarihten, kökenlerinden, yeryüzünden ve en önemlisi, ortak bir gelecekten yalıtılır.


Hapishane yöneticilerinin laflarına kulak asmayın. Elbette kötü yöneticiler ve daha az kötü yöneticiler var. Bazı durumlarda aradaki farkı dikkate almak gerekir. Ama dedikleri -daha az kötülerinki de dahil olmak üzere-boktan şeyler. İlahilerini, parolalarını, sihirli sözlerini tekrarlayıp duruyorlar: Güvenlik, Demokrasi, Kimlik, Medeniyet, Esneklik, Üretkenlik, insan Hakları, Entegrasyon, Terörizm, Özgürlük... 

Maksatları kafa karıştırmak, bölmek, dikkat dağıtmak ve bütün mahpusları uyuşturmak. Duvarın bu tarafında hapishane yöneticilerinin kelimeleri manasız ve düşünceye faydası olmayan şeyler. Hiçbir karşılıkları yok. Bu lafları kendi kendimize düşünürken bile reddetmeliyiz.

Mahkûmların kendilerine has kelime dağarcıkları var, onlarla düşünüyorlar. Birçok kelime bir sır olarak saklanıyor, birçok kelimenin sayısız yerel varyasyonu mevcut. Kısa kelimeler ve ifadeler, ama koskoca bir dünyayı içeriyorlar: Sana-benim-tarzımı-gösteririm, bazen-meraklanmak, pajarillo, B blokta-bir şeyler-oluyor, çıplak, bu-küçük-küpeyi-al, bizim-için-öldü, kovala-mevzuyu, vb.

Mahkumlar arasında çelişkiler var- bunlar bazen şiddetli de. Bütün mahkûmlar mahrum bırakılmış insanlar, ama mahrum bırakılma derecelerinin farkı haset yaratıyor. Duvarın bu tarafında hayat ucuz. Küresel despotluğun belli bir çehreye sahip olmaması günah keçisi avcılığını, mahkumlar arasındaki düşmanlıkları körüklüyor. Yoksul yoksula saldırıyor, işgal altındakiler birbirini yağmalıyor. Mahkumlar idealize edilmemeli.

Mahkumları idealize etmeden ortak paydalarına-hiç gerekmediği halde çektikleri acı, tahammül güçleri, açıkgözlülükleri- bakalım. Bunlar, onları ayıran şeylerden daha belirleyici, daha açıklayıcı. Yeni dayanışma biçimleri de bu özelliklerinden doğuyor. Yeni dayanışmalar farklılıkların ve çoğullukların karşılıklı olarak tanınmasıyla başlıyor. Hayat böyle işte! Bir dayanışma, ama kitlesel değil, karşılıklı irtibatlanmanın dayanışması. Hapishane koşullarında çok daha münasip olan o.

*
Otoriteler mahkûmları dünyanın öteki hapishanelerinde olanlar hakkında sistematik bir biçimde yanlış bilgilendiriyor. Onları, kelimenin agresif anlamında, endoktrine etmiyorlar. Endoktrinasyon eğitime tabi tuttukları tacirlerden, işletmecilerden, piyasa uzmanlarından oluşan küçük bir elit tabakaya mahsus. Hapishane nüfusu için uygun gördükleri, onları aktive etmek değil, pasif bir belirsizlik içinde tutmak. Hayatta riskten başka bir şey olmadığını ve yeryüzünün emniyetsiz bir yer olduğunu bıkıp usanmadan onlara hatırlatmak.

Bu, titizlikle seçilen enformasyonla, dezenformasyonla, yorumlarla, rivayetlerle, hayali öykülerle yapılıyor. Operasyon başarılı olduğu müddetçe halüsinatif bir paradoks oluşturulup pekiştiriliyor. Hapishane nüfusuna, her bireyin önceliğinin kendi kişisel emniyeti olduğuna ve hapsedilmişliklerine rağmen, ortak kaderden, ortak akıbetten bireysel kurtuluşun bir yolunun bulunabileceğine inandırma tuzağı kuruluyor.

Bu dünya görüşünden yansıyan insanoğlu imgesinin emsali şimdiye kadar hiç görülmemişti. İnsanoğlu korkak bir varlık olarak resmediliyor; sadece kazananlar cesur. Dahası, armağan diye bir şey yok, sadece ödül var.

Mahpuslar birbirleriyle iletişim kurma yolunu her zaman bulmuşlardır. Siberuzay, bugünün global hapishanesinde, onu ilk kuranların çıkarlarına karşı kullanılabilir. Bu sayede mahkûmlar dünyada her gün neler olduğu hakkında birbirlerini bilgilendiriyor ve geçmişin hasıraltı edilmiş öykülerini izliyor, ölülerle omuz omuza duruyorlar. Bunları yaparken küçük armağanları yeniden keşfediyorlar, cesaret örneklerini, tamtakır mutfaktaki bir demet gülü, silinmez acıları, annelerin yorulmak nedir bilmezliklerini, kahkahayı, karşılıklı yardımı, sükûtu, hep genişleyen direnişi, gönülden fedakârlığı ve daha fazla kahkahayı. Mesajlar kısa, ama yalnız gecelerine (gecelerimize) yayılıyor.


Yol haritasının nihai kılavuzu taktiksel değil, stratejik.

Dünyanın despotlarının mekândan azade olmaları, her şeyi denetleyen, gözetleyen iktidarlarının kapsamını açıkladığı gibi, beliren zaaflarını da imliyor. Siberuzayda faaliyet gösteriyorlar ve korunaklı sitelerinde yaşıyorlar. Onları çevreleyen dünyadan bihaberler. Dahası, o türden bir bilgiyi önemsiz bularak ellerinin tersiyle itiyorlar. Sadece yeraltı kaynaklarının esamisi okunuyor. Dünyaya kulak veremiyorlar. Yeryüzüne ayak bastıklarında körleşiyorlar. Yerelde kayboluyorlar.

Hapistekiler için tam tersi geçerli. Hücrelerin duvarları bütün dünyada birbiriyle temas ediyor. Süregelen direnişin etkili eylemleri, uzaktaki ve yakındaki yerelde kök salacak. Ücradaki direniş yeryüzünü dinliyor. Özgürlük yavaş yavaş beliriyor, parmaklıkların dışında değil, hapishanenin derinliklerinde.
 
Via Paola Sarpi'deki evinden aradığında sesini derhal tanımakla kalmadım, sesin sayesinde kendini nasıl hissettiğini de tahmin edebildim. Öfkeyle ya da daha ziyade sabırlı -senin tipik özelliğin bu- bir öfkeyle iç içe geçmiş olan yeni umudumuzun hızlı adımlarını da işittim.

kitapla ilgili çok geniş bir bilgiye buradan bakabilirsiniz.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Related Posts with thumbnails